Kâfirlerden Kaçırılmış Metin: "İstiklâl Marşı"

Kâfirlerden Kaçırılmış Metin: "İstiklâl Marşı"

                                 İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet ÖZEL

İSTİKLÂL MARŞI, TIPKI CUMHURİYET TÜRKİYESİ GİBİ, KÂFİRLERDEN KAÇIRILMIŞ BİR METİNDİR.

Selamün aleyküm. Bu toplantının önemli bir toplantı olması lazım. Bu bizim dernek olarak ilk toplantımız. Bu toplantıya katılan bütün arkadaşlarımızın, bütün üyelerimizin bir rüçhaniyeti, bir üstünlüğü, faik vasfı olması lazım. Vardır mutlaka.

Çünkü buraya gelmenin göründüğü kadar kolay bir şey olmadığını düşünüyor ve hepinizi tebrik etmek istiyorum. Birçoğunuz bu tutumun ne kadar önemli olduğunun farkına varmamış olabilir. İstiklâl Marşı Derneği üyesi olmak belli çevrelerin gözünde tekin bir şey değil. Bunu bilerek buraya gelmiş olduğunuzu ümit ediyorum.

Gösterilen cesaret yüzünden, bu toplantıda bulunan arkadaşların hepsine birer imtiyaz tanımamız lazım. Şöyle bir şey düşünülebilir. Yeni üye kaydı söz konusu olduğunda, bu toplantıya katılan arkadaşların teklif ettiği kişiyi, dernek yöneticileri reddedememeli mesela. Hem derneğin işleyişine ilişkin hem de bundan sonra derneğin faaliyetlerindeki yer bakımından bu toplantıya katılan arkadaşların mümtaz bir vasfı olmalı. Bugün burada bulunan insanlar artık bundan sonra derneğe üye olacak insanlarla eşit sayılmayacaklar. Eşitliği şimdiden bozmuş oluyoruz hep beraber. Buradaki seçkin kişilerin emin bir yerde olduklarını bilerek gelen insanlar olmaları gerekiyor. Sizlerin buraya emin bir yerde olduğunuza kanaat getirerek gelmiş olmanız gerekiyor. Bu manada, bu toplantıya katılan arkadaşların birbirlerine bakışları da bu çerçeve içinde olmalı. İstiklâl Marşı Derneği emin bir yer diyorsak, bu, orasının kendilerine bir şeyler emanet edilebilir insanların bulunduğu bir yer olduğu manasına gelir.

İstiklâl Marşı bizim emniyetimizin temini için husule gelmiş bir metin. Biz Türkler İstiklâl Marşı ile emniyete kavuşma yoluna girdik. Bunu ben defalarca söyledim, burada gene tekrar ediyorum. 1918 yılında bu topraklarda ve bilhassa da İstanbul’da, en belalı yer Türk bayrağının altı idi. 1918 yılında, bu yaşadığımız topraklarda en belalı yer, en korkulu yer, en rahatsızlık duyulan, güvensiz yer Türk bayrağının altıydı. 1918 yılında herkes emniyetini Yunan, İtalyan, Fransız, İngiliz, Amerikan bayrakları altında bulunmakla temin ediyordu. 1918 yılında Türk bayrağının altının en emniyetsiz yer olduğunu hiç akıldan çıkarmayalım. İstiklâl Marşı ortaya çıktıktan hemen sonra Türk bayrağının altı en emniyetli yer oluvermedi; emniyetli yer İstiklâl Harbi ile kazanıldı. Zaferden sonra, 1923 yılında bu topraklarda en emniyetli, en güvenilir yer, en sağlam yer Türk bayrağının altı oldu. Bu, İstiklâl Harbi’ni verenlerin bize hediye ettiği bir şeydir. Bu hediye gözden uzak tutuluyor. Bu hediyenin kıymeti anlaşılmıyor. Özellikle de hediye vasfı gözden kaçırılmak isteniyor.

İstiklâl Marşı bir şekilde ortaya çıktı. Burası İstiklâl Marşı Derneği ama burası Mehmed Akif derneği değil. Ben İstiklâl Marşı Derneği başkanıyım ama burası İsmet Özel derneği de değil. Bildiğiniz gibi İstiklâl Marşı, Mehmed Akif’in Safahat’ında yer almaz. Çünkü Mehmed Akif “O, milletin eseridir; benim malım değildir” mealinde bir şey söyler. Bu sözler edebiyat olsun diye söylenmemiştir. İstiklâl Marşı, Türk milletinin tarih sahnesindeki mevcudiyeti hususunda ısrar edişinin belgesidir. Belgeyi kaleme almak Mehmet Akif’e nasip oldu.

İstiklâl Marşı, Türkiye’de istiklâl elde edildikten sonra bu başarının kaymağını yiyenlerin beğenmediği bir metindir. İstiklâl Marşı’nı , baş üstünde tutanlar sadece İstiklâl Harbi’nin kazanılmasından dolayı kendine bir vatan temin etmiş olanlar, vatanına kavuşmuş olanlardır. Ve İstiklâl Marşı hep bu insanların gösterdiği titizlikle yaşayagelmiştir. 1982 anayasasının 3. maddesinin 3. bendinde yazılı, Türkiye Devleti’nin milli marşı “İstiklâl Marşı”dır, yazılı. Kanunlar önünde böyle garantili bir yerimiz var, İstiklâl Marşı Derneği olarak. Ama işin aslı bu değil. Bir kere, istedikleri halde İstiklâl Marşı’nı değiştiremiyorlar. Mesela bağımsızlık marşı diyemiyorlar. Kurtuluş marşı da diyemiyorlar. İstiklâl Marşı, İstiklâl Marşı’dır, başka bir adı yok. Ama İstiklâl Harbi’nin adını değiştirebiliyorlar, dikkat ettiğiniz gibi, bazıları bağımsızlık savaşı diyor, kurtuluş savaşı diyor falan filan. Hatta milli mücadele de deniliyor.
Bize göre İstiklâl Harbi’nin adı da tektir. O ne bir kurtuluş savaşıdır, ne de bağımsızlık savaşıdır. Neden değildir? İstiklâl Harbi’ne kurtuluş savaşı demek isteyenler şöyle bir ilave yapmak istiyorlar. Diyorlar ki, saltanattan, hilafetten kurtulduk. Ama bu İstiklâl Harbi’dir kurtuluş savaşı değildir. Bağımsızlık savaşı da değildir. Çünkü burası Yunanistan, Ermenistan, Gürcistan, Kürdistan, Irak, Suriye değil. Türkiye! Eğer bağımsızlık savaşı olsaydı ancak o ülkeler için bu ismi kullanmak mantıklı olurdu. Türkiye Türkiye’den bağımsızlığını almadı. Böyle bir saçmalık yok. Ama bu saçmalıkları bize, sanki saçmalık değilmiş, üstelik haysiyetli bir şeymiş gibi yutturuyorlar. Bunlara dikkat etmek üzere bu derneğin üyesiyiz.

İstiklâl Harbi verildi, bu neyin istiklâliydi, bunu anlamamız lazım. Eğer burası Bulgaristan olsaydı, ki birinci cihan harbine Bulgaristan ile aynı cephede girdik, ama 1914 yılında bugünkü batı sınırlarımız aşağı yukarı belliydi, tuhaf bir şekilde, Lozan’da Batı Trakya’yı topraklarımıza katamadık. Sebebi de, harp başladığında Batı Trakya’yı İstanbul yönetimi Bulgaristan’a bırakmıştı. Onun için müzakereler sırasında, Batı Trakya’da Türkler yaşıyor, dolayısıyla Wilson prensiplerine göre Türkiye sınırları içerisinde olması gerekir dediğimizde, karşımızdakiler dediler ki, siz onu Bulgaristan’a vermediniz mi zaten? O zaman öbürleri de yamuldular kaldılar.

İstiklâl Harbi neyin istiklâlini temin netti bize, bunu mutlaka bilmemiz lazım. İstiklâl Harbi bize İslam istiklâlini temin etti. Turancıların anladığı şekliyle Türk istiklâlini değil. İlk kez XIII. yüzyılda vatan yapılmış olan toprakların yeniden vatan olmasını temin etti. 1918 yılında İslamiyet bir askeri kuvvet ve bir siyasi teşkilat olarak dünya tarihinden tard edilmişti. İstiklâl Harbi bu tard ediliş kararının geri alınmasıdır. 1923 yılında Türkiye, İslamiyet’in hala bir askeri kuvvet olarak mevcut olduğunu ve İslamiyet’in hatta bir siyasi teşkilata sahip olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Osmanlı devleti 1839 yılında bir İslam devleti olmaktan çıkmıştı. Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında bir İslam devleti olarak kuruldu. 1923 yılında 1921 anayasasının, yani Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesi Türkiye Devletin dini, Dini İslam’dır” şeklinde değiştirildi. 1923 yılında. Yani Cumhuriyetle birlikte Türkiye bir İslam devleti haline geldi. Bunu, neyin istiklâli sorusunu cevaplandırmak için bilmek gerekir. Bunu atlamamak gerekir.

İnsanlar komşusuna fark atarak yaşamayı şerefli yaşamak sanıyorlar.

Biz, bize bu istiklâli yüceltici bir kavram olarak takdim eden metnin takipçisi olarak, İstiklal Marşı Derneği’nin içindeyiz. İstiklâl Marşı bu muvaffakiyet elde edildikten sonra, yani Türkiye XIII. yüzyıldan sonra, bir kez daha İslam devleti olduktan sonra İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı. 2007 Türkiye’de resmi makamlar bizim İstiklâl Marşı Derneği kurmamıza mani olmadılar. Çünkü Türkiye 1918’dekinden daha ağır bir varlık endişesi hisseden bir ülke durumuna düştü. Şu anda sizler, Türkiye’de bir şey müspet, bir şey artı olarak yapılabilecekse, bunların yapılmasına ön ayak olmak özelliği taşımak zorundasınız. Yoksa burada yapacak işiniz yok. Yapılacak iş, Türkiye dediğimiz ülkenin varlığının en azından devamında ısrar etmektir. Ama aslında, devam etsin de nasıl ederse etsin diyen insanlar da var. Nasıl olursa olsun devam etmeyeceğini de bilmek lazım. Bilmek için de bizim nerde olduğumuzu, İstiklâl Marşı Derneği’nde olmakla nerde olduğumuzu kafamıza yerleştirmemiz lazım. Bunu yapmak için de ne gerekiyor? Resmi görmek gerekiyor. Eğer tablonun tamamını görürseniz o tablonun neresinde olduğunuzu siz de anlarsınız. Ama özellikle bu tablonun tamamı size gösterilmiyor. Size deniliyor ki, ne istiyorsunuz, geçinecek kadar para değil mi? Çoluğun çocuğun da sefil olmasın, işte bu kadar. Dahası, sen kim oluyorsun da bu işlere karışıyorsun, diyorlar. Siz de böyle denilmesini çok haklı görüyorsunuz, çünkü Türkiye’de hakikaten yaşamak riskli bir iş. Bir de bu yaşamak işini görece daha iyi, komşusuna hava atacak şekilde yaparsa insanlar, bundan çok memnun oluyorlar. Türkiye bu hale geldi. İnsanlar komşusuna fark atarak yaşamayı şerefli yaşamak sanıyorlar. Halbu ki bu normal Türk hayatında yaşamanın en şerefsiz halidir. Yani komşusuna hava atmak değil, tam tersine komşusuyla, eğer Müslüman isek tabi, kader birliğinden başka bir şeyin olamayacağını bilerek yaşamak Türk hayatının aslıdır. Türk hayatı dediğimiz de İslam hayatıdır. Çünkü Resulullah demiş ki; “Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.” Onun için İstiklâl Marşı Derneği’nde olmak bu bakımdan çok önemli. Çünkü sizler birbirinize ve bana, komşudan daha yakınsınız veya sıfır. Böyle değilse hiçbir önemi ve değeri yok. Eğer biz birbirimizin komşusundan daha yakını değilsek burada bulunan insanlar hiçbir işe yaramayız. Ne millet hesabına, ne ülke hesabına. Çünkü İstiklâl Marşı Derneği üyesi demek şu demek: Türkiye’nin aleyhine yapılacak her işte, bu herifler olmasaydı daha kolay olurdu, dedirtmeyi başarmış insan demek. İstiklâl Marşı Derneği üyeleri yüzünden Türkiye aleyhinde yapılacak işler, kendilerine bela çatmış işler haline gelecek. Böyle olmazsa bu dernek işe yaramaz.

Resmi görmekten bahsediyorum. O resmi göreceğiz. O resmin içinde yerimizin neresi olduğunu anlayacağız. Resim insanlık tarihinin bir resmidir. İnsanlık tarihinin bir yerinde Kur’an-ı Kerim nazil oldu. Böylece insanlar kıyamete kadar hidayet rehberi sahibi oluyorlar. Kur’an-ı Kerim nazil olduktan çok kısa bir süre sonra insanlar ahiret hayatının yanında dünya hayatının tadını küçümsememeye başlıyorlar. Kur’an-ı Kerim nazil olduktan 30 sene sonra insanlar dünya hayatının tadının ahiret hayatının yanında küçümsemez insanlar durumuna geliyorlar. Ama bu onların cehennemlik olduklarını gösteren bir şey değil. Ama böyle bir dünya değişimi söz konusu. İnsanlığa bir hidayet rehberi bahşedilmiş. Ama insanlar kendilerine bahşedilen şeyin kıymetini takdir etmekte pek o kadar iyi bir imtihan vermemişler.

İşte bu süreç içerisinde, bu yaşadığımız bu toprakların özel bir yeri doğdu. Biliyorsunuz Resulullah’ın hadisi “Benden sonra hilafet 30 senedir. Daha sonrası ısırıcı saltanattır” der. Resmi göstermek için söylediğim şey bu. Biz o ısırıcı saltanat çağının meseleleriyle zihnini şekillendirmiş insanlarız. Tabiî ki Kur’an’a dönmek, ashaba rağbet etmek, bize fayda temin edecek şeyler ama biz asıl hayat formu olarak bu ısırıcı saltanat devrelerinin izlerini üzerimizde taşıyoruz. İşte bu süreç içerisinde bu yaşadığımız topraklar Dar’ül İslam haline geldi.

Bunu akılda bulundurun. Haçlı seferleri üç istikamette yapılmıştır. Papalık üç yönde Haçlı seferi yapmıştır. Birisi Kudüs’e doğru, diğeri kuzeye doğru, üçüncüsü de batıya doğrudur, yani Roma’nın batısına doğrudur. Müslümanları ve Ortodoksları dize getirmek; Kudüs’e doğru, henüz putperest olan kuzeylileri Katolikleştirmek; kuzeye doğru ve Fransa’nın güneyindeki Katharları yok etmek; batıya doğru. Haçlı seferlerinin Kudüs’e doğru olan kısmını başarısızlıkla sonuçlandırdık. Diğer iki kısmını, kuzeye ve batıya doğru olan seferleri Katolikliğin lehine sonuçlandırdılar. Türklerin bu toprakları Dar-ül İslam haline getirmeleri neticesinde ve 1453’te İstanbul’un alınması ve akabinde Viyana’ya kadar giden toprakların Dar’ül İslam durumuna getirilmesi sonucunda Avrupalılar yaşadıkları topraklara hapsedildiler. Avrupalılar yaşadıkları topraklarda rahat değillerdi ve Türkler onlara gidip rahatlayacak yer bırakmadılar. O yüzden de Avrupa’da kendi yağıyla kavrulan, kendi başının çaresine bakmak zorunda olan bir kültür doğdu. Bu kültür 14. asırda İtalyan site devletlerinde Kapitalizmin uç vermesiyle sistem özelliği kazanmaya başladı. Sonunda Avrupa’da bir medeniyet doğdu.

Türkiye’nin ikinci doğuşu Avrupalıların Avrupa’ya hapsoluşunun bir şekilde intikamının uzantısında gerçekleşti. Avrupalılar kıstırılmışlıklarının intikamını Türklerden 1918’de aldılar. İngiliz mareşal Allenby, Selahaddin Eyyubi’nin mezarının başına geldiği zaman, ayaklarıyla vurup, “yine geldik Selahaddin” demiş. Demek ki, o Haçlı seferlerinin rövanşını 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, İslamiyet’i bir askeri güç ve bir siyasi teşkilat olarak ortadan kalkması şeklinde aldıklarını düşünüyorlar.

İstiklâl Harbi onların heveslerini kursaklarında bıraktı. Hesaba göre sıfırlanacaktı İslamiyet. Ama İstiklâl Harbi bunun onların gücünün yeteceği bir iş olmadığını gösterdi. Bu böyle oldu; ama hiç kimse bunu bu şekilde anlamıyor. Türkiye’de ben Müslümanım diyen insanlar, Osmanlı yönetimi sebebiyle tebaa olma İslamiyeti’nden başka Müslümanlık bilmiyorlar. Devletin yetkili bölgesinde yer tutanlar ise İslamiyetlerini artık Hıristiyanların ve Yahudilerin dini hayatlarına iliştirişleri seviyesinde yaşıyorlardı. Bunlar müderris de olsalar, şeyh de olsalar. Yani bilhassa 1571 sonrasında, İslamiyet’i bir külli hayat biçimi olarak algılamayan hakim tabaka var. Geriye, İslamiyet’i ancak devlete itaat etmek için bir ideoloji olarak algılayan fakir fukara kalmıştı. Bu zihin aralığında İstiklâl Harbi’nin de İstiklal Marşı’nın da nereye oturduğu meselesi tabi ki tam olarak anlaşılmadı. Ama biz resmi görmek için şöyle bir şemadan yararlanacağız.

Avrupa’da gücünü tabiatla savaşa hasreden bir medeniyet doğdu. Bu medeniyet en son halledecek iş olarak, hesabı en son görülecek insanlar olarak Türkleri bıraktı. Bunun siyaset sözlüğündeki adı “Şark Meselesi”dir. Türklerin da hesabını gördüğümüz zaman işimiz mutlak başarıya kavuşacak diye düşünüyorlardı. Ama bir sistem olarak Avrupa’daki medeniyet bir süreç yaşadı. Kapitalizm, İtalyan site devletlerinde temellerini attı, fakat merkezini XVII. yüzyılda Hollanda’ya, XIX. yüzyılda İngiltere’ye taşıdı. Henüz dünya sisteminin merkezi Londra’da iken Birinci Dünya Savaşı patlak verdi ve akabinde İstiklâl Harbi oldu. Dünya sistemi dediğimiz şey, metropol-periferi münasebetiyle işleyen bir şey. Benim konuşmalarımı dinleyenler açıklıkla bilirler, bu metropol-periferi ilişkisi içinde ne olur? Metropolden periferiye talimatlar gider, periferiden metropole değerler gider. İşte dünya sistemi 1923 yılında, kendine milli pazarlar suretiyle bağlanan, hatta uyduluk eden birimlerin doğmasına ses çıkarmadı, hatta destek verdi. Çünkü dünya sisteminin o dönemdeki işleyişi buna ihtiyaç duyulan bir şekildeydi. Türkiye bundan yeniden teşkilâtlanmak için istifade etti. 780 bin metrekare toprak Ankara yönetiminin eline emanet edildi. Bu da, bu emaneti alan insanları sevindirik kıldı. Onlar her şeyin böylece olup bittiğini sandılar ve bu işin tamamlandığını kabul ettiler. Çünkü 1918’den 1939’a kadar bir ara dönem yaşandı. Bu ara dönemde ne oldu biliyor musunuz? 1918’de Birinci Dünya Savaşı bitti. 1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı. İstatistikler çok enteresan bir şey yansıtıyor. 1918’den 1939’a kadar Avrupa’da çok az kız çocuğu doğdu. Bol bol erkek çocuğu doğdu. Bu sayılarla gösterilen bir şey. Yani biz bilmiyorduk savaşın çıkacağını ama bilen biliyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda bütün cephlerde ölen Alman askerlerinden daha fazlası Amerikan toplama kamplarında öldü, esir kamplarında. Dünyada enteresan şeyler oldu. Türkiye kendini Birinci Dünya Savaşı sonunda emanet edilmiş idareyle mukayyet sanan insanların ülkesi olarak bir süre devam etti. Bunun için de İstiklâl Marşı’nı hayat yolu seçen insanlar yoktu. O, İstiklâl Harbi’nin hatırası, bize vatan temin eden mücadelenin bir nişanesi olarak birileri tarafından devam etti okunmaya.

Şimdi size resmi göstermek için şunu anlatmak istiyorum: 1923’te cumhuriyet ilan edildi, 1925’te Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı. 1923’te devletin dini, Din-i İslam idi, 1928’de anayasadan bu ibare çıkarıldı. Daha Avrupa’da oğlan çocukları doğup duruyor. Tabiî, buradakilerin haberleri yok. Bu 1925’te imzalanan Saldırmazlık Paktı’nın bir maddesi: Tarafların itirazı olmadığı takdirde on yılda bir anlaşma kendiliğinden yenilenir. 1935’e geldik, daha savaş yok, daha Hitler iktidara geleli iki sene olmuş. Mussolini 1928’de iktidara geldi. 1935’de Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı otomatik olarak yenilendi. Ne zamana kadar? 1945’e kadar. 1945’e geldiğimiz zaman Sovyet yetkilileri dediler ki: “Güle güle. Biz bu anlaşmayı yenilemiyoruz. Sizinle saldırmazlık paktı aramızda yok, artık size saldırabiliriz.” “Neden saldırıyorsunuz bize?” dediler. “Bize saldırıldığı zaman siz neredeydiniz?” dediler. “Savaşa girdik biz, Almanlar bize saldırdılar. Sizle aramızda saldırmazlık paktı olduğu halde hiç yardım etmediniz.” O sırada İsmet İnönü, savaşın dışında tutmaya çalışıyordu Türkiye’yi ve İngilizler bastırdıkları zaman faşistleri tevkif ediyordu, Almanlar bastırdığı zaman da komünistleri tevkif ediyordu. Böyle dengeli bir politika güdüldü savaş sırasında. 1945 yılında savaş bitti ve Türkiye Sovyet tehdidi altında olduğunu anladı. Çünkü Stalin Kars ve Ardahan’ı geri istedi ve aynı zamanda boğazlar üzerinde denetim hakkı istedi. Bunun üzerine Türkiye’yi yöneten insanlar büyük bir telaş içinde NATO’ya girmek istediler. NATO, 1949’da imzalanmış bir anlaşmaydı. İşte bu yüzden de henüz NATO’ya girmeden Kore’ye Yunanistan’la beraber asker gönderildi. Ama Yunanistan’ın Kore’de yaptığı hiçbir şey yoktu. Albay Dora, Kunuri’de ciddi bir başarı elde etti. Ne kadar asker öldü, benim zihnimde rakamı yok ama orada ciddi bir can kaybı oldu. Onun bir bedeli olarak da Amerikalılar, Türkiye’nin NATO üyeliğini reddedemediler. Türkiye, Sovyet tehdidi altında kendini NATO’nun kollarına bıraktı.

27 Mayıs 1960’tan Sonra Türkiye oy vererek iktidarı değiştiremedi.

Bunların ne önemi var resmi görmek için? Şu önemi var: 1923’te ilan edilen cumhuriyet, 1946’ya kadar tek parti yönetimi olarak gitti. 1930’da birçok tecrübe var, o hemencecik kapatılıyor. CHFırkası dışında bir Serbest Fırka çıkıyor. Ama İzmir’de Fethi Bey’in ayaklarına kapanıyor millet, “bizi kurtar” diye. Bunun üzerine 1946’ya kadar, 2. Dünya Savaşı’nın tek galibi ABD’nin dünyaya yeni bir düzen empoze ettiği zamana kadar 27 yıl tek parti yönetimi devam ediyor Türkiye’de. 1946’da seçim oluyor biliyorsunuz. Açık oy, gizli tasnif… 1950’de de iktidar değişiyor. 1950 yılında 27 yıllık tek parti yönetimi sona eriyor, Türkiye seçilmiş bir iktidara kavuşuyor. Seçilmiş iktidar, 1954’te gene seçiliyor, 1957’de gene seçiliyor… Fakat üç sene sonra 27 Mayıs 1960’da… Türkiye’de, düşünün 700 yıldır olmayan bir şey olmuş, insanlar oy vererek iktidarı belirlemişler, bu olay 27 Mayıs 1960 sabahı sona erdi. Türkiye bir daha oy vererek iktidar değiştiremedi. Şimdi 22 Temmuzda bir seçim olacak. Tabii ki Türkiye gene oy vererek iktidarı değiştirmeyecek. 27 Mayıs’tan beri olmuyor bu. 1950, 1954, 1957’de seçim oldu Türkiye’de. 1961’de ben lise öğrencisiydim, biliyorum o günleri. 1961’de, 1965’de seçim olmadı. Yani birtakım şeyler oldu tabi. Bunları çok iyi okumak lazım. Ama halkın kendi iktidarını oylarıyla tayin etmesi meselesi 27 Mayıs’ta sona erdi ve bir daha serbest seçim uygulamasına hiçbir zaman geri dönülmedi.

Resmi görmeniz için söylüyorum bunları. Yani İstiklal Marşı Derneği üyesi olmak bir şekilde bir sorumluluğu, siyasi bilincin gerektirdiği bir sorumluluğu üstlenmek anlamına geliyor. Bunların neler olduğunu size anlatacaktım ama gene anlatırım. Şimdi birçok bela var Türkiye’nin başında ve bu belaları da nasıl halledecekler, kim halledecek, ayrıca kimin belası bu? Bunlar havada, askıda olan şeyler. Bir basın var, üniversiteler var, bunlar ne yaparlar, ne ederler? Diyarbakır’da bugün bir miting oldu değil mi? Türkiye’de halkın tercihleri olduğuna dair bir netlik yok. Neden yok? Çünkü halkın bir gelecek hakkında kesinleşmiş fikri yok. Yani bu ülkede yaşayan insanlar tıpkı İstiklal Harbi’nde olduğu gibi kendileri için tayin edilmiş yeri reddedip, kendilerine yer tayin etme iradesinin peşinde değil. Türkiye halkı geleceği için harekete geçmiş değil. O yüzden birçok tartışma havada oluyor. Mesela AB’ye girelim mi, girmeyelim mi? Ya da… Başka bir tartışma da yok. Zaten aslı gözeten tartışma falan filan da yok. Biz kamuoyu dediğimiz şeyden bihaberiz. Çünkü insanlar ücret mukabili siyasi roller alıyorlar. Yani eğer bu rolü oynarsan eline şu geçer denilmiş oluyor. Dolayısıyla siyasi deyiş, söylem falan filan yok ortada. Siyasiler sadece kimden ne aldıysa ona göre bir tavır gösteriyor. O yüzden Türkiye’nin yaşadığı tecrübelerin tekrar anlaşılması gerekiyor.

Şimdiye kadar söylediklerim arasında da netleşmesini istediğiniz şeyler mutlaka vardır. Zaten resmi göstereceğim dedim ama gösteremediğimi biliyorum. Sadece resmetmeye çalıştığım tablonun orasına burasına birkaç fırça darbesi koydum. Ama en azından bir takım fark edilmeye değer renkler olduğunu anladınız. Gene de konuşacağız. Tabii ki İstiklal Marşı Derneği’nin yapacağı çok şey var. Ama bunlar ne yapacağını bilen insanların elinden çıkacak olan şeyler. Yapılacak şeyi hep beraber konuşmamız lazım. İstiklal Marşı bu konuda temel metin. Biz İstiklal Marşı’nı yapacağımız bir takım işlerin bahanesi, kılıfı ya da maddesi olarak görmüyoruz. İstiklal Marşı’nın kendisi bir programdır. Yani “Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı” dediği zaman, bu bir program. Şehid oğlu musun, değil misin? Mesele burada. Adam der ki: “Bu edebiyat olsun diye yazılmış, ben şehid oğlu falan filan değilim. Çünkü ben İstiklal Harbi’nin verildiği karşı tarafta bulunuyorum.” Çünkü Türkiye Lozan Anlaşması ile gayrimüslimleri de kabul etmiştir değil mi? İstiklal Harbi’nde de Yunanistan bir taraftı. Dolayısıyla Türkiye’de azınlık hakları garantiye alınmış bir TC vatandaşı: “Burada benim aleyhime bir şey söyleniyor.” diyebilir. Demek ki Türkiye’nin geleceği, İstiklal Marşı’nın hitap ettiği insanların geleceğidir. “Türk kimdir?” sorusuna “TC’ye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Nüfus kâğıdında, pasaportta filan yazar. Gerçi pasaport işi biraz karışık, Barzani’ye de kırmızı pasaport vermişler. Demek ki bir şeylerin sarahaten kavranılması gerekiyor. Zaten kavranıldıktan sonra da iş hemen hemen çözülmüş sayılır, eğer bir mesele varsa. Meselenin ne olduğunu anlaşılması ile çözümü de ortaya çıkmış sayılır deyip sizden soru bekliyorum.

-- Türkiye’nin lehine veya aleyhine olan nedir? Bunu nasıl tespit edeceğiz? Mesela özelleştirmeleri nasıl değerlendireceğiz?

Şimdi önce burada bir hiyerarşiyi fark etmemiz gerekiyor: Türkiye’nin lehine, aleyhine meselesinde birinci derecede Türkiye’nin varlığının kabulü ve reddi var. Anlaşıldı mı acaba? Türkiye’yi kabul edenler ve reddedenler… Mesela Türkçü diye kendini takdim eden bir çok insan, Türk ırkının bir yere bağlı olmadığını, her yerde hâkimiyet kurabileceğini iddia ederek Türkiye’nin şu andaki fiili varlığını birinci meselesi yapmıyor. Diyor ki: “Biz her yerde oluruz, biz Türk’üz.” Dolayısıyla İstiklal Marşı Derneği, “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” dediğine göre biz bu dünyaları almak meselesini yedeğe alıp bu cennet vatanı vermemek gibi bir derde duçar olmuş insanlar olmamız gerekir. Ama şu anda bu proje çok canlıdır ve çok fazla mesafe kat etmiştir. Türkiye’nin Yunanistan’la bir konfederasyona giderek Marmara ve Ege Bölgesi’nin Yunanistan’a katılması size pek fazla endişe vermeyebilir. Basında filan yer almaz böyle şeyler. Ama ilişkiler bakımından işler yürüyor. Türkiye’de entelektüel geçinen birçok insan bu projenin içinde yer almış durumda. Yani Hüseyin Hatemi’nin karısı Kezban Hatemi, Patrikhane’nin avukatlarından. Yani belki bizzat kendisi de öyledir. Ben ekrandan sesini duydum, yüzünü görmedim, “Patrik Hazretleri” diye konuşup duruyordu. Yani, Türk-Yunan konfederasyonu projesinde Kezban Hatemi hangi rolü üstleniyor? Bilmiyorum, elimde bir delil yok; Ama Atina’ya birkaç günlüğüne gittiğimde, orada Türk-Yunan konfederasyonu fikrinin çok canlı olduğu hatta bir adamın kendini Türk-Yunan kralı olarak ilan ettiğini öğrendim. Bu işin bir kısmı. Ama Hrant Dink öldürüldüğünde insanlar, “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağırdılar. Bu öyle “canım, nasıl bağırırlarsa bağırsınlar” denip geçilecek bir şey değil. Şu manada: Çünkü Sevr Antlaşması’na göre büyük bir Ermenistan var, bununla kalmıyor, Sevr Anlaşması’nı imzalayan taraflardan birisi Ermenistan. Yani “Hrant Dink, Türkiye’nin Ermenistan lehine küçülmesi için uğraşan bir adam değildi”, diyebilir insanlar. Bunu bol miktarda propaganda ediyorlar. Diasporayla arası bozukmuş falan filan… Türkiye’nin varlığı söz konusu. Bugün hala aktüel olarak Kuzey Irak’ın bugünkü Türkiye sınırları içine doğru genişlediğini gösteren haritalar yayınlanıyor dünyada. Türkiye’nin lehine, aleyhine meselesi, buna bir hiyerarşi koymamız lazım, birinci maddesi 780 bin kilometrekare toprağın Türkiye olup olmadığı meselesidir. Hatay’ın Türkiye topraklarına girmesi 1939’dadır. Neden giriyor? Oradaki insanlar etnik olarak Türk oldukları için mi? Hayır! Kâfir yönetimini reddettikleri için. Çünkü Hatay, Türkiye topraklarına dâhil olmadan önce İskenderiye Muhtar Sancağı idi. Adamlar Suriye’nin ki daha o zaman Suriye kurulmamıştı, Fransız yönetimine rıza göstermediklerini, Müslümanlarla birlikte olmayı tercih ettiklerini referandumda gösterdiler. Şu anda birinci mesele bu. Özelleştirme meselesi de bununla birinci dereceden bağlantılı. Çünkü bugün iktisattan tırnak kadar anlayan insanlar biliyorlar ki şu anda Türkiye ekonomisi siyasi sonuçları elde edebilecek kıvama getirilmiştir. Yani olay şu: Sıcak para ile dönüyor Türkiye. Adamlar diyorlar ki: “Şuradan vazgeçersen bu iş böyle devam eder.

İstiklal Marşı’nın çok büyük bir avantajı var. Tıpkı Türkiye toprakları gibi kâfirlerden kaçırılmış bir metin.

Bakınız, 2001 yılında bir iktisadî kriz oldu ve Türkiye bir günde %40 yoksullaştı. Bu tarih henüz 2001. Aradan altı sene geçti. Bunu daha ileri götürdüler. Ellerinde Türkiye’yi tehdit edecek daha fazla koz var. Hatırlarsınız değil mi, bugünkü Başbakan 1 Mart tezkeresi arifesinde memurların maaşlarını alamama ihtimalini gündeme getirmişti. Şimdi artık memurların maaşından çok ileri gittik. İki harp arasında Almanya’da hiper enflasyon vardı, nasıldı biliyor musunuz? Ekmek almaya çocuğu gönderiyorsun, geri geliyor, verdiğin para ile alınmıyor diye… O kadar hızlıydı. Çocuk bakkala gidinceye kadar fiyat değişiyordu. Şimdi Türkiye’de de bundan daha kötüsünü yapmaları mümkün. Onu dağıttılar. Neyi? Türkiye bu şartların yüzyıllardan beri doğabileceğini hesaplayarak insanların atomize köyler halinde yaşadığı ve gıda garantisi ile planlama içinde oldukları bir hayat düzeni kurmuştu. Benim yaşımdakiler bilir. Normal olarak, Anadolu’daki köylü mutlaka buğday ekerdi, öbürünü ekstradan ekerdi. Bu buğdayın yiyecek olan kısmını ayırır, gerisini satardı. Hatta son zamanlara kadar köyden kente gelmiş insanlar geçimlerinin bir kısmını köyden gelen bulgur, fasulye falan filan ile idare ederlerdi. “Ya, sen bu maaşla nasıl geçiniyorsun?” dediğin zaman “Köyden geliyor” derlerdi. Böyle bir hayat vardı, ama şimdi böyle bir hayat yok. Bunu yok ettiler. Dolayısıyla Türkiye’de yaşayan insanları tehdit etmek, şantaj uygulamak dünden daha kolay. Türkiye’nin başına ne gelecek?

Pet şişe içinde Nestle su satmış. Bak, ben de içiyorum. Aslında haram olması lazım ve bunu bilerek “Bismillah” diyip içmemiz lazım. Neden? Bu Nestle firması yıllar boyunca üçüncü dünya ülkelerine besin değeri düşük mama sattı. Onların ileri dedikleri ülke çocuklarının zekâ seviyesine gelmesin Afrikalı, Asyalı çocuklar diye… Ezbere yapmadılar bunları. Türkiye’de de buna benzer çok şey yapılıyor. Genetiğiyle oynanmış tohumlar dışında tohum kullanmak yasaklandı Türkiye’de, varsa bile tohumun ekemiyorsun, yasak! Onun için buna ne yapılabilir? Bilmiyorum. Sokağa çıkıp bağırmanın bir faydası yok. Ama en azından: “Biz bu ülkenin insanıyız ve bu ülkenin selameti bizim selametimizdir.” diyen insanların olması lazım. Şu anda Osmanlı Devleti’ne borç para veren Galata bankerlerinin bir tanesi bile İstanbul’da yaşamıyor. Galata bankerleri saraya borç verirler, oradan faiz alırlardı. Ama onlar şu anda Türkiye’de yaşamıyorlar. Ne demek istiyorum? Kaderini bu ülkeye bağladın mı, bağlamadın mı mesele burada. Bağlamamış olabilirsin. Yani sen de “Alıp başımı, Yeni Zelanda’ya giderim” diye düşünebilirsin. Bu imkânları açıyorlar. Çünkü Türkiye’yi satmaya karar verdiysen, fiyatı var onun ve seni mahzun bırakmıyorlar.

-- Güneydoğuda son zamanlarda bildiriler yayınlanmaya başladı. Şehit vermek için mi bildiri yayınlanıyor, bildiri yayınlamak için mi şehit veriliyor?

Bu ciddi bir mesele. Bunun neresinden tutulabilinir. Bizi bir şeye ikna etmek istiyorlar. Ama biz Irak halkı değiliz. Biliyorsunuz, Saddam’ı Kuveyt’e sokan Amerika’ydı. Hem kendisine hem de dünya kamuoyuna Kuveyt’te Irak’ın hakkı olduğunu söylediler. Ondan sonra onun çırasını yaktılar. Şimdi bu çok benzer bir şeyi Türkiye’de yapmaya çalışıyorlar. Onun için bir şey söylemek çok zor. Ben, 1980 yılına kadar liseler dâhil, bütün mekteplerde solcu öğrenciler arasında Kürtçülük yarışı vardı. Yani Halkın Kurtuluşu mu daha Kürtçü, Devrimci Sol mu daha Kürtçü, Devrimci Yol mu daha Kürtçü? Bunlar kendi aralarında böyle yarışma yaparlardı. Birbirlerine hava atmaya çalışırlardı. Şimdi gene bugün PKK diye adı anılan, bazılarına göre kontragel olan falan filan… Bu mesela 1984 yılında silahlı mücadeleye başladı. Televizyonlarda tuhaf tuhaf hem hareketlerini gördüğünüz hem sözlerini duyduğunuz Yalçın Küçük, Abdullah Öcalan’ın yakını, akrabası denecek kadar işin içindeydi… Bir şeyleri şimdiye kadar ayıkladılar, tencereye koydular, altını yaktılar, karıştırdılar… Kimden ne isteniyor? Ben onu anlamıyorum, tuhaf bir şey bu. Ayrıca Çekiç Gücün yıllardır devamına iktidar partisi oy verir, muhalefet partisi “hayır” der. Bu kaç senede bir yenileniyorsa, Meclis’te görürdük. Herkes de bilirdi ne olduğunu, ne olmadığını. Biz İstiklal Marşı Derneği olarak kendimizin çocuk olmadığını göstermek zorundayız, satılık insanlar olmadığımızı, şekerle kandırılmamak gibi bir tavrı göstermek zorundayız. Şu anda da mesela Kuzey Irak’ta Türk yatırımları varmış, böyle şeyler… Ne oluyor? Biz Türkiye’nin lehine, aleyhine olan şeyi şuradan tespit edebiliriz: Hiyerarşide birinci madde, fiilen sınırların korunup, korunmayacağıdır. Bunun içine ne kadar Kürt, ne kadar Ermeni, ne kadar Yunanistan meselesi giriyor, ne kadar girmiyor, beni ilgilendirmez. Mesele: Bu sınırlar Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları mı değil mi, meselesidir. Ama bundan daha önemlisi “Bu sınırların korunabilmesi için Türkiye’nin bir geleceği var mı” meselesidir. Türkiye’nin geleceği AB’nin bir parçası olmaktan ibaretse bu komik, bu da bir çocukluk. Bazı insanlar diyorlar ki, haklılar da, aslında çocukça bir gerekçeyle haklılar: Eğer Türkiye, AB’ye dahil olmayı başarabilirse, milli bütünlüğünü de garanti altına almış olur. Bu çok doğru bir şey. Eğer Avrupa, şu anda görünen şekliyle Türkiye’yi kabul ederse, yeme de yanında yat. Sicilya gibi bir yer. Sicilya fakir bir yer olabilir, Avrupa kültürüyle çok farklı sorunları olabilir, ama Türkiye de öyle bir yer olabilir netice itibariyle. Ama Turgut Özal’ın başdanışmanlığını yapmış olan Bozkurt Güvenç benim de katıldığım bir panelde şunu söyledi: Bize Avrupalılar diyorlar ki, siz Kürdistan’ı bırakın, sizi bugün AB’ye alalım. Demek ki Türkiye’nin milli bütünlüğünü garanti edebilmek için AB’ye girmek tutarlı bir düşünce değil. Avrupa, öyle alacak olsa seni, aliyyul ala bir şey. Bırakırsın, yan gelir yatarsın, “Avrupa nasıl olsa halleder” dersin. Ama yok öyle bir şey. Onun için 1918’den daha ağır şartlar söz konusu diyoruz.

Finansbank, Yunan Milli Bankası’na satıldığı zaman, yeni sahipleri demişler ki: “En az %26 müşteri kaybederiz.” Ona göre hazırlıklarını yapmışlar. Fakat banka el değiştirdikten sonra ancak altı kişi hesabını kapatmış. Yani bir Yunan Bankası şu anda Finans Bank ve söylendiğine göre sigortacılık ve bankacılık dünya ölçüsünde birer istihbarat örgütü işlevi görmekteymiş. Dolayısıyla eğer bir banka satıyorsan aslında milli istihbarat teşkilatından bir parça satıyorsun demek. Çünkü adamın parasını ve parasının hareketini kendi zimmetine geçiriyorsun. Sigortacılık da öyle. Ağzında kaç tane dolgu diş olduğunu bilerek imzalıyorsun. Dolayısıyla sigortacılık belki bankacılıktan daha ileri bir istihbarat unsuru. Ayrıca başka şeyler de var: Oğul Babuna kan örneklerini Amerika’ya gönderdi. Bu az buz bir şey değil. Çünkü dünyada 1970 yılından itibaren büyük sermaye dediğimiz şey ne ise o, dört alana yatırım yaptı: Elektronik, nükleer enerji, genetik, uzay. Yani dünyada en çok parası olan insanlar buralarda yatırım yaparak bir şey bekliyorlar. O kan örnekleri onların hesapları içinde olan şeyler. Başka planları da var tabi. Bizim haberimiz olmadan kendi aralarında nüfuz bölgeleri de oluşturuyorlar, şurası senin, burası benim şeklinde paylaşıyorlar. Biz onun kaçıncı dereceden etkilerini fark ediyoruz, bilmiyoruz. Çünkü mekanizma böyle işliyor. Çünkü mekanizma biz ne kadar cahil, biz ne kadar hain isek o kadar iyi işliyor.

İstiklal Marşı Derneği üyeleri kendilerini, birbirlerine komşudan yakın hissetmedikleri zaman, her biri o büyük kuvvet tarafından kendileriyle milim milim oynanabilen eleman olacaklar. Yani şu anda Türkiye’de pattadak herşeyi yapamamalarının sebebi, Türkiye’de devletin hâkim olmadığı bir sosyal ağ bulunması yüzündendir. Yani Türkiye’de akrabalık ilişkileri iflas etmiş değildir, hemşerilik bir şekilde yaşar, bir sosyal örgü var. Bu sosyal örgü olduğu için planlarını bir düğmeye basıp, uygulayamıyorlar. O yüzden bir toplumun: “Biziz, buradayız, sıkıysa gelin!” dediği yerde bu her şeye hâkim olan unsur kötürüm kalıyor ya da felç oluyor. İstiklâl Marşı Derneği'nin faydası bu. İstiklal Marşı metni bizim metnimiz. Tıpkı insanlarımız gibi. İstiklal Marşı’nın aynı paralelde çok büyük bir avantajı var: Bu marş tıpkı Türkiye toprakları gibi kâfirlerden kaçırılmıştır. Diyor ki: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” Bunu etkili ve yetkşli zevata kabul ettirmek zor. Biz 1928’de 1. Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak kahredici bir muameleye maruz bırakıldığımızda müttefikler diyorlardı ki: “Medeniyet düşmanı Almanların yardakçısı Türkler.” O yüzden medeniyet onlarındır, bizi tarihten silmek isteyenlerindir, başımıza ne geldiyse ondan geliyor.

İnsan olmak ipleri eline almak demektir, öbür türlüsü, iplerini başkasının eline bırakmak insan dışı bir şeydir. Biz Müslümanlığımızı nasıl izah ediyoruz? Rabbim Allah, kitabım Kur’an diyerek... Bizi terbiye eden Allah olması lazım, gayrısı değil!

İstiklâl Marşı Derneği Üyeleri Tanışma Toplantısı
09 Haziran 2007
Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi

 

Ne Bahar Kaldı Ne Gül

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 22 Mayıs 2010 günü Kayseri’de “Ne Bahar Kaldı Ne Gül” başlıklı bir konferans verdi.

TÜRK KİM? TÜRKİYE NERESİ? İSTİKLÂL MARŞI NEYİN NESİ? - ONUNCU SENE-İ DEVRİYE - 11 Mart 2017, Kastamonu

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ın onuncu sene-i devriyemiz münasebetiyle yaptığı "Türk Kim? Türkiye Neresi? İstiklâl Marşı Neyin Nesi?" serlevhalı konuşmasının tam metni

İSTİKLÂL HARBİ VERMEMİZ ÖLDÜKTEN SONRA AKSIRMAKTI

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısını Kocaeli Kitap Fuarı’nda imzaladı.

TÜRKİYE’DE KURULU DÜZEN İSTİKLAL MARŞI’NIN ANLAŞILMAMASI SAYESİNDE YÜRÜR

İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısı vesilesiyle Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde aynı ad altında bir konuşma yaptı.

TÜRKİYE ALEYHİNDEKİLER BENDEN, MASUM OLDUKLARINA DAİR TEK KELİME İŞİTMEYECEKLER!

Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 21 Kasım 2013 Perşembe günü Ankara'da Bilkent Üniversitesinde yaptığı "KALIN TÜRK" serlevhalı konuşmanın tam metni

GENEL BAŞKANIMIZ DURMUŞ KÜÇÜKŞAKALAK'IN DÖRDÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULUMUZDA YAPTIĞI KONUŞMA

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ın Dördüncü Olağan Genel Kurulumuzda yaptığı konuşmanın tam metni.

Of Not Being A Jew - Yahudi Olmamak Hakkında

Genel Başkanımız İsmet Özel'in 25 Ağustos 2011 Perşembe günü akşamı Bağlarbaşı Kültür Merkezinde "OF NOT BEING A JEW" kitabı ile ilgili yaptığı konuşma.

İstiklâl Marşı'nın Hayatımızdaki Yeri (12 Mart 2011, Niğde)

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.