Hicran Göze - Mehmet Akif / Hüzünlü Bir Yolculuk; "Başımızdaki adamı kim görse inanırdı." (!)

(...)

İşte öğle ezanı da okunuyordu. 1932 senesinden beri devam eden bir mecbûriyetle tabii Türkçe olarak... Câmiye girmeye hazırlanan iki sakallı yaşlı adamdan birinin çok yavaş bir sesle İstiklâl Marşı’nın iki mısrâını mırıldandığını işitti.

Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli

Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli

Yaşlı adamın arkadaşı çok yavaş bir sesle, “Âkif’e bu iki mısrâı ilham eden bu ezan mıydı?”diyordu.

 

Namaz bitmiş, cemaat cenâze namazı için saf tutmuştu. İmamın, ölüyü nasıl bilirsiniz sualine verilen cevâba hıçkırıklar karışıyordu. Ve yüklerden kopup gelen “helâl olsun” çığlıkları... Bayrağındaki hilâlin kaş çatmasına dayanamayan ona, sana olamaz dökülen kanlarımız sonra helâl diyen Âkif’e cemaat cânı gönülden helâl olsun diye haykırıyordu.

 

(...)

Hicran Göze, Mehmet Akif/Hüzünlü Bir Yolculuk,

Kubbealtı Neşriyat, Eylül 2008, İstanbul, s. 30.

 

(...)

Cenâze Artık Edirnekapı Mezarlığı’na yaklaşmıştı. Gençler bir ağızdan İstiklâl Marşı’nı söylüyordu. Âkif’in şık ve alımlı dostu onun, fetihten beri şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk ölü olduğunu düşünüyordu. Hâfızasında bir hâtıra daha canlanmış, bu şiiri niçin Safahat’ına koymadın diye biraz da suçlarcasına sorduğu o günü hatırlamıştı. Cevap her zamanki gibi Âkifçe idi: “O benim değil memleketimindir.” Onun İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya mükâfat olarak 500 lira verileceğini duyunca bütün ısrarlara rağmen girmekten vazgeçtiğini işitince de hiç şaşırmamıştı. Çünkü o tavır da Âkifçe idi. Zamânın Maarif Vekili, Akif’i çok seven Hamdullah Suphi Bey, yarışma için teklif edilen müddet içinde gelen şiirlerden hiçbirini beğenmeyince Âkif’i iknâ etmek için yakın arkadaşlarına başvurmaktan başka çâre bulamamıştı. Bunlardan biri de Hasan Basri Çantay’dı. Çantay kararlıydı, Âkif’i ikna etmek için rol bile yapacaktı. Mecliste Âkif’le yan yana otururken elinde bir kâğıt dalgın ve düşünceli bir vaziyet takınıp Âkif’in dikkatini çekmeyi başarmış, onun bu tavrın sebebini sorması üzerine ise işin başa düştüğünü çünkü yarışmaya gelen şiirlerden hiçbirinin beğenilmediğini söylemiş ve çaresizlik içinde, “Üstad, bu marşı biz yazacağız” demişti. Âkif, “Yazalım ama şerâiti berbad” deyince; “Siz yazarsanız müsâbaka şekli kalkacak” cevabını vermişti ama Âkif durmadan, bir de ikramiye vardı diye söylenip durmuştu.

Hasan Basri Bey’in mûzipliği tutmuş, tabiî alacaksınız deyivermişti. Vallahi almam diyen Âkif’in, dostuna göre bu çok nâdir ettiği yeminlerden birisiydi. Lâtife ettiğini, Hamdullah Suphi Bey’le görüşüp şartlarda anlaştığını ve kendisi nâmına söz verdiğini de söyleyen arkadaşına Âkif, “Söz mü verdiniz söz mü verdiniz?” deyip durmuştu. Hasan Basri Çantay bundan sonrasını şöyle nakletmişti;

“Tekrar tekrar söz verdin mi diye sorduktan sonra ve aynı kati cevâbı aldıktan sonra, elimdeki kâğıda sarıldı, kalemini eline aldı, benim daldığım yapma hayâle şimdi gerçekten o dalmıştı. Meclis müzâkere ile meşgul, Akif marş yazmakta. Ben müddeti kendisine kısaca göstermiştim. Birkaç gün sonra marşı vermiş olacağız! Müzâkere bitti, Âkif o engin hayâlinden uyandı. Aradan iki gün geçti. Sabahleyin erken üstad bizim evde, marşı yazmış bitirmiş. Fakat vakit darlığından müşteki...

Yarına kadar sizde kalsın, göstermeyin, belki tâdilât yaparsınız dedim. Artık milli İstiklâl Marşı yazılmıştı! Şimdi bunu, üstadı rencide etmeden Meclis’ten nasıl geçirebiliriz? Ben ve Marşı çok beğenen Hamdullah Suphi Bey hayli günler bu gizli endişe ile yaşadık. Marş yazıldıktan sonra tezkereyi de gösterdim.

Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zât-ı üstâdânelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri maksadın husûlü için son çâre olarak kalmıştır. Asil endişenizin îcap ettiği ne varsa hepsini yaparız, memleketi bu müssesir telkin ve tehyiç vâsıtasından mahrum bırakmamanızı ricâ ve bu vesîle ile en derin hürmet ve muhabbetlerimi arz ve tekrar eylerim efendim.

Umur-u Maarif Vekili Hamdullah Subhi

5 Şubat 1337”

Âkif’in katılacağını duyanların hemen hemen hepsi yarışmadan çekilmişlerdi. Bunlardan biri de yarışmadan çekildikten sonra jüride yer alan şâir Dr.Hüseyin Suat’tı. Mezarlıktaki o alımlı ve yakışıklı adamın o günlere uzanan hâfızası, arkadaşı olan Hüseyin Suat’a, “Onu tanıdığımız için seçtiniz değil mi” dediğini de utanarak hatırlamıştı. Şâir, hayır beğendiğimiz için demişti de gene inanmamış nâmusu üzerine yemin de ettirmişti. Hüseyin Suat’ın bu şüphesine şaşışını hatırlayarak gülümsedi. Ona bir de Tâceddin Dergâhı’nda Âkif’in davetine gittiklerinden, o muhteşem beş çaylarından, tekkenin konforundan dem vurup, bütün bunların insanda bîtaraflık bırakamayacağını da söylemişti. Hüseyin Suat ise gözlerinden yaş gelircesine gülerken, köşede paslı küçük bir semâver, yerde pösteki, yazın geldiğini ispat için tekkenin yanındaki mezarlıkta bir miktar yeşillik diyerek tekkenin tasvirini de yapmıştı.

1 Mart 1921’de orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı büyük alkışlar arasında Meclis kürsüsünde okunurken Âkif mahcubiyetten başını kolları arasına sokmuş, sıranın üzerine yumulmuştu. Milletvekillerinin çoğu Âkif’in oturduğu sıraya bakmış ama onu görememişlerdi. Marşı coşkun bir edâ ile âdeta kendi şiirini okur gibi okuyan Hamdullah Suphi Bey’i öyle dinlemişti. Bir daha okunsun diye bağıranlar çoğalınca marş bir kere daha okunmuştu. 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’i gösterirken İstiklâl Marşı, milletvekillerinin arzusuna Gâzi’nin de iştirakiyle Meclis kürsüsünden okunmuş, millî marş olarak ayakta alkışlanarak kabul edilmişti;

“Mebuslar tarafından milletin ruhûna tercüman olan ve meclisin kabûlile resmî bir mâhiyet iktisab eden İstıklâl Marşı’nın ayakta dinlenmek üzere, Maarif Vekili tarafından bir def’a daha meclis kürsüsünden okunması, teklif edildi. Bütün âzâlar ayağa kalkarak büyük bir vecd ve heyecan içinde İstiklâl Marşı okundu, dinlendi. 12 Mart 1337(1921) Cumartesi, saat 17.45. Üstad heyecânından, mahcûbiyetin-den mecliste duramamış salona çıkmıştı.”

 

Eşref Edib, Âkif’in hayâtının en mesut ve huzurlu günlerini yaşadığı o Ankara günlerini;

“O günler ne kudsî, ne mübârek günlerdi! O günleri yaşamayanlar Bunu mümkün değil anlayamazlar. Herkes nefsine ait her şeyden ferâgat etmiş... Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı. Hırslar, husumetler... Hep ayaklar altına alınmış… Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu. Müşterek tehlike bütün kalpleri sımsıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankara’nın dağları taşları samimiyet ve sevgi içinde idi.”

diye anlatırdı.

Meşrûtiyet’e iki hafta sevinip sonra inancını kaybedip eski mustarip yüzüne bürünen Âkif, dostuna göre, “Ömründe ilk defa bir tek saadete vukuundan evvel inanmıştı: İstiklâl zaferine... Bu inancını mısrâlara da dökmüştü.”

Doğacaktır sana vaad ettiği günler hakkın

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın

Bir gün Âkif’e, nasıl inandın diye sorduğunu da hatırlıyordu. Âkif, yüzünde güvenden doğan memnun bir ifadeyle “Başımızdaki adamı kim görse inanırdı.” demişti. 33 yıllık dostu onun Meclis’te dört sene süren o üzücü sessizliğine bu şâhane marş ile son verdiğini duyunca, “Fakat bir gün bu sükût, Büyük Millet Meclisi’nde kıyâmetlerin en müthişini koparan bir çığlıkla bitti,” diye düşünmüştü.

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,

Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl

diye haykıran bir çığlıkla... Âkif’in muazzam bir iman ve heyecanla, kendisini dünyevi her şeye kapayarak yazdığı İstiklâl Marşı’nın okunması sırasındaki utancını ve mahcubiyetine de hiç yabancı değildi.

(...)

Hicran Göze, Mehmet Akif/Hüzünlü Bir Yolculuk,

Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, Eylül 2008, s. 32-36.

"Türk İstiklâl Marşı, büyük bir milleti ebediyen ayakta tutacak kadar sağlam ve târihî mısrâlarla örülmüştür."

Mehmed Âkif, hayâtı, şahsiyeti, îmânı ve eserleriyle, bizim sanat ve cemiyet hayâtımızda hadise uyandıran büyüklerimizdendir.

İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİ MEHMED AKİF HAKKINDA -1-

Geçen gün “Yeni Sabah” da (İstiklâl Marşı değişebilir mi?) başlığı altında, Akifin lehindeki bazı sözler toplanıp neşredilmişti. Milletlerin istiklâlleri tehlikeye düşmüş bir mevsimde olduğumuz için istiklâlimize dair millî bir heyecan teranemiz olan marşın bahis mevzuu edilmesi ve içtimaî ruhtaki istiklâl hazzının tazelenmesi yolunda yapılan şu neşriyat, her halde, boşuna bir gayret değildir.

O zaman daha iyisi yazlamamıştı, şimdi hiç yazılamaz

Yeni bir İstiklâl Marşı yazılamaz. Bunun yazılması için, yeni bir İstiklâl Savaşı şartlarına ihtiyaç vardır.

İstiklâl Marşımızın Psikanalizi

Her milletin bir “millî marş”ının olması teamül haline gelmiştir. Milletçe saygı duyulan, ayakta dinlenen marşdan bir kısmı hükümdara övgü mahiyetindedir.

ŞÂİR FİKRET VE AKİF

(Rubabı Şikeste) müellefini, cihan harbi içinde kaybetmiştik..

Fikret’in ölümü, birçok münevverlerle perestişkârlarını derin ve sonsuz bir keder içinde bırakmıştı. Bu derin ve sonsuz keder içinde, onu ihmal eden devrin hükûmetine karşı dudaklarda iğbirarın korkak fısıldayışlarile ifşa edildiğini hatırlarım. Yahud, harb yıllarının sıkıntılı şartları içinde hükûmete küsmüş olanlar, bir hak kazanmış gibi bu noktada birleşmiş oluyorlardı…

Türk Ulusunun Utkusu

Ulusal Kurtuluş Savaşında, İslâmcı görüşün ulusal bir çizgide geliştiği görülür. Bu, İslamcı düşüncenin Osmanlı Devletinde kazandığı ikili yapının bir sonucuydu.

Bayrak, Sancak, Millî Marş

İstiklâlimizi ebediyen kazanıp Cumhuriyete kavuştuktan sonra millî ahlâkımızda bir cihet, bütün açıklığıyle göze çarpıyordu: Bayrak saygısı… Bu, pek tabiî bir neticeydi. Çünkü İstiklâl Harbi neydi? Bayrağımızın İstiklâli, hür ve müstakil topraklarımız üstünde dalga vuracak olan mukaddes Türk Remzinin hâkimiyeti için çarpışmış değil miydik?