Selamun aleyküm. Evet, biliyorsunuz Kovid-19 vakaları katlanmış. Onun için doktorlar diyorlar ki toplu bir kapanmaya niyetimiz yok ama bilhassa kapalı yerlerde maskenizi takmayı ihmal etmeyin diyorlar. Kovid çıkalı iki seneyi geçti ama gene de önümüzdeki aylarda dokuz milyar olacakmış dünyanın nüfusu. Şimdi sekiz küsurmuş bu üreme hızıyla dokuz milyar olacağı söyleniyor. Pandemi aslında bu nüfusu kırpmak için uydurulmuş bir şeydi, epey de mesafe kat ettiler, sayı olarak az kişi ölmedi Kovid-19’dan. Ama gene de tatminkâr değil, yani onlar daha büyük bir darbe vuracaklarını ümit ediyorlardı olmadı nedense. Ukrayna Savaşı da herhalde çok ölümle sonuçlanmadı. Türkçe’de bile bile lades diye bir tabir vardır. Yani lades nedir biliyorsunuz değil mi? Tavuk cinsi hayvanlarda bir lades kemiği vardır. Yemekte tavuk varsa o kemik birinin eline geçer ve lades tutuşur birisiyle. O lades tutuşma olduktan sonra birbirilerinden elden bir şey almazlar, aldıkları takdirde kaybederler çünkü. Onun için ona da bir çare uydurmuşlar, “aklımda” dersin. “Aklımda” dersin alırsın. Şimdi bu bizim toplum hayatımız itibariyle çok yaygın bir şey. Yani biz 16. asırdan itibaren bile bile lades oynuyoruz. Belki işte o “aklımda” işe yarıyor, yutmadık falan sanıyoruz bazı şeyleri ama bize yutturuyorlar.
Devleti kurtarmak. En büyük dertleri buydu ve birçok cürüm böyle bir gerekçeyle işlendi. “Eğer bunu yapmazsak onlar da şunu yapacak” dediler ve insanlar o başlarına gelmesin diye bir takım kötülükleri mazur gördüler, akıl almaz bir şey bu. Çünkü bir Osmanlı Düzeni tesis edilmişti. Ne zamandan sonra? Bilhassa Fatih Sultan Mehmet’ten sonra. Neden Fatih Sultan Mehmet’ten sonra? Çünkü İstanbul’un fethini takip eden zaman içinde önce Fatih Sultan Mehmet Fener patriğini yanına çağırdı ve ona bir ferman verdi. Bu fermanda patriğin yine patrik olduğu ve bütün Ortodokslar üzerinde hakları bulunduğu yazılıydı. Bu hadise mozaik şeklinde resmedilmiştir ve bugün de Fener Patrikhanesi'ne giderseniz görebilirsiniz. Ben şahsen görmedim ama fotoğrafını gördüm, Fatih Sultan Mehmet elinde fermanla patriğe veriyordu onu. Bu Fener-Rum Patriğinin yetkilerini Bizans döneminden çok daha ileri götürdü. Bizans döneminde sivil hükümdar yani insanların normal toplum hayatlarına hükmeden kişi ahaliyle aynı dinden olduğu için onların sivil ilişkilerini de tertip ediyordu, tanzim ediyordu. Fakat Türkler, Ortodoks-Hıristiyan olmadıkları için Padişah vaziyet edecek demekti Müslüman olanlara. Ve böylelikle ne başladı, Osmanlı sisteminde millet sistemi başladı. Yani devlet kendini Müslüman olmakla beraat ettirebildiği için yani “ben İslam devletiyim” diyerek halka kendini kabul ettirdiği için Müslümanlar "beraya" sayılıyordu. Yani Osmanlı siyasi yapısı iki unsurdan oluşur: Yukarda "sunuf-u devlet" vardır, devlet sınıfları. Bunlar: Kalemiye yani bürokrasi, seyfiye yani kılıç kuşananlar, bir de ulema, ilmiye denilirdi onlara. Bunlar zaman zaman aralarında geçişmeler olarak devleti idare ederlerdi. Geriye "reaya" kalıyordu. Reaya başta Rum-Ortodokslar olmak üzere Müslüman olmayan ahaliydi. Müslüman olmamakla birlikte kendi aralarında da yekvücut değillerdi Hıristiyanlar. Yani Sırplar da Ortodokstu, Bulgarlar da Ortodokstu, fakat Fener Patrikhanesi'yle ilişkileri ikisinin de aynı değildi. Dolayısıyla bütün Ortodoksları tek tek sultana bağlayan bir ruhban sınıfı vardı. Ermeniler de Hıristiyandılar. Ermeniler yeryüzünde millet olarak ilk Hıristiyan olan kavim sayılır. Efsanesi de şöyledir: İsa’nın şakirtlerinden birisi Ermenilerin yaşadığı bölgeye gider ve propaganda yapmaya çalışır, onu alırlar bir kuyuya atarlar. Kırk gün geçer aradan, kırk günden sonra oranın hükümdarı ne oldu bu adama öldü mü kaldı mı diye kuyunun başına gelir. O da aşağıdan yukarı bakmaktadır ona. Bunu mucize sayar hükümdar, “ben Hıristiyan oldum, tebam da Hıristiyan oldu” der. Böylece ilk millettir Hıristiyan olan Ermeniler. Gregor olması lazım o şakirdin adı çünkü onlar Gregoryendirler. Ermeni papazları çağırır Fatih Sultan Mehmet, Fener patriğinden sonra. Onlara der ki “aranızdan bir patrik seçin” onlar da bir patrik seçerler böylece ilk defa Ermeni cemaati dini bir müessese sahibi olur. Bu Ermenileri çok gururlandıran bir şey olduğu için Fatih Sultan Mehmet’in ruhaniyeti adına yortu düzenlenir. Gidin bir Ermeni kilisesine bunu sorun, siz ne zaman yapıyorsunuz bu yortuyu diye. Böylece en yukarıda Rum-Ortodokslar, onların altında Ermeniler, onların altında da Yahudiler yer alır. Bunlar arasında münasebetler çok keskin hatlarla ayrılmıştır, yukardaki yukardadır. Onun için bugün Türkiye’de Trabzon’la Rize arasındaki geçimsizliğin sebebi budur. Çünkü bir taraf Rum’dur, bir taraf Ermeni’dir. Türkler Müslüman oldukları için bu sınıflamanın içinde bir yere yerleştirilemez, onlara "beraya" denir. Yani devlete haraç vermekten berî kalmışlardır. Devlete haraç vermeyen bir kavimdir Türkler devlet içinde, sayıları da çoğunluğu oluşturmaz. Bu günümüzü de ilgilendiren bir meseledir. Neden? Çünkü biz bir İstiklâl Harbi başlattık. Başlattık diyorum, çünkü ben İstiklâl Marşı Derneği kuruluncaya kadar bu ayrımın farkında değildim. Oldu bitti sanıyordum İstiklâl Harbi. Bitmedi, bitmediğini gördüm. İstiklâl Harbi, eğer birileri bu savaşı yürütmek istiyorsa zaman ve zemin buna müsaittir. Yaşadığımız toprakların İslamlaşması, -bugün birtakım yayın organlarını falan filan takip ettiğiniz zaman görüyorsunuz dinliyorsunuz, Türkiye’nin %90’ı Müslüman falan gibi laflar vardır, hatta 99’u diyen de vardır- bu vâkıa, Cumhuriyet’in ilanından sonra olmuştur. Çünkü aslı Rum olan, aslı Ermeni olan, hatta aslı Yahudi olan insanlar Ermeniliklerini, Rumluklarını, Yahudiliklerini açıkça telaffuz edemediler. Çünkü "Topraklarımızı elimizden almak isteyenlerden birisin, değil mi?" diye soracaklarından korktular kendilerine. Hele Rumlar… Halbuki biliyorsunuz Lozan’da gayrimüslimlerin hakları beynelmilel garantilere bağlanmıştır. Çok büyük haklarla donatılmışlardır gayrimüslimler Lozan’da. Onun için "Lozan zafer mi hezimet mi?" diye bir soru doğmuştur. Yani gayrimüslimlerin kazançlı çıktıkları bir anlaşmaydı bu. O kadar ki bugün yaşadığımız şehir Türklerin şehri değildi Lozan’dan sonra. Lozan, İstanbul ve Çanakkale Boğazı arasında kalan bölgeyi uluslararası denetime bırakmıştı. Ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomisi tahrip olmamış ülke İngiltere olduğu için uluslararası denetim İngilizlerin denetimi demeye geliyordu. İngilizler hakimdiler yani boğazlara. Bizim boğazlar üzerinde hak sahibi olmamız 1936 Montrö Antlaşmasıyla kayda geçirilmiştir. Ondan sonra işte belli tonajdaki gemiler geçer geçmez, bunlar kayda bağlanmıştır.
Bizim topraklarımızın İslamlaşması İstiklâl Harbi sebebiyledir. Yani İstiklâl Harbi verildiği için barışa geçildiğinde insanlar günlük hayatlarını pürüzsüz yaşamak için Müslüman görünmek zorundaydılar. Nasıl olsa sonunda "Atatürk Devrimleri" dedikleri inkılaplar cereyan etmişti. Nasıl olsa kimsenin kimseye namaz, oruç bunları soracağı yoktu. Onların da namazla, oruçla alakaları yoktu. Dolayısıyla Müslümanım deyip herkes birbirileriyle eşit oluyordu. Kimse kimseye hesap sormuyordu. Ama biliyorsunuz kanun çok geç çıktı. Türkçe ezan okunmasına dair kanun çok geç çıktı. 1932 ya da 1933’te başladı Türkçe ezan, kanun 40'lı yıllarda falan çıkmıştır. İnsanların noksanlığını hissettikleri bir şeydi ezan. Bu yüzden Hıristiyan takvimine göre14 Mayıs 1950 günü akşam ezanı Arapça okundu. Çünkü sandıklar açılmıştı ve hükümeti Demokrat Parti’nin kuracağı aydınlığa kavuşmuştu. Bir adam, bir köylü pazara iki sığırını götürmekteymiş. Ezanı duyunca yatırmış ikisini de kurban etmiş. Yani birini değil ikisini de kesmiş. Öyle bir dönem yaşandı. Dinine sahip çıkan insanlar çok eziyet gördüler. Fakat Türk milletinin bir cevher taşıdığını ispat eden bir dönem oldu bu aynı zamanda. Çünkü adam Kur'an öğretiyordu, çiftçi, tarlanın bir ucunda bir çalılık öbür ucunda başka bir çalılık vardı. İkisinin de arkasına birer tane talebe yerleştirmiş. Sabanla gidiyormuş, onu dinliyormuş. Sabanla gene öbür tarafa geliyormuş, öbürünü dinliyormuş. Tabii o dinleme sırasına düzeltmeler yapıyor. Bir insanın kendi başına namaz kıldığı öğrenildiği zaman karakola çekilip falakaya yatırılıyordu adam. Yani böyle zor bir şeydi. Benim annem 1902 doğumluydu, babam 1899 doğumluydu, bunlar bütün olayları yaşamış insanlardı. Onun için bize dini eğitim vermekten imtina ettiler. Biz ancak Demokrat Parti iktidara geldikten sonra bir şeyler öğrenebildik. Sonra tabii birçok şey döndü dolaştı bir yere gelindi belki. Ama bu gelinen yer kimin sevineceği, kimin üzüleceği bir yerdi? Bunu göz önüne almak lazım. Yani bunu göz önüne almayan insanlar iseniz sizler, beni boşuna dinlemiş oluyorsunuz. Bugün Türkiye bir yere geldi. Bu geldiğimiz yerde birileri acı çeken durumundalar, birileri kendi gelecekleri adına ümit besleyen insanlardır. Ben Çengelköy’de oturuyorum, Rasathane’de. Bizim otobüs yolumuz üzerinde su deposu diye bir durak vardı. Şimdi anılmıyor adı su deposu olarak. Orada bir böyle dükkanların falan olduğu salaş bir yer vardı. Sonra o dükkanlar nedense yok edildiler ve orada bir inşaata başladılar. Ben de otobüsle her gün önünden en az iki kere geçiyorum ve dikkat ediyorum. Benim gözlemlerime göre orada bir kilise inşa ediliyordu. Fakat ne olduysa oldu sonunda cami oldu orası. Bugün hâlâ Ömer Öztürk Camii olarak faaliyet gösteriyor. Benim torunlarım da orada Kur'an kursuna gidiyorlar. Ama dediğim gibi birilerinin bir takım beklentileri var. O çiçekler ne zaman açacak onu bekliyorlar yani. Açtığı zaman da Müslümanlara göz açtırmayacaklarını kehanet olarak belirteyim size. Yani şimdiden bütün Türkiye’de çok sıkı bir gayrimüslim dayanışması var. Gayrimüslimler bir insanın Müslüman olduğunu anladıkları zaman müştereken cephe alıyorlar. Konu ne olursa olsun, asansör hızlı çıktı çıkmadı, ne olursa olsun yani. Anlatabiliyor muyum? Yani seneler içinde bir şeyler kazanmış olmalıydık. Mesela en azından bayramlarımızı bayram edebilirdik. Öyle bir hazırlık kimsenin işine gelmedi ve olmadı netice itibariyle. Asr-ı Saadet hakkında okuduğumuz metinlerden şunu öğreniyoruz: İslam’dan önce yani Kur’an-ı Kerim nazil olmadan önce, o yöreye hakim olan zümre -ki Kureyşlilerdir- iki sevinç günü tanımışlar halka. Rasulullah da demiş ki "Ben de size iki sevinç günü vereceğim." ve bu birisi Ramazan ayının sonunda diğeri de Kurban kesildiği mevsim. Bir de biliyorsunuz öyle bir espri vardı. Gazetelerden birisi yazmış “bu sene de hac mevsimi kurban zamanına geldi” diye. Dört gün olduğu için kurban bayramı buna "İyd-i Kebir" denir, büyük bayram. Öbürü üç gün olduğu için kısa bayram oluyor. Kurban kesmek, şartları var biliyorsunuz. Yani özürlü hayvanı kurban edemezsiniz. Hatta boynuzu kırık hayvanı da kurban edemezsiniz. Kurban ettiğiniz hayvan sıhhatli ve istifade edilebilir bir hayvan olacak. Yani onu kurban eden insan biraz kendini de kurban etmiş olacak. Anlatabiliyor muyum? Yani mal canın yongasıdır derler ya, öyle bir kurban kurban edeceksin. Neden bu böyle? Çünkü sen kendini bıçak altına atmadığın için koyunu ya da sığırı bıçak altına atıyorsun. Yani aslında bıçak altında olması gereken sensin. Yani, Allah yolunda kendine bir mevki seçmek, kurban etmek. Hatta benim çocukluğumda derlerdi ki sırat köprüsünden kurbanın üzerine binip geçeceksiniz.
Günümüzün siyasi canlılığı da bütün insanlığın yaşadığı maceranın merkezinde bir iş. Şimdi 1990’da aşağı yukarı, işte Berlin Duvarı çöktü, Sovyetler Birliği de haritadan silindi. Bu kimilerine çok şaşırtıcı geldi, bana mesela. Çünkü biz gözümüzü açtığımız zaman, ben 1944 doğumluyum, 44’te Sovyetler Birliği vardı. 45’te Soğuk Savaş başladı. Bu da Sovyetler Birliği’nin varlığını parlattı. Mesela Türkiye’de yayınlanan tercüme kitaplardan birisi Komünistlerin Söylediklerine İnanılabilir mi? gibi bir kitaptı. Hatta entelektüel seviyesi hesaba katılacak bir kitap da yayınlandı. İnce bir kitaptı. Benim okuduğum kitabın adı Mağlup Olan İlah’tı. İngilizce The God that Failed kitabın orijinal adı. Yani bazı, “insanlığın geleceği Komünizm'dedir” diyen insanların ne olup da Komünizm'i artık bir kurtuluş yolu bulmadıklarını anlattıkları kitaptı. André Gide, Stephen Spender falan gibi insanlar vardı kitabın katkısında bulunanlar arasında. Yani ben kendi Marksist geçmişim içinde Sovyet İhtilali’nin en büyük Amerikan sermayesiyle finanse edildiği görüşündeydim. Bunu hepiniz anlayabilirsiniz. Çünkü şu anda şehir dışında bir yere gidecek olsak kaç kişinin cebinden yol parası çıkar? Herkesin çıkmayabilir. Ama ihtilalde herkes zırt zırt her yere gidiyor dikkat ettiyseniz. Yani bunun finanse edilmesi lazım. Birisi finanse ediyor olması lazım. Yani çok basit bir şey bu. Fransız İhtilali de spontane bir hareket değildir. Orléans dükü finanse etmiştir. Ve Paris’te sivil halka silah dağıtılmıştır. Buraya kadar güzel ama silah almayı reddedenler öldürülmüştür. Yani “demek ki sen bu silahı almadığına göre sen bana silah çekeceksin demektir bu.” Yani toplumsal olaylar sandığımız gibi iç mekanizması olan şeyler değildir. Hepsi kendi dışından yönlendirilmiştir. Mesela İngiltere ile Fransa arasında Yüz Sene Savaşları olmuştur. Neden oldu bu? Çünkü Normanlar dediğimiz bir takım insanlar var. Yani Fransa’da Normandiya diye bir yer var. Vikingler Sen’in kıyısından girip Paris’i haraca kesiyorlardı. Kral baktı ki bunlarla baş edilemiyor, “heyecanlanmayın” dedi, “ben size toprak vereyim orada eker biçer kendi hayatınızı yaşarsınız.” Normanlar da bu teklifi kabul ettiler, orası Normandiya oldu. Yani kuzeyden gelen insanların yaşadığı yer. Fakat bu Normanlar öyle akıncı bir zümre oldukları için ne yaptılar? Britanya’yı fethettiler. William the Conqueror, Fatih William çıktı. Adayı fetheden adam. Ve uzun yıllar boyunca bu insanlar Fransızca konuştular, bildikleri tek dil oydu çünkü İngiltere’de. Sonradan sonradan işte iki dil karıştırıp, Saksoncayla Normancayı karıştırıp İngilizce diye bir dil uydurdular. Yani bugün bütün dünyanın cayır cayır konuştuğu dil böyle uydurma bir dildir. Ekleme bir dildir yani. Onun için İngilizce kolay başlar zor biter. Çünkü zor bitmesinin sebebi artık çok entelektüel konularda yazıyorsundur demektir, onun altından kalkmak için Latince, Yunanca falan bilmek gerekir. Normanlar bu sefer geldikleri yerde hak iddia etmeye başladılar. Geldikleri yer Fransa’ydı. “Buralar bizim” demeye başladılar. Fransızlar da, ya “nerden sizin, suyun öbür tarafındasınız” dediler, savaşlar başladı. Biliyorsunuz Jeanne d’Arc bu savaşlar içinde ortaya çıktı. Arc’lı Jeanne demek, Jeanne d’Arc. Jeanne d’Arc köylü bir kızdı, 14-15 yaşlarında. Gecenin birinde bir ses duydu: “Jeanne, kalk Fransa’yı kurtar.” Bu da kalktı, zırh giydi ve Paris’e gitti kralla görüşmek için. O ziyaret sırasında Fransız aristokratları bu kıza bir oyun oynamak istediler. Tahta kral olmayan birini oturttular. Nasıl olsa tahttaki kraldır diye ona yönelecek diye düşündüler. Nitekim o da tahttın önüne kadar gitti, baktı ki bu kral değil. Tanımıyor kralı tabii ama gitti öbür aristokratlar arasında dolaştı, kralı buldu, diz çöktü ve vazife istedi. Ve başında olduğu birlikleri her zaman zafere götürdü Arc’lı Jeanne. Ondan sonra İngilizler savaşı kazanınca bunu büyücülükle suçladılar ses duyuyor diye. Ondan sonra, ses duymadığını söylerse affedeceklerdi ama kadın hala ses duyuyordu ve yaktılar onu. Yüz Sene Savaşları bunlar. Arkasından Avrupa Otuz Sene Savaşları yaşadı. Bunun sebebi Protestanlığın bütün Avrupa’da çok hızlı yayılmasıydı. Papalık Protestanlığın bu kadar hızlı yayılmasına bir tedbir almak üzere ordular harekete geçirdi ve birçok Hıristiyan, Protestan, Katolik birçok zümre çıktı birbirleriyle savaştılar. Ona Otuz Sene Savaşları diyoruz, onun hatırası da elimizde Decartes olarak kaldı, René Descartes. Sonra daha ilerdeki yıllarda, 19. Yüzyılda Yedi Yıl Savaşları var. Bu da, Avrupa’da Prusyalılarla İngilizler sanıyorum, Fransızlarla Avusturyalılar müttefiktiler. Fakat sonunda hepsi Amerika’daki Kızılderilileri öldürmek konusunda birleştiler. Ve tabii ki aklımızın almayacağı katliamlar oldu. Yani, Batı Medeniyeti, ki bugün Müslümanların utanç duymaları gereken şeylerden birisi budur, çünkü medeniyet adını taşıyan dünya kadar dernek kurdular. Medeniyetin ne olduğunu ben halbuki 1977 yılında yayınlamıştım. Ama onlar nasipsiz insanlarmış, biz buraya kadar geldik. Yani Batı Medeniyeti değil sadece bütün medeniyetler kan ve gaddarlık sayesinde ayakta kalmış şeylerdir. Buna Yunan Medeniyetini, Roma Medeniyetini, Çin Medeniyetini, Hint Medeniyetini, eğer varsa İslam Medeniyetini katabilirsiniz.
Bir şey olacak veya olmayacak. Bugün bayramın üçüncü günü. Olması muhtemel ve olması büyük bir ihtimalle gerçek olan şey Türkiye’nin bölüneceğidir. Hatta benim yazdıklarımı, konuştuklarımı takip edenler gayet net olarak hatırlarlar onu, ben “Türkiye parçalanacaksa Doğu'dan bir parça koparak parçalanmayacak, Batı'dan bir parça koparak parçalanacak” demiştim. Ve bugün, onun da çok ileri bir noktasına geldik. İzmir şehrinin bugün bir milli marşı, bir milli bayrağı ve bağımsız oldukları takdirde idari mekanizması var. Zaten yıllar öncesinden yani on yıl öncesinden ilan ettiler, “biz Türkiye girmese bile Avrupa Birliği’ne gireceğiz şehir olarak” dediler. Yani, “İzmir olarak gireceğiz Avrupa Birliği’ne” dediler ki, Avrupa Birliği’nde de bunun vetoyla karşılanacağını sanmıyorum. Bulgaristan mı veto edecek İzmir’in Avrupa Birliği’ne girmesini, Yunanistan mı veto edecek?
Dinleyici: Avrupa Birliği’nde böyle bir statü var mı şehirlerin tek başına birliğe katılmasıyla ilgili?
İsmet Özel: Tabii, mesela Kıbrıs’ın milli birliği olmamasına rağmen Avrupa Birliği’nin üyesi. Ve adayı bütün olarak kabul ediyorlar, teorik olarak. Yani bayraklarında da zaten Kıbrıs haritası var. Ve zaten Avrupa, şehir devletlerine yabancı bir toprak parçası değil.
Evet, yani Türkiye’nin parçalanması büyük bir ihtimal ve bu parçalanmanın bir an önce olmasını bekleyen insan sayısı da aramadığınız kadar çok. İnsanlar hayatlarını bu parçalanma hesabıyla yapıyor, düzenliyorlar. Tersini yapmıyorlar, yani Kars’taki adam Balıkesir’deki adamın akıbetiyle ilgilenmiyor. Ama dünyada hedeflenen gelecek dolayısıyla bir şekil alacak bu topraklar tabii. Tıpkı nasıl İstiklâl Harbi'nin 1923’e gelindiğindeki durumu itibariyle Avrupa Kıtası’nın Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan ve Kürdistan… Kürdistan’ın Avrupa’yı tehdit edecek bir ekonomik gelişme göstereceğini o zaman da kimse düşünmüyordu bugün de kimse düşünmüyor ama Ermenistan ve Yunanistan Avrupa’yı köşeye sıkıştıracak maharetleri ellerinde bulunduruyorlardı. Osmanlı Devleti 1838 İngiliz Ticaret Anlaşmasına rağmen çökmüş bir ekonomi değildi. Neden? Çünkü çok kaliteli mallar üreten Ermeni zanaatkarlar vardı. Ve onun için yani İngiliz ve Alman sanayiciler o katliamı finanse ettiler. Yani, Ermenilerin aradan temizlenmesi gerekiyordu Avrupa’nın selameti için. Şimdi, Nazım Hikmet’in Ayağa Kalkın Efendiler şiiridir, şöyle biter: Yeter artık Yenicami tıraşı, / yeter! / Ayağa kalkın efendiler… Şimdi bu tavsiyeyi ciddiye aldığımızı düşünelim. Ayağa kalkıp ne yapacaktık yani? O zaman ayağa kalkmış olsaydık ne yapacaktık? Bunun üzerine bir soğuk su içeyim. Benim çocukluğumda da çok kullanılan bir tabirdi o, “sen onun üstüne bir bardak soğuk su iç” derlerdi. Dolayısıyla Kafirler nasıl olsa bunlar birbirlerini yer düşüncesiyle, -şu Misak-ı Milli haritasıdır, burada “Önce Vatan” yazıyor, burada da “Türkeli” yazıyor, bu haritadan en çok taviz veren, dikkat ederseniz o sınırlar görünüyor buradan, yani haritada var Türkiye’nin fiili sınırları- bu Misak-ı Milli haritasından en fazla taviz verenlere emanet edildi Türkiye. Ve işte tren yolu geçer güney sınırımızdan, kuzeyi Türkiye’dir, güneyi Suriye’dir. Bu öyle olmuştur, yani kuzeyde kalanlar Türk olmuştur, güneyde kalanlar Arap olmuştur. Böyle bir saçmalık yürürlüktedir.
Paçaları sıkışınca bir takım tedbirler almak zorunda kaldı Türkiye’yi yöneten insanlar. Bunlardan bir tanesi kamu iktisadi teşebbüsleridir. Yani Türkiye iki harp arasında totaliter rejimlerden ideoloji devşirmiştir. Mesela Sümerbank’ın kadroları gitmişlerdir Rusya’da tekstil eğitimi görmüşlerdir. İşte, bir bayrak bir millet falan filan laflarını Almanya’dan naklettiler Türkiye’ye. Asıl naklettikleri şey mesleklerin odalar şeklinde teşkilatlanmasıdır. Faşizmin korporasyon sistemini kopya ettiler. İktisadi devlet teşekkülleri de bunun bir parçasıydı. Yani maden işlemek için Etibank, dokuma için Sümerbank. Hatta Beykoz’daki kundura fabrikası Sümerbank’ındı. Ama ne oldu? Bunlar o günü kurtarmak için kurulmuş şeyler oldukları için hiçbir teknolojik gelişmeye uğramadılar. Yani o gün nasıl kuruldularsa kapanıncaya kadar o minval üzere devam ettiler. “Burası benim memleketim, bunlar benim insanlarım” diyerek hareket eden yöneticilerimiz olmadı. Bir anekdot nakledilir. Almanya’nın güneyinden kuzeye doğru, Berlin’e doğru yola çıkmış bir adamı kral, Prusya Kralı karşılaşıyorlar. “Niye gidiyorsun Berlin’e” diyor. “İşte arazimle ilgili bir mesele var hakkımı arayacağım” diyor. “Emin misin” diyor “hakkını alabileceğinden?” Adamın verdiği cevap: “Berlin’de hâkimler var.” Yani onlar doğrusunu yaparlar manasında. Türkiye’de böyle bir şey yok. Tabii bu benim için de bir yara oldu, çünkü Führer doğduğu zaman, yani Adolf Hitler Almanya’nın şansölyesi olduktan sonra, bütün Almanya’nın hâkimleri Hitler’e bağlılık yemini ettiler. Yani bu olduktan sonra artık orada adalet olmaz.
Ben ilerlemiş yaşıma rağmen çocuk gibi ümitler içinde geçirdim İstiklâl Marşı Derneği’ndeki zamanımı. Yani daha başlangıçta hiçbir şey belli değildi ama ben hâlâ konuşuyordum. Yani, bundan şikayetçi değilim. Yani, tersi olsaydı çok daha kötü olurdu. Yani “yaşını başını almış adam çocuk gibi bir şeylerden ümit ediyor” denilmesi beni huzursuz etmiyor. Çünkü bunun tersi kötülüğün baskın çıkacağına inanmak demektir. Ondan yana değilim. Mesela benim baştan beri söylediğim şeylerden birisi o, biz Türkiye’de bütün suları, akarsuları ve gölleri, birbirine bağlayacağız. Hem yüzey şekillerinden istifade edeceğiz çünkü mutlaka bir yer bir yerden daha yukardadır. Yukarda olan aşağıda olana gönderecek suyu ister istemez. Kanallar açılacak ve böylece bir insan kürek çekerek bütün Türkiye’yi dolaşabilecek çünkü her taraf su yoluyla bağlanmış olacak birbirine. Ne oluyor bize diye sormadan insanlar piyasa şartlarını kendilerine uyduruyorlar. Yani gözümün önünde olan şeyler. Bunlardan bir tanesi bildiğimiz ev eşyaları tencere, tava, sürahi bunlar mesela 1980’den sonra dünya standartlarıyla Türkiye’de tekrar üretilmeye başlandı, yani başka şeyler oldu ve insanlar buna intibak etmekte bir sakınca görmediler. Bunun arkasını görmek insanların derdi değil, çünkü arkasını gördükleri zaman hangi tuzağa düştüklerini anlayacaklar. Anladıktan sonra da ne olacak bilmiyorum.
Halk arasında şöyle bir laf dolaşır: “CHP bizi devletten, MHP bizi milletten, AKP bizi dinden etti.” Çünkü, CHP devlet partisi olarak kuruldu ve devletin canına okudu ve insanlar bugün bugünkü CHP’yi eleştirirken Bülent Ecevit’in 12 Eylül 1980 darbesinden sonra zincir bozan mıydı? Orda çıktıktan sonra CHP’ye geri dönmedi Bülent Ecevit. Kendine ayrı bir parti kurdu ve CHP’ye niçin dönmediğini de izah etti. Dedi ki “Orası Türkiye’ye zarar vermek isteyen insanların eline geçti.” Bunu söyledi Ecevit. Yani kendisi de tek başına bir şey yapamayacağı için ayrı bir parti kurdu, o da onu başbakan yaptı.
(...)
Hıristiyanlığın A'dan Z'ye her tarafı sallanıyor. Yani nerden çıktı lan bu Allah’ın oğlu olmak dediğin zaman o sana felsefe yapacak bilmem ne falan filan dünya kadar şey. Yani bir kere tanrı tarihe giriyor. Milattan önce milattan sonra. Doğumdan önce doğumdan sonra. Tarihi İsa’nın doğumuyla anlıyorsun ki o bakımdan bizim işte bugün inkılaplar demek zorunda kaldığımız hadiseler cehalet yüklü şeyler. Çünkü Hicri Takvim modern hayatta karşımıza çıkan takvimlerin hepsinden çok daha rasyonel ve yerine oturan bir şey. Yani çünkü bir kısım Müslümanlar aldıkları davet üzerine doğdukları şehri terk ediyorlar. Bununla kalmıyor Medine’ye geldikten sonra, bak Medine'ye dedik halbuki o şehrin adı Yesrib. Yesrib, Resulullah orada düzeni kurduktan sonra Medine-i Münevvere oluyor. Münevvereyi unutuyoruz, Medine kalıyor. Resulullah her sene, belki her ay bilmiyorum, ama her sene Mekke’deki fakirlere erzak gönderiyor, Medine’den. Çünkü hicretin gayesi Mekke’yi fethetmek. Daha önceden kendi adamlarını hazır tutuyor orada. Yani buna benzer çok şey var. Demek istediğim hicret hesaba katılması gereken, saygı duyulması gereken, baş üstünde tutulması gereken bir şey. Dolayısıyla onu sıfır kabul etmek en önemli şey çünkü hicretten önce işler başkaydı hicretten sonra işler daha başka yani. Ve bugün farz olarak bildiğimiz şeylerin hemen hepsi hicretten sonradır.
(...)
Bu ülkenin insanı olup olmamak konusunda hepimizin önünde bir soru var. Bu ülkenin insanı mıyız, değil miyiz? Yahut tek kişiyse bu ülkenin insanı mıyım, değil miyim? İnsanıysam bana düşen nedir? İnsanı değilsem ne yapacağım?
Bu ülkenin neresi olduğunu bilmeden bu sorunun cevabını doğru veremeyiz. Yani, jeoloji bu konuda bize yardımcı olamaz. Yani "Türkiye, işte üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadadır!" dediğin zaman bu bir mana ifade etmez, çünkü aynı şeyi İtalya için de söyleyebilirsin, İspanya için de söyleyebilirsin. Yani, bu ülke neresidir ve niçin biz bu ülkenin vatandaşlığıyla bağlıyız? Yani, bağlı olduğumuz bir organizasyon var, bunun dışına çıkamıyoruz. Şu anda Türkiye’de fiyatlar, biliyorsunuz bu yakıt vesaire meselesi yüzünden, çok yükseldi. Bir şey yapabiliyor muyuz? Hayır! Yani, kıvırcık marul alacaksak on lira verip alıyoruz. Yani, üç buçuk liraya aldığımız kıvırcığı on liraya alıyoruz. Yani iktisat yardımıyla da bu ülkenin insanı olup olmadığımızı anlayamayız. Nerden anlarız, bu ülkenin insanı olup olmadığımızı? Mesela, Amerikalı olmakla Türk olmak nerde ayrılır? Tabii "Polonyalı olmakla Türk olmak nerede ayrılır?" sorusu da bir sorudur.
Anlam! Türk olmanın bir anlamı olması lazım. Yani, bugün Türkiye’de yaşayıp da Atatürkçü olan herhalde milyonlarca insan var. Çünkü ben otomobillerin orasında burasında Atatürk imzası falan görüyorum. Bunlar bu anlamı hayatlarının dışına atmış insanlar. Yani, çünkü ne iş yapıyorlarsa, hangi yol takip ediyorlarsa, o yolu takip etmelerine imkan veren işler Atatürk’ün elinden çıkmıştır. Mustafa Kemal, Modern Türkiye’yi icat etmiştir, keşfetmemiştir, icat etmiştir. Yapım, yani bir imalattır bu. Peki, Türk olmanın anlamı nasıl ortaya çıkar? Yani, içimizden "Sen Türksün" diye bir ses mi gelmesi lazım? Yoksa dışımızdan birisi "Sen Türksün" mü demesi lazım bize? İç mi, dış mı? Dış. Çünkü biz son günlere kadar Türk olmak diye bir problemi olmayan insanlardık. Belki hala değiliz, -onu bilmiyorum- ama benim Türk tarifim hesaba katıldığı zaman akidevi olarak bir varlıktan bahsetmemiz gerekiyor. Şimdi, tarih atlaslarını sayfa sayfa çevirdiğiniz zaman "İslamın yayılışı" diye bir sayfa görürsünüz. O haritada bugün yaşadığımız topraklar yoktur. Dikkat ettiniz mi buna? Bugün yaşadığımız toprakların Darü’l-İslam olmasını sağlayan kavme mensubuz biz. Veya değiliz. Birisi reddedebilir. "Ben onlardan birisi değilim" diyebilir. Dikkat edin, Büyük Selçuklular var, Anadolu Selçukluları var, sonra bir de Osmanlı Devleti var. Ama arada bir parça kalıyor ki, bu parçayı hiç kimse zikretmiyor. O da Gaza Beylikleri. Yani, bu toprakların Darü’l-İslam haline gelmesinden sonra, meselesi İslam kültürünün erişilmeye değer bir seviye tutturduğunu iddia eden beylikler var. Bunlardan bir tanesi mesela Danişmentoğulları. Sivas civarında bir beylik kurmuşlar, ama ihtida etmiş bir Ermeni ailesi. Menteşeoğulları; bugünkü Muğla’nın olduğu yerde bir beylik. İhtida etmiş bir Rum ailesi. Yani, esasımız doğrudan doğruya bu toprakların Türkçe konuşan insanlar tarafından doldurulmuş olmasıdır. Yani, insanlar farklı şiveler kullanıyorlar, fakat Türkçe konuşuyorlar ve Artvinli ile Muğlalı birbirini anlayabiliyor. Öyle, "ne diyor bu adam?" demiyor biri diğerine, ama Almanya’da öyle değildir. Almanya’da mahalli dili konuşuyorsan, asla öbür mahalli dili konuşanla anlaşamazsın. Lise mezunu olman lazım anlaşabilmen için, çünkü lisede o farkı öğrenmişsindir, “hah, bunlar bunlara şöyle diyorlar” diye kafandan çıkarırsın, ama dil birliği yoktur Almanya’da ve İtalya’da. Hatta İtalyan birliği kurulduğu zaman şu söz söylenmiştir: “İtalya’yı kurduk, şimdi sıra İtalyanlarda.” Yoktu İtalyan, yani herkes ya Milanoluydu, ya Cenevizliydi, ya Venedikliydi ve o dili konuşurlardı. Ve o diller arasında sözlükler vardı, aslı Latince olmasına rağmen. Roma İmparatorluğunda hangi dil hakimdi? Latince. Kim konuşurdu Latinceyi? Yüksek tabaka. Sadece asiller konuşurdu. Vülgate denirdi, çarşı, pazarda falan konuşulan Latinceye, Halk Latincesi. Roma İmparatorluğu çökünce bütün Avrupa'nın başına gelen aynı şeydi. Halk Latincesiyle o kavmin dili iç içe girdi ve o şehrin dili oldu. Bu, ister Fransa’da böyle olsun, ister İspanya’da olsun, oranın dili oldu. Sonradan Fransa’nın merkezi krallık kurması sonunda bütün ülkeyi kaplayan, kapsayan bir dil ortaya çıktı. Fransa’da milli devlet ortaya çıktığı zaman nüfusun ancak yüzde on beşi Fransızca biliyordu, ancak yüzde on beşi. Ve 19. Yüzyılda vergi memurları yanlarında tercüman taşıyorlardı, çünkü o Parisli başka bir şey bilmiyor, tercümandan öğreniyordu adamın derdini. Türk olmak bu değişimin muhafızı olmak demektir. Değilsen, dalgaya kapılmış bir insan olarak ölür gidersin. Tabii herkes gibi yaşarsın, kanunlar var, insanlar bir şeyler tahsil görüyorlar, mesleklerini icra ediyorlar ama bunun bir manası yok. Anlam dahilinde olan bir şey değil. Anlam dahilinde olması için sana ne gözle bakıldığı, ne gözle bakıldığını fark eden senin de bunu nasıl karşıladığındır. Yani, sana ne gözle bakıldığını anlarsın, ama hoşuna gitmeyebilir bu. "Bana Türkmüşüm gibi bakıyorlar" dersin, sinirlenirsin yani.
Osmanlı idaresi, bugün konuşmamın bir yerinde Osmanlı sisteminden bahsettim, milletler sisteminden, onlar devlet idaresini bu sisteme oturtmuşlar. Türkler ya cepheye giderlerdi veyahut çiftçilik yaparlardı, başka işe karışmazlardı. Zanaatkarlık, daha çok Ermenilerin elindeydi, ticaret hem Ermenilerin, hem Rumların, hem Yahudilerin yaptığı bir şeydi. Türkler arada kaynayıp gidiyorlardı ama hiçbirinin sahip olmadığı bir şeye sahipti Türkler. Neye sahipti? Edebiyatları vardı. Ve bu edebiyatın adı da Divan Edebiyatıydı. Ve bir şairin divanını okumak, öyle kolay altından kalkılabilecek bir şey değildi. Çünkü o divanın yazılmasına sebep olan, geride bir yığın bilgi birikimi vardı, bunlar efsaneler olsa bile, efsane diye bize okullarda okuttukları şeyler içine girseler bile.
Eğer Türkiye adam olacaksa dünyaya bu haritanın niçin esas olduğunu ve niçin tekrar gündeme gelmesi gerektiğini, uygulanması gerektiğini anlatacak bir seviyede olmak lazım. Bu seviyede nasıl olunur? Saklı-gizli bir şey değil, bu seviyede, hangi işle uğraşıyorsanız o işin piri olduğunuz zaman sözünüz geçer. Yani, sana sormaları lazım bir şeyleri. Avrupa Medeniyeti de bundan istifade etmiştir. Yani, Viyana çevresi doğduğu zaman, Britanyalılar, Fransızlar, burada ne oluyor diye gelip incelemelerde bulundular, yani. Sonra tabii Hitler hepsini atınca bir yerlerde bir şeyler yaptılar.
Nasıl başlanır bilmiyorum. Ama, Sabır Meşhur’un videolarından kafama çakılan şey şu: Bu şiiler aleyhine konuşurken, Şiilerin bir cehaletini sergiledi Sabır Meşhur, Mısırlı gazeteci. "Biz Hüseyin’in intikamını alıyoruz" diye hareket ediyorlar Şiiler. Ve biz neyiz? Peygamber soyu, Ehl-i beyt! Biz Ehl-i beytiz. Sabır Meşhur ekrana Kur’an ayetlerini de yansıtarak diyor ki, "Bakın, İbrahim’in ehl-i beytinden bahsediliyor, Firavunun ehl-i beytinden bahsediliyor, bunlar, bu adamların emrinde olan adamlardır. Yani, Firavun Musa’yı takip ederek Kızıldeniz’de boğuldu. O takip ettiği insanlar, Firavunun ehl-i beyti, yani ordusu. Aynı şey İbrahim aleyhisselam için de söz konusu, onun yakınları, destekçileri. İslam'da, Kur’an eğer esassa, Rasulullah’ın zevceleri ehl-i beyt. Çünkü, soyundan gelen insanlara zürriyet diyor Kur’an-ı Kerim. Onların zürriyeti, ahfadı, yani, genetik bir şey değil ehl-i beyt olmak. Doğrudan doğruya ahlaki bir şey.
Bizim meselelerimiz var. Kendimizin Türk olduğunu fark ettiğimiz zaman ilk soracağımız soru şu: "Neden Osmanlılar Viyana önlerindeydi? Niçin Roma’yı almamışlardı?" Bu en ciddi sorudur. Çünkü, İslamla yakınlığımızı da değerlendiren bir sorudur. Çünkü Hadis-i Şerifte “Konstantiniyye ve Roma fethedilecektir” yazıyor. Sadece Konstantiniyye yazmıyor. Demek ki, Konstantiniyye fethedildikten sonra sıra Roma’ya gelmişti.
Ve o sırada, bugün Yunanistan diye bildiğimiz topraklar, Türk topraklarıydı. Gedik Ahmet Paşa Yunan topraklarından kalktı -bugünkü yunan topraklarından- İtalyan yarımadasına geçti ve Otranto şehrinde bir yıl kaldı. Gökhan Göbel’in okumalarından da anladık ki, o sırada İtalya’nın oraları da henüz Ortodoksmuş. Yani, Otranto’dan Roma’ya gitmek, Edirne’den Viyana’ya gitmekten çok daha kısa bir zaman. Ve niyet Roma’yı fethetmek olduğu zaman bu altından kalkılamayacak bir şey değil, çünkü İtalya’da böyle bir birlik yok. Kim Papa’yı savunacak? Ama yapılmadı bu. Neden yapılmadı? Tam tersi yapıldı. Fatih’in oğullarından birisine Hıristiyanlık teklif edildi, bazı kaynaklar bunu reddetti diyorlar. Bazı kaynaklarda çocuklarından, oğullarından birisinin Malta’ya götürülüp Hıristiyan olarak bir sülale oluşturduklarını söyleyenler var. Yani, Osmanlı İmparatorluğu yönetim krizine düştüğü zaman, "bizde hazır sizin adamınız var" deyip getirecekler diye hesaplamışlar anlaşılan.
Şimdi burada herkesin aklına şu soru takılabilir; isabetli bir sorudur: Dünya bu kadar merhaleden geçti, bu kadar siyasi olay cereyan etti, bu kadar milli problem doğdu. “Bütün bunlar olmuşken bunun üzerine kim seni dinleyecek, Misak-ı Milli falan filan diye?” diye sorulabilinir. O, zor cevaplandırılacak bir soru değil. Bu değişiklikler dünya üzerinde vuku bulurken kafirler Hıristiyan olmayanların zaaflarını istismar ettiler. Türkiye'de bu istismarın en kalın çizgisi Yeniçeriliğin kaldırılmasıdır. Eğer Yeniçerilik kaldırılmamış olsaydı 1830 yılında Yunan bağımsızlığı bir hayal olarak kalacaktı. Eğer Yunanlılar kalırsa -kaldılar nitekim çünkü onlar 1453 Hıristiyan yılında İstanbul fethedildiği zaman kendi kendilerine söz verdiler, biz bunun intikamını alacağız- biz İstanbul'u tekrar Hıristiyan baş şehri yapacağız dediler ve Türkçe öğrenmediler kasıtlı olarak. Bütün gayrimüslimler Türkçe bilir, Yunanlılar bilmez. Ve tabii kendi dillerini de korumak zor olduğu için sonra Yunanca'ya aksanlar konmaya başlanmıştır çünkü nerde uzatacaklarını nerde seslerini keseceklerini bilmedikleri için o aksanlardan istifade ederler. Ama gene de çok zor bir dildir Yunanca. Çünkü konuşma aygıtınız değişmek zorundadır. Onun için mesela "ş" diyemez Yunanlılar "s" der. "Pasam" derler. Japonlar mesela, kendi törelerini terk etmeden modernleşmiş toplum diye bize tanıttılar. Böyle mi acaba? Mesela bu Son Samuray filmini gördünüz mü bilmem. Orda son samuray Amerikalı. Yani Japon bile bulamamışlar. Olayın aslında da Amerikalı o adam, gerçekte Amerikalı yani. Çünkü hepsine bu işin çıkmaz olduğunu gösterecek bir adam lazım onlara, bunu bir Amerikalı yapıyor, rol olarak yani. Ama mesela o olmasaydı, Japon geleneksel dövüş biçimi bir yerlerde korunuyor olsaydı, işler nerden nereye gidecekti bilmiyoruz. Türkiye'de de öyle. Çünkü Türkiye'de Yunanistan'ın bağımsızlık ilan etmemesi Avrupa'da gelişmelerin birçoğunu akamete uğratacaktı. Yani sandığımız kadar hayran olunacak bir Batı Medeniyeti ortaya çıkmayacaktı, ama çıktı. Ona kim hayran oldu bilmiyorum ama oldular.
Dinleyici: Ramazan Bayramı konuşmasında “Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşla ilgili aslında öğrenebileceğimiz anlayabileceğimiz çok şey var, bunların gümbürtüye gittiği gibi” bir cümleniz vardı. Bundan ne anlayabiliriz, ne anlayabilirim ya da?
İsmet Özel: Henry Kissinger “Bu iş bitti, Rusya ne istiyorsa verin, işler temize çıksın” dedi. Yani Rusya Ruslaşmamış yerlere askıntı olmuyor. Zaten Rusya bağımsızlığını tanıdı. Herhalde Ukrayna içinde onlar Rusya oldular netice itibariyle. Ama Rusya tehlikenin büyüklüğünün farkında olduğu için Ukrayna'nın Batısı'nı da ele geçirdi. Zor durumda olanlar hala Ukraynalılar, acaba onlar mı? Onu bilmiyoruz işte. Ben kendim Odessa'ya gittiğim zaman oteldeki garson kadına dedim ki: Ne fark var Ukraynacayla Rusça arasında? Kadın bir an düşündü: “Pek bir fark yok” dedi. Yani aynı dili konuşuyorlar, olsa olsa şive farkı var. Çünkü zaten Rusluk Kiev'de başlamıştır. O zaman Moskova çok göze görünecek bir yer değildi. Onu da düşünmek lazım mesela Ruslar millet olarak bizden çok genç bir millet. Düşün ki 18. yüzyılda adam olmaya çalışıyorlar adamlar. O bakımdan düşünürsen Avrupa'daki milletlerin, hepsi değil mesela Polonya değil; Polonya tarihi eskilere dayanan bir ülke. Ama Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, İngiltere, İsveç, Norveç, Finlandiya, buralar nev-zuhur yerler yani yeni ortaya çıkmış yerler. Yani önce milli pazarlarını kurdular, dolayısıyla milli paraları dünyada geçerli oldu. Ondan sonra dünyanın başına gelen onların da başına geldi. Öyle gittiler yani. Türkülerde “ölüm Allah'ın emri, ayrılık olmasaydı” diye bir söz geçer. Bu garip bir şey değil mi? “Ölüm Allah'ın emri ayrılık olmasaydı.” Yani yaşadığını biliyorsan, ölmediğini biliyorsan hala kavuşma ihtimali var. Ama ölüm ayırdıysa sizi, bitti o iş. Onun için İstiklâl Marşı'nda "Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı" diyor. Yani sen onlar öldüler, yok oldular mı sanıyorsun? Hayır! Bir kere şehitler ölmez. Duvar yazısı olarak karşınıza çıkıyor ama, o bir gerçek.
(...)
Bir milletin hayatında canlılık varsa halktan kişiler bir şeyler yaparlar ve daha yüksek pozisyonda olanları kendi yaptıklarına dikkat etmeğe zorlarlar.
Teşekkür ederim.
İsmet Özel, 12 Zilhicce 1443, İstanbul
TİYO’nun ikinci kitabı ÜÇ MESELE gözden geçirilmiş yeni baskısı yapıldı. TİYO Yayınlarından ve kitabevlerinden temin edilebilecek kitabının arka kapağında şunlar yazılı...
1444 senesine ait imsakiyemiz olması gerektiği gibi Müslüman Takvimi ve Müslüman Saati esas alınarak Müslüman Yazısı ile hazırlanmıştır.
İstiklâl Takvimi’nin 1436 senesine ait nüshası yeni resimleri, yeni dersleri, yeni temrinleri ve yepyeni şekliyle neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği’nin yayınladığı “Çelimli Çalım” mecmuamızı üçüncü sayısı çıktı. 24 sayfa olarak hazırlanan mecmuamızda dernek üyelerimizin yazıları ve Genel Başkanımız ile yapılan "İstiklâl Harbi Bitti Diyenler Tasfiye Edilmeli!" adlı mülakat yer alıyor.
3 Kasım Cumartesi günü İstiklal Marşı Derneği Sakarya Temsilciliği açılışı basın toplantısının ardından ikindi namazını müteakip Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in "Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir" kitabının neşri münasebetiyle "Niçin Bu Kitap Vitrinde Değil" serlevhalı panel yapılacaktır.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in Ramazan Bayramı'nın ikinci günü İstanbul Şubemizdeki bayramlaşma dolayısıyla yaptığı konuşmanın metni. 2 Şevval 1443
İstiklâl Marşı Derneği'nin üçüncü olağan genel kurulu 25 Mayıs Cumartesi günü Ankara'daki Genel Merkezimizde yapıldı.