SERMAYE HAZRETLERİNİN NAZİK MÜSAADELERİYLE

Yazdıklarım okunmuyor değil. Kimler okuyor yazdıklarımı? Bir yolda benimle yürümek, bir mesafeyi benimle kat etmek isteyenler mi? Bu sualin cevabına matuf bahsi hiç açmayalım. Lâkin şunu bildiğimizi izhar etmekten de geri durmayalım: Okuma faaliyeti göstersin göstermesin, söylediklerimin neye taalluk ettiğini fark edemeyenler kahir ekseriyettedir. Çünkü bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insanların dikkati ele geçirileni muhafaza etmek ve ele geçirilemeyeni kovalamak sahasına raptedilmiştir. Kimilerince insan tabiatına en uygun mekanizmayı ihdas ettiği iddia edilen kapitalizm aç gözlülüğün ve aç gözlülüğü ma‘zûr gösteren her müessesenin teşvik edilmesiyle hayatta kalabiliyor. Gerçekte kaşığıyla verip sapıyla göz çıkararak insanları rakama dökülebilir gelir kazancına raptetme işini yapan ve ele geçirilmeye değer olanın ne veya neler olduğunu tespit eden geçimlerine yetecek gelir peşinde ömür tüketenler değil, tükenen ömürler pahasına miktarını ve şiddetini büyüten sermaye hazretleridir. Yakıştı mı şimdi buraya “gazi hazretleri” dermiş gibi “sermaye hazretleri” demek? Yoksa “Hazret-i Muaviye” diyenler gibi “Hazret-i Sermaye” mi demeliydim?

Hazret-i Sermaye’nin Türkiye’yle münasebeti Türk’ün Türkiye’yle münasebetinden mahiyet itibariyle farklıdır. Türk’ü devre dışı bıraktığınız zaman elinizde sermaye hazretleri tarafından hazırlanmış bir programdan başka bir şey yoktur. O zaman hayatın mânâsı denilen şey sermayenin hayatiyeti çerçevesini aşma gücü gösteremez. Eğer Türk’ün sermayeye olan, sermayenin Türk’e olan husumetini hesaba almadan tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi öğrenmişseniz benim dediklerim size anlamlı gelmez. Ben ne dedim, ne demekteyim?

Cumhuriyet idaresinin varlığına gerekçe olarak İslâm’ı göstermekten başka çaresi olmadığını söyledim, söylemekteyim. Bu istinat noktası sebebiyle de Türk mahkemelerinde Türk hâkimlerinin dîn ile devleti 27 Mayıs 1960 sabahına kadar zâhirde ve alenen değil, hafiyyen kalplerinde cem ettiklerini, dolayısıyla hiçbirinin Allah’ın indirdiğiyle hükmetme hissinden berî olmadığını söyledim, söylemekteyim. Bu dîn ve devlet tesanüdüne bir de ömrü 300 seneye varan “İstiklâl Hasreti”ni ilâve edebilirsiniz. İddiam Türk hayatını yükseltmek ve üstün kılmak isteyen herkesin söylediklerimin doğru olduğunun ispatını siyaset tarihinde bulabileceği istikamettedir. Derdi Türk hayatını yükseltmek ve üstün kılmak olmayanlarla cinsi, cibilliyeti, türü, töresi, ırkı, sınıfı, makamı, mevkii, serveti, şöhreti ne olursa olsun mübâreze halindeyim. Dikkati andığım tarihe kadar Türk halkının gözünde hâkimlerin itibarının bir zamanlar kadıların sahip olduğu itibardan daha yukarda olduğuna çekmek isterim. Bu demektir ki, andığım vakte kadar Türkiye’de bir itikadî tesanüt de vardı ve bu birleşme fikri milletin muhtaç olduğu işi görmekte, milleti millet olarak muhafaza endişesinin topluma vereceği yükselme inancını diri tutuyordu.
Sermaye hazretleri XX. yüzyıl başlangıcında Türkiye Cumhuriyeti’nin Dünya Sistemi’ne tütün ve pamuk başta olmak üzere tarım ürünleri tedariki suretiyle entegre olmasına müsaade etmişti. Bolşevik olmamak, Pan-Türkist olmamak, Pan-İslamist olmamak şartıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına izin verilmişti. İzin mezuniyet değildi. Çünkü bir mektep tedrisatı bahis konusu değildi. Dolayısıyla Türkiye’yi idare edenlerin ellerinde Dünya Sistemi yetkilileri canibinden sadır olmuş bir diploma yoktu. CHP’nin başı DP’nin başlarına “Sizi ben bile kurtaramam” dedi ve dediği gibi oldu. Cumhuriyet bürokrasisi Dünya Sistemi dershanesi tarafından adına kesilmiş makbuzla 27 Mayıs 1960 sabahına kadar idare etti. İhtilâl demek makbuzun yırtılması demekti. Kaz kafalı hainler Türkiye’nin her on yılda bir askerî müdahaleye maruz bırakıldığını söylüyor. Hiç kimse Türkiye’de sermaye hazretlerinin ihtiyaçları doğrultusunda bunların kuvveden fiile geçtiğini söylemiyor.
 
1946 yılında sermaye hazretlerinin nazik müsaadeleriyle çok partili siyasî hayata geçtik.
1960 yılında sermaye hazretlerinin nazik müsaadeleriyle Türk hayatının inkılaplardan başka bir şey olmadığına, olmayacağına imân ettik.
1971 yılında sermaye hazretlerinin nazik müsaadeleriyle haşhaş tarımını yasaklayarak karar verme yetkisini en büyük finans çevresinin dışında kimseye tanımayacağımızı ilân ettik.
1980 yılında sermaye hazretlerinin nazik müsaadeleriyle en büyük finans çevresinin Lozan anlaşması yerine ikame edildiğini kabul ettik.
En büyük finans çevresi sivil toplum size iyi gider diyor.
En büyük finans çevresi küreselleşme nimetinin hakkını verin, piyasa ekonomisinin kaymağına talip olun diyor.
En büyük finans çevresi bütün maneviyatınız insan haklarından ibarettir diyor.
En büyük finans çevresi benim yaptığım demokrasi tarifini beğenmezseniz canınızı yakarım diyor.
En büyük finans çevresi Türkiye’den yeni anayasa istiyor. 
 
10 Mart 2012
 
Desem Öldürürler Demesem Öldüm, Sayfa 168-170 
 
Laik Değilim Çünkü Müşrik Değilim

Dikkatlerin Basra Körfezi’ndeki saldırıya yoğunlaştığı ve yeni gelişmelerin neler doğuracağının merak edildiği şu günlerde laiklikten söz açmanın sırası mı?

Al Sancağın Sönmeyişini Tüten En Son Ocağın Varlığı Açıklar

İstiklâl Marşı’nda ne söylendiği gayet sarih ve kimin söylediği de belli: Sözü söyleyen Türk Milleti. İstiklâl Marşı bir milletten bahsederken sadece bu toprakların üzerinde yaşayan insanları değil, toprağın altındaki şühedayı ve melekleri de hesaba katıyor.

“Birinci Meclis, İstiklâl Harbi’ni Komuta Eden, İstiklâl Marşı’nı Kabul Eden Meclistir. İkinci Meclis ise Lozan’ı Kabul Eden Meclistir.”

23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldığında Antep’e “Bize mebus gönderin!” telgrafı gelir. Antep’in ileri gelenleri toplanıp, “Eğer Ankara’ya biz gidersek ve Ankara İstiklâl Harbi’ni kaybederse İstanbul bizi sürgüne gönderir

ÖNSÖZÜMÜZ “ÖNCE VATAN”

Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bile isteye geçirilmiştir.

Bizim Asıl İstiklâl Marşı’mız Tekbir ve Salavat’tır

Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak toplantılarımıza Bayram Tekbiri olarak da bilinen Teşrik Tekbiri ile başlıyoruz, arkasından Salât-ı Ümmiye getiriyoruz. Arkasından da İstiklâl Marşı’nı orijinal bestesiyle söylüyoruz.

Sivas Göklerinde Sırp Tayyareleri Uçacak Mı?

Türkiye’de 12 Eylül’de sonra yeni bir askeri müdahale olup olmayacağı çevresinde dönen bir soruşturmaya cevap verirken hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle demişti bir zaman önce Aziz Nesin:

“Bila Merci Hakim ve Âmir Olma”

Marşımızın isminde yer alan istiklâl / استقلال kelimesi Arapçada olmayan bir kelimedir. Daha doğrusu evvelden olmayan günümüzde ise kullanılan bir kelimedir.

Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak

Bugün hâlâ bir devlet devamı bahis konusuysa bu İstiklâl Marşı’nın gösterdiği hedefin yeniden anlaşılmasıyla veyahut gerçek boyutlarıyla anlaşılmasıyla mümkün olacaktır.