"(O) manzumede Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar / “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar? mısrağı olduğunu düşünürken, doğrusu, utanıyorum bu asırda Türküm demeye."

(...)

Akif’in ilk kitabı 1327/1911 yılında basılmıştır: Yani İstiklâl Marşı’nı yazmazdan 10 yıl önce. O zaman, Serveti Fünun’da kitabın ilk edebî tahlilini yapanlardan biri Hamdullah Suphi Bey’di.

 

Hamdullah Suphi Tanrıöver, şiiri, “göklerde uçan şeyleri yakalamak, yahut yalnız aşkı terennüm etmek gibi gülünç nazariyelere bağlamaktan korumalı fikrinde..” Akif de aynı inanda…

Hamdullah Suphi Beye göre, “Ruslar’da olduğu gibi bizde de Halk tabakasiyle Aydınlar arasında geniş bir uçurum var. Bu uçurumu kaldıracak eserlere muhtacız.” Akif de aynı yolda.

O “sanat eseri, ne kadar insanlığın türlü tabakalarını kavrayabilirse o kadar değerli olur” fikrinde; Akif de aynı düşüncede..

Tanrıöver, Karadağ Savaşından dönen yaralıların Beyazıtten kafile kafile eğlenmek için Kâğıthaneye gidenleri gördükleri zamanki duygularına işaret ediyor da “bir sanatkâr memleketin bu hâlini söylemezse kim söyler” demek istiyor. Akif’te aynı fikirde…

Hamdullah Suphi Bey, o yazıda Safahat’ın birinci cildinde görülen diğer meziyetleri de sayıyor: Ona göre, Akif bir kere manzum hikâye şeklini bizde kuran adamdır; vakıa Abdulhak Hamit’le taklitçileri de manzum piyesler yazmışlardır, ama, hiçbirinin eserindeki yazılar konuşma diline uymaz. Meselâ Safahât’taki Ömer’le kocakarının konuşmasındaki tabiîlik kendinden önce yazılmış olanlarda yok.

Sonra Akif, halka doğru nasıl gidileceğini göstermiştir: Kahvehaneye gidenleri, milletine öküz diyen imamı, döşeme tahtalarına tükürdüğü balgamla mümaslar çizen ihtiyarı anlatmış da halkın hiçbir hâlinden istikrah duymamıştır: Hugo’nun “fena konu yoktur, kötü şair vardır” sözünü meslek yapmakla…

Tenkitçiye göre, Safahat benliğimizi parça parça ortaya koyuyor, etrafını, memleketi unutup sanatı birkaç kişinin anlaması gerekli bir ziynet eşyası addetmiyor.

Hamdullah Suphi Beyin o zaman yazdığı makale şöyle biter:

“Edebiyatımızda Akif Beyi yeni bir tarzın muvaffak bir mümessili olmak üzere selâmlarım. Ona ellerimin üstünde tebcil ile tuttuğum kitabınız sizin ayaklarınızın altında bir şan ve şeref kaidesi olacaktır derim.”1

Akif’e göre ise, Hamdullah Suphi Bey, daima Suphi Paşa’nın oğlu idi; hani Namık Kemal’i Sultan Hamid’e rağmen beraat ettiren erkek adam yok mu, onun oğlu…

Bu Hamdullah Bey, Millî Hükümetin İkinci Maarif Vekili’dir. İdeali, İstiklâl Savaşında duyulan heyecanı bir sanatkârın kelimeler hâline sokması, yalnız sonraki nesiller için değil, İstiklâl Savaşı devresinde yaşayanlar için de kuvvet kaynağı olmasıdır.

Bu fikrini o zamanlar “Muvazene-i Umumiye” Encümeni denilen Bütçe Komisyonuna söyledi. Onlarda kabul ettiler. Âzası Maarif Vekilliğince tâyin edilecek jürinin birinci olarak kabul edeceği ve Büyük Millet Meclisi’nin tasvip eyleyeceği esere “500” lira mükâfat tâyin ettiler.

Maarif Vekilliği müsabakayı ve şartlarını ilân etmişti. Fakat, Vekilin istediği marşı kim yazacaktı? İstanbul’da kalan şairler yazamazlardı: Anadolu’nun o zamanki heyecanı içinde bulunmadıkları için. Anadolu’da bulunanlar bu heyecanı duyuyorlar ve görüyorlardı ama; gerçekten enerji ve kuvvet yaratacak bir eser ortaya koyacaklar mıydı? Bu şüpheli görülüyordu.

Fakat, kısa denilebilecek bir zamanda Vekil’in eline “724” eser geldi. Şu var ki, edebî zevki olan Hamdullah Suphi Bey, bunlardan hiçbirini yeter görmüyordu.

Vekilin asıl merak ettiği nokta, Akif’in bu müsabakaya katılmamasının sebebi idi. Nihayet, O anlamıştı ki müsabakada birinciye para verileceği için, Akif buna girmiyordu. Hemen Vekâlete geldi, kendisine şu mektubu yazdı:

“Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirâk buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zâtı üstadanelerinin matlûp şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asîl endişenizin icabettiği ne varsa hepsini yaparım. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.”

Umuru Maarif Vekili
Hamdullah Suphi

Akif, bu mektubu alınca onu iki defa okudu. Kendi kendine “demek ki Maarif son çare benim yazmam imiş. Ben birşey yazmazsam memleketi muhtaç olduğu telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum etmiş olurmuşum; o halde bunu yazmak benim için bir vazifedir” dedi ve Tekke odasına çekilerek İstiklâl Marşı’nı yazıyordu.2

*

Hamdullah Suphi Beyin, Akif’e müracaatı da, Onun bu müsabakaya katılacağı da Ankara’da Çabucak yayılmıştı. Dr. Hüseyin Suat, o zaman Bursa Milletvekili olan Muhiddin Baha Pars yazdıkları manzumeleri geri aldılar. Jüri, gelen eserler arasında birinciyi seçti. Akif’in jüriye verilen manzumesi imzasızdı ama, bütün âza seçtiğimiz eser onundur, diyorlardı. Bu manzumenin vezninden, kafiyelerinden tutun, mısralara yerleştirdiği kelimelerin mânası, sesi, kısacası herşeyi “beni Akif yazdı” der gibiydi. Doğrusu da aynı eda ile, aynı mâna ile İstiklâl Marşını kim yazabilirdi?

*

Birinci Büyük Millet Meclisi’nin ikinci toplantı yılına girdiği günde, Meclis’e, Mustafa Kemal başkanlık etmektedir. Gazi, arkadaşlarına “türlü güçlükler içinde geçen bir yılın başarılarını anlattı, sonra “ne vakit başladığı bilinmeyen zamanlardanberi istiklâl şerefiyle yaşıyan milletimiz en feci bir izmihlâl ile nihayet buluyor gibi görünmüş iken esaret kaydına karşı kıyama dâvet eden ses kalbimiz içinde yükseldi ve bizi son halâs mücadelesine davet etti” dedi.

İsmet Paşa cepheden yeni gelmişti, kürsüye çıktı, orduyu şöyle övdü:

“Emir dinlerler, düşmana karşı giderler, her mânevrayı yaparlar, emir aldıkları zaman düşman siperlerine girmek için hiç bir şeyden sakınmazlar, omuzlarında bulunan yüklerin ağırlığını bilirler.”

Meclis’in kubbesi “teşekkür ederiz” sesleri ile inliyordu.

Birkaç mebus çıktı, âyetler okudular, zaferin yakın olduğunu söylediler. Millet Meclisi kürsüsüne en sonra çıkan Maarif Vekili olmuştu. O Akif’in yazmış olduğu İstiklâl Marşı’nı okuyordu. Hemen her mısra alkış tufanına tutuldu. Milletvekillerinin bazıları Akif’in oturduğu tarafa bakıyordular ama, onu görmek gerçekten güçtü: oturduğu yerde o kadar büzülmüştü. Mebuslardan Fazıl Paşa bağırdı: Bir defa daha okunsun, diye. Maarif Vekili bir defa daha okudu. Bir defa daha okunmalıdır, dendi gene okundu.

Tuhaf olan şudur: Meclis’in o günkü heyecanlı celsesinde Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün konuşmalarının hülâsası marştaki şu satırların içinde idi:

Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakkın,
Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Diğer milletvekillerinin nutukları da şu kıtanın:

Rûhumun senden İlâhi şudur ancak emeli,
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar —ki şehadetleri dinin temeli—
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O gün marş resmî olarak kabul edilmiş değildi. Lâzım gelirdi ki, reye konarak kanun hâlinde kabul edilsin. Bu merasim de, pek az sonraki toplantıda yapıldı.

Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1337 tarihli gündeminde İstiklâl Marşı Kanun lâyihası vardı. Sözü Kastamonu Milletvekili Dr. Suat Bey almıştı. Akif’i övdü, şiirlerini ve hizmetlerini övdü, uzunuzadıya müzakere edilmeksizin kabulünü istedi ve Meclis Başkanlığına bir takrir verdi. Başkan aynı mealde başka teklifler de var, birini okutup reye koyacağım, dedi ve “bütün Meclis’in ve halkın takdirlerini celbeden” Mehmet Akif beyin şiirinin, kabulünü teklif eden Balıkesir Milletvekili Basri Beyin takririni reye koydu.

Mebuslar “Maarif Vekili marşı okusun” diye bağırdılar; Hamdullah Suphi Bey, kürsüye geldi. Milletvekilleri artık onu ayakta dinliyorlardı. Bu sırada Meclis’in içindekiler de, dinleyici locasında bulunanlar da hep Akif’i görmek istiyorlardı. O’nun oturduğu sıraya baktılar, kimse O’nu göremedi. Heyecanından mıydı, yoksa içinden “Ne yaptım sanki” diyerek duyduğu tevazudan mı idi, bilinmez, bir parça önce salondan çıkmıştı.

*

Akif, kabul edilen İstiklâl Marşı’na devletçe tahsis edilen 500 lirayı almamıştır.3  Hayatta iken basılan “Safahat”ın hiçbirine de bu marşı koymamıştı. Doğrusu, bu iki harekete de arkadaşlarının birkısmı asîlce hareket diyorlardı ama, mânasını ya anlamıyorlar veya anlamamazlığa geliyorlardı: kimbilir belki “sen de lûtfen bu asîlliği göstersene” derler diye olacak.

Ankara’da yağmurlu havalarda, bazen Baytar Şefik Beyin muşambasını giyerek Meclise giderdi. Şefik Bey onun bu hâlini görmüştü de:

Akif Bey, şu mükâfatı reddetmeyip te kendine bir muşamba veya palto alsaydın daha iyi olmaz mıydı? diyeceği tutmuştu.

Onun bu sözüne yalnız cevap vermemekle kalmadı, iki ay onunla konuşmamıştı da: Beni neye anlamıyorlar, diye olacak.

İstiklâl Marşı’nı Safahat’in içine neden koymuyorsun? diyenlere:

— O, benim değil ki memleketimindir!

diye cevap verirdi. Yazık ki, ölümünden sonra basılan Safahat’a şu veya bu sebeple bu parça da konmuştur.

*

Bir gün Akif evine çok canı sıkkın gelmişti. Arkadaşının kızı Süheyla hanım, amca dediği Akif’in derdini belki anlarım umudu ile yanına geldi, onu konuşturmaya çalışıyordu. Nihayet O, derdini anlattı:

— Halide Edip Hanım beni görmek ve İstiklâl Marşı’ndan dolayı beni tebrik etmek istemiştir. Halbuki, evvelki akşam tekke odasına gelen birtakım adamlar bu hanım aleyhinde bir sürü lâflar söylediler de onları susturmak vazifemken yapamadım. Şimdi ben ahlâkça o hanımın çok dûnunda bir mevkie düştüm. O bana gelip de “Ne güzel yazmışsınız” deyince ne cevap vereceğim?.

Günlerce bundan ıstırap çekti durdu.

*

1947 yılında Ağustos ayı idi; çoğunluk olsun diye bekleyen bir cemiyetin kongre âzaları İstiklâl Marşı üzerinde konuşuyorlardı.

İçlerinden biri:

— Doğrusu dedi, beste çok fena, hiç o kadar yavaş marş olur mu?

Başka biri ona şöyle cevap veriyordu:

— Akif bütün ömrünce beste yapabilecek musiki sanatkârları yetiştirin, diye söyledi durdu. Eğer Onun dediği şekilde vazifemizi yapsaydık, hiç İstiklâl Marşı’nın bestesi böyle olur muydu?

Diğer biri arkadaşına şunu söylüyordu:

— Doğrusu güftede de çok kusur var. Biz, hele bu devirde, “korkma” diye başlayan bir millî marşı, mesela köyden yeni gelmiş bir askere nasıl öğretiriz?

Orada Akif’i sevenlerden biri atıldı:

— Canım birader, dedi; bu iddianızdaki hangi yanlışı tashih edeyim. Bir kere Akif millî marş yazmadı, İstiklâl Marşı yazdı: O devirdeki duygu ve isteği nesiller boyunca yaşatmak için. Sonra baştaki “korkma” sözü “tasalanma” mânasınadır. Mini mini çocuğumuza “hadi korkma, yürü” dediğimiz zaman korku mu telkin ediyoruz sanki? Hem madem ki, bunda mahzur görüyorsunuz, a kardeş sen de marşın aşağıdaki kıtalarından birini söylet, geç..

— Benim söylemek istediğim o değil. İstiklâl Harbi artık geçti, şimdi mesut bir hayata girdik. Bu hayatın marşını istiyoruz.

— Güzel ama, iki gözüm, buna mâni sanki ne var? Biri beste yazsın, bir şair onu güftelesin. Herkes aman ne güzel desin de hepimiz bunun millî marş olması için hükümeti tazyik edelim. Yalnız rica ederim size, bazılarının teklif ettikleri gibi şimdi Türkler arasında ne musiki sanatkârı, ne şair yoktu da biz millî marşımızı İsveçlilerin izci çocukları için bestelediklerini aldık, demeyelim. Çünkü bu, sadece ayıptır.

Bu konuşma olurken kenarda biri vardı ki, muttasıl dudaklarını yiyip duruyordu. Belliydi ki, çok orijinal bir düşüncesi var. Arkadaşlarının sözü biter bitmez hemen başladı lafa:

— Ben, dedi, softa Mehmet Akif’in marşı söylenirken, hele o manzumede

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

mısrağı olduğunu düşünürken, doğrusu, utanıyorum bu asırda Türküm demeye…

Bu çok tuhaf, çok ağır laf karşısında herkes birbirine baktı ama, kimse bu zata tenezzül edip cevap vermemişti.

Aradan yirmi dakika geçtikten sonra oradakilerden biri, gûya yeni bir konuya geçmiş gibi şunları anlattı:

— Öyle sanıyorum ki hergün dilimize pelesenk yaptığımız Avrupayı ve Şimali Amerika’yı ve onların medeniyetini anlamıyoruz, garip olan taraf odur ki, anlamadığımızı da bilmiyoruz. Bir şeyi anlamak demek ne görmektir, ne oralardaki müesseseleri ezberden bilmektir. Anlamak, o müesseselerin doğması sebep ve şartlarını öğrenmekle olur.

Herkes bu sözlerin ne mânası var gibi, söz söyliyen zatın yüzüne bakıyorlardı, o da bunun farkına varmış olmalı ki, sözlerine şöyle devam etti:

— Herkesin bildiği bu başlangıcı yapmaktan maksadım, Akif’in bana en bilgince söylenmiş gibi görünen:

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, 
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

sözünden anladığım manayı söylemek içindir. Onun burada “Medeniyet” dediği şey elbette, bu kelimenin lûgatlarda veya sosyoloji kitaplarında yazılı olan umumî mânasına değil… Onsekizinci Asrın ikinci yarısında, hele Ondokuzuncu Yüzyıldaki Garb medeniyetinin müesseseleridir. Herkes bilir ki, bu devirde Garb medeniyeti dediğimiz şeyin en büyük vasfı sömürgecilik, yani çok çabuk ilerliyen sanayie iptidai madde bulmak, mahsulleri için pazarlar elde etmek üzere geri denilen memleketleri kendilerine tâbi kılmaktır. Akif, “tek dişi kalmış canavar” demekle medeniyetin bu vasfını kast etmiyor mu? Hem, rica ederim, arkadaşlarınız içinde İngilizce, Fransızca, Almanca bilenler var. Aynı sözü, başka, hattâ bazan daha ağır söyliyen Fransız, İngiliz ve Amerikan, Alman fikir adamları yok mu: Sömürgeci devletler vatandaşı oldukları halde?

Önce Akif yüzünden, Türk olduğunu utanma için sebep gösteren adam bunları söyleyen zatı şöyle karşılamaya kalkmıştı:

— Canım, demişti, o softanın demek istediği senin söylediğin değil ki…

Bu söze hiddetlenen o zat şöyle cevap verdi:

— Hem bir adamı tanımazsınız, hem eserlerini okumazsınız, hem de sonra şudur budur demeye kalkarsınız.. Bir adam çok önce Süleymaniye Kürsüsünde’yi hele Asım’ı yazdıktan sonra nasıl bugünkü medeniyet aleyhinde bulunur? O, “medeniyet dediğin” demekle senin gibilerin sandığı “medeniyet”i kastettiğinde şüphe yoktur. Farzet ki, Akif, dediğiniz gibi olsun da o mısraı, benim verdiğim mânayı anlatmak için yazmamış bulunsun; bundan ne çıkar sanki? Hindistan, Pakistan istiklâllerini alırken, Endonezyada, Tunusda, Fasda yarın gerçekleşeceği muhakkak olan bu cereyan kuvvetlenirken, bütün geleceği biz de bir şair görmüştü, demek siz de millî bir gurur uyandırmaz mı acaba?

Daha ağır bir münakaşaya meydan vermek istemeyenler başka bir konuyu ortaya attılar. Artık Akif de, onun marşı da unutulmuş gibiydi.


1 Yazık ki bu güzel makale eski harflerledir, yazık ki oradaki kelimelerin bir kısmını yeni nesil anlamamaktadırlar. Bu makale okunmadıkça Akif’in ilk kitabının nasıl karşılandığı anlaşılamıyacak ve o zaman özlenen edebiyat hakkında gençlerimizin bir fikri olmıyacaktır.

2 İstiklâl Marşı’nı Akif yazdı, fakat şu noktayı kesin olarak belirtmek lâzımgelir ki Hamdullah Suphi Beyde, Akif’e karşı sevgi olmasaydı ve bu mektubu yazmasaydı, bu marş yazılmazdı. Akif’i sevenlerin Hamdullah Suphi Beye şükran hissi duymamaları kaabil değildir. Bu yazıyı kafasında hazırladığı bir sırada idi, oturduğu tekke odasının kapusu gürültü ile açılmıştı. Akif ortadaki mangalın üstündeki tarhana çorbasını karıştırıp duruyordu da Maarif Vekilinin girdiğini fark etmemişti. Hamdullah Suphi Bey, “Akif Bey, demişti, bu ne dalgınlık” O adeta uyanır gibi başını kaldırdı. Maarif Vekiline “Dalmıştım da, İstiklâl Marşı’na girecek kelimeleri arıyordum da” dedi ve sonra bazı mısraları kafasında hazırladığını ona söylemişti.

3 Bir gün koltuğunda lûgatiyle Maarif Vekilliğine gitmişti. Bahçede Maarif Vekiline rastladı. Vekil, “Akif Bey, dedi, şu lûgatleri telif ve tercüme dairesi için bize sat, istediğiniz zaman istifade edersiniz ve koltuğunuzda taşımaktan da kurtulursunuz.” O, bu teklife şöyle cevap vermişti: “Devlete bir şey satılmaz, yalnız hediye edilir. Bu kitaplara muhtaç olmasaydım, sevinerek hediye ederdim.” Maarif Vekili, İstiklâl Marşı için Devletin vermeyi kabul ettiği mükâfatı almayı doğru bulmıyan Akif’in bir defa daha içini görmüştü.

(...)

Mehmet Emin Erişirgil, Mehmet Akif İslamcı Bir Şairin Romanı,
Güzel İstanbul Matbaası, Ankara, 1956, s. 434-444.
İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİ MEHMED AKİF HAKKINDA -3-

Akif öldükten sonra onun ufülüne ağlıyan gözlerde yine Akifin pürüzsüz samimiyeti okundu. Akifteki mütevazı, gösterişsiz samimiyet, onun programsız kalkan cenazesinde yine aynen fakat bütün haşmetile tecelli etti. Ardında bıraktığı iz; bir damlacık gözyaşından ve nihayet sönüp tükenen bir enin nefesinden ibaret kalmadı. Sütunlarla matem, sayfalarla medhü sena avazeleri yükseldi ve hâlâ yükseliyor.

Millî tasarruf ve Halk edebiyatı

İstiklâl marşını yapan şair (Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl) tarzında yani kendi diliyle konuşurken...

Atatürk’ün ve Mehmet Âkif’in iki meşhur sözüne dair

“Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar.” Evet, bu da Türk milletinin (topyekûn medeniyet düşmanlığına) belge gibi gösteriliyor.

İstiklâl Marşımızın Psikanalizi

Her milletin bir “millî marş”ının olması teamül haline gelmiştir. Milletçe saygı duyulan, ayakta dinlenen marşdan bir kısmı hükümdara övgü mahiyetindedir.

""Şiir bitince tekrar okunmasını" bağırarak teklif etti. Şiir bir daha, bir daha... Tam dört defa okundu ve mebuslar ayakta dinlediler."

Dostlarım dinlemekle yetinmedim, o günlerde Ankara’nın savaş ve siyaset hayatının içine bir de sanat fırtınası düşmüştü. Meclisi, ordusu sağlam kurulan yeni devletimizin

Mahmut Goloğlu - Tek Partili Cumhuriyet

Milli Türk Talebe Birliği, ayrıca, aradan on yıl geçmiş olmasına rağmen, İstiklal Marşı’nın doğru dürüst söylenemediğini göz önünde tutarak, gençlerin toplu halde