TÜRK VARLIĞINA SARILMAK - PANEL VE KONSER

 

"Türk Varlığına Sarılmak" paneli 28 Şevval 1443 (29 Mayıs) Pazar günü İstanbul'da yapıldı.

Teşrik tekbiri, salat-i ümmiye ve İstiklâl Marşı'nın 10 kıtasının okunmasından sonra İstiklâl Korosu bir konser verdi. 

Panelde Genel Başkanımız Durmuş Küçükşakalak, İkinci Başkanımız Gökhan Göbel ve Genel Sekreterimiz Seyfullah Köksal konuşmalarını yaptı.

Durmuş Küçükşakalak: 

Selamun Aleyküm,

İstiklâl Marşı Derneği'nin 6. Genel Kurulu sebebiyle bu paneli yapıyoruz: "Türk Varlığına Sarılmak". İstiklâl Marşı'nın yazılışının üzerinden Hristiyan Takvimi'ne göre 101 yıl geçti ve İstiklal Marşı Derneği İstiklal Marşı'nın yazıldığı zamandaki günlere geri döndüğümüz, giderek aynı günlerin çok daha katmerlisini yaşadığımız sebebiyle kuruldu. Yani İstiklal Marşı yazıldığında bugün sarılmak istediğimiz Türk varlığı tehdit altındaydı, yok olmak tehlikesi ile yüz yüzeydi. Ama İstiklal Marşı ne dedi? "Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal". Yani bu mısralar yazıldığında Yunan Kuvvetleri Ankara'ya çok yakındı. Bomba sesleri duyuluyordu. Bugün herhangi bir ses duyuyor muyuz? Neye binaen Türk varlığına sarılmak, döndük dolaştık buraya geldik? İşte başımızdan geçenleri hesaba katmadığımızda güle oynaya geçmiş bir yüz küsür yılmış gibi geliyor ama o gün Türk varlığının ne olduğunu bilen, buna sarılmakla o zor günleri atlatabileceğini bilen insanlar vardı. Bugün bundan eser kaldı mı kalmadı mı önümüzdeki yakın bir gelecekte bunu göreceğiz veya sağlamasını yapabileceğiz. 

Türk varlığına sarılmak dediğimizde Türk varlığı tarihi bir varlıktır. Ama işin tuhaf yanı cismani olarak, fiziki olarak tarihte böyle bir varlık bulamazsınız. Bu varlığı kalıplara dökülmüş, elimize verilmiş bir tarihe bakarak, dünyaca tanınmış tarihçilerin, antropologların, sosyologların ağzına bakarak görmek imkânsızdır. Etkisiyle, tesiriyle hissedebileceğimiz bir şeydir Türk varlığı. Çünkü Türk Tarihi başta olmak üzere bütün Dünya Tarihi'ni Türkler yazmadı. Biz her zaman dışarıdan tariflerle kendimize bir tarif bulmak mecburiyetinde kaldık. Bugün tarih dediğimiz disiplin özellikle 18. Yüzyıl'dan sonra yani Türkler mağlup edilebilir fikrinden sonra teşekkül etmiş, 19. Yüzyıl'da her bakımdan; siyasi bakımdan, askeri bakımdan, iktisadi bakımdan, her bakımdan ibrelerin Batı'yı gösterdiği bir zamanda herkesin kabul etmek mecburiyetinde kalmış olduğu bir şey. Yani bütün tarih yazımları, sadece bugün için geçerli değildir, anakronik olmakla malüldür. Şimdi Türk Tarihi dediğimizde ne yapılır? İlk başta Türklerin kökeni meselesi… Hangi Türk Tarihi kitabını açarsanız önce bu meseleyle başlar. Mesela İngiliz Dilinde yazılmış ilk Türk Tarihi; Richard Knollus’ın 1603 yılında yazdığı bir eserdir. İngiliz Dilinde yazılmış ilk Türk Tarihi. Yani Türkler mağlup edilebilir fikrinden yaklaşık 25 sene sonra ilk defa Türkleri tanımlama faaliyetine girişmişlerdir. Kim girişmiştir? İngilizler. Sebebi nedir? Geleceği olanın tarihi olur. Yani bir gelecek tasavvur eden, hükümran olmak isteyen kendine ait bir tarih yazımı işine girişir. Bunun en bariz hallerinden biri bahsettiğim Türk Tarihi kitabıdır. Buna bakarsanız Türklerin, yani bu “Tanrı'nın belası Türkler” nereden gelip de başımıza bela oldular? Bu soruyla başlar, bu sorunun cevabını bulmaya çalışır. Orada der ki bu Türkler nereden geldi? Nereden başımıza bela oldu? Bu sorunun cevabını ararken ilk tez olarak Truvalılar olduğunu söyler. Bu Türkler Truvalılardır; tarihte de böyle işler yapmışlardı, hala burada o işlerle uğraşıyorlar! Diğer bir tez Arabistan Yarımadası'ndan gelmiş olabilir bunlar, der. Müslüman olmaları hasebiyle. Nereden geldikleri hakkında tezleri sıralarken… Gerçi tez demeyelim, görüş. Yani o zaman daha Bilim diye bir şey doğmamış. Tez değil, görüşleri sıralarken üçüncü olarak bahsettiği husus Türklerin Karadeniz'in kuzeyinden Hazar Yahudilerinden bir boy, bir soy olduğunu söyler. Ardından Kafkaslardan geldiğini, Kafkas halklarından olduğunu söyler falan. Daha sonra, bu eser 1603 Hıristiyan yılında! 1730'lara geldiğimizde bu tezlere yenileri katılır. Türklerin bir Kafkas ırkı olduğu, Kafkaslardan geldiği, daha sonra biraz daha ileriye gittiğimizde Türklerin Kafkaslarla Moğolların karışımı bir ırk olduğu diyerek ilerleyen ve nihayetinde Asya'nın en kuzey doğusuna kadar ulaşan Türklerin kökeni haritası önümüze çıkar. Peki, biz böyle bir şey biliyor muyduk? 19. Yüzyıl'ın sonuna kadar biz böyle bir şeyi kabul etmedik. Türk kelimesi bir kavram olarak bile Türkçeye 1870'lerden sonra girmiş bir şeydir. Türk Milleti tabiri, kavramı; Türk kavramı çok geç aldığımız, kabul ettiğimiz bir şeydir. 

Yani şunu diyeceğim: Türk varlığına sarılmak dediğimizde önümüze alacağımız bütün tarih okumaları anakroniktir. Hususen 13. Hıristiyan asrından önce Türk tarihi yazımı böyledir. Çünkü tarih yazımının kendisi öyledir. Yani geçmişte de o şekildedir. Hükümdarın yanında ya vakanüvisler vardır ya işte bugünkü anladığımız manada tarihçi diyemeyeceğimiz ama vakaları yazıp çizenler vardır, onların yazdığı vakalar bile elimizde somut bir evrak olsa bile o günün şartlarında, o günün şartlarına göre yazılmış şeylerdir. Yani toplumların tarihi, milletlerin tarihi diye bir şey geri planda kalır her zaman için ve özel çalışma alanlarıdır. Ama biz tarih dediğimizde bir bakıma hükümranlar ve hükümdarlar tarihi, bir savaşlar tarihi biliriz. Onun için bugün Türk varlığı kolaylıkla Osmanlı varlığıyla kaynaştırma yanılgısına ve zannına düşülebiliyor. Politik ve askeri yanıyla bir tarih biliriz. Hükümdarın yanında olanlar bir tarih yazagelmişlerdir. Dolayısıyla tarih yazımı tabiatı icabı anakroniktir. Bugün için de geçerli olan budur: Merkezi otoritenin, sistemin bilimsel hale getirdiği ve kabul ettirdiği tarzda bir tarih yazımı yapılabiliyor. Öyle objektif tarih diye bir şey olmaz. Hükümran olmak isteyen kim ise hükmünü sürdürmek isteyen kimler ise o minvalde bir tarih okuması yapılır ve yazılır. Yani bugün bir Türkün yazdığı tarihten mahrumuz, çünkü Türkün geleceği meşkûk bir mesele…  Bugün henüz tarih olmamış bir hadiseyi ve meseleyi değerlendirirken bile, herkesin gözünün önünde cereyan eden bir olayı bile öyle değil de tam zıddı olarak ele alınabiliyor, yorumlanabilir, yorumlanır. Yorumlardan hangisinin en isabetli yorum olduğuna nasıl karar vereceğiz? İsabetli olup olmadığımızın tespitini yapacak şey nedir? Her birimiz kendimizi “ne” olarak görüyorsak isabeti o “ne”likten buluruz. İzafi bir şeymiş gibi ama değil… İzafi değil fakat izahı uzun. Onun için ben kimim, biz kimiz, ne arıyoruz, niçin arıyoruz gibi kimliğe ilişkin sorulardan sonra tarih bize bir şey söylemeye başlar. Tarih kimliği belli adama bir şey söyler… Aksi takdirde önümüze karmakarışık bir yığın malumat yığmaktan başka bir işe yaramaz. O malumat yığını içinde hiçbir şeyi tefrik etmenin imkânı yoktur.

Milli varlığın nereden neşet ettiğini bulmak için tarihteki tenakuzlardan istifade edebiliriz belki, bu da çok dolambaçlı bir yoldur. Ama bunun en kestirme, en pratik yolu o milletten sadır olmuş eserler, edebi eserlerdir birincisi. İkincisi dilidir. Bir şeyi o millet nasıl dile getirmiş? Yani bir milletin varlığını hissetmek için tarihten önce, tarih çok dolambaçlı bir yol çizer bize ama çok kestirme, doğrudan doğruya o millet hakkında, o milletin ne olduğunu öğrenmek için edebi eserler ve diliyle hemhal olmak gerekir. Türk Tarihi başlığı altında 13. Yüzyıl'dan önce, Yunus Emre'den önce bir Türk Tarihi Anakronizm'in en somut örneğidir. Hadi tarihçilerin hatırına Kaşgarlı Mahmut'un Divan-i Lügat-i Türk'üne kadar gidebilir, 11. asra kadar bir Türk tarihine katlanabilirsiniz. Ondan öncesinde bulacağınız tarih tamamen yakıştırma ve yapıştırma bir tarihtir. Bunda da en büyük altlığı Moğol Tarihi oluşturmuştur. 17. Yüzyıl'da Moğollar tarihten silindi yani son Müslüman olan Moğollar da tarihten silindi. Kırım Hanlığı (Tatar Han) ortadan kalktı ve o dünya tarihinde görülmüş en büyük imparatorluk sınırlarına ulaşmış Moğollar tarihten silindi. Ve büyük bir boşluk oluştu. O boşluk, Avrupa'nın başına bela olmuş, Avrupa'nın burnunun dibinde bitmiş Türklere köken aramakta kullanılan bir altlık, bir folluk olarak kullanıldı. Onun için dediğim gibi 11. Yüzyıl'dan önce kime bakarsanız bakın Türk mü Moğol mu? Sürekli bu kargaşa görürsünüz. Hangi boy, hangi soy Türk soyudur? Hangisi Moğol kabilesidir, boyudur? Hatta Türk ve Moğol kavimleri, Türk ve Tatar kavimleri gibi kitaplar bulursunuz. Bunu tefrik etmeye yöneliktir güya ama her biri arasında ne kadar tenakuz olduğunu ikisini karşılaştırdığınızda rahatlıkla görebileceğiniz şeylerdir. Yani şunu diyeceğim: Türk varlığı dediğimiz şey, cismani bir şey değildir; herkesin öyle veya böyle etkisini hissettiği, o etki doğrultusunda, o tesir doğrultusunda hareket etmek zorunda kaldığı ve yeri geldiğinde sarıldığı bir şeydir. Bizim zaviyemizden 100-150 yıllık bir tarihi vardır Türk kelimesinin de kavramının da… Geçmişe gitmek için Türk varlığının izini takip etmek gerekir. Cismani bir Türk Milleti bulmak yerine bize tesir eden, bize kendini hissettiren varlığın izini sürmek gerekir. 

İşte bu Türk varlığı dediğimiz bize kendisini hissettiren o varlık devleti de milleti de bir takım mecburiyetlere koşmuştur. Kimseye lazım olan bir şey değildi aslında. Türk varlığı mecbur kalınan, mevcudiyeti inkâr edildiği takdirde inkâr edenlerin bir şeylerden mahrumiyetine sebep olan bir şeydi. Türkiye Cumhuriyeti Türk varlığı lâfzını devreye sokmadan, dile dolamadan mevcudiyetine bir mazeret kalmayacaktı. Onun için dün de bugün de devlet ile Türk varlığı arasında kopabilir, kopartılabilir, ama yeniden tesis edilebilir bir ilişki olageldi. Türk varlığı devlet olmadan etkisiz ve çürüyecek bir varlık olarak kalırken, devlet mevcudiyetini ancak Türk varlığıyla izah edebilecek durumdaydı. Yaşadığımız ülkenin adının Türkiye oluşu bile bu gerekliliğin neticesidir.

Yani herkes Türk varlığına sarılmak zorunda kalmıştır bu topraklarda, hala da sarılmak zorundadır. Kimisi denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarılmıştır. Yani canını kurtarmak için sarılmıştır ve kurtarmıştır da; Çerkezler Arnavutlar mesela… Kimisi yılanın avına sarıldığı gibi sarılmıştır. Yani o avını, Türk varlığını boğmak üzere sarılmıştır; birçok Batılılaşmacı düşünceyi aklımıza getirebiliriz burada. Kimisi kurdun koyun postuna sarıldığı gibi -sarındığı gibi demek lazım- sarılmıştır; bilumum gayr-ı Müslimlerin yaptığı gibi kendi kimliğini gizlemek üzere sarıldığı bir şeydir. Sarılan sarılana… Kimi kucaklar gibi sarıldı; dostça fakat yine de ayrısın yani. Ama sadece Müslümanlığını ciddiye alanlar, bu topraklarda Müslümanlıktan başka bir şey bilmeyenler Ayet-i Kerime mucibince Allah'ın ipine sarılır gibi sarıldı. “Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın!” Sımsıkı sarılmak! Türkçede dört elle sarılmak diye bir tabir var. İki elimiz var ama dört elle sarılmak! Bir işe dört elle sarılmak dediğimizde bütün gövdenle, zihninle, bütün benliğinle o işin içindesin manasına gelir. Hatta vücut olarak düşündüğümüzde ayakların da sarılmaya dâhil olduğu bütün vücutla yapılan bir faaliyettir. İsmet Bey'in iki gün önce bir yazısı vardı: "Türk Varlığını Hissetmek". Yani bu cismani olmayan şeyi önce hissetmemiz gerekir ki sarılabilelim. Yanlış bir şeye sarılmış olabiliriz ki yakın tarihimiz bu Türk varlığı diye sarıldığımız yanlış şeylerden ibarettir. 

Biz yıllarca "Varlığım Türk varlığına armağan olsun" diye bağırdık. Herhalde 2013'ten beri çocuklar böyle bir şey söylemiyor. Şimdi o çocuk ufkunda bu ifade neler açtı, ne yaptı bunu ölçecek durumda değiliz. Hatta tam tersini de söyleyebiliriz: Bakın işte bugün Türkiye'yi yönetenler varlığını zamanında Türk varlığına armağan ettiğini söyleyen çocuklardı felan deyip tam tersi de söylenebilir. İşte biraz önce bahsettiğim o sarılma, varlığını Türk varlığına armağan eden çocuklar büyüdüklerinde bu sarılmalardan hangisini yaptılar? Ama herkes yaptı bir şekilde. Türk varlığı elle tutulamayan, gözle görülemeyen bir varlık olarak yaşadı ve halen o kılıkta… Türkiye’de hak arayan herkesin, her kesimin tepkilerine, protestolarına, söylemlerine bakın. Bir güce karşı bir eylem yapıyorlar. Tamam, o gücü devlet temsil ediyormuş gibi gözüküyor fakat bürokrasisinden siyasetine o hak arayanlarla aynı satıhta hareket ediyorlar. Yani düşünün şimdi insanlar eylem yapıyor. Diyelim işte kadınlar bir eylem yapıyor, falanca grup bir eylem yapıyor. Bir şeyin karşısında eylem yapıyorlar. Yani bir yerden hak istiyorlar. Ve bunu kimse tarif edemiyor bu devlet mi desen, hayır devlet onlardan çok o işi istiyor, onların istediği işi istiyor. O istenen şeylerin kanunen alt yapısını hazırlıyor belki. Ama bir şeyin karşısında, devlet organları da dâhil herkes bir şeyin karşısında eylem yapar pozisyonda bugün Türkiye'de. Bu bir türlü aşılmak zorunda kalınan ama aşılamayan bir engel olarak Türk Varlığı birilerinin karşısına çıkıyor. Çünkü Türk Varlığı dediğimiz şey Müslümanlığın ete kemiğe bürünmüş hali. Ama işte böyle bir şeyi göremiyoruz yani... Seyfullah Köksal'a bir söz vereyim ondan sonra toparlamaya çalışayım. 

 

Seyfullah Köksal:

Selamun Aleyküm,

Program afişini gördüyseniz eğer orada ilk dikkatinizi çeken şey herhalde panelimizin serlevhası olmuştur. Türk Harfleri'yle yazılı, Kur'an Harfleri'yle yazılı; altına Latin Harfleri'yle ters bir şekilde yazılmış. İlk dikkati çeken şey budur herhalde. Yani yazımız elimizde olsaydı ilk aklımıza gelen söz "Frenk Yazısı gibi ters" sözü olacaktı. Yazımız elimizden alınmadan önce böyle bir tabirimiz vardı bizim: "Frenk Yazısı gibi." Biz şimdi o tersliğin içerisinde tahsil görmüş insanlar olduğumuz için fark edemiyoruz tabii zaten sözün bir izahı da lügatlerde yok bugün. Frenk Yazısı gibi denildiğinde eğri büğrü, çarpık, ters anlaşılırdı. Şeyh Galip'in bir gazelinde olduğu gibi:

"Hatt-ı frenk gibi zülf-ü ebruvan kec-ü mec
Ne anlanır rakam-ı mekri ne hisaba gelür"

demiş."Kec-ü mec" Farsça bir tabir, Farsça sözlüklerde eğri büğrü, çarpık şeklinde geçiyor. Tabii olan, -biz terslikten bahsettik- tabii olan, sağ el ile yazıyoruz, sağ el ile sağdan sola yazmaktır. Tabii olan bu. Yani günlük işlerimizde de sağ elimizle yaptığımız bütün işleri sağdan sola doğru yaparız. İkinci Başkanımızın İspirto Türk kitabında bu misalleriyle anlatılmış. Biz zor olanı yapıyoruz, soldan, sağ el ile soldan sağa yazarak.

Biz her fırsatta söylüyoruz İstiklâl Marşı Derneği olarak, hedeflerimizden bir tanesidir ve en önemlisidir: "Yazımızı geri alacağız." diyoruz. Çünkü biz Türk yazısı ve Türkçe dediğimizde kendi varlık sahamızdan bahsettiğimizi söylüyoruz. Yani eğer bir Türk varlığından bahsedeceksek yazımızı merkeze almalıyız. Bu sebeple İstiklâl Marşı Derneği'nin şiarıdır yazı meselesi. 1928'de elimizden alınan harflerimizi geri alacağımızı ve böylece her şeyimizi geri alabileceğimizi söylüyoruz. Yine her fırsatta söylüyoruz, İsmet Bey'in son yazısında da vardı, Türk Milleti millî varlığı dînî varlığıyla tecessüm etmiş bir millettir. Bu cesameti lisanında ve edebiyatında oyalamış bir insan topluluğudur. Yani biz millet olarak varlığımızı yazımıza, lisanımıza dolayısıyla Müslümanlığımıza borçlu bir milletiz.

Yine daha önce tabii çok defa vurgulandı; İstiklâl Marşı Derneği neşriyatında da aksi ispat edilemez bir şekilde gösterildi, Türkçe'nin Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden ortaya çıkmış, doğmuş bir lisan olduğunu söylüyoruz. Ve yazısıyla beraber yani Kur'an Harfleri'yle beraber ortaya çıkmış bir lisandır Türkçe. Konya Şubemizin iki tane kitap çalışması oldu. Bir tanesi: "Rasulü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu". Türkçe'deki Hadis-i Şerif kaynaklı kelimelerin bir araya getirildiği bir kitap çalışması. Diğeri de: "Türkün Dili Kuran Sözü." Bu da Kur'an-ı Kerim kökenli, Türkçe kelimelerin verildiği bir çalışma. Yine rahmetli Lütfi Özaydın'ın kitapları da aynı şekilde. Yani Türkçe'nin Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden doğmuş bir lisan olduğu, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif menşeli olduğu fikrini İstiklâl Marşı Derneği başka bir menşe fikrine mahal vermeyecek şekilde gösterdi.

Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği Kur'an harfleriyle neşriyat yapıyor. İsmet Bey'in kitapları hem sağdan hem soldan okunabilecek şekilde yayınlanıyor. Yine Sınıf Bilinci Mecmuaları yayınladık. Mecburi Kıraat serimiz var: Ömer Seyfettin Hikayeleri yayınlandı; Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre'si yayınlandı. Erbain yine Kur'an Harfleri'yle, Türk Harfleri'yle neşrolundu. Bir Yusuf Masalı artık sadece Türkçe okuma bilenlerin okuyabileceği bir şekilde neşrolundu ve dört tane yeni şiirle: Saniyen Münacat, Saniyen Naat, Saniyen Sebeb-i Telif, Saniyen Dibace. Yani sadece Türkçe okumayı bilenler bu şiirleri okuyabilecek. Yani bütün bu neşriyatla bir şeye dikkat çekmeye çalışıyoruz: Lisanımıza, Türk yazısının önemine. Yani bir Türk varlığından bahsedeceksek eğer Türk Yazısı'nın önemini kavramamız gerekiyor bir şekilde. Buna dikkat çekmeye çalışıyoruz.

Yazımız ve lisanımız olduğu için bir vatanımız var bizim. Üzerinde yaşadığımız topraklar iki defa vatanlaştırıldı. Yine İstiklâl Marşı Derneği'nde, derneğin programlarında birçok defa duymuşsunuzdur bunu. Birincisi 13. Asır'da, Hıristiyanların 13. Asrı'nda Gaza Beylikleri eliyle Diyar-ı Rum Dâr'ül-İslâm haline getirildi. Birincisi buydu. İkincisi İstiklâl Harbi sebebiyle yaşadığımız toprakların Dâr'ül-İslâm olarak devam etmesini sağladık, ikinci defa vatanlaştırdık. İkisinde de yazımız elimizdeydi. Yani yazımız vasıtasıyla bu topraklar iki defa vatanlaştırılabildi. Onun için yazımızı geri almanın önemini vurgulamamız gerekiyor. Şimdi 13. Asır'da ilk defa vatanlaştırıldığını ve bunun yazımız vasıtasıyla, yazımız elimizde olduğu için, lisanımız vasıtasıyla olduğunu söyledik. Bunu “Osmanlıca” tabirine, Osmanlıca ismine getirmek için zikrettim. Biz "Osmanlıca" demiyoruz, "Türkçe" diyoruz. "Türk yazısı" diyoruz. 13. asırda bu topraklar vatanlaştırıldı, Osmanlı'nın kuruluş tarihi -farklı kuruluş tarihleri var- bir tanesi, en çok kabul göreni herhalde 1299. Yani Osmanlı yokken Türk Yazı'sı, Türkçe vardı. Osmanlı ortadan kalktıktan sonra da Türkçe ve Türk Yazı'sı vardı. O yüzden "Osmanlıca" demiyoruz. Bugün bazıları "Osmanlıca" dememek için "Osmanlı Türkçesi" diye bir şey söylüyorlar. Bunu da söylemiyoruz. "Türkçe" diyoruz. İsmet Bey -broşür olarak neşrettik- son iki konuşmasından birinde demişti: İstiklâl Marşı Derneği sebebiyle Türkiye'de değişiklikler oluyor; ama bu bize, fark fark ettirilmiyor hususen. Bizim yaptığımız, bizim söylediğimiz şeyler birilerini korkuttuğu için bilerek üzeri örtülmeye çalışılıyor. 2007 yılında İstiklâl Marşı Derneği kuruldu, yine 2007 yılında “İstiklâl Marşı'nın kabul edildiği günü ve Mehmet Akif'i anma günü” hakkında bir kanun çıkartıldı. Ondan sonra 2021 yılı İstiklâl Marşı yılı ilan edildi yine TBMM tarafından. Bizim İstiklâl Marşı dolayısıyla dikkat çektiğimiz şeyler birilerini korkuttuğu için onun üzerini örtmek üzere faaliyetlere girişildi. Biz mesela vurguluyoruz: İstiklâl Marşı 1339 senesinde Türk Yazısı'yla İstiklâl Harbi'ni kazanmamız için yazıldı. Ve aslî bestesiyle ortaya çıkmış bir marş olduğunu söylüyoruz, az önce 41 mısraını okuduğumuz bestesiyle beraber çıktığını söylüyoruz. Yüzüncü sene-i devriyesinde, Nasrullah Camii'ne gittik 1439 senesi, -şu an 1443'teyiz- İstiklâl Marşı'nı okuduk aslî bestesiyle. Bir sonraki sene caminin içerisinde İstiklâl Marşı okumamıza izin verilmedi. Ondan sonra Hıristiyanların 2021. yılında İstiklâl Marşı yılı ilan edildi. TBMM tarafından kabul edildi. Bizim dikkat çektiğimiz ne varsa, yazısı, tarihi, bestesi hiçbiri ele alınmadan bir sürü konferanslar yapıldı; kitaplar, makaleler yazıldı. Yani bizim yaptığımız işin üzerini örtmek, setretmek, su-i istimal etmek üzere yapılmış işler bunlar. Yazı meselesinde de aynısı oldu, oluyor daha doğrusu. Osmanlıca yayınlar yapılıyor bugün, bir sürü var. Osmanlıca! Bozuk bir imlayla bir sürü alakasız kitaplar neşrediliyor. İşte "Medeniyetimize Osmanlıca bakmak", "Türkçe'yi Osmanlıca üzerinden öğrenmek" gibi laflar ediliyor. Biz varlığımızın şartı olarak bakıyoruz meseleye. Yani kültürel bir şey değil. Geçmişle bağ meselesi olarak bakmıyoruz. Yani bir geleceğimiz var mı? Türk varlığının idamesi açısından bakıyoruz. Şimdi yazımızı geri alabilme meselesi... Fahri genel başkanımızın, İsmet Özel'in Tekne Kazıntısı kitabında "Müslüman Ümitsizliği Küfrü Tombullaştırır." diye bir yazı var. İsmet Bey sebeplerini de izah ederek söylüyor orada. Bugün yazımızı geri alma yönünde yapacağımız her işin bir sonuç verme ihtimali yükseldi. Bunun bir ihtimal olarak devam edip etmeyeceğinin toplumda yeni bir bilincin filizlenip filizlenmeyeceğine bağlı olduğunu söylüyor. Şimdi biz bu bilincin filizlenmesi için neşriyat yapıyoruz. İstiklâl Elifbası neşrettik, ondan bahsedeceğim biraz.

Daha evvel yazımızı öğretmek için yine Ana Dile Eğilim diye bir kitap neşretmiştik, farklı bir formatta. Yine bizim takvimlerimizin en önemli hususiyeti aynı zamanda bir Elifba olmasıydı. Yani gün gün takip edildiğinde ve okuma hususunda belli bir seviyeye gelindiğinde okuma metinleri başlıyordu. Şimdi müstakil bir Türkçe Elifba, Türk Elifbası neşrettik. Arka kapağında şu yazıyor: "Bir milletin kendini keşfi, hangi millet? Vavdan sonra he gelir diyen millet. Evvel vav ba'del he." Bizim kendimizi keşfetmemiz, millet olarak kendimizi keşfetmemiz için Elifba şart. Yani baştan başlamak, en başından başlamak şart. Bunun için bir Elifba neşrettik. Türkçe Elifba. Yani Arap Harfleri değil. Arap Elifbası değil. Türk düşmanları tarafından Türk Milleti'nin kendisini keşfetmesine mani olunması üzerine Türk düşmanları tarafından söylendi Arap Harfleri diye. Biz Türk harfleri diyoruz. Hangi millet? Vavdan sonra he gelir diyen millet. Bizim elifbamız bize hastır, bize mahsustur. Yani Arap Elifbası denilemez o yüzden. Mesela zaten Arap Elifbası'nda olmayan harfler vardır. Çim vardır, je vardır, pe vardır mesela. Bir de vavdan sonra he gelir bizim elifbamızda. Bu elifbamızın bize mahsus olduğunu gösteren bir şeydir. Vav, he, lamelif, ye hepimizin ezberinde bu şekildedir herhalde. Şimdi biz bu sırayı esas alıyoruz. İmam-Hatip Ortaokullarının 5. sınıf kitabında Arapların kullandığı sırayı esas alarak elifbayı vermişler. Fakat bizim çocuklarımız sırayı bozmuyor yine. Ezberlemişler bir şekilde sırayla sorduğunda vava geldiklerinde he, heye geldiğinde vav diyorlar. Yani onlar yine sırayı bozmuyor. Bu Türk Milleti'nin bir hususiyeti. Türk Elifbası'nın bir hususiyeti. Vavdan sonra he gelir. Bunun da bir sebebi var tabi. Yine bizim hayatımızla alakalı bir şey.

Elifbamızı 112 sayfa renkli olarak resimlerden okunması için yardım alabilecek şekilde hazırladık. Bizim yazı hususunda ilk hedefimiz yazımızla adımızı yazmayı öğrenmek. Sonra İstiklâl Marşı'nın 41 mısraını yazmayı öğrenmek. İstiklâl Elifbası'nda dersler takip edilip ilerlendiğinde, kaidelerden sonra gelen temrinler yazıldığında İstiklâl Marşı'nın 41 mısraı yazılabilir hale gelmiş oluyor. Yani hepsini biz çeşitli kaideleri gösterirken misal cümle olarak verdik. Yine diğer misal cümleleri de biz diğer bütün neşriyatımızda olduğu gibi rastgele seçmiyoruz. Türk hayatını aksettiren, bizim yazımızla alakalı hususiyetleri, yazımız dolayısıyla lisanımızda olan tabirleri veriyoruz. Yani misal cümleler rastgele seçilmiş değil. Bir sayfada mesela "Müslümanlık yoksa Türklük hiç yoktur.", "Çirkinlik şirkte şirk çirkinliktedir.", "Varlığım Türk varlığına armağan olsun." bu cümleler yer alıyor. Yine başka bir sayfada tamamen yazımız vesilesiyle lisanımızda olan bazı tabirler var: "Buraya bir mim koyalım" ,"Vavdan sonra he gelir.", "Elifi doğruluğundan kafı eğriliğinden bilir.", "Harfi harfine noktası noktasına elifi elifine", "Bir nokta gözü kör eder", "Frenk yazısı gibi ters", "Yazı yazmak hüner değil dikkat eyle imlaya." Yazımız dolayısıyla bütün bu tabirler lisanımızda var. Onları gösterdik. Hepsinin izahı yine Gökhan Göbel'in İspirto Türk kitabında izahı var. Hepsinin bizim hayatımızla, Türk hayatıyla alakası var. Merak edenler bakabilir okuyabilir. İlk hedefimiz yazı hususunda adımızı yazmak demiştim. Bunu da bu sene internet portalımızda yayınlanan takvim vasıtasıyla inşallah öğreneceğiz artık. İnternet portalımızda sağ üst köşede gün, ay, yıl, Kur'an harfleriyle yazılı. Bir de Ezani Saat var. Oradan takvimimizin metinlerine de ulaşabiliyoruz. Ezani Saat dikkat ettiyseniz çalışıyor. Yani bunu neden söylüyorum? Her programda hemen hemen söylüyoruz fakat yine bize ezan saatlerini yanlış vermişsiniz diye mail atanlar oluyor, söyleyenler oluyor ya da soranlar oluyor neden böyle diye. Ezani saatlere göre veriyoruz saatlerimizi İstiklâl Takvimi'nde başından beri. Ezani Saati de takip edebileceğimiz bir saat var internet portalımızda. Ezani saat ne? Akşam ezanı okunduğunda Müslüman için gün biter. Bir sonraki güne geçilir. Ezan okunduğunda saatimizi 12'ye ayarlarız. Ezânî saat bu. Adımızı yazmayı takvimimizden öğreneceğiz dedik. Biz 1433 senesinden beri takvim neşrediyoruz. Galiba ilk iki senede okuma metni yoktu daha sonra okuma metinleri oldu. Hepsi belirli bir mantıkla seçilmiş okuma metinleriydi. Sadece bir sene matbu olarak İstiklal Takvimi yayınlamadık. O sene de geçtiğimiz seneydi, 1442 senesi. İnternet portalimizde yayınlamıştık takvimimizi. Geçen sene Türk Vatanının ağaçları, kuşları, çiçekleri ve Türkçe renk isimleri vardı. Ve bunların edebiyatta yer etmiş haliyle iktibaslar koyduk, metinler koyduk. Hepsini inşallah kitap olarak da neşredeceğiz ileride. Bu seneki takvimimizde de -1443'ün artık sonuna geldik, geliyoruz; yani geriye dönüp de okuyabilirsiniz tabii bütün metinleri yine- Adımız Andımızdır diye bir kısım var. İsimlerin mânâsı izah edildikten sonra, tabi önce nasıl yazıldığını göstermiş oluyoruz zaten. Adımızı yazmayı öğretiyoruz yani. Sonra ne mânâya geldiği izah ediliyor ve edebiyatta ne şekilde yer aldığı, bir iktibasla gösteriyoruz yine.  “Türk İli'nin Yenebilir Otları” diye bir kısım vardı mesela yine. Biz yenebilir otlarımızı tanımayı önemsiyoruz. İstiklâl Marşı Derneği'nin yine projelerinden bir tanesiydi, İsmet Bey'in projelerinden bir tanesiydi. Takvimde ona bir başlangıç yapmış olduk. Yenebilir otları resimleriyle beraber gösteriyoruz. Nerelerde yetişir, ne şekilde kullanılır, nasıl pişirilir, neye şifadır, hangi hastalığa şifadır.. Hemen hemen hepsinin farklı yörelerde farklı isimleri var, onları da göstermeye çalışıyoruz. Şimdi orada ısırgan otu metni var mesela. Diğer adı dalgan, biz ısırgan otu olarak biliyoruz. Dalgan, Türkçe'de dalamak diye bir fiil var. Acı verip kaşındırmak, haşlamak mânâsına geliyor. O yüzden ısırgan otunun diğer adı dalgan. O ısırgan otu metninde, 22 Mayıs 1949 tarihli Zafer Gazatesi'nden bir haber iktibas edilmiş. Gazetenin manşetinde şu yazıyor: Halk Açlıktan Isırgan Otu Ayrık Kökü Yiyiyor. ''Ordu Vilayetimizde Açlık'' diye bir yazı. Devam ediyor, orda halkın açlık tehlikesi karşısında otlar yediği, tabii köylü bundan dertleniyor. Şimdi bu 1949 senesinde başımıza gelmiş, yani böyle şeyler var. O yüzden biz başımıza ne belaların açılacağını bundan sonra bilmediğimiz için açlıkla tehdit edilemeyelim diye, yani böyle bir tehlike baş gösterdiğinde birilerine boyun eğmeyelim diye yenebilir otları tanımayı önemsiyoruz. Bu sebeple takvimimizde “Türk İli’nin Yenebilir Otları” serlevhası altında metinler yayınlanıyor. Yine, “Türk İli’nin Akarsuları” diye bir bölümümüz var. Akarsularımızı biz neden kullanamıyoruz? Akarsularımızdan neden istifade edemiyoruz? Bu soru birilerinin aklına geldi mi bilmiyorum ama İstiklâl Marşı Derneği'nde dile getirildi, İstiklâl Marşı Derneği'nin hedeflerinden bir tanesiydi. Akarsuları ve gölleri birleştirip bir münakalat ağı kurabilmek. Bu başka hiç kimse tarafından dile getirilmedi. İstiklâl Marşı Derneği'nde dile getirildi müsbet veya menfi bir ses çıkmadı. Biz gıda temini hususunda kendimize yetebilen ender ülkelerden bir tanesiydik. Ama artık değiliz. Yani akarsularımız, göllerimiz kuruyor. Haberleri duyuyoruz, herkes yakınıyor ama bunun için bir tedbir alındığı vâkî değil. Yani neden? Hatta tam tersi bir yönde faaliyet yürütülüyor. Akarsuları, gölleri kurutacak, kurutmasına sebep olabilecek bir tarım devlet tarafından destekleniyor mesela. Yani bölge küçükbaş hayvancılığa münasip ama büyükbaş hayvancılık teşvik ediliyor mesela. Daha çok kar getirdiği için halk onu seçiyor. Büyükbaş hayvanı besleyebilmek için daha çok suya ihtiyacı olan bir nebat yetiştirmek zorunda kalıyorsun ama bölgede o kadar su yok. İşte bu da dile getiriliyor aslında ama yine aynı şekilde devam ediliyor. İşte bir çok gölümüz bu sebeple kurumuş durumda. Az önce söyledim akarsu ve göllerimizi birleştirmek, yani bu bizim istiklâlimiz için şart olan bir şey. Dile bile getirilmiyor, düşünülmüyor. Bizim millî varlığımızdan bize istifade ettirilmiyor. Akarsularımız bizim millî varlığımızdır. İşte çeşitli şeyler söylenecektir tabii; çok maliyetli, debisi fazla, coğrafi olarak münasip değil gibi şeyler söyleyeceklerdir ama akarsular metnini okursanız eğer takvimimizde geçmişte bu maksat ile kullanılan yani nakliye için kullanılan nehirlerimiz olmuş. Bugün artık onlar kullanılmıyor. Yine metinleri okuduğumuzda görüyoruz az bir maliyetle nakliyeye müsait bir hale getirilebiliyor. Buna dikkat çekmek istiyoruz, İstiklâl Takvimi vesilesiyle, internet portalimizde yayınladığımız İstiklâl Takvimi vesilesiyle. Türk İstiklâli açısından önemli olduğunu söyledim, bu tabi gavurlar tarafından çok iyi bilindiği için bizim akarsularımızdan istifade etmemize  bilhassa müsaade edilmiyor. Yani bahsedilmiyor bu sebeple. Ama dev projelerden, Türk varlığına kast eden dev projelerden, bol bol bahsediliyor. İkinci başkanımızın ''Bereketsiz İhanetler'' diye bir yazısı yayınlandı internet portalımızda. ''Türkiye'nin milli pazarını kendi varlıkları olan akarsuları ile temin etmesi Kanal İstanbul'u yapmaktan daha mı zor?'' diye bir soru sorarak yazısını bitirmişti. Ben de bu soruyla konuşmamı bitirmiş olayım. Teşekkür ederim. 

Gökhan Göbel: 

Selamun Aleyküm,

Seyfullah Köksal'ın akarsular bahsinde söylediğinden aklıma geldi. Yani bu çok hayatî bir şey. Mesela burada hiç ekonomi konuşmuyor bu adamlar diye düşünebilirsiniz ama bu mesele doğrudan onunla alakalı. Şimdi, Rusya-Ukrayna meselesini takip ederken şu haberle karşılaşmışsınızdır: ''Rusya Hazar Denizi'ndeki filosunu Karadeniz'e geçirdi.'' Şimdi coğrafyayı düşününce bunun nasıl olduğuna şaşarsınız. Çünkü iki ayrı deniz. Fakat Don-Volga kanalıyla yani nehirleri birleştirerek ve aradaki suları, küçük gölleri besleyerek, bir şekilde bir hale sokarak Hazar Denizi'nden Azak Denizi'ne bir geçiş yaptı Ruslar ve şu anda deniz hakimiyetleri açısından onu kullanıyorlar. Mesela böyle bir durum var. Şimdi, Rize-Artvin Havaalanı açıyorlar. Trabzon'da demiryolu yok. Yani, Trabzon liman şehri. Dolayısıyla demiryolu-liman bağlantısı da yok. Türkiye'de bu konular doğrudan bugün yaşadığımız şeylerle alakalı. 

Türk varlığına sarılmak diyar-ı Rum'u Dar-ül İslam haline getiren şey ne ise ona sarılmaktır. Yani bugünkü karşı karşıya olduğumuz şey de bunu tersine çeviren bir süreçtir. Yani Diyar-ı Rum'un Dar-ül İslam olmasını sağlayan şey ne ise onu tersine çevirmek isteyen insanlar bir süreç başlattı Türkiye'de, İstiklal Harbi'ne rağmen. Çok bariz şeylerden birisi işte mesela, -bugün AKP aleyhine bir şeyler söyleniyor, önceden kimseler söylemiyordu ama AKP'yi çıkardığı kanunlar itibariyle bir yere koyan, AKP'yi töhmet altında bırakan yok- AKP'nin çıkardığı vakıflar kanunu. Cumhuriyet tarihi boyunca emsali olmayan bir şey. Yani bugün şurada kilise açıldı, şurada sinagog açıldı haberlerini bu çıkarılan vakıflar kanunu yüzünden biliyoruz. 2008 yılında çıkardı AKP bu kanunu. Bu kanun ne anlama geliyordu? Cumhuriyetin ilanından sonra 1936'da Vakıflar Kanunu diye bir şey var. Bizim vakıflarımızın ne hâle geldiği konusunda tabii bir misal, bir şey söyleyeceğim… 1936'daki kanun mealen; bu vakıflar Osmanlı düzeninin bir kurumudur, bunlar tasfiyeye tâbi şeylerdir diyor. Gelin malınızı, mülkünüzü kaydedin dediler Gayrimüslim cemaatlere. Ondan sonra "kurumsal olarak" bir mal, mülk edinmeleri ya da işte onu ileri götürmelerini falan yasaklayan bir kanun vardı. Buna rağmen, vakıflar yasasına rağmen Gayrimüslim cemaat vakıfları -Lozan'la hakları tesbit edilenler- mal, mülk edinmeye devam edince, 1974 yılında, tabii ki Kıbrıs Barış Harekatı sebebiyle oluşan hava dolayısıyla, onların 1936'dan sonra edindikleri şeyler de hazineye geçti. Dediler ki siz bu kanunu böyle yorumlayamazsınız, bu vakıfların mal, mülk edinmesi na-mümkün, onu hazineye devrettiler. AKP iktidara geldikten sonra, bir arşiv taraması yaparsanız Avrupa Birliği-ABD yetkilileri arasındaki konuştukları, yani söz verdikleri, onlara telkin edilen şeylerin başında vakıflar kanunu geldiğini görürsünüz. Yani o vakıflar kanununu çıkartın diyorlardı. AKP'liler de diyorlardı ki biz çıkarıyoruz ama Çankaya'dan geri dönüyor. Ama 2008'de geri dönse de çıkarttılar ve gayrimüslim cemaat vakıflarının mallarını iade ettiler. Onunla da kalmadılar, işte ne yapabiliyorlarsa yapıyorlar. Bu kanun sadece Lozan'da hakları tespit edilenlerle alakalı şeyler yapmadı. Beynelmilel faaliyet yürütmek isteyen vakıflar da o kanun sayesinde Türkiye'de faaliyet yürüttüler. Şimdi AKP'liler karşılarındaki insanları ne diye suçluyorlar? Soros'un fonladığı insan diye suçluyorlar. Tamam öyledir de yani, bilmiyorum kimse onlar ama senin çıkardığın kanun sebebiyle 2008-2018 arasında Soros Vakfı bütün o fonlama işlerini yaptı. Ondan sonra 2018 de o Vakıf aleyhine bir şey olmuş sanırım, vakfın yöneticisi de diyor ki “Biz 2008 de çıkan vakıflar kanunu aleyhinde hiçbir tavırda bulunmadık.”  

Bu vakıflar kanunu dolayısıyla bir de tabii restorasyon meselesi var. O nasıl? Biz Diyar-ı Rum'u Dar-ül İslam haline getirdik, onun karşısında oluyor bu hadiseler demek için bu vakıflar kanununu zikrettim. AKP iktidara gelir gelmez, 2003 yılında imar kanununda "cami" yazan maddeleri "ibadet yeri" ifadesiyle değiştirdi. Şimdi bazı camiler kiliseden çevrilme Türkiye’de, bir çok cami. Böyle bir kanun çıktığına göre bu iş artık bitti diye bir çok kiliseden çevrilen cami, kilise olarak restore edildi. Bunlardan bir tanesini basında haber olunca fark ettik. İzmir'de Alaçatı Çarşı Camii eskiden kiliseymiş restorasyona girmiş ve 2011 yılında restorasyondan bir çıkıyor ki cami kilise olmuş. Bir gazete haber yapmış bunu. Haberden sonra gene o kilisenin tabi ki hiçbir şeyine dokunmadan minber, mihrab falan seyyar olarak yerine kondu. Ben bunu Furkan Ay'a anlatınca “İznik'te Ayasofya Camii de aynı şekilde” dedi "öyle restore edildi, caminin asli unsurları olan şeyler seyyar kıvamındadır.” dedi. Türkiye’nin bir çok yerinde de böyle şeyler var. Bunu da aklımda şu olduğu için zikrettim. Ben Fatih'te doğdum, büyüdüm. Gül Camii vardır şimdi bulunduğumuz yerden Eminönü istikametine doğru sahilden giderseniz işte Ayvansaray, Balat, Fener sonra Küçükmustafapaşa gelir. Küçükmustafapaşa'da içerde kalır bu camii. O da kiliseden çevrilmiş bir camidir. Babamların evine çok yakın, oradan biliyorum. Eskiden beri öyle de yani tekrar gittim baktım. O cami şu anda herhangi bir meskenin içinde olmayacak şekilde, herhangi bir kamu binasında olmayacak şekilde duvarları dökülüyor, harabeyi andırıyor. Yani içine girmeye normal birisi çekinir. Yani böyle bir binada durulur mu diye. Çünkü orası da kiliseden dönme bir yer ve oranın restorasyonunu yapmıyorlar. Yani burada bir şey var. Herhalde restore edersek kilise olarak restore ederiz ya da yapmayız diyorlar. Ne planıysa o artık. Gidip görebilirsiniz o camiyi.   

Vakıflar kanunu 2008'in Şubatı'nda çıktı. 2008'in Martı'nda da Anayasa Mahkemesi AKP'ye kapatma davası açtı. Ve kapatma davasının konusu laiklik falandı. O gün İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel şu başlıkta bir yazı yazdı, neşretti. “AKP Kapanamaz, İstiklâl Harbi'nin Mağlupları AKP’yi Kapattırmaz." Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak “Türk Varlığına Sarılmak” derken de İstiklâl Harbi ve İstiklâl Marşı’nı kıstas sayarak bütün hadiselere yaklaşılmasını öneriyoruz. O gün de İsmet Bey'in söylediği odur. Yani o bir süreç ve hala da devam eden bir süreç. İstiklâl Harbi'nin mağluplarının devam ettirdiği bir süreç. 

Şimdi afişimizde mesela mezarlıkla servileri falan da görmüşsünüzdür, “Türk Varlığına Sarılmak” afişinde. Vakıflar konusu dolayısıyla ona bakınca o aklıma geldi. 1935 yılında Hıristiyan Takvimi'ne göre işte o kanun çıkacağı sırada -tabii bize, Müslümanlara yapılan şeyler ve Müslümanların emlaki neyse onlara yapılan şeylerin emsali yok, neyse...- şöyle bir haber var gazetelerde: "Serviler kesiliyor!” Bütün Türkiye'de servi ağaçları kesiliyor diye bir haber var. Bunun sebebi ne? Servi ağaçları niye kesiliyor? Müslüman vakıflarının dünya kadar mezarlığı var, serviler de mezarlıklarda olur. Bunlar orayı arsa yapmak istiyorlar, o vakıf malları olan mezarlıklar talan edilmiş ve Müslümanların vakıflarına ait mezarlıkları arsa yapmak istiyorlar. Ama Türk Milleti mezarlıklar yok edilse de servi gördüğü arsayı satın almıyor burası mezarlıktır diye. Serviler rayihaları sebebiyle bilhassa mezarlıklara dikilirdi. Ve ondan sonra bütün Türkiye'de işte isimlerini de anıyorlar Bursa’da, İstanbul’da... Arsa yapmak istedikleri mezarlıklardaki bütün servileri kesiyorlar ki orası arsa olarak satılabilsin. Mesela bu servi meselesini de “laik” tepkileriyle bildiğimiz Ali Naci Karacan’ın yazısından öğreniyoruz. O diyor ki, biz diyor cami gibi mezarlık gibi tekke gibi irticacı gördüğümüz için mi, serviyi de irticanın bir simgesi olduğu için mi kesiyoruz diye yazıyor.  

İstiklâl Harbi ve İstiklâl Marşı. Bizim teklif ettiğimiz bütün hadiselere bunları esas alarak yaklaşmaktır. Bizim teklifimiz o. Mesela işte NATO bahsi açıldığında... Yani şu anda Türkiye’nin NATO'daki varlığı dışarıdan tartışma konusu. Hiçbir zaman içerden değil, yani içerden milli bir tavır olarak NATO'daki varlığımız tartışma konusu olmadı. Olursa… Yani mesela bizim NATO’ya girişimize sebep olan şey nedir? 1952 yılında NATO’ya almak zorunda kaldılar Türkiye’yi. Demokrat Parti gelmeden CHP’nin politikasıydı NATO’ya girmek. Almak zorunda kaldılar, Kunuri Muharebesi dolayısıyla. Kore'de Türklerin gösterdiği... Süngü savaşı diyorlar... İşte gavurların canını kurtardık, Amerikan ve İngiliz gavurlarının. Fakat orada Celal Dora bilinir, albaydı. Ama bir de oranın yarbayı var: Natık Poyrazoğlu. O, o muharebelere katılmayıp şu lafı söylemiş: “İstiklâl Harbi’nde aldığım süngü yarası sızlıyor." Yani ben İstiklâl Harbi'nde Kore'de gavur kurtarmak için savaşmadım demek bu. Türkiye'de böyle bir yaklaşımın esas alınmasını biz teklif ediyoruz. Yani burası bir vatan toprağıysa, burası bir ülkeyse bu ülke olma hakkını bir yerden alıyor olması lazım. Yani o da İstiklâl Harbi olması lazım öyle değil mi? O zaman bu bütün meselelerde bunun esas alınmasını teklif ediyoruz.   

 “Diyar-ı Rum'u Dar’ül İslam haline getirdik.” diyoruz, bu üzerimizdeki harita onun asgarisidir: Misak-ı Milli. Şimdi bu vakıflar kanunu çıktığı zaman dediler ki bazıları -onlar da tasfiye edildi- "mütekabiliyet" yok. Haklı olarak yani. Misak-ı Milli'nin Batı sınırılarında, Selanik en güneyde ve kuzeyinde Varna’ya kadar olan kısım İstanbul’un fethinden önce fethedilmiş yerlerdir. Yani İstanbul Hıristiyan Takvimi'ne göre 1453’te, oralar 1453’ten önce Türk toprağı olmuş yerlerdir ve oralarda Türk varlığını aksettirecek şeylerin başına ne geliyor? Nasıl bugün Türkiye'de mütekabiliyet aramaksızın gayrimüslim malları teslim ediliyor peki bunu oradakiler yaptı mı? Yani mesela Yunanistan Türklerin kalan emlakini nasıl kullanıyor biliyor musunuz? Kendilerine göre tadil ediyorlar ve ondan sonra da ister sergi salonu olarak kullanıyorlar, ister konser salonu olarak kullanıyorlar, ister bir devlet dairesi olarak kullanıyorlar. Asgari olarak Yunanlılar ya da diğerleri ne yapıyorsa Türkiye'de de o yapılsın diye bir argüman bile öne süremiyorsunuz Türkiye'de, son yirmi yılda.  

Servi dedik… Çam balı ormanlarımız yandı. Yani çam balı ormanlarımız geçen sene mesela haftalarca yandı belki bazıları daha uzun sürdü. Bu ormanların yanmasından önce çıkan bir haberdi: "Çam balı üretiminin yüzde 95'i Türkiye'de." Böyle bir yayın yaptılar daha ormanlar yanmamıştı. Ormanlar yandı. Bilhassa Muğla'da o uzun günler süren orman yangınlarından sonra o çam balının yani bütün dünyada sadece orada olabilen çam balının habitatı yandı. Bütün ağaçlar yandı ve bu çam balının yapılması için bir de orada halk dilinde "Basra-balsıra" denen bir böcek varmış. O balın yapılması için gerekli bir böcek ve o böceklerin hepsi de yanmış. Yani şu anda Türkiye'nin dünyada birinci sırada olduğu şey elinden alındı. Ve mesela bu az bir rakam da değil, Türkiye'nin bal üretiminde her zaman yukarıda bir yeri vardır. Dörtte biri de çam balıdır. Ve bir gün yanıyor, iki gün yanıyor, üç gün, haftalar sürüyor... Bunu Türkiye'de hedef gözeterek bir odak yapıyor yani. Ama Türkiye'de devlet, o odak neyse -bilmiyorsa zaten devlet olmasın- ama o odak neyse bir şekilde; o şekil neyse -onu kendileri bilir- bir cevap vermediler. Yakanlar yakmaya devam ettiler o ormanları. İsmet Bey yıllar önce tatile giden vatan hainidir dediği zaman bozulan rahatsız olan insanlar var. Niye rahatsız oluyorlar? Şu manada; bugün bütün tatil beldeleri yakılan ormanlarımız, gasp edilen kıyılarımız, koylarımızda olan şeyler. Yani tatil yapan insan işte oraya gidiyor. Sen bir şekilde Türkiye’ye planlı programlı yapılan kötülüğü mükafatlandırıyorsun, tatil yaparak. Ama mesela işte buna bozuluyorlar “Tatil yapan vatan hainidir.” Ona bozulmuyor: gidiyor orda yakılan ormanların yerinde tatil yapıyor.   

Bir şey daha söyleyeyim Mehmet Akif’e şapka takmadığı için Mısır'a gitti diyorlar değil mi? Yani bu mesela bir cümle olarak söyleniyor. İstiklâl Marşı'nı Türk Milleti'ne hediye etmiş birisine bu nasıl söylenebilir? Mondros Mütarekesi'nden sonra memleketimiz işgal edilmeye başlanınca önce yerli gayrimüslimler fesi atıp, başlarındaki fesi atıp “Biz de sizdeniz.” diye işgalciler gibi şapka giydiler. İzmir işgal edildi, bütün yerli gayrimüslimler başlarındaki fesi atıp “Biz de sizdeniz.” diye şapka giydi. Müslümanlardan canını kurtarmak zorunda kalanlar şapka giydiler. İstiklal Harbi, zaten yani şapka giymemek için verildi. Şimdi diyorlar ki "Frenk mukallitliği" veya "Batı özentisi." Yani şapka öyle bir şey değil, şapka doğrudan bizim varlığımıza saldıran düşmanın sembolü. Burada ama hazin bir taraf var. Mehmet Akif’in şapka takmaması değil de Mısır'a gitmesi hazin bir taraf. Biz Ömer Seyfettin’in kitabını bastık orada "Piç" isimli bir hikaye vardır, der ki başında: "Ah Mısır... Bazı Türkler oraya eğlenmeğe, hava tebdiline giderler." diyor. “Ben yapamam.” diyor ve bir tasvirde bulunuyor. Mısır'ı işgal altında olan vatan toprağı olarak gösteriyor. Öyledir de zaten. Mısır 3. Selim zamanında işgal edildi ve o zaman -Genel Başkanımızın söylediği şey, yani tarih kitaplarından değil halkın söylediği şeyden bir şey öğrenebiliriz-  Benli Halime'nin Türküsü, Reşat Ekrem Koçu onu nakletmiştir: "Fransız elinde kaldıysa Mısır tacı tahtı terk et gel padişahım." diyor 3. Selim'e. Bu bir halk destanı. Halk destanında padişaha öyle sesleniyorlar: “Eğer Fransız elinde kaldıysa Mısır, tacı tahtı terk et.” diyorlar. Ömer Seyfettin Mısır'da işte işgal altında bir Müslüman memleketinde bütün düşman tasvirini şapka üzerine kurar. Yani şapkadır düşmanı simgeleyen şey bütün hikaye boyunca. Hazin kısmı dediğim de o; Ömer Seyfettin 1920'de öldü Hıristiyan Takvimi'ne göre yani Akif gitmeden önce yazdı zaten bunu. 1912 falan olsa gerek çünkü hikayede artık Türk değil de Katolik Fransız olduğunu söyleyen kişiye esas karakter “Ben Bingazi’ye gidiyorum.” diyor o da “Oo kahramanlık.” diye cevap veriyor ona. Bingazi Muharebesi sıralarında yazılmış bir şeydir.   

Ömer Seyfettin hikayelerini neşrettik diyoruz. Mesela  "Piç" hikayesini de bir tek bizim neşriyatımızda doğru okuyabilirsiniz çünkü Ömer Seyfettin yaşarken kitapları neşredilmedi, sonra da Harf İnkılabı oldu. Kitapları cumhuriyet ideolojisi demeyelim de rejimin kabul edebileceği şekilde yayınlandı. Uzun yıllar, çok uzun yıllar yarım asırdan fazla Türkiye’de insanlar Ahmet Halit Kitabevi'nin tertip ettiği şekilde, yayınladığı şekilde okudular Ömer Seyfettin hikayelerini. Diğerleri de çünkü 70’li yıllardaki baskıları ondan nakille yaptılar. Mesela orada hikayelerinin bir çoğu yoktur. En barizi sadece orada değil bir çoğunda olmayan hikaye "İlk Namaz"dır. Ömer Seyfettin İlk Namaz diye bir hikaye yazdı ama bunu rejim kabul etmedi. Yani onu yayınlayamadılar. Onun gibi bir çok hikaye var. Gene İsmet Bey mesela Ömer Seyfettin’in yazdıklarının yarısı Latin Yazısı'na geçmemiş deyince onu da bazı insanlar anlamakta güçlük çekebilirler ama çekmesinler. Şöyle, Genel Başkanımız göndermişti bana iki sene önce; Ömer Seyfettin’in bir hikayesi yayınlandı “Canbaz’ın Aşkı” diye. Bir Yüksek Lisans talebesi bu hikayeyi buldu. Bugün Ömer Seyfettin’in külliyatını eksiksiz tamamladım diye iddiada bulunan yayınlar var. Bu dediğimiz Canbaz'ın Aşkı hikayesi onlardan sonra çıktı ve o Yüksek Lisans talebesi verdiği mülakatta, ben bu hikayeyi buldum çünkü mektubunda Ömer Seyfettin böyle bir hikaye yazdığını söylüyor diyor. Yani düşünün daha yeni bulunan hikayesi adamın, bir mektupta zikredilen bir hikaye.   

Yani devletin durumu ortada. Ama biz Türk Milleti'yiz. Her zaman başından beri devlet ne plan yaparsa, yani hangi pazarlıkların içinde olursa, nasıl manevralar yapıp hayatımı devam ettirebilirim diye düşünürse düşünsün. 93 Harbinden sonra "Rus Anıtı" yapıldı İstanbul’da, Yeşilköy’de. Yeşilköy’e kadar geldi Ruslar, Ayastefanos’ta kocaman bir anıt yaptılar ve yıllarca o anıt Rusların zafer işareti olarak dikili kaldı Yeşilköy’de. Şu anda o anıt yok, ne zaman yıkıldı o anıt? Seferberlik ilan edilir edilmez. Yani Türk milleti kendi varlığını devam ettirme konusunda seferber olunca ne devleti dinledi ne kimseyi dinledi, gidip o Rus Anıtı'nı kendi yıktı. Ve işi tersine çevirmek isteyenler bugün faaliyette derken şunu da söyleyeyim: Türkiye’de Hristiyan 2012 yılında o Rus Anıtı'nın geri yapılacağına dair bir haber çıktı ve hiçbir homurtu duyulmadı Türkiye’de. Yani o Rus Anıtı, Yeşilköy’e kadar gelen Rusları temsil eden anıtın tekrar yapılabileceğine dair bir haber çıktı ama bu Türkiye’de bir homurtuya sebep olmadı. Cebimizdeki parada haç simgesi olmasına karşı bir homurtu duyulmadığı gibi. “Büyük T” ve “büyük L” idi bu paranın simgesi. Şu anda insanların bir kısmı zaten bu simgeyi zor olduğundan yapmıyor. Bazı pazarcılar aynısını yapamadığı için eski simgeyi koyuyorlar etiketlerine. Bazı insanlar da doğrudan kabul etmiyorlar. Ama çok kolay bir şekilde “büyük T” ile ve “L” ile simgeyi tekrar yapabileceği halde yapmadılar. Ve simgeyi “küçük t” ile tasarladılar çünkü haç olarak kabul edilen “t” o. Türkiye’de bu simgeye karşı bir homurtu duyulmadı. Yani buna bir milli bir reaksiyon olacak ki ondan sonra cebimizdeki kağıt paranın tamamının faiz olduğunu konuşabilelim. Yani bir milli reaksiyon lazım bir, herhangi bir konuda. Bir de bir şiir okumak istiyorum bu bahiste, yani "Türk Varlığına Sarılmak" bahsinde… Onu okuyayım: 

Neyi Kaybettiğini Hatırla 

Hatırlayacaksın
Hatırla hemen
Bizim eskiden
Nereli olursak olalım
İster oralı olalım yerli
İsterse garip yıpratık ağlaksı
Tuhaflığın gariplerinden
İddet müddeti babaların dolunca keyfe keder
Mecburen giderek cezaen tayini gelenlerden
Burnumuz olur olmaz kanardı.

İyi saatte olsun ve habire define arasınlar
Ama biz bildik birdik
Bildik bildiysek ders kitabını definemiz
Dişimiz idi meşgul onunla
Dişimiz tırnağımız
Gömü halimizdi yazarsa onu yalnız
Almanaklar yazardı ziraat zanaat ve
Hayvancılıkla meşgul olduğumuz ders kitaplarında
Dolar taşardı Sterling yazı kazısıyla
Taş taşıyan bir taşıttı hayatımız
Hafif atlatabildiysek muhtemel belâsıyla bütün
Mahalleye korkulu soluğunu hissettiren kazayı
Şöyle derdik:
Kimsenin burnu kanamadı.

Aklına hiç düştü mü ara sıra
Burnumuzun eskiden neden
Kanardığının sebebi?
Robot değildik de ondan akıllım
Robot olmayınca birer burun
Herbirimize meleklerden
Sağlanmıştı kanayabilen.

Önceleri neden
Fark edebilecek misin bakalım
Robot değildik acaba?
Değildik zira hepimiz
Kitapları umursamadan ders kitaplarını
Uzlaşmayı redd-i ilhak
Ederek edivererek almanaklarla
Bizzat bizatihi şahsen birer birer
Atıfta bulunabilirdik robotlara
Yollu yollar tozu tüter yollar vardı
Ne ki uzanıp gidiyordu
Gider gitgide giderdi robotluğa
Bize matuf değildi.

İsmet Özel’in bir şiiriydi, teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Gökhan Göbel’in ağzına sağlık. Bir paradoks, meşhur bir paradoks var: Bir şey ne ise o değildir, ne değilse odur. 

İsmet Özel: Bertrand Russell.

Durmuş Küçükşakalak: Evet Russell’ın. Türkiye de böyle yani… Bugün eğer vatan sevgisinden bahsedeceksek, Misak-ı Milli’den bahsedeceksek, vatanımızı sevdiğimizi iddia ediyorsak Türkiye’nin bugün geldiği ve getirildiği halden nefret etmemiz gerekir, tiksinmemiz gerekir. İkisi bir arada olmaz. Bugün Türkiye öyle berbat bir yere getirildi ki bu kademe kademe, 1960’dan sonra başlayan bir süreçti. Turgut Özal’la bileğimize kelepçe vurulduysa 20 yıldır AKP dönemiyle biz göbeğimizden sisteme bağlandık. Kapitalist sistemin hapşırması bizde doğrudan doğruya ölümcül zatürreye sebep oluyor onun için. Kendi milletinin geleceğini kundaklayarak yaşamak tek yol olarak önümüze kondu ve bu haram yemek afiyetle yeniyor. Sistemi ayakta tuttuğun ölçüde, ona kan verdiğin ölçüde hayat sahası açılıyor.  Onun için herkes kendi milleti aleyhine çalışarak bir şey oluyor. Karnını doyurabiliyor, ev sahibi olabiliyor vesaire. Yani bundan daha 10 sene önce, belki abartıyorumdur 15 sene önce bir memur emekli olduğunda emekli ikramiyesiyle başını sokacak bir ev alabilirdi, bunu düşünebilirdi. Ama şu anda hatırı sayılır bir mirasa konmayan yahut işte bir dalavere çevirip ticaret adı altında bir şey yapmayan, banka kredisine bulaşmayan… Yani kendi milleti aleyhine çalışmadan kimse böyle bir hakka sahip değil artık. Kendi milletin geleceğini imha karşılığında yaşama alanı elde edebiliyorsun. Kendi milletinin geleceğini imha faaliyetine girmediğin takdirde enayi pozisyonuna düşüyorsun. Kaç kişiden duydum: Kredi çekip ev almadım, herkes enayi diyor bana… Bu her alanda böyle. Kendi milletin aleyhine bir siyaset güderek siyasi bir kimliğin olabiliyor, kendi milletin aleyhine tarih anlatarak büyük tarihçi olabiliyorsun, kendi milletin aleyhine iş çevirerek iş adamı oluyorsun… Adı konulmamış, imzalanmamış bir mutabakat çerçevesinde bu işler tıkır tıkır işliyor. 

Yani Türkiye artık kendine Türk diyen, namuslu kalmayı hedef belleyen insanların yaşayamayacağı bir alan haline getirildi. Onun için Türk varlığı dediğimizde Türkeli'ne matuf bir şeyleri çağrıştırması lazım bunun. Türk varlığının hissedilebileceği yer, dediğim gibi tarihte bunun kırıntılarını bulabilirsiniz. Türklük tarihi bir vakadır, Türk varlığı tarihi bir vakadır. Ama Türk varlığını hissetmek ve ona sarılmak ancak Türkçe ile, Türk Edebiyatı ile, hassaten Türk şiiri ile mümkündür. O varlığı orada hissedebiliriz çünkü Türk Milleti şiirin doğurduğu bir millettir. Türk toprakları şiirin yoğurduğu topraklardır. Bu başında da böyledir, 13. Yüzyıl'da Yunus’ta da böyledir, bugün de böyledir. İstiklal Marşı ile ikinci kez vatan oluşuyla yine böyledir. Yani Türk Milleti'ni, Türk Toprakları'nı şiir yoğurmuştur. Ben daha fazla sözü uzatmayacağım. Bir şiir de ben okuyup, toplantımızı nihayete erdireceğiz. Okuyacağım şiir Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi. Başlığın altına şöyle bir ibare koymuş Namık Kemal: ‘Besalet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye’  Yani Osmanlılığın yiğitliği ve insanlığın hamiyeti. Bundan bahsedecek kasidede. Tarihe anakronik olarak bakılabilir dedim. Şimdi bunu ne yapacağız? Osmanlının yiğitliği üzerine adam bir şiir yazmış. Osmanlı yok ortada, Osmanlılık diye de bir şey yok. Dolayısıyla yiğitliği de yok, bu şiiri çöpe atmamız gerekir. Eğer Türk varlığından bahsederken Anakronizm'e düşmeyelim diye bir kaygımız varsa bu şiiri çöpe atmamız gerekir. İşte 150 yıl önce yazılmış, o zamanı anlamak için bir dokümandır, deyip geçmek gerekir. Ama bu şiir bugün yazılmış gibi canlı, diri. Çünkü Türk varlığının bir neticesi. Yani Namık Kemal her ne kadar bu şiirde Osmanlılık övgüsü yapsa da gayet mazurdur. Dediğim gibi, girişte de bahsettiğim gibi henüz daha Türk kelimesi var ama kavramı kullanımda değildir. Türk milleti diye bir şey yok henüz. Daha yüz sene öncesinde, Namık Kemalden yüz sene önce devletin adı "Devlet-i Ali Osman" olmuştur. Osmanlılık diye bir şey bile çok çok yeni bir icattır. Tanzimat döneminin icadıdır. Onun için bulabildikleri, sarılabildikleri budur kendilerini tanımlarken. Onun için gayet mazurdur. Ama bu bir Türk Şiiri olduğu için Türk varlığını hissedebileceğimiz bir alan açıyor bize:

Hürriyet Kasidesi

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden 
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetden

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetden 
Mürüvvet-mend olan mazlûma el çekmez i'ânetden 

Hakîr olduysa millet, şânına noksân gelir sanma
Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr-ü kıymetden

Vücûdun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gâm râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetden.

Mu'ini zâlimin dünyâda erbâb-ı denâ'etdir
Köpektir zevk alan, sayyâd-ı bi-insâfa hizmetden

Hemân bir feyz-i bâkî terkeder bir zevk-i fânîye
Hayâtın kadrini âli bilenler, hüsn-i şöhretden.

Nedendir halkda tûl-i hayâta bunca rağbetler
Nedir insâna bilmem menfâ'at hıfz-ı emânetden.

Cihânda kendini her ferdden alçak görür ol kim 
Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melâmetden

Felekden intikâm almak, demektir ehl-i idrâke
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedâmetden

Durup ahkâm-ı nusret ittihâd-ı kalb-i milletde
Çıkar âsâr-ı rahmet, ihtilâf-ı re'y-i ümmetden

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihân titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetden

Kazâ her feyzini her lûtfunu bir vakt içün saklar 
Fütûr etme sakın milletdeki za'f u batâ'etden

Değildir şîr-der-zencire töhmet acz-i akdâmı 
Felekte baht utansın bi-nasîb erbâb-ı himmetden

Ziyâ dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir 
Hicâb etsün tabi'at yerde kalmış kâbiliyetden

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim 
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı şehâdetden

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü ictihâdız kim 
Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşîretden

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyetde 
Bize hâk-i mezâr ehven gelir hâk-i mezelletden

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet 
Kaçar mı merd olan bir cân için meydân-ı gayretden

Kemend-i cân-güdâzı ejder-i kahr olsa cellâdın 
Müreccahdır yine bin kerre zencîr-i esâretden

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin 
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetden

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler 
Ki ednâ zevki â'lâdır vezâretten sadâretden

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâze dönmüş kim 
Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetden

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir 
Vazifem menfa'atden hakkım agrâz-ı hükümetden

Civân-merdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bi-dâd 
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyyetden

Ne mümkün zulm ile bi-dâd ile imhâ-yı hürriyet 
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyyetden

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret 
Ezilmez şiddet-i tazyikden te'sir-i sıkletden

Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet 
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme 
Cemâlin tâ-ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetden

Ne yâr-ı cân imişsin âh ey ümmîd-i istikbâl 
Cihânı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetden

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyâya infâz et 
Hüdâ ikbâlini hıfz eylesün her türlü âfetden

Kilâb-ı zulme kaldı gezindiğin nâzende sahrâlar 
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletden.

Teşekkür ederim, hayırlı akşamlar.

28 Şevval 1443 (29 Mayıs 2022) İstanbul

 

 

SINIF BİLİNCİ İKİNCİ MERHALE BİRİNCİ NÜSHA NEŞROLUNDU

Sınıf Bilinci’nin ikinci merhalesindeyiz. Evvelce Güz, Kış, Bahar, Yaz olarak dört nüsha neşrettiğimiz Sınıf Bilinci’ni bu sene sekiz nüsha neşredeceğiz.

DÖRDÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULUMUZ YAPILDI

İstiklâl Marşı Derneği'nin Dördüncü Olağan Genel Kurulu 21 Mayıs Cumartesi günü Ankara'da yapıldı.

OF NOT BEING A JEW Kitabının Yeni Baskısı Yapıldı

İstiklâl Marşı Derneği Fahri Genel Başkanı Şair İsmet Özel’in OF NOT BEING A JEW kitabının vaat edilmiş tüm şiirler ve son şiirlerini ihtiva eden hitama ermiş yeni baskısı TİYO Yayıncılıktan çıktı. 

"İSTİKLÂL TAKVİMİ 1435" ÇIKTI

İstiklâl Takviminin 1435 senesine ait nüshasının dağıtımına başlandı.

MÜSLÜMANIN İLK VAZİFESİ TERÖRİST OLMAKTIR! - “Yeni Kana Yasa / Yenik Anayasa” paneli yapıldı

İstiklâl Marşı Derneği’nin “Yeni Kana Yasa / Yenik Anayasa” adlı paneli 10 Ekim Cumartesi günü Ankara'da gerçekleştirildi.

ÇELİMLİ ÇALIM'IN BEŞİNCİ SAYISI ÇIKTI

Derneğimizin yayınladığı “Çelimli Çalım” mecmuamızın beşinci sayısı çıktı.

DESEM ÖLDÜRÜRLER DEMESEM ÖLDÜM Kitabının Yeni Baskısı Yapıldı

TİYO'nun ilk kitabı olduğu gibi Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okunurken hem sağdan hem de soldan başlanan ilk kitabı da olan “Desem Öldürürler Demesem Öldüm”ün yeni baskısı yeni kapağı ile yapıldı.

"TAŞLARI YEMEK YASAK" Kitabı Yeni Edisyon ile Neşredildi

TİYO Yayıncılığın dokuzuncu kitabı Taşları Yemek Yasak’ın yeni baskısı yeni kapağı ile neşrolundu.