ÖNCELİĞİ KALEMİN YAZIŞINA MI, YOKSA SİVRİ UCUN BATIŞINA MI VERELİM?
İSMET ÖZEL

Benim gençliğimde moda olan görüşlerden biri şöyleydi: “Gün gelecek kapitalist ekonomilerle sosyalist ekonomiler birbirinden ayırt edilemeyecek. Çünkü teknologi gelişiminin öyle bir noktasına gelecek ki işletmelerin şahsi mülkiyete konu olup olmadığı önemini kaybedecek”. Bu görüş “barış içinde birlikte yaşama” şiarının yaygın olduğu dönemde rağbet bulmuştu. Benim gençliğim geçti ve böylesi görüşler tarihin tozlu raflarına tevdi edildi. Dünya dönüyor ve her aydınlık sabahın dünyayı baştan aşağı yeniden kuruşu bizi hiç haberimiz olmadan gelişimini tamamlamış hadiselerle yüz yüze bırakıyor. İnsan teki olarak bizler de kökenini bilmeden bağlandığımız veya saplanmak zorunda bırakıldığımız bu hadiselerle hesaplaşıyoruz. Gençlik hayallerine sadakatleri belli olanlar her zaman olduğu gibi bugün de hayalleri rüyalaştırmak isteyenlerle birbirini yadırgıyor.

İbrani-Hıristiyan kültürüne mahsus XVII. asır Hollanda’sının inşa etmeğe başladığı Dünya Sistemi’ne merkezlik etme rolünü elden kaçırmamak ve bu rolü ABD’ye devretmekten kaçınmak için Büyük Britanya İmparatorluğu Hıristiyanların 1944üncü yılına kadar bekledi. Her zaman olduğu gibi gelen gideni arattı ve 1945 sonrasında ilk çağın PAX ROMANA dönemine taş çıkartacak bir PAX AMERICANA ile tanıştık. Sevimli bir tanışıklık doğmadı aramızda; ama o da geçti. Ne geldi Amerikan Barışı yerine? Henüz bunu açık seçik bilmiyoruz. Çünkü hiçbir siyaset adamı -eğer varsa- fikrini söylemiyor. Tarihlemeyi İslâm usulleriyle yapma yeteneğimizi kaybettik. Hıristiyanların XXI. yüzyıl diye adlandırdıkları zamanın ilk çeyreği dolmadan başımıza bir virüsü belâ etmenin gerekçesi de bu ketumiyettir.

Dünyanın başına belâ kesildikleri halde kendilerine ıslah edicilik yakıştıranlar yeryüzünde yeni zuhur etmiş değil; ama bizler, yani bu dünyayı kötü şekillenmiş bulanlar indirilen Kur’an sebebiyle yeniyiz. Bu yenilenme şekli bizim “Türkler Müslüman oldu” hükmünü reddedip onun yerine “Bazı Müslümanlar Türk oldu” kanaatine rağbet etmemizin yolunu açtı. Yeni oluşumuz kendi başına bir ümit-varlıktır. Yeniliğin gücünü bünyesinde hissedenler züppece kendini beğenmişlikten hızlıca sıyrılıp karakter yoğurucu faaliyetin alıştırma katına yükseliyor. Sanat eserlerini faal hale bizim o ürünlere duyduğumuz ilgi getiriyor. Böylece biz de faaliyet gösterebilir konumu benimsiyoruz. İşin pergel istiaresiyle başlayan kısmını yerli yerince anlamaz isek kocayan kurdun köpeklerin maskarası oluşu durumuna düşeriz.

Batan sivri uç sanatçının hangi çağda, ne türden bir yükün ağırlığını çektiği vakıasına önem vermez. Onun işi batmak suretiyle sanatçıyı bir noktada sabit kılmaktır. Batan ucun sabitlediği sanatçı kendini niçin yaratılışın bir yerine konduğu fikri sayesinde bütün sabitlenen eşhası kardeşi sayma yerine sevk edilir. Arthur Rimbaud’nun Paris Komününe katıldığı söylenir, aynı Rimbaud Menelik’e silah kaçırmıştır. Kollarında öldüğü ablası son sözlerinin “Allah Kerîm” olduğunu önce itiraf, sonra inkâr etmiştir. Bir sanatçının hayatı itiraf ve inkâr arasında mı geçer? Sanırım öyledir. Sanatçılar hakkaniyetin muhtevasını önce itiraf, sonra inkâr eder. İtirafları onları sanatçılar arasına yerleştirir, ancak bu yeri elde tutmak için bir inkâr fırtınasına ihtiyaç duyarlar.

Hayatı itiraf ve inkâr arasında geçen sadece sanatçılar mıdır? Düşünce dünyasına adım atmış herkesin bu gidiş gelişlere karabeti olduğuna dikkat edin. Öyle olmasaydı ne bestecileri işiten biri çıkar, ne ressamlara göz atan bir şahısla tanışabilirdik. Ya şairler? İtirafı ve inkârı güdük kalmış hiç kimse mısralar, beyitler, şiirle doldurulmuş sayfalar arasında kendine yer bulamayacaktır. Bu bakımdan Adnan Menderes’in son sözlerinin “Kimseye muğber değilim” oluşu beni çok meşgul etti. Biz Türklerin ilk ve son başvekili dünyada hangi dolapların döndüğü hakkında fikir sahibi olmasaydı böyle konuşmayacaktı. Siyasetin “Millî Şef” basamağından yediği 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında milleti meşgul eden koalisyonların başbakanlığına ulaşıncaya kadar muhalefet lideri basamağına inmeği kabullenen İsmet İnönü dönen dolaplardan daha çok haberdardı. İsmet İnönü’ye bir anıt-mezar tahsis etmeği niçin kimse aklına getirmedi? Çünkü onun siyaseti inkılâpların muhafızlığıyla kayıtlıydı. Bu sebeple ona Anıtkabirde bir makam tahsis edilmesinde şaşılacak bir şey yok. Öte yandan Adnan Menderes’in (idam edilen diğer iki bakanla birlikte) ve Turgut Özal’ın birer anıt mezarı var. Kim kimi ne sebeple, nereye kadar aldattı ve aldatacak bilmiyorum.

Bildiğim pergelin yazmaz sivri ucunun sanatçıya battığıdır. Kur’an bizi her hususta bilinçlendiriyor. Bir yanımızda şiir kılığına girme telaşı içinde ortamı gürültüye boğan metinler var. Diğer yanımızda ise ne hüsnünden ne de haslığından taviz vermeğe yanaşan şiir yer alıyor. Hayatımız hangi yanımızı esas sayarak güzelliğe uzanabilir? Değerinden şüphe duyanlar süslemelerle öne çıkılabileceğine inananlardır. Uğradığı haksızlığın intikamı peşinde yazılan şiir varoluşa dair bir parlaklığı esas alır. Sapıkların paçalarını kaptırdığı şiirin yükselmek için ayrı temeller aradığı görülecektir. Dünyada sahip çıktığımız statü batan sivri ucun verdiği acıyla birebir bağlantılıdır. Duyduğu acıyı aldığı haz sanarak yaşayanlar o hazza doyamayacaklardır.

Yazdıklarımı okumaktan fayda umanlar şiirden çağların ve kültürlerin birbirinden farklı olduğunu umursamadan bahis açtığıma şahit olmuştur. Şiirin canı bu âlem şümul hususiyette gizlidir. Yani hangi kültür içinde yetişmiş olursak olalım bebeklik çağımızda önce yürüme talimi yapar, buna konuşma talimiyle devam ederiz. Daha anamızın karnında iken muhatap olduğumuz şartlanmalar buluğ çağımıza kadar devam eder. Bizler şartlanmalarla kısmen bilerek; ama çoğunlukla bilmeyerek hesaplaşırız. Hesaplaşmalar pergelin yazmaz sivri ucunun batmasına ortam hazırlar. Daireler çizerek ya kendi gülünçlüğümüze paye verir veya verilen her türlü ve her menzildeki payenin insan olma seviyemize kâfi gelmediğine işaret ederiz. İnsan olma seviyemiz mensup olduğumuz çevreyle ait olduğumuz millet arasındadır. Çevremizin ortalığa yaydığı sesler başımızı döndürebilir. Milletimizin gücü bizi ayık hale getirmeğe yetmeyebilir.

İnsanı bir tür sayan anlayış şiirin yön tayin edici vasfına bigâne kalacaktır. Eğer insan bir tür olsaydı ona bazı hastalıklar, mesela diyabet musallat olmayacak ve metabolizmamızın ihtiyaç duyduğu şeker için en tatlı zehir tanımlamasını Prof. Canan Karatay yapamayacaktı. İnsanı türlerden bir tür olarak görmeğe modernliğimiz veya pozitif bilimlere olan rağbetimiz yol açmadı. Eflatun’un insanı “kürkü olmayan, yürümek için iki ayağını kullanan varlık” diye tarif edişinden bunu kolayca anlayabiliyoruz. O halde nedir gerçekte insan? İnsan varlığını doğumuyla yüklenmek zorunda kaldığı bedeninden soyutlayıp anlamamız mümkün mü? İnsanı bedeni yokmuş gibi tasavvur edemediğimiz gibi noksansız bir insan da tasavvur edemiyoruz. Demek ki insanı kabullerden teşekkül etmiş sayma mecburiyetimiz var. Dil kabullerin yuvalandığı yerdir. Gerçek vatanın dil olduğunu ifadede Wilhelm von Humboldt tereddüt etmemiştir. Toplum ölçülerine uyumu itibariyle hangi ortamda yaşanıyor olursa olsun o ortamdan kendine mahsus bir dil doğar. Şiir dili dediğimiz şey alelâde dili doğuran ortamın darlığına rıza gösterilmeyişten parlar. Bu yüzden şiir yazdığı bilinen kişiye neyin şiirini yazdığı sorulmaz.

İsmet Özel, 17 Cemâziyelevvel 1442 (1 Ocak 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.