TOP MUDUR, TÜFENK Mİ? DELİKLİ DEMİR HANGİSİ?
İSMET ÖZEL
طوپ میدر، تفنك می؟ دلیكلی دمیر هانگیسی؟

“Fermuar” diyen bir Türk bunu demekle diline Fransızca bir kelime dolandığını sanır. Böyle zannlar üzerine oturttuğumuz şeylere millî eğitim dediğimiz vaki. Hâlbuki bu tıpkı “istiklâl” gibi Türklerin ürettikleri, dili dil yapan kurallara sadık kalarak ürettikleri bir kelimedir. İstiklâl kelimesinin Araplar tarafından bu günkü kullanılışı Türk tesiriyledir. Sözlükler biz Türklerin fermuar dediği şeye Fransızların “ fermeture” veya daha doğrusu “la fermeture éclair” dediklerini kaydediyor. Çocukluğumuzdan beri Türk dilinin yabancı kelimeler tarafından işgal edildiğini iddia edenlerden haberdarız. Acaba onların arasında biri Farsçadan alınma duvar yerine, Grekçeden alınma ırgat yerine ne demeği düşünmüştür? Gotlardan edindiğimiz kelimeler de var. Üstelik bunlar gündelik yaşayışımızın uzağında yer alan sözler değil. Ana, ata, dede, nine, kedi, öküz ve daha niceleri… Bütün bunlar Gotlardan, muhtemeldir ki Doğu Gotlarından devşirdiğimiz kelimelerdir. Dilin devşirme kelimelerden, hatta devşirme kurallardan teşekkül etmediği fikrine buradan giderek ulaşabiliriz. Türkçe kendine mahsus bir dil, bir lisan ve bir lügat olarak var ve ne büyük yanlışlar içine düşmüş olursak olalım bu derleme-devşirme bir anlaşma vasıtası değil.

Dilin devşirilmiş kelimelerden, devşirilmiş kurallardan meydana gelmediği hususunda bilgi edinişimiz bize dilin menşei hakkında bir fikir veriyor mu? Hayır, vermiyor. Her insan teki bir dili edinmek için ancak taklit yolunu kullanabilir. Bebek iki yaşına gelinceye kadar ağzından çevresinde en sık telâffuz edilen sesleri anlamına nüfuz etmeksizin çıkarır. Daha sonra kabaca çıkardığı seslerin anlamıyla bağlar kurar. Bir müddet daha geride bırakıldığında bebek için “artık konuşuyor” denilmeğe başlanır. Dört veya beş yaşındaki çocuk için kullandığımız “artık konuşuyor” ibaresi yerine oturuyor mudur? Hayır, çevresine dil sayesinde tepki verebilen, çevresinden dil üzerinden etkilenen henüz konuşuyor değildir. İnsan için konuşma ancak bir iddiayı üzerine aldığı zaman vuku bulur. Dil pratik bir vakıadır ve bir iddiayı üzerine almaz. Bir iddiayı bize ancak lisanımız yükleyebilir. Dilden lisana geçmedikçe hiçbir konuda iddialı değilizdir.

Müslüman olmak iddia sahibi olmağı beraberinde getirir. İddia sahibi değilseniz Müslüman da değilsiniz. Neyi iddia eder Müslüman? Daha doğrusu “kelime-i şehadet” neyi ifade eder? Şahit olduğumuz şeylerin başında Allah’tan başka ilâh olmadığının bilgisi gelir. Bunun bizi Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte din bakımından aynı çevreyi teşkil etmeğe zorladığı görüşüne şartlanmışızdır. Hâlbuki her iki dinle aramızdaki ayrılık, her iki bâtıl itikada aykırılık burada başlar. Allah’tan başka ilâh yoktur diyen hangi anlam dairesine dâhil olduğunu ancak “ve” dedikten sonra ikrar ettikleriyle izah edebilmektedir: Muhammed’in Allah’ın hem kulu, hem de resulü olduğu gerçeği varoluş sayesinde insan hayatını bizatihi insan tarafından hissedilebilir şekle sokan anlamı yerine oturtur. Ortodoks Yahudiler bir insanla aynı dinden olduklarını anasının Yahudi oluşuna bağlar. Bu bağlayış istilâya uğramış Yahudi cemaatinin “düşmandan” gebe kalan kadınların doğurdukları çocuklarının akıbetini esasa bağlama demektir. Vaftiz olarak adlandırdığımız tören Yahudi olsun olmasın bütün insanların kilisenin kurtarıcılığına sığındığına işarettir. Yerine oturmamış anlamı anlamlı saymak Müslümanları boyunduruk altına almak ve/veya boyunduruk altında tutmak isteyenlerin hilesinden başka bir şey değildir.

“Delikli demir icat oldu / Mertlik bozuldu” sözünü “delikli demir” demekle neyi kast ettiğimizi gösteremezsek teyit edemeyiz. Savaş meydanlarında tüfenkten önce top kendini gösterdi. I. Kosova Meydan Muharebesinde top kullanıp kullanılmayacağını Türk âlimler aralarında münakaşa ettiler ve topla kazanılan zaferin helâl olmayacağı fikrine vardılar. Daha sonra işler dal budak saldı ve Ömer Seyfettin’in Kütük hikâyesine uzandı. Celâli isyanları sırasında kendini gösteren Köroğlu’nun ağzından “tüfenk icat oldu” ibaresi Türk dünyasına yayıldı. Topla tüfengi birbirine karıştırmağı umursayan çıkmadı. İslâm’ın beş şartı olduğunu söylüyorlar. Sevapların en üstünü cihad ise vazgeçemeyeceğimiz mesele Müslümanın cihad edip etmediği meselesidir. Eğer hata içinde rahatını arayanlara doğru yolu gösterme gibi bir endişe gütmediği halde kendini savaş meydanında bulmuşların ne yaptığını merak etme olayı içinde isek vakit kaybetmeği vakit kazanmak zannı yerine koyabiliriz.

Vakit kazanalım. Vakit kaybetmeyelim. Unutmayalım ki, kelime-i şahadetin ilk faydası boynu kılıçtan kurtarmasıdır. Eğer hasmımızı kendi tarafımıza çekmek gibi bir gaye gütmeksizin savaşıyorsak cehennemlik olmağa kulak asmıyoruz demektir. Cehennemlik olmağa kulak asmayanlar bir gövde gösterisiyle küfür âleminin kurulu düzenine cevaz verme çabası içine düştü. Buna Milattan sonra 1529 güzünde gerçekleşen birinci Viyana kuşatması diyoruz. İkinci Viyana kuşatmasının sebebi pratiktir. Osmanlılar Avrupalıların maddi imkânlarını silahlanmağa yönlendirerek ekonomik yaptırım gücünden düşmelerini umuyorlardı. Sıfır yılında doğduğu farz edilen İsa’dan sonra gelen 1683 tarihi gayri-Müslim âlemin güce tapınma macerasında bir dönüm noktasıdır. Üçüncü Viyana seferi orduyu Belgrad’da bekletme kararı alan Merzifonlu Kara Mustafa’nın bir saray entrikası sonucu idam edilmesi sebebiyle gerçekleşememiştir. Bozulmuş mertlik hangi çağda bozulmağı nimet bilenlerin lehine sonuç verdi? Bundan sonra verecek mi?

Öncelikle mertliği geri alıp almamak sualiyle hesaplaşma durumundayız. Batılılaşma adıyla anılan yöneliş biz Türkleri gayri-Müslimlerin boynuna kılıç dayama konumundan uzağa düşürdü. Ondan öncesi daha da karanlık: Viyana önlerinde olmağı marifet sanan öğretmenlerimiz oldu. Hiçbir hoca karşımıza çıkıp “Niçin Roma önlerinde değiliz?” sualini gündemimize getirmedi. Fransızların dilinde “Riche comme des pachas” (Paşalar kadar zengin) gibi bir deyiş var. Demek ki Türkler Osmanlı klasik döneminin verdiği rahatlıkla içlerinden dünya hayatında yan gelip yatmağı başarı sayan bir yüksek tabaka çıkarmağı iş edinmişlerdir. Edinilen bu iş Türk toplumunun mertleri (adamlığına ihanet etmeyenleri) yönetici duruma yükseltmesi önündeki en büyük engeldir. Yine de bir şeyleri göze almalı mıyız? Türkçenin aslı esası hakkında olduğu kadar başından geçenleri de uğraşacağımız meşguliyetlerin başına almalıyız. Nasıl olur bu? Şahsiyetine toz kondurmayan bir akademik hayatla ve edebiyatın hayatiyet kazanmasıyla olur. Türkçe edebiyata canlılık sağlama hususunda çok tecrübe yaşamıştır. Neyi kaybettiğimizi hatırladığımızda imkânlar kucağımıza düşecektir. Dilimizi, lisanımızı, lügatimizi boyacı küpüne daldırıp çıkaracak bir dahi mi bekliyoruz? Dehanın namusla bağını yeniden tesis edebilirsek önümüzde aşılacak bir umman olmadığını kavramak işten bile değil. Garip şiirini garipleştiren neydi? Nesi yeniydi İkinci Yeni’nin? Bu sualler cevabını Türk vatanının akıbetinde bulacak.

İsmet Özel, 13 Şaban 1442 (26 Mart 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.