1446’ncı İslâm yılına giriyoruz. Bu tarih İslâm'ın 1446 yıllık bir din olduğu manasına gelmez. İslâm, Allah katındaki dindir. Ve Hz. Âdem'den son peygamber Hatem-ül Enbiya, Resul-i Ekrem'e kadar, ismini bilip bilmediğimiz bütün peygamberler İslâm peygamberidir. Yani İslâm Allah Âdem’i yarattığından beri var olan bir dindir. Allah katındaki tek dindir. Yani ne Musa Aleyhisselam Yahudilik diye bir din tebliğ etmiştir, ne İsa Aleyhisselam Hıristiyanlık diye bir din vazetmiştir. Buradan şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki Yahudi dediklerimiz Musa'ya ümmet olamamış ve gazaba uğramışların ismidir. Hıristiyan dediklerimiz İsa'ya ümmet olamamış, delalete düşmüşlerin adıdır. Onun için hiçbir Yahudi Musevi değildir, hiçbir Hıristiyan İsevi değildir. Bu isimlendirmeler, Musevi ve İsevi ismi, bizim hükümranlığımızın sürdüğü zamanlarda gözümüze takılıp durmasın bu adamlar diye, gözümüze hoş gözüksün, gözümüzü tırmalamasın, yakışıklı gözüksünler diye bizim onlara verdiğimiz bir isimlendirmedir ve o şekilde halen kullanılıyor ama yanlış bir kullanımdır. Çünkü artık Türk hâkimiyeti yok. Yahudi Yahudi’dir, Hıristiyan Hıristiyan’dır. Hoş göreceğimiz bir durum yok yani. İleride yine hoş görecek bir imkân olursa bakılabilinir. Yani eğer bir insan şöyle bir cümle kurarsa: “İslâm Allah Resulü Muhammed'in getirdiği bir dindir” gibi böyle bozuk bir cümle veya buna benzer bu manada bir cümle kurarsa küfürle arasındaki kapıyı sonuna kadar açmıştır ve o kapı çok kısa sürede han kapısına dönecektir. Ya küfür girecektir ya o çıkacaktır. Onun için İslâm Hazreti Âdem'den beri süregelen bir dindir. Resul-i Ekrem'le İslâm kemâle ermiş, ikmal edilmiş, tamamlanmıştır. Onun için Resul-i Ekrem Rahmeten lil-âlemindir. Âlemlere Rahmettir.
İşte Mekke’den Medine'ye hicretle başlattığımız bu tarih ay takvimiyle hesap ettiğimiz bir takvimdir. Yani ne farkı var ay ve güneş takviminin diyebilirsiniz. Güneş takvimi dünya hayatının yani beşerî, hayvanî ve nebatî hayatın devamı için işleyen bir takvimdir. Şaşmaz, tıkır tıkır sayabiliriz. Ay takvimi ise bizim beşerden, hayvandan ve bitkiden ne farkımız olduğunu her gün bize hatırlatan bir takvimdir. Sürekli dikkatli, rikkatli olunması gerekir. Gökte ay takip edilmesi gerekir. Bu, insan oluşun hayvan oluştan nereden ayrıldığını da bize her gün anlatan bir şeydir aslında. Ve bütün ibadetlerimiz ay takvimine göre hesap edilir, ay takvimine göre yapılır.
Şimdi İslâm'ın Hazreti Âdem'den beri süregelen bir din ve Allah katındaki bir din olduğunu söyledik. Bunu işte 1400 küsur yıllık bir dinmiş gibi algıladığımız anda küfre bir kapı açılır ve bugün o kapı sonuna kadar açık. Herkes bu şekilde anlıyor ve anlatıyor. Çünkü elimize İslâm tarihi diye tutuşturulan eserlere bakın. Bu eserlerin hepsi Resul-i Ekrem'le başlar, Hulefâ-i Raşidin, Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, Memlüklüler, Osmanlılar şeklinde devam eder ve 1924 yılında hilafetin kaldırılmasıyla İslâm tarihi biter! Yani bugün İslâm müzelik bir din olarak rafa kaldırılmıştır. İslâm tarihi kitapları bize bunu anlatır çünkü bugün İslâm tarihi olarak bilinen ve bizim önümüze böyle eserler sunan insanlar, 19. yüzyılda müsteşriklerin tasnif ettiği tarih anlayışına göre bize bir şeyler anlattılar. 17. yüzyılın sonuna kadar, 18. yüzyılın başına kadar Batı'da -bizde zaten öyle idi- dünya tarihi diye bilinen şey, insanlık tarihi diye bilinen şey, Peygamberler tarihiydi. Nereye kadar? Resul-i Ekrem'e kadar. Resul-i Ekrem’den önceki dönem antik tarih, Resul-i Ekrem'den sonraki dönem modern tarih başlığı altında incelenirdi ve başlangıç yeri Resul-i Ekrem'di. Açıp bakabilirsiniz o asırlarda Batı’daki tarih eserlerini. Biz de zaten bu şekildeydi. Yani çocuk okuma yazmaya başladığında, önce Peygamberleri saymaya başlardı. İslâmî bilgiler edinmeğe başladığında Âdem, İdris, Nuh… Bir bakıma tarihini sayardı, oradan Hulefâ-i Raşidin’e geçer, bu şekilde kabaca bir tarih algısı küçük çocukların kafasında bile vardı. Ama dediğimiz gibi 19. yüzyılda yapılan tarih tasnifleriyle Peygamberler tarihi denilip bir şey ayrıldı, İslâm tarihi denilip başka bir şey ayrıldı ve hiçbirinden hiçbir şey anlaşılmayan, hiçbiriyle birbirinin irtibatı kurulamayan birçok şey ortaya çıktı. İşte bugün bir asırdan fazla bir ömrü yaşamış olan -hala da yaşıyor herhalde- bir Sümerologumuz vasıtasıyla öğrendiğimiz şeyler oldu, birkaç tane makalesi var. Aslında kitaplı dinlerdeki, kitaplı dinlerin kitaplarında anlatılan mevzuların Sümer mitolojisinden alınma şeyler olduğu bugün gayet kabul edilebilir bir şey gibi gözüküyor. Ama İslâm'ın Allah katındaki din olduğu ve Âdem'den beri gelen bir din olduğu ve aynı şeyin tamamlanarak geldiğini hesaba katmadığımız için birçok insana bu gayet mantıklı geliyor. Demiyor ki bu Sümerlere hiç peygamber gelmemiş mi? Yani Sümerler nereden almış o mitoloji dedikleri, anlatıları.
Her neyse, bugün mevzumuz tarihi rol ve tarihî sahne. Resul-i Ekrem'in Mekke’den Medine’ye hicretiyle aynı zamanda bizim tarihî rolümüzün net şekli, şemaili çizilmiş oldu. Rolümüz biçildi. Yani o Âdem’den beri süregelen din tamamlandı ve bizim tarihi rolümüz Medine'de ortaya çıktı. “Türklük bir ırk değildir, Türklük bir kültür değildir, Türklük bir tarihi roldür.” Bu cümleyi bugüne kadar ne bir tarihçiden ne bir sosyologdan ne bir antropologdan duymadınız veya moleküler biyologdan duymadınız, duyamazsınız. Çünkü bunu söylediği takdirde o titri buharlaşır. Bunu hepsi gayet iyi biliyor. Bunu tabi olarak bir şairden öğrendik. Tabi olarak diyorum çünkü seneler önce, 20 seneyi geçmiştir herhalde, İsmet Bey'in işte Türklük vurgulu yazılarını okuduktan sonra bazı okumalar yaptım ve Bozkurt Güvenç’in Türk Kimliği diye bir kitabını da okumaya başladım. O kitabın önsözünde o zaman ilginç gelen, şu anda olması gereken şey olarak gördüğüm bir ifade var. Orada Bozkurt Güvenç; Türk kimliğini ortaya koymanın ne kadar zor ve çetin bir iş olduğunu anlattıktan sonra, hatta Türk kimliğini ortaya koymak için… Afedersiniz: Türk kültürünü ortaya koymak için başka kültürün bilinmesi gerektiğini, bunun için senelerini Japon kültürüne verdiğini, Japon kültürünü öğrendiğini ve bununla alakalı bir eser yazdığını, daha sonra baskılara dayanamayıp Türk kültürünü yazmağı kafaya koyduğunu söyler falan. Her neyse şunu söyleyeceğim: Zaten bu kitap Türklüğün bir ırk değil, bir kültür olduğunu ispat için yazılmış bir eser gibidir. Bunu kendisi telaffuz etmez ama baktığınız da bunu görürsünüz. O önsözde şu cümle o zaman bana ilginç gelmişti, şu anda tabii gelen cümle: “Türk kimliğini ortaya koymak çok çetin bir iştir. Bu çetin işin üstesinden ancak dipnot ve kaynak göstermek mecburiyetinde olmayan şairler gelebilir” diyordu. Bu hakikaten böyledir ve böyle olmuştur. Yani bugün Türklüğün etnik manada bir ırk olmadığını görmek ve göstermek, görmek için çok kolay. Artık popüler oldu bu iş. Türklük bir etnik manada ırk değilmiş, bu popüler bir şey artık. Ama kültür müdür değil midir? Bu biraz kafaları karıştırıyor. Türklük bir kültür değildir ama Türk kültürü diye bir şeyden pek âlâ bahsedilebilinir. Bu kültürün de temelinin eğer biraz kurcalarsanız İslâm olduğunu net bir şekilde görürsünüz. Düşünün, bu topraklarda binlerce yıl birileri yaşadı. Yani tarihin en eski kalıntıları da bu topraklarda bulunuyor. Önce Çatalhöyük'tü, en eski yerleşim yeri Çatalhöyük'tü. M.Ö. 8 bin, yani 10 bin yıllık bir arkeolojik malzeme Konya'da mevcut. Çatalhöyük'te bulunan kemiklerde yapılan DNA testinde %40 oranında, Türkiye'deki gen ortalaması ile %40 oranında benzediği ortaya konulmuş. 800 küsür kemik mi, 8 bin küsur kemik mi bulunmuş. Şimdi bunu nasıl yorumlayacağız. Bunu Türkçülükten kafayı bozmuş olanlar şöyle yorumluyorlar: Türkler 1071’de bu topraklara gelmediler, M.Ö. 8000 yıllarında -en az- bu topraklara gelmiş olmalılar. Yani Türklüğün bir ırk olmadığını, bir kültür olmadığını söylemek hem kolay hem zor. Şimdi Çatalhöyük’te yaşayan o insanlar… Göbeklitepe çıkınca tabi Çatalhöyük’ün pabucu dama atıldı. Göbeklitepe'de M.Ö 10.000, yani bugünden hesap edersek 12.000 yıllık bir mabet, hem de dünyanın en büyük mabedi denilen bir mabet bulundu. Bütün tarih algısı alt üst oldu. Göbeklitepe'ye gelinceye kadar işte avcı-toplayıcı birileri vardı. Bunlar zamanla tarım toplumuna geçti. Oradan din diye bir mefhum ortaya çıktı yerleşik hayata geçince, gibi bir şey vardı. Yani Çatalhöyük’le yerleşik hayat başlıyordu. Ama iki bin küsür sene öncesinde o avcı-toplayıcı arkadaşlar çoktan yerleşik hayata geçmişler üstelik koca bir tapınak var ortalıkta. Tabi onun üstü hemen örtüldü. Göbeklitepe'de kaç senedir kazı yapılmıyor. Ağaçlandırıldı. O höyük üzerine yollar yapıldı, turistik bir yer haline getirildi. Normalde bir höyüğün üzerine asla böyle bir şey yapılmaz. Yine Konya'da, Alibeyhöyüğü’nde bütün höyük ağaçlandırıldı, bir mesire alanına çevrildi. Uluslararası arkeologlar ayağa kalktı, arkeoloji dergilerinde yazılar çıktı. Bu bir tarih katliamıdır, bir höyük ağaçlandırılamaz. Ama bugün Göbeklitepe ağaçlandırıldı çünkü bilinen tarih algısını alt üst eden şeyler söyledi Alman arkeolog. O da 10 sene önce falan bir kalp krizinden öldü adam. Her neyse, yani bu topraklarda binlerce yıldır birileri yaşadı. Ama bugün kimse gösteremez ki bu yaptığımız adet, gelenek, görenek işte Hititlerden kalma. Yahut işte Göbeklitepe'den kalma. Ya onu bırakın, Bizans'tan kalma dediğimiz hiçbir kültürel öge gösteremezsiniz. Bir şekilde, bir şekilde hepsi İslâm kaynaklıdır eğer bir Türk kültüründen bahsedeceksek.
Türklük bir kültür hadisesi değildir. Bu da seneler önce kendi kafamda bir soruydu bu sürekli, tamam Türklüğün bir ırk olmadığı çok bariz de kültür meselesi nasıldır falan. Bir gün, sabah kahvaltı yapmadığım bir gün bir köye gittim, karnım aç ama köyde atıştırmalık bisküvi alacağım bir bakkal bile yok. Öğlen oldu, acıktım. Orada bir köylü: “Hocam çorba içer misin?" dedi. “Aşure çorbası” dedi. Muharrem ayı olduğunu o zaman hemen anladım ve heyecanla, “evet, içerim” dedim. Bekliyorum aşureyi. Aşure nedir? Tatlıdır. Nihayetinde bir tatlı çorbadır yani. Tatlısı azdır, çoktur, suludur, ne bileyim içinde kuru yemişi fazladır falan ama aşuredir ve tatlıdır. Herkesin kafasında bir aşure canlanır. Aşure diye gelen çorba salçalı, tuzlu ve o güne kadar hiç içmediğim bir çorbaydı. Yani güya kültürel bir hadise değil mi aşure? Yani şunu diyeceğim: Türklük bir yemek kültürü bile değildir, bir mutfak kültürü bile değildir. Ama yüksek Türk kültürü diye bir şey vardır, bu yazımızla kendisini belli etmiş, yazımızla kendisini ortaya koymuş ve dikte etmiş bir kültürdür. Yüksek Türk kültürü diye bir şey var ama Türklük asla kültür hadisesi değildir. Şimdi bunu kimse söylemiyor; Türklüğün bir tarihi rol olarak algılanması kimsenin işine gelmez. Onun için biz kimden ne öğreneceğiz? Burası önemli bir şey. Yani bir sözü kim söylüyor? Bize atılan bilimsel bilginin popülerleşmesi neticesinde kitlelere yayılan en büyük yalanlardan biri şudur: “Kimin söylediğine değil, ne söylendiğine bak” Yani kimin söylediği önemli değildir, sen ne söylendiğine bak. Bu en büyük yalanlardan biridir. En önemli olan şey kimin söylediğidir. En önemli olan şey! Ne söylendiği en son gelir. Kim, nasıl söylüyor? Önemli olan budur. Az önce İstiklâl Korosu’nu dinledik. Ne söyledikleri son planda kalmıştır. Önemli olan, kim söyledi bunu? Tabi koro olunca hükmî şahıs; kim diye bir şahıs gösteremiyoruz ama kimler söyledi bunu? İstiklâl Korosu söyledi. Nasıl söyledi? Ön planda olan budur. Bu sadece bir sanat icra ederken, konuşma sırasında söylenenlerle değil, bir haberde, bir bilgide de kıstasımız olması gereken bir şeydir. Kim söylüyor bunu? Bilgi bilene yapışıktır. Mücerret bir insan olmadığı, olamayacağı gibi mücerret bilgi diye bir şey de yoktur. Onun için âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir. Ne söylendiği, ne söyleneceği bellidir aslında. Çünkü Kur'an tekrar tekrar okunan şeydir. Tekrar tekrar okumak! Söylenecek olan şey bellidir. Önemli olan bunu kim okuyor, kim söylüyor, nasıl söylüyor meselesidir. Onun için işte Kur'an tilaveti ve musiki mevzu bahis olduğunda denir ki, musiki yahut Kur'an fem-i muhsinden öğrenilir. Yani muhsin ağızdan. Bunu güzel ağız diye tercüme ederler. Doğrudan doğruya ıstılâhî manasıyla rahatlıkla söyleyebiliriz ki muhsin olanın ağzından öğrenilir bir şey. O şeyin nasıl söyleneceği muhsin olanın ağzından öğrenilir. Muhsin, görüyordur yahut görmese de görüyormuş gibi söyleyen kişidir. İşte bugün kurra hafızları diyoruz mesela; adam yedi kıraat üzere Kur'an okuyor. Bu ağızdan öğrenilerek bugüne kadar gelmiş bir şey ve bu yedi kıraatın kaynağı Cibril derler. Cibril Resul-i Ekrem'le bu şekilde Kur'an-ı kıraat etti ve ağızdan ağıza bu şekilde geldi. Yani bunu kim söylüyor? Sözün ne olduğu en son gelen bir şeydir. Değerini belirleyen: Kimin ağzından çıkıyor bu ve o kimse bunu nasıl dile getiriyor? Şarkılarımızı, türkülerimizi düşünün. Birçoğu şiir niteliği bakımından zayıf eserlerdir. Tamam, hikmet dolu sözlere sahip olabilir, düşündürebilir… Bestesi veya yakılışı sözlerin fevkindedir. Onu öyle bir ağız, öyle bir usulle, öyle bir makamda söyler ki o sözler çok çok yukarıya terfi eder. Yani aklınıza bir türkü, şarkı getirebilirsiniz. Ve şiir olarak eğer ölçebilirseniz niteliğine bir bakın. Bir de onu kimin söylediği, birinin ağzından, iyi söyleyen birinin ağzından dinlediğinizde vaziyet ne oluyor? “Bugün ayın ışığı / Elinde bal kaşığı / Yine nerden geliyon da / Mahlenin yakışığı” Sakız kâğıtlarında çıkan sözler gibi bunlar. Eskiden çıkardı, şimdi çıkıyor mu bilmiyorum. Ama bunu öyle bir ağız söyler ki, öyle bir tavırda söyler ki, bu çok basitmiş gibi, şiir niteliği bakımından çok zayıfmış gibi görünen bu sözler sizi başka yere götürür. Gün ışığında da olsa o ayın ışığını görebilirsiniz. Çünkü görüyormuş gibi söyler onu söyleyen. O mahlenin yakışığının elindeki bal kaşığının ne aradığını o vakitte, bunu da anlarsınız çünkü görüyormuş gibi söylüyordur, vesaire…
Nereden nereye gedik… Bir sözü kimin söylediği önemlidir. Eğer Müslümansak ilk dikkat etmemiz gereken budur. Yani ay görüldü dediklerinde bütün dünya kâfirleri buna şahit olsa, iki Müslüman “evet ay görüldü” demeden biz oruç bozamayız veya oruca başlayamayız, bayram edemeyiz. Aldığımız haberlerin, bilgilerin hepsinin esası budur. Günlük konuşmanın da aslında esası budur. Yani gerçek bir konuşma, sahici bir konuşma her zaman konuşanın ve dinleyenin kim olduğuna ve o konuşmanın şekline, nasıllığına bağlıdır. Yani bütün hikâyemizin sonu aslında Nasreddin Hoca hikâyesine gelir dayanır. Nasreddin Hoca camiye girer: “Ey cemaat, bugün size ne anlatacağımı biliyor musunuz?” der. Cemaat de gayriihtiyari “bilmiyoruz” cevabını verir. Bilmiyorsanız gerek yok anlatmaya der, iner kürsüden. İkinci hafta tekrar çıkar: “Ey cemaat, ne anlatacağımı biliyor musunuz?” Önceki haftadan dersini almış cemaat bu sefer “biliyoruz” derler. “Biliyorsanız hiç lüzumu yok anlatmaya” der, tekrar iner. Üçüncü hafta tekrar çıkar kürsüye. Bu sefer cemaat arasında kavilleşmiştir. Aynı soruya bir kısmı “biliyoruz” bir kısmı “bilmiyoruz” diye cevap verince: “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” der, tekrar iner. Dördüncü hafta yine çıkar hoca: “Ey cemaat ne anlatacağımı biliyor musunuz?” Cemaat de tık yok! “Burada kimse yokmuş” deyip tekrar iner. Yani aslında sözlerimiz eninde sonunda buna dayanır. Sahici bir konuşmayı, sahici bir söyleşmeyi dert sağlar. Bu soylu bir dert de olabilir geçim derdi de olabilir. Aynı dertten mustarip isen orada saatlerce sahici konuşma olabilir ama farklı tellerden çalıyorlarsa, o onun derdiyle hiç dertlenmemiş birisi ise orada bir takım laflar uçuşur, gevezelikler vardır, amiyane tabirle geyik yapılır falan ama asla insana ait sahici bir konuşma gerçekleşmez. Onun için bir bilgiyi, bir haberi kimden aldığınız her şeyden önemlidir. İkincisi, onun onu nasıl söylediği, nasıl aktardığı hepsinden önemlidir. Ki nasıl aktardığını öğrendiğimizde aslında niçin aktardığını da öğrenmiş oluruz. Nasıl demek “ne asıl” demektir? Asla dair, aslına dair bir şeyi arıyoruzdur nasıl sorusuyla. Ve niçin de onun içinde mündemiçtir. Ve bu sıralamaya dikkat edersek zaten ayet-i kerimede; “Onlar sözü dinlerler, en güzeline uyarlar” denir. Bu muttakilerin tavrı olarak… Hidayete erenlerin -tövbe, yanlış hatırlatılıyor olabilirim- tavrı olarak bu haslet zikredilir.
Ben dağıttım her zamanki gibi konuyu, nereye gittiğini de bilmiyorum. Onun için şimdi Seyfullah’a sözü bırakayım. Daha sonra toparlayabilirsem toparlayacağım.
Seyfullah Köksal:
Selamun aleyküm,
İstiklâl Takvimi'nin 1446 senesine ait nüshasının neşri münasebetiyle buradayız. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak 1433 senesinden beri Müslüman takvimiyle, Müslüman saatiyle ve Kur'an harfleriyle yani Türk yazısıyla bir İstiklâl Takvimi neşrediyoruz. Yani neşretmekte ısrar ediyoruz aslında. Çok rağbet gördüğü için değil hatta çok rağbet görmemesinden, kıymetinin bilinmemesinden yakınıyoruz hep. Fakat 1433 senesinden beri bir İstiklâl Takvimi çıkıyor. Yani şimdi bununla neyi sağlamaya çalışıyoruz? İsmet Özel’in internet portalımızda yayınlanan yazılarından bir tanesi şöyle bitiyordu: “Bazı siyaset adamları dünyanın II. Cihan Harbi sonrası değil, III. Cihan Harbi arifesi şartları altında olduğunu iddia ediyor. Türkler hâlâ inkılapların acısıyla kıvranıyor. Acaba titreyip de mi kendilerine gelecekler, titremeden mi?” Şimdi biz Hıristiyan takviminin 1925’inci yılının Aralık ayında inkılap adı altında bir kanun değişikliğiyle takvim ve saat değişikliği yaşadık. Bu kanun ile birlikte zamanı, tarihi elinden alınmış bir milletiz. Hemen iki sene sonrasında harf inkılabı oldu. Harf inkılabıyla beraber de yazısı elinden alınmış bir milletiz. Hicri takvim diye isimlendirdiğimiz, hicreti başlangıç kabul eden Müslüman takvimini terk etmeye ve bugün miladi takvim diye yanlış bir şekilde isimlendirdiğimiz takvimi kullanmaya icbar edildik. Az önce söylediğim gibi yani inkılap adı altında ve bunun acısıyla kıvranıyoruz aslında. Dolayısıyla III. Dünya Savaşı, şu veya bu bir sürü gündeme maruz bırakılıyoruz. Bütün bunlar konuşulurken aslında çok da hayati, çok temel bir şeyden bahsediyoruz takvimimiz, tarihimiz ve yazımız deyince. Yani kendimize gelmek çabasındayız.
Bugün takvim diye kullandığımız şey ne? Önce ona bakalım. İki tür takvim vardı dünya üzerinde yaygın olarak kullanılmış olan. Bir tanesi Jülyen takvimi, diğeri Gregoryen takvimi. Bizim karşımıza bu ikisi de çıktı bir şekilde. Jülyen takvimini esas alarak Rumî takvim diye bir takvim kullandık bir süre. Romalılara ait olan, Romalılar da kullandığı için daha doğrusu Rumî takvimi denildi ona. Bir de Gregoryen takvim var. O da bugün Türkiye'de kullanılan miladî takvim. Yani yanlış isimlendirme dedik. Çünkü milad, “veled-viladet” Arapça doğmak manasındaki kökten gelmiştir. Hz. İsa'nın doğumu kastedilir bununla. Bunun tarihi üzerinde de Hıristiyanlar anlaşabilmiş değildir. Yani milattan önce, milattan altı sene önce doğduğu falan öne sürüldü. Yani daha başından itibaren, başlangıcından itibaren çeşitli kabullere, çeşitli keyfîliklere dayanan bir takvim bugün kullanılan miladi takvim dediğimiz takvim. Bizim takvimimiz başlangıç olarak hicreti esas alır ve başından beri sayılıyordur. Yani çeşitli keyfîlikler yoktur. Kamerî takvimdir, ayın hareketleri gözlenebilir. Bu yüzden en doğru takvimdir diyebiliriz.
Hıristiyanlara göre takvimlerinin başlangıcı -az önce milat yanlış bir isimlendirmedir dedik- Hıristiyanlara göre takvimlerin başlangıcı tanrılarının tarihe girmesidir. Çünkü Hıristiyanlara göre İsa Rab, Tanrıdır. Dolayısıyla tanrılarının tarihe girişi onlar için bir takvim başlangıcı olmuştur. Yani dolayısıyla milad kelimesi biraz yumuşatılmış bir şekilde bugün bizim karşımızda. O yüzden yanlış bir kullanımdır. Miladî takvim diye isimlendirilen takvimin doğru isimlendirilmesi Hıristiyan takvimidir. Katoliklerin ortaya çıkardığı, Katoliklere mahsus, onların hayatlarına göre düzenlenmiş aslında -Genel Başkanımız da az önce bahsetti-kendini dünyaya ait görenlerin takvimidir. 1582 yılında tertip edilmiştir. Yani bu tarihten şunu çıkartabiliriz aslında: Bizim hep öne çıkardığımız bazı tarihler var. Onlardan bir tanesi 1571 tarihi, İnebahtı Deniz Muharebesi'nin yapıldığı tarih. O tarihe kadar bütün dünya üzerinde Türkler mağlup edilemez fikri yaygındı. O tarihten sonra donanmamız Haçlılar tarafından yakılınca, bunun tersi propaganda edildi bütün dünyada. Yani Türkler artık mağlup edilebilir propagandası yapıldı. Devlet adamlarımız da buna inandırıldı bir şekilde ve bu fikri yedeğine alarak gayrimüslim dünya ne yaptıysa yaptı. Ona göre çeşitli hazırlıklar içerisinde oldu. Gregoryen takvim de 1582’de -tarihlere dikkat ederseniz eğer- tertip edilen takvim de bu manada bize karşı ortaya çıkmış, Türk hayatına zıtlık, tezat teşkil edecek şekilde ortaya çıkmış bir takvimdir bugün kullanılan Gregoryen takvimi. Türkler başından beri o takvimin nasıl ortaya çıktığını, ne şekilde ortaya çıktığını, bizim üzerimize nasıl bir hayatı giydireceğini bildiği için Türk milleti daha başından onunla arasına mesafe koymuştu. O yüzden Miladî takvim falan değil Efrenci takvim demiştir. Yani o kelime de Frenk'le alakalı, yani bizim değil Frenklere ait bir takvim. Dolayısıyla yani biz bugün Gregoryen takvimi, Efrenci takvimi kullanmakla kendi gündemimizden uzak, kendi tarihimizden uzak bîhaber bir şekilde yaşıyoruz. Dolayısıyla kendi gündemimizle meşgul de olmuş olmuyoruz. Çünkü tarih dediğimiz şey takvim ile tarih olur. Kendi tarihimiz diye bir tarihten bahsedeceksek bu kendi takvimimizle tarih olur. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak Hıristiyanların Tanrılarının tarihe girişini başlangıç olarak kabul ederek bir İslâmî davadan, bir İslâmî hareketten bahsedemeyeceğimizi söylüyoruz. Müslüman takvimine, saatine bigâne kalmanın Müslüman olmanın haysiyetiyle bağdaşmadığını, şerefimizle bağdaşmadığını söylüyoruz. İstiklâl Takvimi bunun için var. İstiklâl Takvimi, Müslüman takvimini esas alarak hazırlanmış bir takvim.
Müslüman takvimi nedir? Allah katındaki takvimdir kısaca söyleyecek olursak. Araplar arasında yaygın olan nesî diye bir uygulama vardı. Kendi dünya menfaatlerine uygun olarak ayların yerleri değiştirilirdi vesaire. Bu uygulama ayet-i kerime ile kaldırılmıştır. O ayet-i kerimede “Hakikatte ayların sayısı Allah'ın yanında, Allah'ın kitabında ta gökleri ve yeri yarattığı bir günden beri on iki aydır.” buyurulur. Yani bununla ayların sayısı tespit edilmiştir. Bunun üzerine Resul-i Ekrem: “Zaman Allah'ın yerleri ve gökleri yarattığı gündeki şekline döndü.” buyurmuştur. Yani İstiklâl Takvimi derken bu takvimden bahsediyoruz. Allah katındaki takvimden ve dolayısıyla Müslüman saatini esas alıyoruz. Bizim takvimde namaz vakitleri ezanî saatlere göre verilmiştir. Bu şu demektir: Akşam ezanı okunduğunda saatler 12'ye ayarlanır. O yüzden akşam namazı vakti bizim takvimimizde hep 12’dir.
Her şeyiyle bize has, bize mahsus bir zamanı istiyoruz. İstiklâl Takvimini neşrederek bunu sağlamaya çalışıyoruz. İbadetlerimizi kendisine göre yaptığımız takvimi istiyoruz. Yani her şeyiyle bize has, bize mahsus olan bir takvimi. Mesela her şeyi bize has, bize mahsus dedik, ayların isimlerini buna misal olarak verebiliriz. Bugün ay isimleri Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir peygamberimizin risaletenden önce de kullanılan ay isimleriydi aslında. Biz kendimize mahsus olarak bazı isimler verdik, yine sünneti, ibadetlerimizi esas alarak. Mesela Muharrem ayına Aşure ayı dedik. Çünkü Muharremin 10’u Aşure günü bilindiği gibi ve onun bir gün öncesine bir gün sonrasına ekleyerek oruç tutmak sünnettir. O yüzden Aşure ayıdır. Sonrasında gelen ay Safer ayı, peş peşe gelen üç haram aydan sonra geldiği için Safer ayı denilmiştir. Bu da Peygamberimizin risaletenden önce de olan bir isimdir. Sıfırla alakalıdır. Yani haram aylardan çıkıldı artık. Ama sonrasında gelen iki aya biz Mevlid ayları demişiz. Rebiülevvel ve Rebiülahir ayları. Rebiülevvel'in 12’nci gecesi dünyaya gelmiştir Peygamberimiz bilindiği gibi. O yüzden Mevlid ayıdır. İkisi de Mevlid ayıdır. Sonraki gelen aya, Rebiülahir ayına Küçük Mevlid demiştir Türk Milleti. Ondan sonra gelen iki ay, Cemaziyelevvel ve Cemaziyelahir aylarına da tövbe ayları demiştir Türk Milleti. Yine önceki iki ayda olduğu gibi, Rebiülevvel ve Rebiülahir’de olduğu gibi, Büyük Tövbe ve Küçük Tövbe ayları. Yani neden bu iki ay tövbe ayı? Çünkü sonrasında üç aylar gelecektir ve üç aylara tertemiz girilir. Türkçe'de meşhur “cemaziyelevvelini bilmek” diye bir tabir vardır. Onunla alakalı farklı rivayetleri var. Onlardan bir tanesi Cemaziyelevvelin tövbe ayı olmasıyla alakalı. Yani ne demiş oluruz cemaziyelevvelini bilirim dediğimizde; herkes tarafından bilinmeyen bir hususiyeti vardır, onu biliyoruzdur, ben onun cemaziyelevvelini bilirim deriz. Yani tövbe ayı olarak düşündüğünüzde cemaziyelevveli, ben onun tövbe etmeden önceki halini de bilirim demiş oluruz. Yani çok müsbet bir şey değil aslında bu manada. Cemaziyelahirden sonra üç aylar gelir zaten. Bu üç ayın üçüncüsü zaten Ramazan, Oruç ayı. Diğer ikisi Recep ve Şaban’a hususi bir isim benim bildiğim kadarıyla yok. Ama zaten üç aylar. Zaten en çok onu işitiriz. Üç aylar denir. Sonra gelen ay Şevval ayı, Bayram Ayı. Son ayı da, Zilhicce ayı da yine bayram ayıdır. Çünkü Kurban Bayramı Zilhicce’nin 10’uncu, 11’inci, 12’nci, 13’üncü günleridir. O yüzden o da bayram ayıdır. Kurban Bayramı ayı ve aynı zamanda Hac ayıdır zaten. Bu ikisinin arasındaki aya da aralık ayı demişiz. Yani bugün kullanılan takvimde de bir Aralık ayı var. Sadece alakası ne bu iki aralığın? O iki yılın son ayı işte Efrenci takvimine göre yılın son ayı. Türk Milleti Aralık ismine aşina olduğu için bu isim verilmiş. Yani Kanunusani ayı Ocak olmuş. O aydan önce gelen Teşrinisani ayı Kasım olmuş. Arada bir ay kalmış, ona da yine aşina olduğumuz bir isim verelim demişler, Aralık olmuş. Yani bunları neden söyledim? Her şeyiyle bize has, bizim hayatımıza göre düzenlenmiş, tertip edilmiş, ibadetlerimizi ona göre yaptığımız bir takvimdir. Bize hastır, bize mahsustur. Bunun bir misali olarak ayların isimlerinden bahsettim.
Takvimimiz hicreti başlangıç olarak esas alır dedik. Neden hicret? Peygamberimizin doğumu veya bi’set yani peygamberliğin kendisine verilişi falan değil hicret takvimimize başlangıç teşkil etmiştir. Bunu da tebarüz ettirmek üzere bu seneki takvimimiz yine İsmet Bey'in internet portalımızda yayınladığı haftalık yazılardan bir tanesi ile “Ensar’ı Sevmek İmandandır” başlıklı önsöz mahiyetinde bir yazısı ile başlıyor. Bir hadis-i şeriftir yazının başlığı bilindiği gibi. “Ensar’ı sevmek imandandır.” Hadis-i şerifin ikinci kısmı da vardır. Onu da, hadisin tamamını da ön sayfada harekeli metinlerimiz var takvimde, oraya aldık. “Ensar’a buğz etmek nifak alametidir” münafıklık alametidir yahut. Şimdi Ensar’ın kıymeti nereden gelmektedir. Çünkü Muhacir de bizim için tabii ki kıymetlidir. Fakat Muhacir’i sevmek imandandır diye bir hadis-i şerif yoktur mesela. “Ensar’ı sevmek imandandır.” Yani bu hadis-i şerifin sebeb-i vürudu diyelim, zamanımıza başlangıç teşkil eden hicrete vesile olmaları sebebiyledir. Şimdi Türk tarihi açısından hicret neyi ifade eder, neyi ifade etmeli? Takvimimize başlangıç olarak kabul etmişiz ve bizim için dünyanın en önemli hadisesi aslında. Şimdi bilindiği gibi Mekke'den Medine'ye hicret edenlere Muhacir denildi. Onları orada karşılayıp, daha öncesinde davet edip, onları orada karşılayıp yardımcı olanlara Ensar denildi. Bu iki isimde ayet-i kerimede, ayet-i kerime ile bize öğretilmiştir aslında. Tevbe suresinde: “İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikte tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur." buyurur Allah-u Teala. Ensar Resul-i Ekrem ve Müslümanlar için müşrikler tarafından yaşanılamaz hale getirilen Mekke'den kendi şehirleri Yesrib’e hicret etmeleri için davette bulunanlardır. Akabe Biatları diye bir hadise vardır, İslâm tarihinde meşhurdur. Evs ve Hazrec kabilesine mensup bazı kişileri Resul-i Ekrem İslâm'a davet eder. Daha sonra onlar sayısı da çoğalmış bir şekilde -İkinci Akabe Biatı denilen hadisedir- 75 veya 73 kişi gelirler. Kendileri davet edilenlerdi, onlar da Resul-i Ekrem’i ve Müslümanları davet etmeye gelirler bu sefer. “Biz emanımız altındakileri nasıl koruyup gözetiyorsak, sizi de öyle koruyup gözeteceğiz.” diye biat ederler ve bunun üzerine Yesrib’e, o zamanki adı -henüz Medine-i Münevvere olmadı-Yesrib’e hicret vuku bulur. Yesrib ismi Kuran-ı Kerim’de bir defa geçer, o da münafıkların ağzındandır. Hiç Müslümanlar oraya Yesrib demedi. Daha Peygamberimiz hicret vuku bulduğunda oraya güzel manasında “Taybe” demişti. Daha sonra Medinetü’n-Nebi veya Medine-i Münevvere yani nurlanmış şehir -aydınlanmış veyahut- şehir manasında Medine-i münevvere denildi. Sonra Medine kaldı. Oraya Medine diyoruz artık. Ensar'ın kıymeti buradan gelmektedir. Hicrete vesile olmalarından, Müslümanları zamansız bırakmamalarından gelmektedir yani. Muhacir'in kıymeti de Ensar'dan gelmektedir çünkü Mekke'den Habeşistan'a hicret olmuştu daha öncesinde ama biz ıstılahi manada hicret denildiğinde o gelmez aklımıza. Onlara da muhacir denilebilirdi ama yine muhacir denildiğinde ıstılahi manada yani Habeşistan'a, hicret edenlere muhacir demiyoruz. Çünkü onları Habeşistan'da karşılayacak olan bir Ensar yani bir şehrin Medine-i Münevvere kılınmasını sağlayacak bir Ensar yoktu. O yüzden Muhacirlerin kıymeti de oradan gelir. Yine Habeşistan'da da Müslüman olanlar oldu. Onlar himaye de ettiler, Kureyş kabilesinin aleyhte propagandasına rağmen himaye de ettiler Müslümanları. Onlara da Ensar denilmedi. Çünkü biz hicret dediğimizde Müslümanların birinci sınıf insan oldukları, yaşanabilir hayatın İslâmi bir hayattan başkası olmadığı, küfürle uzlaşma halinde olunamayacağı yönünde bir ısrarı kastediyoruz. Yani Habeşistan'a hicret edenlere yardım edenlere bu yüzden Ensar denilmiyor, hicret edenlere bu yüzden muhacir denilmiyor. Çünkü hicretin bizim hayatımızda hususi bir yeri var. Yani bir ısrarın neticesidir hicret. Bir fetih, bir inşa hareketidir bu manada. Hicretle birlikte Müslümanların sözü geçerlik kazanmıştır. Tek hüküm sahibi Kur'an ve Sünnet olmuştur. Şimdi biz bugün başlangıç olarak takvimimize, tarihimize hicretten başka bir şeyi kabul ettiğimizde Müslümanların sözünün geçerliliğini, birinci sınıf insan olmasını da reddetmiş oluyoruz aynı zamanda. Yani bu bizim için alçaltıcı, küçültücü bir şeydir.
İkinci hicretten de bahsederiz biz sık sık. Yani Cumhuriyetin ilanı bizim ikinci hicretimiz olabilirdi diyoruz. Birinci hicrette Mekke'den çıkarıldık, tekrar geri almak üzere Mekke'den çıkarıldık. İkinci hicrette ise Cumhuriyeti'nin ilanıyla başlayan süreci, eğer ikinci hicretimiz olarak isimlendireceksek hem Mekke'den hem Medine'den çıkarıldık. Bu yüzden bir Medine müdafaamız vardır tarihte bizim. Bir de Medine müdafiimiz vardır, Fahrettin Paşa. O da muhacirdir, 93 muhaciridir. Rusçuk'tan göç etmiştir ailesi. Yani 93 muhaciri diyoruz, 93 harbinden sonra göç ettikleri için. O bahsettiğim yazıda İsmet Bey ondan da bahsediyor mesela, bir 93 harbimiz vardı, o da yok oldu. Şimdi bir 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşımız var diyor. Yani takvim değişikliğiyle birlikte o 93'ün nereden geldiğini, bilemez hale geldik. Dolayısıyla 93 harbi diye bir şeyi de kaybetmiş olduk. Muhacir dedik. Yani az önce muhacirden de bahsettik. 93 muhaciri diyoruz. Mekke'den Medine'ye hicret edenlere, muhacirler denir ıstılahi manada. Biz küfür diyarında yaşamamak için Daru’l-İslâm'a hicret edenlere de muhacir dedik. Yani bu ıstılahi manada yanlış bir şey de olmuş olmuyor aslında. Cumhuriyet ilan edildiğinde yaşadığımız topraklarda çoğunlukla muhacirler meskûn idi. Yani 12-13 milyon nüfustan bahsedilir. Bunun 8 milyonunun muhacir olduğu söylenir, bunların çoğu da 93 muhaciriydi. Yani bir fetih ve inşa hareketi olarak hicrete baktığımızda ve muhaciri bu şekilde düşündüğümüzde, böyle bir harekette bulundu mu o nüfusun çoğunluğunu teşkil eden kişiler? Bu bir bahs-i diğer. İsmet Bey de yine o yazısında soruyor: “Soyları 93 muhacirlerine varan kişiler kendilerini nasıl hissediyor, bunu bilemiyorum” diyor. Neyden dolayı nasıl hissediyor? Çünkü işte biz takvim değişikliğiyle beraber bir 93 harbimiz vardı, ondan da olmuş olduk. 1293'te olmuştur Rumi takvime göre 93 Harbi dediğimiz Osmanlı-Rus harbi. 3 takvimli karmakarışık bir dönem yaşadık. Az önce adı geçmişti, nedir Rumi takvim? Gayr-i Müslimlerle ticari ilişkileri düzenlemek üzere Jülyen takvimi esas alınarak hazırlanmış bir takvim. Yani bir takvim-zaman birliği olsun diye ortaya çıkarılmış. Jülyen takvimini esas alıyor. Fakat başlangıcı Hicret. Hıristiyan takvimine göre 1840 yılında olmuştur Rumi Takvimin resmi olarak Osmanlı'da kabulü. Daha önce kullanılmış fakat resmi olarak kabulü 1840. 9 Muharrem 1256 senesine denk gelir bizim takvimimize göre resmi olarak Osmanlı'da kabulü ve Rumi takvimde yılbaşı olarak kabul edilen tarih 1 Mart 1256 olmuştu. Yani Hicret, hicri yıl esas alınmış, Hicret başlangıç kabul edilmiştir. Tabii o zaman Hıristiyanların Tanrılarının tarihe girmelerini başlangıç kabul edebilecek şeyde değillerdi yani böyle bir ortam zaten yoktu o zaman. Bu işte 1925'te oldu. İkinci hicretimizden bahsederken Medine müdafaası sebebiyle bunları söylemiş olduk.
Neden ikinci hicretten bahsediyoruz? Az önce anlatmaya çalıştığım hicret olayının Türk hayatındaki anlamı sebebiyle. Askeri güç olarak dünyaya meydan okuyan bir Türk unsuru vardı. 1918'de başlayan ve hala bitmediğini savunduğumuz bir İstiklâl Harbi verildi. Yani bir avuç Müslümanla verilmiş bir İstiklâl Harbimiz var bizim. Bedir Savaşı'nda Resul-i Ekrem'in bir duası var, meşhurdur. Müşrik ordusu Müslümanların ordusunun yaklaşık üç katıdır, askeri teçhizat bakımından da onlar çok üstün durumdadır. Artık muharebe kaçınılmaz olduğunda Resul-i Ekrem dua eder: “Allah'ım bize karşı vaadini yerine getir, eğer bu bir avuç Müslüman da helak olursa sana yeryüzünde ibadet edecek başka hiç kimse kalmayacak” diye dua eder. İstiklâl Harbi de bu bilinçle verilmiş bir harptir. Yani biz İstiklâl Harbi denilince istiklâlimizi İslâm'ın istiklâlinden ayrı düşünmediğimiz için İslâm'ın istiklâli için verilmiş bir harptir İstiklâl Harbi. İslâm'ın istiklâlinden bahsedince de Mekke ve Medine olmadan bir İstiklâlden söz edemeyeceğimiz için… Mekke ve Medine'den çıkarıldık. Yani Cumhuriyet ilan edildiğinde Mekke ve Medine'den çıkarılmıştık biz. İnsanların zihninde tekrar buraları geri almak olabilirdi, yani böyle bir canlılık gösterilebilirdi. Bu olmadı, heba edildi. Yani o yüzden Cumhuriyet'in ilanı ikinci hicretimiz olabilirdi diyoruz. Cumhuriyet'in ilanının hemen sonrasındadır anayasaya "Devletin dini Din-i İslâm’dır" ibaresinin eklenmesi. Yazımızın elimizden alınmasıyla o da anayasadan çıkarılmıştır. İkinci hicret olarak görebilirdik Cumhuriyet'in ilanını. İstiklâl Harbi boyunca da gidişat aslında öyleydi. Yani İslâmi bir teşkilatlanma vardı insanların zihninde. Bunun en güzel misali de Men'-i Müskirat Kanunudur.
Şimdi biz bugün akşam ezanın okunmasıyla birlikte artık bir Muharrem'e geçmiş olacağız. 1446 senesine geçmiş olacağız. Eğer işte takvimimiz elimizden alınmasaydı bir Muharrem vesilesiyle yani, Hicri yeni yılın başlangıcı, bunun yanında Men'-i Müskirat da gündemimizde olabilirdi mesela. Çünkü Men'-i Müskirat kanununun altında 1 Muharrem 1339 tarihi var. İstiklâl Marşı'nın kabulünün tarihi de yine aynı senenin Recep ayı. Yani aralarında yaklaşık altı ay var. Men'-i Müskirat kanunundan fazla bahsedilmez. Araştırmacılar, bununla alakalı bir şeyler yazanlar da “Çok bahsedilmemiştir çünkü uygulanma ihtimali yoktu, uygulanamamış da” falan filan derler ama öyle değil. Yani Türk milletinin hangi bilinçle hareket ettiğini, gidişatın İstiklâl Harbi dönemi boyunca nereye doğru olduğunu gösteren önemli bir misaldir. Birinci Meclis İstiklâl Harbi devam ederken açılmış bir meclistir ve oradaki mebusların önüne aldıkları, hedefledikleri şeylerin en başında gelir. Sarhoşluk veren bütün maddelerin yasaklanması kanunu. Men’-i Müskirat Kanunu budur. Hıristiyan takvimine göre 23 Nisan 1920’de birinci meclis açılmış, beş gün sonrasında Trabzon mebusu Ali Şükrü bu kanun teklifini sunmuş. Çeşitli mazeretlerle, bahanelerle ertelenmiş, beş ay sonra kanunlaşmış. Yani “Önümüzde bir sürü mesele varken şimdi bununla mı uğraşmalıydık?” diyenlere rağmen, “Bir harbin içerisindeyiz bu mu karşımıza çıkacak olan şey?” diyenlere rağmen, “Zaten iktisadi olarak zor durumdayız bir de müskiratın vergisinden mi olalım?” diyenlere rağmen çıkmış bir kanundur. Rıza Nur, Mehmet Akif’in de bu kanunun çıkmasında bir parmağı olduğunu söylüyor. Yani Ali Şükrüyle Mehmet Akif ikisi beraber bu kanun teklifini hazırladılar, sundular. Yani böyle bir bilgi verir.
Meyhane şiiri vardır Mehmet Akif'in. Mehmet Akif'in şiirinin gücünü, şiirinin seviyesini gösteren çok güzel bir şiirdir ve aynı zamanda Meclis'in de önüne ilk gelen konulardan biri olmasıyla beraber düşünürsek eğer yani o gün olan bitenin yani Türk hayatında ne varsa, merkezinde ne varsa Mehmet Akif onu şiirine almış, onun şiirleştirmiştir. Yani bunu göstermesi bakımından da önemli bir şeydir.
Men’-i Müskirat Kanunu'nun üçüncü maddesi şu şekilde, daha doğrusu teklife sunulan ama hemen hemen aynı şekliyle kabul edilmiştir: “İşret ettiği görülenler ya hadd-ı şer’iyle tedib olunur veyahut 50 liradan 250 liraya kadar ceza-i nakdîye mahkûm edilir.” Şimdi burada 50 lira, 250 lira tamam da hadd-i şer’i yani şer’i olarak bir ceza verilmesi de nedir diye itirazlar yükselir tabii ki. Yani mecliste 80 değnek cezası falan konuşulur. Güç yetiremeyenler ne yapacak falan filan diye konuşulur. Yani şimdi o 80 değnek cezasına çarptırılan oldu mu bilmiyorum ama birçok para ve hapis cezasına çarptırılan var bu kanun dolayısıyla. Yani uygulanamadı falan diyorlar fakat mebuslardan birinin konuşmasında şöyle bir şey var: “Bugün siyaseten bir an evvel bunu çıkartmamız icap eder”. Men’-i Müskirat Kanunu için. “Millet biraz kendi hissiyatının ve ruhunun okşanmasını istiyor.” Yani Türk milletinin bir isteği aslında ve Türk milleti böyle bir hazırlık içerisinde idi. Fakat işte heba edildi. İkinci hicretimiz olamadı olabileceği halde.
Son olarak takvimimizdeki bölümlerden bir tanesi: Türkeli’nin gölleri. Geçen sene de internet portalımızdaki takvimde yayınlandı bu metinler. Matbu takvimimizde de yer aldı. Resimli, haritalı bir şekilde. Geçen seneki takvimimizde akarsular vardı. Bu sene göller var. İstiklâl Marşı Derneği’nin birçok defa bu kürsüde dile getirdiği bir teklifi, bir projesi var. Yani akarsuları ve gölleri birleştirerek milli pazara da yarayacak, milli pazarı da temin edecek şekilde bir münakalat ağı kurmak. Yani bunu İstiklâl Marşı Derneği'nden başka dile getiren oldu mu ben bilmiyorum. Ben kimseden duymadım. Bu yapılamayacak bir şey değil. İşte Türkiye'de akarsuların debisi yüksektir falan filan. Halledilemeyecek bir şey değil. Yani bununla alakalı yazılıp çizilenler var. Fakat kimse böyle bir şeyle ilgilenmedi. Biz göllerimizi, akarsularımızı tanımayı önemsiyoruz. O yüzden takvimimize bu metinleri aldık. Şimdi biz akarsularımızın birleştirilip bir ağ kurulmasından ve milli pazarı temin etmesinden yani milli menfaatlerimizden söz ediyoruz fakat akarsularımızın ve göllerimizin kuruması veyahut kurutulmaları tehlikesiyle karşı karşıyayız. Medyada da duyuldu bununla alakalı haberler. Fakat herhangi bir tedbir alındığına dair bir şeyi ben görmedim. Çünkü yöre halkı hala aynı şeylerden yakınıyor. Göller kuruyor. Şimdi neden bu kadar göllerle alakadar oluyoruz? Takvimde harekeli bir bölümümüz var bizim iki senedir. Geçen sene de vardı. Ön sayfada harekeli Türkçe metinlerimiz var. Kur'an okuyabilen ama henüz Türkçe okuma tecrübesi olmayanlar için bir kısmı harekelendiriyoruz. Yani kolay okunabilsin, onlar da kolay intibak edebilsin diye. Onlardan bir tanesini okuyacağım. Bu göller meselesiyle niçin bu kadar alakadar olduğumuzu da takvimde verdik yani. İktibas İsmet Bey'in 2007'de bir televizyon programında yaptığı konuşmadan, Toparlanıp Gitmiyoruz kitabında da yer alıyor. “Biz bugün “Türkiye’de birlikte yaşadığımız insanlar ve üzerinde yaşadığımız toprağın lehine bir şeyler yapacağız diyoruz. Onun için Beyşehir gölünün kuruması bizim demokrasiden daha önemli problemimizdir. Yani Beyşehir’in kurumadığı bir Türkiye demokratik bir Türkiye’den daha iyi bir Türkiye’dir.” Bugün Beyşehir Gölü ve bütün göller ve akarsular kurumasa bile sularının azalması ile gündemde aslında. Her birinde su azalmış, çekiliyor yavaş yavaş kurumaya doğru gidiyor. Şimdi o takvimdeki göl metinlerine baktığımızda mesela o göllerden geçinen balıkçılar var. Yani birçok balık türü yetişiyordu ve sadece o göllere mahsus tatlı su balıklarımız vardı vesaire. Hatta o yöredeki, o çevredeki halkın balık ihtiyacını karşılıyordu o göldeki balıklar ve üstüne ihraç ediliyordu. Mesela Gölhisar Gölü'nde bolca balık yetişip Suriye ve Hatay'a ihraç edilirdi. Yani böyle birçok göl hakkında malumat var takvimimizdeki metinler okunduğunda. Ama yani bu durumda, şu anda göllerimizin kuruduğu bir… Yani bununla alakadar oluyoruz. Balık yetti, balık ihraç edildi falan filan… Buraları geçtik kurumasın diye uğraşıyoruz. Şimdi nasıl oluyor bu? Göllerimiz kuruyor, aslında kurutuluyor. Mesela genetiğiyle oynanmış balıklar atılıyor göllere. Nereden geldiği belli olmayan balıklar. Etçil balıklar. O gölün yerli balıklarını, yumurtalarını yiyerek beslenen balıklar. Bunlardan bir tanesini mesela halk istilacı bir balık olduğu için İsrail Sazanı olarak isimlendirmiş. Laboratuvarda üretilmiş bir balık. Genetiğiyle oynanmış. Yani öyle bir şey ki normal bir göl balığı senede bir defa ürerken İsrail Sazanı denilen balık her ay üreyebiliyormuş. O yüzden çok çabuk bir şekilde çoğalıyor ve diğer balıkların yumurtalarını yiyerek onların çoğalmasına mâni oluyor. Ve sonuçta yok ediyor o balıkları. Yani onların göle salındığını gören insanlar var mesela. Hiç nereden, niye salındı, neden geldi falan bununla alakalı bir açıklama yok ama işte seneler önce Amerikalılar gelmiş, salmıştı falan böyle bazı beyanlar var haberlerde. Yani bu balıkların, genetiğiyle oynanmış balıkların göllere salınma meselesi yalnızca balıkçılıkla alakalı bir şey değildir. Yani balıkları zaten yok ediyor, o da var. Fakat mesela Beyşehir gölü için böyle bir şey okumuştum. Yani orada da etçil bir balık türü var. Ve yine o gölde yerli olan ve suyun altındaki otları yiyerek beslenen balıkları yiyerek besleniyorlar yani otçul balıkları yiyen etçil balıklar salınmış ve bu sebeple gölün altında otlar büyüyor ve otlar büyüyünce toprak tutuyor. Dolayısıyla tabandan yükseliyor seviye. Yani biz baktığımızda gölün yüzeyinde, yani göl diye bir şey görüyoruz ama o mesela Beyşehir gölü için 21 metre -bu bir iki sene önceki bir bilgi olsa şu anki hali nasıl bilmiyorum- 21-22 metre gölün bu şekilde sığlaştığı söyleniyor. Yani o balıkların atılması gölü kurutan bir şey aslında. Bütün bunları bilip insanların bilmesini ve buna göre tedbir alınmasını istiyoruz. Yani o yüzden takvimimizde göl metinlerimiz yer alıyor, diyerek bitirmiş olayım ben de. Teşekkür ederim beni dinlediğiniz için.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz, hemen Yusuf Ay’a sözü bırakıyorum. Buyurunuz.
Yusuf Ay:
Selamun aleyküm,
Ben de bu seneki hicri takvimimizi tanıtacağım inşallah. Hicri takvim Seyfullah Köksal’ın ifade ettiği gibi hicreti sıfır noktası kabul eder. Hicri takvimde günler ilk önce geceden başlar. Biz bir günün ilk önce gecesini yaşarız. Daha sonra o günün gündüzünü yaşarız. Çünkü bizim takvimimizde gün dönümü akşam ezanıyla beraberdir. Yani akşam ezanı okunduğu zaman saat tam olarak 12’yi gösterir ve biz yeni güne girmiş oluruz. Bu yüzden günün kıldığımız ilk namazı akşam namazıdır. Son namazı da ikindi namazıdır. Biz şu an -ikindi ezanı okundu mu bilmiyorum ama- şu an günün son saatlerindeyiz. Akşam ezanı okunduğu zaman saat 12'yi gösterir. Ama bazen namaz vakitleri, bazen değil aslında her zaman ya geriye gelir ya da ileriye gider. Mesela pazartesi günü akşam ezan okunduğu zaman saat 12'dir ama salı günü 12'ye iki kala okunur. İşte bir gün sonra daha da geri gelebilir. Bu gibi durumlar da biz her gün akşam ezanı okunduğu zaman gözümüz saate ilişir, kaç dakika geride veya ileride okunduysa saati 12'ye çekeriz. Yani her gün saatimizi ayarlarız. Mesela bu aynı zamanda bizim dakik de olmamızı gerektiren bir şeydir. Çünkü iki gün bir ayarlama yapmazsak üçüncü gün vapuru kaçırabiliriz. Ramazan'da biz ilk önce akşam ezanı okunduğu zaman teravih namazı kılarız. Yani Ramazan'ın ilk gününde biz aslında teravih namazını kılarız. Daha sonra o günün orucunu tutarız. Yani geceden başlayan bir durum söz konusudur. Aynı şekilde bu devam eder. Son gün teravih namazımızı kılarız, o gün orucumuzu açarız artık orucumuzu açtıktan sonra teravih namazı yoktur. O girdiğimiz gece yani orucumuzu açtığımız son akşam ezanı bizim bayramın gecesine girdiğimizi gösterir aslında. Bayramın birinci günüdür o gece. Kurban kesiminin son günü Hanefilerde ve Şafilerde farklıdır ama ikisinin de vakti aynıdır. Hanefiler üçüncü günün akşam ezanına kadar kurbanın kesilebileceğini söylüyor. Şafiiler de dördüncü günün akşam ezanına kadar. Yani bugünkü gibi mesela saat, akşam ezanı -kış saatini düşünün- 5’te okunuyor, 6’da kurban kesemiyoruz mesela. Artık gün dönmüş oluyor. Bu yani gecenin ilk önce gelmesi, gündüzün de sonra gelmesi, Türk şirininde de bunun örnekleri vardır. Mesela Yunus Emre’nin bir şiirinde, ''Ey Yunus sen bu dünyaya niye geldin / Gece gündüz Hakk'ı zikretsin dilin'' der Yunus. İlk önce geceyi söyler daha sonra gündüzü söyler. Yine Karacaoğlan’da da bunun bir örneği vardır. ''Gece gündüz dalıyorum ben fikre / vallahi sevdiğimde del’olacağım.'' der Karacaoğlan da. Yani gündüz-gece sıralaması aslında modern zihnin bir sıralamasıdır daha çok.
Bu sene takvimimizle beraber 12 ayın günlerini bir bütün olarak görebileceğiniz bir afişimiz de var, duvar takvimimiz de var. Burada gün isimleri yazmaktadır. Haftanın yedi gününün ismi sıra sıra. Ama ilk gün pazar günüdür burada. Bizim takvimimizde haftanın ilk günü çünkü pazar günüdür. Yani hafta aslında pazar günüyle başlar. Pazar denmesinin sebebi o gün pazar kurulması dolayısıyladır. Pazar ertesi gelir, salı günü gelir, salı günü Arapça ثالث kelimesinden gelir. Salis üçüncü gün demektir. Salis’den, salıya kalbolmuştur kelime. Çarşamba kelimesi Farsçadır. چهار شنبە şeklinde iki kelimeden oluşur. Çehar dört demektir. şenbe de gün demektir. Dördüncü günü ifade eder çarşamba. Perşembe’nin aslı da پنچ شنبە dir. Penç Farsçadır yine beşi ifade eder. Şenbe yine gündür. Perşembe de beşinci gün manasındadır. Hayvanların, vahşi hayvanların ellerine pençe dememizin sebebi beş parmaktan oluşması sebebiyledir. Beş parmağa sahip olmaları sebebiyledir.
Biz her yıl takvimimizi değiştirerek neşrediyoruz. Geçen sene kullandığımız başlıkları tekrar kullanmıyoruz. Metinleri de tekrar kullanmıyoruz. Yenileyerek, yepyeni olarak çıkıyoruz okuyucunun karşısına. Bu sene de yine başlıklarımız farklı. Biz geçen son 3 sene, son 3 sene hariç önceki takvimlerimizde Elifba Dersleri ile başlıyorduk. İlk üç ay, dört ay okuyucu Elifba derslerini çalışırdı, bakardı. Okuma metinleri de ondan sonra başlardı. Son üç yıl bu Elifba dersleri yerine harekeli metinler koyduk. Bu yılki takvimimizde de hem Elifba derslerimiz var hem de harekeli metinlerimiz yer alıyor. İlk defa ikisini beraber kullandık. Bizim Kur'an-ı Kerim öğrendiğimiz cüzlerde harf temrinleri bittikten sonra talebenin karşısına asgari seviyede bile olsa öğrenmesi gereken ehemmiyetli bilgiler çıkar. Yani Amentü çıkar, Rabbi Yessir çıkar, namaz duaları, Tahiyyat, Sali-Barik. Yani namaz kılmasını öğretilebilecek asgari seviyedeki bilgiler orada kendisine verilir harflerle beraber. İstiklâl Takvimi’nde de Elifba derslerinden sonra okuyucuyu karşılayacak ilk metin İstiklâl Marşı'nın kendisidir.
Birinci başlığımız Ahmet Rasim ve Şehir Mektupları'dır. Ahmet Rasim’in metinleri hem çok çeşitli hem çok zengin hem de çok renkli metinlerdir. Çok çeşitlidir çünkü kimi zaman bir sokağı tasvir eder. Kimi zaman Frenklerden, Frenklere tanınmış ayrıcalıklardan, Frenk mukallitliğinden bahseder. Kimi zaman da mevsimlerden, Türkçeden bahseder. Farklı farklı konulara temas eder. Çok zengindir çünkü Türkçesi bugün, yani biz buradan baktığımız zaman, bugünün Türkçesiyle mukayese ettiğimiz zaman estetik ve zengin bir Türkçe olarak karşımıza çıkar. Çok da renklidir çünkü bugün kullanmadığımız birçok renk ismi yer alır Ahmet Rasim’in metinlerinde. Ben de o renk isimlerinin bazılarını söylemek istiyorum: Nar çiçeği, deve tüyü, vişneçürüğü, gelincik alı, horoz ibiği, tarçinî, kuzgunî, ördek başı, sincabî, samanî, fındıkî, nohudî, kanarya sarısı ve buğdayî. Bunlar var bir de bunlar kadar diğer metinlerinde geçiyor bugün kullanmadığımız, unuttuğumuz, bilmediğimiz renk isimleri.
Bir diğer başlığımız halk takvimidir. Kocakarı takvimi de denir bu takvime. Burada halkın yılı bölerek isimlendirmelerine dair tabirler yer alır. Erbain, hamsin, berdu’l-acuz gibi. Bunların nereden geldiği, hangi günler için kullanıldığı izah edilir bu bölümde. Türk edebiyatından deliller gösterilir aynı şekilde. Bu metinlerimizin birisinde 1940'ta yazılmış bir gazete yazısı “Bahar'ın üç tane müjdecisi vardır” der yazar. “Bir cemrelerin düşmesi, iki âmeden-i laklak ve âmeden-i çaylak” der. Üçüncüsü de ağaçların çiçek açmasıdır. İkinci söylediği şey, âmeden-i laklak ve âmeden-i çaylak, leyleklerin ve çaylakların göçüdür. Çaylaklar -çaylaklar hakkında orada malumat verir göç ettikleri zaman- İstanbul'da belli bir süre konaklarmış ve konakladıkları yer de bugün bulunduğumuz semt Eyüp olurmuş genellikle. Konaklamak için de daha çok fındık ağaçlarını tercih ederlermiş ve etçil hayvanlar bunlar. Çaylaklar burada konakladığı zaman veya göçtüğü zaman tavuk satıcıları ve ciğer satıcıları sattıkları ürünleri muhafaza etmeye çalışırlarmış. Çünkü çok iyi bir avcı oldukları için hızlıca dalar eti alıp kaçarmış. Aynı zamanda bir üçüncü olarak da feslere saldırırlarmış, insanların felsefelerine. O gün orada çaylaklar arasından geçen insanlar da feslerini muhafaza ederek geçermiş, koruyarak.
Bir diğer başlığımız Hoş Saday-ı Eşref-i Milel. Türk musikisine dair metinlerin bulunduğu başlığımızdır. Bazen bir güftenin nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını söyler bize. Bazen Türk musikisinin başına gelenlerden bahseder. Bu metinlerin birinde 1960’tan sonra Adnan Menderes yassı adadayken Necdet Yaşar'ın anlattığı bir hadise var. O gün radyoda program var ve 27 Mayıs 1960’tan sonra ordu radyoya Adnan Menderes'i hatırlatmayacak parçalar çalmalarını söyler o günlerde. Necdet Yaşar da o gün radyoya gider ve Necmi Rıza Ahıskan’ı görür orada. O gün canlı bir program vardır ve şarkıyı icra edecek olan kişi de Necmi Rıza’dır. Necdet Yaşar da kendisine sorar programda ne okuyacaksın diye. “Köprüler yaptırdım, yarin gelip görmeye / Çeşmeler yaptırdım suyun içmeye” der. Necdet Yaşar da der ki “E abi burada yani köprüler yaptırdım, çeşmeler yaptırdım, Adnan Menderes’i hatırlatmıyor mu sence?” Necmi Rıza da “Evet, evet çok doğru söylüyorsun ben bunu gideyim değiştireyim.” diyor. Gidiyor, geri geliyor. “Ada sahillerinde bekliyorum.” “Abi”” diyor “Bu ada sahilleriyle hangi adayı kastediyorsun? Yassı adayı mı?” Necmi Rıza bu sefer “Bana bugün ne oldu?” diye gidiyor, geri geliyor “Kimsenin bilmediği bir şarkıyı koydum bu sefer, bu sefer oldu.” diyor. “Muntazır teşrifine hazır kayık.” “Abi” diyor “Adnan Menderes’i kaçırmak için mi hazırladın kayığını.” O da “Ben artık bu programı devam ettiremeyeceğim.” deyip çıkıyor o gün. Niyazi Sayın programı sürdürüyor.
Bir de karikatürlerimiz var. İstiklâl Harbi sırasındaki karikatürlerimiz bunlar. Biraz öncesine veya biraz sonrasına dair olan karikatürlerimiz de var. Bunlar aynı zamanda okumayı kolaylaştıran da metinlerimizdir. Bizim de bu karikatürleri hazırlarken dikkatimizi çeken bir husus var. Mesela İstiklâl Harbi siyasi hadiselerin olduğu bir zaman. Ama trafik kazalarına dair birçok karikatür çizilmiş. Bu, mesela biz bugün buna alıştık aslında, trafik kazalarına. Ama atlı bir hayatı görmüş insanlar için bu pek alışılabilecek bir durum değilmiş demek ki. Aynı zamanda hem Ahmet Rasim’in metinlerinde hem de Ekrem Koçu’nun metinlerinde değindiği bir meseledir trafik kazaları. Bizim o karikatürlerin birinde de arabayla hızlı bir şekilde şoför köye dalmış ve ağaca çarparak durabilmiş. Ve köydeki hayvanlar ve insanlar sağa sola saçılmış. Arabadan bağırıyor. Memurmuş kendisi, nüfus memuru, saymaya gelmiş köyü. Arabadan bağırıyor, nüfusunuz kaçtır diyor, köyünüzün nüfusu. Oradaki köylüler de “Sen gelmeden önce mi sen geldikten sonra mı?” diyor.
Ön sayfalarımızda da o gün Türk tarihinde neyin yaşandığını söyleyen metinlerimiz vardır. Hareketli metinlerimiz vardır. Hadislerden ve İstiklâl Marşı Derneği'nin diline doladığı metinlerden, sözlerden müteşekkildir bu bölüm. Bir de ezan vakitlerini gösteren bir bölümümüz vardır.
Biz takvimimizi neşrettiğimiz harflere Arap harfleri demiyoruz. Kur'an harfleri diyoruz. Çünkü bu ifadenin hakikate müteallik bir veçhesi var. Kur'an-ı Kerim nazil olmadan önce bu harfler yoktu. Araplar bu harfleri kullanmıyorlardı. Çünkü Araplar sözlü bir kültüre sahip insanlardı. Veya sözlü bir kültüre ve rivayet kültürüne sahip insanlardı. Bildiğiniz gibi Arap câhiliye şiiri var. Ne kadar geriye gittiğini bilmiyoruz ama artık Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zamanlarda epeydir orada olduğunu hissettiren bir Arap cahiliye şiiri. Bir şairin yanında her zaman bir ravi bulunurmuş. O şair bir yere gittiği zaman mutlaka o ravi de onunla beraber gider, şair şiirini inşad ettiği zaman o ravi şiiri hemen orada ezberlermiş. Ve orada bulunmayan diğer ravilere nakledermiş. Yani bir şairin divanı bazen sadece bir tane ravide bulunurmuş. Yani onun zihninde korunurmuş. Bazı raviler de bir kabilenin bütün şairlerinin şiirlerini hıfzedermiş. Ve o kabilenin ravisi olurmuş. Bir ravi şiiri rivayet ederken bazı zamanlarda nadiren de olsa, o şiiri tashih ederek rivayet edermiş. Bu yüzden her ravinin aynı zamanda bir musahhih olduğu da söylenir. Şiiri düzeltme kudretine sahip olduğu için de her ravi aynı zamanda bir şairdi de denir. Bu rivayet kültürünü biz Kur'an-ı Kerim nazil olduktan sonra da görebiliyoruz Araplarda. Çünkü Arap şiiri, yani Kur'an-ı Kerim nazil olduktan 150, 160 yıl kadar bir süre zarfında kayıt altına alınmamıştı. Hala rivayet ediliyordu. Hicri 150 yılında vefat etmiş olan Hammâd er-Raviye adında bir zat var. İsmi Hammâd sıfatı Raviye. Çokça şiir rivayet edene Raviye sıfatı verilirmiş. Bu yüzden bu ismi alıyor kendisi. Kur’an-ı Kerim nazil olduktan sonra bu gibi şiir rivayet eden insanların ölmesi dolayısıyla Arap şiiri bu zatın ölmesiyle çok şey kaybetti denir çünkü bir kayıt altına alınma söz konusu değildi. Sözlü bir kültüre sahip oldukları için Araplar. Yine bizim ilk siyer metinlerimizden biri İbn-i Hişam'dır. İbn-i Hişam'da tarihi hadiselerden, Resul-i Ekrem’in olmadığı hadiselerden, bazen uzak yerlerde vuku bulmuş hadiselerden bahsedilir. Ama bunlar da mesela rivayet edilerek nakledilir okuyucuya. Yani bilginin tedavülü rivayet üzerindendi. Biz rivayet ve İslâm dediğimiz zaman aklımıza gelen ilk şeylerden biri hadislerin rivayet edilmesidir. Bu, yani hadislerin rivayet edilmesi veya herhangi bir bilginin rivayet edilmesi, kıymetli olanın zihinde korunması ve rivayet edilmesi Arapların çok bilmediği, onların uzak olduğu bir şey değildi. Arap kültürünün bir hediyesidir aslında hadislerin rivayet edilmesi. Ama tabi ki sadece hadislerin rivayet edilmesini Arap kültürüyle izah edemiyoruz. Çünkü hadislerin rivayet edilmesinde daha hassas bir durum söz konusu. Yani artık rivayet, ilimle birleştiği zaman orada hadis rivayetleri söz konusu oluyordu. Kur'an-ı Kerim nazil olmadan önce -Hamidullah da bahseder bundan- yazı bilen çok insan yoktu. O mesela kitabında, Hamidullah kitabında -ilk dönem İslâm kaynaklarından alır bu bilgileri- falan kişi yazı biliyordu, Suriyeli falan kişiden öğrenmişti, filân kişi bundan yazı biliyordu, yani birkaç kişi yazı biliyordu. Ama doğrudan bir okur yazar sınıf yoktu. Ve okur yazarlığa dair de bir fikirleri vardı. Yani yazının ne olduğunu bilmiyor değillerdi. Çünkü -yine bildiğimiz bir şey- Muallakât-ı Seb’a dediğimiz şiirler vardı. Kâbe’nin duvarına asılmış yedi cahiliye şairinin birer şiiriydi. Bunları işte tek tek yazarak Kâbe’nin duvarına asmışlar. Ama doğrudan bir okur yazar sınıfı yoktu. Ve yine onlarda söz senetti. Bir anlaşma yaptıkları zaman aynı zamanda itibar ettikleri şey söz de olabiliyordu. Mesela Süheyb er-Rûmî adında bir sahabi var. Rûmî denmesinin işte muhtelif sebepleri olduğunu söylenir. Bazıları Rum’lu olduğu için Rumi olduğunu söyler, bazıları saçı kızılmış, saç kızıllığı dolayısıyla Rumi dendiğini söyler. Çok zengin bir tüccar. Ticareti de Rumlarla yapıyormuş. Bu yüzden de Rûmî ismini aldığı söylenir. Resul-i Ekrem hicret ediyor. Süheyb henüz hicret edemiyor. Çok malı var. Ne yapacağını bilmiyor malıyla. Sonra malını hicret etmeden önce gömmeye karar veriyor bir yere. Gömüyor, yola çıkıyor ama müşriklere yakalanıyor. Bu sefer Süheyb de "Ben size malımın yerini söyleyeyim, siz beni serbest bırakın" diyor. Müşrikler de bunu kabul ediyorlar. Süheyb hicretine devam ediyor. Müşrikler de malı almaya gidiyor. Yani doğrudan sözlü bir anlaşma söz konusu. Kur'an-ı Kerim nazil oluyor ve vahiy yazılmaya başlanıyor, Kur'an-ı Kerim yazılmaya başlanıyor. Yine Mekke'de de yazıldığına dair bir rivayet var. Hz. Ömer'in Müslüman olmasına dair. Hz. Ömer, kız kardeşinin Müslüman olduğunu duyduğu zaman -kız kardeşi ve kocasının- onların evine gidiyor. Ve onlar da Kur'an-ı Kerim okuyorlar. Hz. Ömer içeri girince okudukları Kur'an-ı Kerim'i saklıyorlar. Hz. Ömer içeri girip sorduğu zaman o neydi diye onlar da çıkartıp gösteriyorlar. Ömer'in gördüğü yazılı bir kaynak aslında. Yani ilk dönemlerden beri vahyin yazıldığı söyleniyor. Resul-i Ekrem'den gelen bazı rivayetler var. Yazıya cevaz verdiği ve cevaz vermediği rivayetleridir. Çokça ve çeşitli rivayetler. Bunun için de derler ki hadislerle karışmaması için Resul-i Ekrem bazı insanlara hadislerin yazımını yasaklamıştı. Çünkü en baştan beri yazılan Kur'an'-ı Kerim'di. Hadislerin yazılıp yazılmaması bir meseleydi. Medine'ye gittikten sonra bazıları cevaz verdiğini söyler. Rivayetlerdeki farklılıklar bu şekilde izah edilir. Resul-i Ekrem irtihal ediyor ve Kur'an-ı Kerim toplanıyor, cemediliyor. Böylece Arapçanın ilk yazılı eseri ortaya çıkıyor. Yani bir kitap formunda yazıya geçmiş, yazılmış ilk eseri ortaya çıkıyor. Bundan önce olanlar hep böyle Muallakat-ı Seb'a gibi parçalardı veya anlaşmalardı. Yine Resul-i Ekrem'in gönderdiği mektuplardı mesela. Ama ilk hacimli, kitap diyebileceğimiz ilk şey Kur'an-ı Kerim'in kendisidir. Kur'an-ı Kerim cemediliyor, çoğaltılıyor. Hz. Osman zamanında okuma farklılıkları olan diğer Kur'an-ı Kerim'ler yakılıp sadece bir tanesi esas alınıyor. O da bugün elimizde olan Kur'ân-ı Kerim. Ona da Hz. Osman mushafı diyoruz. İslâm fetihleri genişliyor. Arap olmayan insanlar da Müslüman olmaya başlıyorlar ve bu insanlar Arapça bilmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'i açıp okudukları zaman da düzgün bir şekilde okuyamıyorlar. Çünkü o zamanki harflerde bir hareke, bir noktalama işareti veya duraklar yoktu. Sadece harflerin kaba çizgileri vardı. Hz. Ali'nin ölümü hicrî 40'lı yıllar denir. Ondan sonra Hz. Ali'nin yetiştirdiği söylenen talebesi, Ebu'l Esved ed-Düeli adında bir zat gelir. Onun da ölümünün hicrî 50. yıl olduğu söylenir yani halifeler döneminden hemen sonraki bir hadise. Dönemin Irak valisi, Ebu'l Esved ed-Düeli adındaki zatı çağırıyor ve "Bu Arap olmayan insanlar, bu Kur'an-ı Kerim'i okuyamıyorlar. Okudukları zaman sürekli hata yapıyorlar. Bu harflere bir şey yap da Kur'an-ı Kerim'i muhafaza et." diyor. Ebu'l Esved de talebelerini karşısına alıyor ve "Ben şu dudak hareketini yaptığım zaman harfin üstüne bir nokta, şu dudak hareketini yaptığım zaman altına bir nokta, şunu yaptığım zaman da yanına bir nokta koyun" diyor. Yani ötre, kesre ve fetha işaretleri bu şekilde çıkıyor ama bir nokta olarak çıkıyor ortaya. Daha sonra öğrencisi geliyor. O da harflere nokta koymaya başlıyor. Yani harflerde nokta yoktu. Bugün "ت" harfi olarak gördüğümüz harfi mesela "ي" olarak, "ب" olarak okumak mümkündü. Harflerdeki bu karışıklığı gidermek için onlara da nokta konuluyor. Daha da sonra Halil bin Ahmed adında biri geliyor. O da hem şedde koyuyor hem cezim koyuyor. Kur'an-ı Kerim'i bugünkü haline yaklaştırıyor. Ve her eklenen şey farklı bir renkle ekleniyor. Yani harfler her zaman siyah ama işte harflere konan noktalar kırmızı, diğerleri mavi, şedde ile cezim daha sonra eklendiği için yeşil. Çünkü aslında neyin olduğu, neyin olmadığı görülsün diye. Ama daha sonra hepsi bir bütün olarak kabul ediliyor, aynı mürekkeple yazılıyor.
Biz yani o coğrafyada yazının ortaya çıkması Kur'an-ı Kerim'in nazil olmasından sonra olduğu için bu harflere Kur'an harfleri diyoruz, Arap harfleri demiyoruz. Çünkü onlar için sözlü kültür söz konusuydu. Yazıya ihtiyaç duymuyorlardı. Meselâ hatta bu yazının tadilatından da kısmen bazıları rahatsız oluyorlardı. Onlar için iyi Arapça bilmek bir meziyetti. Üst sınıfın bir meselesiydi bu. Bu noktalama işaretleri de bilmeyenler için yapılmış şeylerdi. Devlet katında bir Arap diğer bir Arap'a mektup gönderiyor. Ve işte bu noktalama işaretlerini kullanılıyor. Mektubu alan Arap, o noktalama işaretlerini gördüğü zaman, karşı tarafa ben Acem miyim, bana neden bu harflerle bu şekilde yazıyorsun, dermiş. Bizim hat kitaplarımızda da hattın tarihinden bahseden kitaplarda da bu yazı Arap yazısı olarak geçmez, İslâm yazısı olarak geçer. Bedreddin Yazır'ın Kalem Güzeli adlı eserinde İslâm yazısı olarak geçer. Yine İbnü'l Emin bu harflere Arap harfleri demez, İslâm harfleri der. Çünkü bu işle iştigal eden hattatların hepsi Kur'an-ı Kerim'e hizmet etmek için bu işle iştigal etmişler yani Arap yazısını daha güzel forma nasıl sokarız endişesinde değillerdi bu insanlar. Bizim zihnimiz bugün Tanzimat'la ve harf inkılâbıyla şekillendiği için Türkçe hususunda biz böyle meseleleri kendimize biraz uzak görüyoruz.
Türkçe'nin aleyhindeki ifadeler, beyanlar Tanzimat'la başlamıştır. Türkçe'nin adının Osmanlıca olduğu, üç dilden mürekkep bir lisan olduğu, harflerin ıslahı, harflerin değiştirilmesi Tanzimat'tan sonra dile getirilen bir meseleydi. Ve Tanzimat'ın Türkçenin aleyhindeki görüşlerini Harf İnkılabı da resmileştirmiştir, bunu bir devlet politikası haline getirmiştir. Çünkü, mesela bunu üç isim üzerinden izah edeyim. Ahmet Cevdet Paşa Tanzimat’ta “Kavâ’id-i Osmaniyye” adında bir eser yazıyor. Osmanlıca grameri. Ve eserin ilk cümlesi “Osmanlıcanın aslı Türkçedir. Arapçanın ve Farsçanın katışmasıyla üç dilden mürekkep bir dildir, üç dilden oluşmuş bir dildir.” der. Ve bu sadece onun görüşü değil, o yüzyıldaki birçok insanın görüşüdür. Dönemin bir modası gibidir. Ama bazı insanlar bu görüşe karşı çıkar, herkes kabul etmez. Zaten dile Osmanlıca denmesi ilk defa Tanzimat'tan sonradır. İkinci isim Şemseddin Sami'dir. Şemseddin Sami bir sözlük telif eder ve sözlüğüne “Kâmûs-ı Türkî” der. Yani çoğunluğun Osmanlıca dediği yerde Şemseddin Sami gelip “Kâmûs-ı Türkî” demiştir sözlüğe, “Türkçe Kamus” demiştir. Türkçe olduğunu başlığında söylemiştir. Kitabın önsözünde bir dilin birkaç dilden mürekkep olacağının mümkün olmadığını, dilin isminin Türkçe olduğu beyanlarında bulunur. Üçüncü isim de Ömer Seyfettin'dir. Aslında hem Ahmet Cevdet Paşa’nın hem de Şemseddin Sami’nin fevkinde bir insandır Türk milleti nezdinde, yazmış olduğu hikayeler dolayısıyla. Ömer Seyfeddin de dilin isminin Türkçe olduğunu söyler. Dilin birkaç dilden mürekkep olamayacağını söyler. Bunun yani mürekkeplik meselesi değil, bir dilde başka bir dilden bir kelimenin bulunduğunun tabi bir şey olduğunu ifade eder. Alman dil bilim uzmanından bir cümle nakleder: “Dil, cezirlerden değil, tasarruflardan müteşekkildir.” Yani köklerden değil, kullanışlardan oluşmaktadır diller. “Bir dilde bulunan bir kelimenin hangi dilden geldiği meselesi değildir bu, o kelimenin o dilde nasıl kullanıldığı meselesidir” der. Bunun için de birkaç örnek verir, “şafak” kelimesini örnek verir mesela, İstiklâl Marşı'nda da geçer. “Arapçada akşamın kızıllığını ifade eder bu kelime ama Türkçede gündüz kızıllığını da ifade eder” der. Ve Harf İnkılabı geliyor akabinde ve “Öz Türkçe” kavramını ortaya atıyor. Öz Türkçe dediği zaman doğrudan Ahmet Cevdet Paşa gibi insanların savunmuş olduğu düşünceye resmiyet kazandırıyor. Yani dil Arapça, Türkçe ve Farsça olarak birbirinden tamamen ayrılabilirdi düşüncesinde onlar. Öz Türkçeciler de aynı düşüncede. Yani “sabah” kelimesi Arapça, “akşam” kelimesi Farsça. “Biz bunları konuşmadan da söylemeden de Türkçe konuşabiliriz.” iddiasındalardı. Tanzimat’ta bu fikri savunan insanların düşüncelerini Harf İnkılabı doğrudan resmileştirilmiş oldu. Ama hakikate müteallik bazı şeyler söyleyen insanları gölgede bıraktı. Yani Şemseddin Sami’nin sözlüğünün ismi Kâmûs-ı Türkî olması mesela pek dikkatimizi çekmiyor. Biz sözlüğün ismi Kâmûs-ı Türkî ama onu ifade ederken mesela Osmanlıca diyoruz. Halbuki sözlüğün başlığında Türkçe kelimesi yer alıyor. Yine Ömer Seyfettin Türkçe bakımından itibar edebileceğimiz bir insan iken Harf İnkılabı onun görüşlerini de dışarıda bırakıyor. Yani bizim Türkçe hususunda zihnimiz Tanzimat ve Harf İnkılabıyla şekillenmiş bir vaziyettedir. Daha doğrusu zihnimizde bir tahribat söz konusudur. Bu tahribatı yıkarak ancak Türkçe hususunda sıhhatli bir şekilde düşünebiliriz. Bu tahribatı yıkmak için de İstiklâl Takvimi benzersiz bir neşriyatımızdır. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Bu geniş geniş izahat için. Tam esprileri anlamadım ama matrak bir takvimimiz var herhalde, anladığım o. Yusuf Ay’ın esprilerine sonradan irtibat kurmaya çalıştım. Son bir şeyler söyleyerek kapatalım programımızı. “Tarihi rol: Türklük” dediğimiz hadise bir tavır, bir rol, adı üzerinde. Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan ibaret. Bu kaç sefer geçiyor bilmiyorum ama Kur'an'da defalarca vurgulanan bir şey. Dünya hayatı bir oyun ve oyalanma. Bunu kim, nasıl bir oyun olarak kabul ediliyor, aslında mesele bu. Kimisi bir çocuk oyunu olarak görüyor. İşte bugün bütün kafirler bunu bir kumar oyunu olarak görüyor ve “her zaman masa kazanır” diyorlar şu anda. Ama bu bir sahne oyununa daha çok benziyor eğer tarih sahnesi de diyorsak, bu sonunda hesap verilecek bir sahne oyununa daha çok benziyor. Türklüğün bir rol olduğunu fark ettiğimizde, tarihin aslında yazılan veya okunan bir şey değil yüklenilen bir şey olduğunu anlıyoruz. Onun için Türklüğü tarihi bir rol olarak gördüğümüzde, tarihin bütün kirini, pasını, posasını geride bırakıp o rolümüzü canlı kılacak, o rolümüzü ayakta tutacak şeyleri sırtımıza alıp yüklenmek… Bize kalan şey bu oluyor ve bu bizi son derece özgürleştiriyor. Tarihe bakarken de hayata bakarken de. Tarih önünde hesap veren değil; tarihin taşınmaya değer yükünü arkamıza, sırtımıza alıp hesap soran mevkiine yerleşiyoruz. Bir taraftan diyoruz ki “Türklük bir ırk değildir.” Diğer taraftan diyoruz ki “İstiklâl Marşı ırkçı bir metindir.” Bu özgürlüğü bize sağlıyor. Türklüğün tarihi bir rol olduğunu söyleyerek böyle bir özgürlüğe kavuşuyoruz. Bir taraftan diyoruz ki “Türklük bir kültür değildir.” Öbür taraftan yüksek Türk kültürünün unsurlarından besleniyoruz ki bu unsurların hepsi Kur’an harfleriyle yazılmış, o kafayla düşünülerek ortaya konmuş, bize ulaşmış eserlerdir. Şunu da söyleyerek ben programımızı kapatıyorum. Türklüğü bir tarihi rol, müstakbel Türkeli’ni bir tarihi sahne olarak görmeden, Türklüğün ne olduğunu ortaya koymadan, hiçbir milli hedef güdülemez. Hiçbir adına milli hedef denilen hedefe ulaşılamaz. Kimliği olmayanın bir şeyi kendi hesabına, kendi hesabı için yapmış olmasına imkân ve ihtimal yoktur. En başta bize bir acilen kimlik lazım. Bu kimlik de İstiklâl Marşı’nın çerçevesini çizdiği, sadece şaire bakarak, Türk şiirine bakarak ortaya çıkabilecek bir kimliktir. Tarihi rolümüzü o kıratta bir sesle seslendirecek birine kulak vererek o role sahip çıkabiliriz. Onun dışında Türklüğe dair kurulan her cümlenin yanlış olduğunu bilmemiz gerekir. Yani bir “Türk dünyaya bedeldir.” sözünü duyduğunuzda, bunu kim söylüyor, kimin ağzından çıkıyor diye bakmanız lazım. Değilse işin içinde büyük bir kandırmaca olabilir. İşte “Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” diye bir söz duyduğunuzda bunu kim söylüyor diye ona bakmamız lazım. Öncelikle o söyleyenin kimliği var mı, kim söylüyor? Buna bakmamız lazım. Ondan sonra nasıl söylediğine bakmamız lazım.
Efendim, 3 saati geçti herhalde. Bizi sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederiz hayırlı akşamlar.
30 Zilhicce 1445 (6 Temmuz 2024) - İstanbul
İstiklâl Marşı Derneği’nin Hanyalı Konya mecmuası tanıtım toplantısı yapıldı.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Hıristiyan takvimine göre 1942 yılında bağımsız kelimesi müstakil kelimesi yerine teklif edilince Refik Halid "Bağımsız denilince göz önüne ipini koparmış yahut henüz ipi takılmış haşarı bir at veya keçi geliyor." demişti.
Çelimli Çalım Mecmuamızın on altıncı sayısı "DÜNLENMEK, BUGÜNLEMEK, YARINSAMAK” manşeti ile neşroldu.
Fakat bu sene Nasrullah Camii'nde sadece Mevlid-i Şerifi okuyabildik. Bunu da cami mikrofonlarının görevlilerce kapatıldığı bir ortamda yapabildik.