AÇIKTI, KALBİMİ DAHA DA AÇMAMA GEREK YOKTU
İSMET ÖZEL
آچیقدی، قلبمی دها دە آچمەمە گرك یوقدی

Kur’an apaçık bir kitaptır diyor Allah. Madem öyledir Müslümanlar ayetlerin asırlar boyu bunca tefsirine, şerhine, izahatına niçin başvurdu? Cevabın şöyle şekillenmesi mümkündür: İnsanlar bedenlerinin doğumdan önce edinmeğe başladıkları kendi öz tecrübelerini ve kimsenin ellerinden alamayacağı niyetlerini öne çıkarmaktan ve bizzat yaşadıkları vakıaları zikretmekten geri durmayacaklardır. İşittikleri olduğu kadar kurguladıkları sözleri de hayat bilerek yaşar insanlar. Yahut sağ salim yaşamak istiyorsak bunu insanları aralarındaki münasebetler bakımından müşterek bir yönelişe ikna etmenin hemen hemen imkânsız olduğunu bilerek yapacağız. Demek ki, ferdin ömrü hem içerden hem dışarıdan kuşatılmış halde geçer. İçimizde tecrübelerimiz ve niyetlerimiz kâh zıtlaşarak, kâh birbirleriyle uzlaşarak davranışlarımızı tayin eder. Dışımızdan maruz kaldığımız tahdit bize karşı içimizdeki tecrübe kalıntılarından ve her cins niyetimizden çok daha sinsi ve insafsız hareketlerin başlatıcısı olacaktır. Ömür dediğimiz şey ne içimizden, ne dışımızdan gelen zorlamaların ağırlığını bir başkasına hissettirmeden geçip gidebilir. Düzenin bu oyununu sanat eseri bozar. Ortaya bir sanat eseri çıktıysa bundan yaşanılan ortamın baş edilmesi gerekli zorluklarla dolu olduğu anlaşılır. Sanat eseri adını verdiğimiz şey her zaman bu zorluklara bir meydan okumadır. Ne türden olursa olsun sanat insanlar arası münasebetlerin muhtevasına ilişkindir ve ister mimari bir varlık, ister bir tablo, ister bir müzik parçası, isterse edebiyatın içine giren bir metin olsun, her ne ise, içten ve dıştan zorlamalara karşı dert ortağı arama çabaları sonunda doğar.

Sanatçı bir ideologi sözcüsü olamaz dediğimizde fikriyatın bir ideologi formunda tertip edilmiş olması seviyesini aşmaksızın sanat eserinin tesirine ulaşılamayacağını söylemiş oluruz. Sanat eseri gücünü ifade imkânından alır. Nereden doğar sanata mahsus ifade imkânı? Sanat eserini dolduracak bir energi odağı arasanız da bulamazsınız. Kendi energisini kendi başına yarattığı kadar el üstünde tutulabilecek bir ürün kendine sanat eseri dedirtebilir. Görünüşü ne kadar tahrik edici, kokusu ne çok baş döndürücü olursa olsun bir çiçek ister derilmiş, isterse toprakla bağını koruyor olsun bir sanat eseri adını alamayacaktır. Sanat eserine mevkiini kalıcılığı mı verir? Evet; ama bu aynı zamanda bilinçli bir çevre meselesidir. Bir beste orkestrasını, bir orkestra şefini bulamadığı zaman etki uyandıramaz. Geleceğini üç telli sazda arayanların hali nedir? İşte size bir çevre meselesi… Onların hali üç telli sazla oynayan kadının halinden kopartılamayacaktır.

İslâm ne kadar ihlâs alıştırmasıysa Kur’an da bizi kıyamet kopuncaya kadar himaye etsin diye indirildi. Oysa tarih içinde bizim Türkler olarak kavgaya teşne tavrımız bu himayeye ihtiyaç duymayanların tavrı olarak yaygınlık kazandı. Neydi Rasulullah’ın bize tebliği? Daha kolonyalizmin telaffuz edilmediği zamanda Dünya Sistemi yerkürede cendere mekanizmasını işletir haldeydi. Yani Romalılar ve Farslar yerkürenin metropol mevkiini işgal ediyor ve dünyanın ticaretini tümden kendi lehlerine kullanıyordu. Avrupalıların toprak bakımından verimsiz, iklim bakımından candan bezdirici hali ve Türklerin Balkan ülkelerini ellerinde bulundurmaları üzerinden Avrupa’da medeniyetin uç vermesi zaman aldı. Durumu ham madde kaynakları cömert Amerika’ya rağmen cihan harpleri de değiştirmedi. Olan biten kontrol edici ve kontrolden istifade edici toplumlar eğlencesine dönüştü. Bir yanda kurumlar, yapılar, alternatif maliyeti yüksek oluşumlar var, karşı yanda ise her kurumun, yapının, oluşumun manevi boşluğunu ifşa eden sanat endişesi var. Endişeler esere dönüşür mü? Eğer insanlar birbirleriyle münasebette dokunulmamışlığın değerinde neyin saklandığını fark edebilmişlerse evet. Saklı şey insanlığın harcamağa kıyamadığı şeydir. Kapitalizm alış veriş ilişkisini para gücüyle gerçekleşen faaliyete indirgedi. Böylece zaman içinde şekli ve etki alanı hep değişen paranın rol oynamadığı alış veriş bırakmadılar.

Dünya zihin faaliyeti I. Cihan Harbi’ne rağmen modernliğin uç vermesiyle yaygınlaşan düşlere dalmaktan vazgeçmedi. Düştü noksanları Avrupalıların. Kimler halkı düşlerden uzak tutmuyorlarsa onlar destek buluyorlardı. Bu sebeple ne dünya ihtilâli fikrinde Lenin, ne Roma İmparatorluğu’nun yeniden hayata geçirilmesi hususunda Mussolini, ne de bin yıllık hayat sahası hülyasında Hitler samimi idi. Büyük savaşı büyük felâket olarak algılayan dünyada sanatın has olanının emekçileri ve bu emekçilerin hizmetine talip olanlardan başka ihlâs sahibi insan yok gibiydi. Avrupa kıtasının bu nadir insanlarının özenilecek özelliklerine Türk topraklarında rast gelmek şaşırtıcı sayılmazdı. Avrupa medeniyetini başına konduran medeni Türklerde bir boşluk hissediliyordu. “Bizim klasiğimiz yok”. Melih Cevdet Anday bu cümleyi Sofya’da sarf etmekten geri durmadı. Türkler arasına döndüğünde bu cümleyi dile getirdiğini aktardığı insanlar ona “Yunus Emre var” deseydin bari takazasında bulundular. Türklerin Alman Harbine katılmayışına bir anlam veremeyen bu “aydınlar” tarih bağlamında Yunus Emre ile ne ilişki kurmuşlardı? İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif’i şairden bile saymıyordu Turgut Uyar. Tıpkı Oktay Rifat Horozcu’nun Baudelaire’in Swedenborg’u benimsemesinden ötürü saçmaladığı kanaatına varışı gibi.

Bütün bunları bilerek mi başladım şiir yazmağa? Hayır. Benim şiir âlemiyle ilk temasım Milâttan Sonra 1963 yılına denk geliyor. Yani 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden üç yıl sonrasına. Darbenin gerçekleşmesine yol açanlar Türklerin geleceklerini hesaba katarak elleri altında tuttukları altını kendi zimmetlerine geçirmişler miydi? Türklerin hayatlarında nelere el konmasına ses çıkarmayarak veya işlenen suça neresinden iştirak ederek günlerini geçirdiklerini bilmiyordum. Bugün biliyor muyum? Bilgili olma hususunda şiire başladığım zamandan daha beter haldeyim. Divan edebiyatının önce terki, sonra reddi günlerinden farklı bir Vista açılmıştı. Kimilerine bakılırsa bu Vista şiire divan edebiyatının onu küçümseyerek terk ve ret edenlerin çabalarını hasredişlerinden daha çok yakışıyordu. Oysa hadisenin dünyayı sarsan günlerle ilgisi Türk şiirinin tarihinden daha fazlaydı. Behçet Necatigil bir Divançe, Turgut Uyar bir Divan yazmıştı. Böylesi bir tuhaflığın ciddi insanları tatmin edecek bir açıklaması olmalıydı. Nitekim vardı.

Osmanlı Devletinin batılılaşma yönünde gösterdiği her çabanın olduğu kadar Latin hurufatını şiirde kullanmanın da şiirin bünyesinde bir tesir uyandırmadığına inananlar kim bilir nerden nereye ulaşacaklarını hesaplamışlardı? Akıllarını bir ân olsun nereden geldiklerine yormuşlar mıydı? Gidiş yönlerinin neresi olduğu fikri hepsine ne kadar yabancıydı? Gün gelip medenileşme bakımından Batı’yı kültürdeki kazanımlar bakımından geride bırakacaklarını düşünüyorlar mıydı? Hayır, hiçbir şekilde. Kültür ve Türkler aynı mekânı paylaşma tuhaflığı içine düşmüşlerdi. Bu yüzden Batı’ya bir yerinden yamalanmak bütün aydınların gözünde parlıyordu. Batı, hele de ABD hayal edebilecekleri en güzel cennetti. Hiç birinin şiirde ne yapılabileceği hususunda kafaları aydınlık değildi. Ne yazdıklarını bilmiyor, yazdıklarını en yakınlarındakine az veya çok “original” saydırmak hepsine yetiyor; fazla bile geliyordu. Gelecek kuşakların kendilerini hesaba katacağı fikriyle teselli olmak da bir teselli malzemesiydi. Aralarından sadece biri, Metin Eloğlu, şiirin kelimelerle yazıldığını orta direk saymak suretiyle şiir karakterine sadık kalarak ömrünü tamamladı.

Evet, İsyan yayınlandığında onu yılın kitabı sayıp saymamanın Türk şiirinin geleceği bakımından bir imtihan olduğunu o günlerde düşünmüyordum. Bunu şimdilerde anlıyorum. Övünmeği kendilerindeki edebiyat merakına hasredenler geçim derdine düşmüş olmaları yüzünden bu sınıfta çakılı kaldı. Hâlâ çift dikiş sıkıntısı içindedirler. Ne vardı Evet, İsyan’da ki edebiyatı hayatlarının güzelliğine sebep gösterenler o kitapla bir imtihana tâbi tutulmuş sayılsınlar? Orada bütün açıklığıyla benim kalbim vardı. Bir kalbin bu kadar fütursuzca açılması onun şiire bakışını paylaşanlarla yani dünyanın hazıra konma tuzağının muhafızlarıyla birlikte Behçet Necatigil’i rahatsız ediyordu. Kitaptan güç alanların kimler olduğu sırrına erebilmiş değilim; ama vardılar. Onların benim iz bıraktığıma dair verecekleri işaretlerin Türk topraklarında dünyanın tartılmasına fırsat veren bir çağı açacağına inanıyordum. Bu inancımın güçlendiğini söylemek çok isterdim. Nedense hiç olmadı ve ben 31 Mart hadisesi içinde kayboldum.

Hakkında kitaplar yazılmış kayıp bir şair! Böyle bir şeyin vuku bulması garipsenecek bir hadise. Bir ferdin çevresini aydınlatmayacak kadar “parlak” olması aklın alacağı bir şey değildir. Kültür olursa toprakla, suyla, havayla olur. Bir bitki canını üzerinde yetiştiği topraktan, ona verilen can suyundan ve tesiri altında kaldığı ortamdan alır. Gündüzün ve gecenin bir bitkiye katkısına akıl, sır erdiremezsiniz. Hayvan dediklerimiz varlıklarına besin temin eden vaktin peşinde yaşadıkları için zaman adını verdiğimiz kategoriyi yedeklerine alamadıkları şartlarda ömür süremez. Hayvanların sevişme dönemi tabiatın ayarlamasına bırakılmıştır. Açlığı, susuzluğu veya bize ihtiyaç gibi görünen her şeyi bünyelerine yakıştırma hüneri insana bırakılmıştır. Böylesi bir serbestiyet insanların her vesileyle birbirlerini aldatmaları imkânı doğurur. Şiire bu imkânın dışında yaşama alanı açtığı nispette şiir denilebilir. Ben hep bu alanda var oldum. Gerisi lâf-ı güzaf…

İsmet Özel, 23 Cemâziyelahir 1442 (5 Şubat 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.