MODERNLEŞMENİN VARABİLECEĞİ SON NOKTA
İSMET ÖZEL
مودەرنلشمەنڭ وارەبیلەجكی صوڭ نقطە

Modernleşmek bu çağda, yani Hıristiyan XXI. asrının ilk çeyreğinde bir milletin kendine mahsus imkânlarla nereye kadar gidebileceğinin şuuruna varmasıyla eş anlamlı hale geldi. Vaktiyle modern dünya canını modernleşmekte aramıştı. Önce Fransa’da ve onu takiben Amerika Birleşik Devletleri’nde eskiler ve yeniler arasındaki zıtlaşma daha başından, yani Fransız toprağında, yeniler lehine sonuç vermişti. Eskiler Antik Çağ’da, yani Antik Greklerin ve Romalıların dünyasında verilebilecek en üstün ürünlerin verildiği iddiasında idiler. Yeniler ise insanlık komedyası olarak şaşırtıcı bir çabuklukla sergilenen oyunun henüz bitmediğini ve Antik Çağ’ı kıskandıracak ürünlerin insanlığın beş duyusunu ve bilhassa gözünü, kulağını, temas hissini beklediğini inanç haline getirmişlerdi. Batı kültürünün dayattığı eğitim dolayısıyla bir milletin kapitalist düzen içinde kendine hangi kalıp reva görüldüğünü anladığı zaman millet olduğu fikrine sıkı sıkıya yapışmamız lâzım. Kendimizi modernlik sıkıntısına bulaşmış biliyorsak Jürgen Habermas’ın modernliği bitmemiş bir proje olarak görüşünü yabana atmamak şartı altındayız. Yabana atmayacağız da ne yapacağız? Modernliği nasıl sona erdireceğimizin derdine mi düşeceğiz?

Türklerin modernleşmesi ile Japonların modernleşmesi kıyas kabul eden şeyler midir? Modernleşmeyi sanayi başarısı sananların zihin âleminde hep öyle sanıldı; ama böyle bir karşılaştırma her iki toplumun tarih sahnesine çıkışları hesaba katıldığında mümkün değildir. Japonlar yüksek tabakalarına yerleşmiş Katolik inancının izinden giderek modernleştiler. Modernlikleri Batı’nın piyasa gasp etme tavrıyla sınırlıydı. Türkler ise bir Batılılaşma özentisini toplum hadisesi şekline getirmeği modernleşmenin gereği saydı.  İnsanlığı modernleşme ile yüz yüze getiren hangi hadise ve kişilerdir? Bu suale ya Müslüman olarak veya kâfir olarak cevap vereceğiz. Gayri-Müslim yerine kâfir kelimesini tereddütlere meydan vermemek için kullanıyorum. Müslüman isek indirilen Kur’an sebebiyle karşımıza çıkan itirazlara bakmamız gerek. 1) Kendisine Kur’an nâzil olduğunu iddia eden şahıs ezanlarda şahit olunan işin peşinde bir mecnun olması sebebiyle mi koşuyor? Cevabın evet veya hayır olması sonucu değiştirmiyor. Evet de, hayır da deseniz inzal vakıasından önce kullandığınız akıl düzenini terk edip yeni bir düşünme yoluna girmeniz gerekecek. 2) Arapçayı Kur’an öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayırmamız yerinde bir tutum mudur? Bunun bir kaçınılmazlık olduğuna akıl erdirenler itikat üzerinden bir toplum teşkili meselesini çözmüş sayılırlar. 3) Kur’an kıssalarını “esatir-i evvelîn” sayanlar semavî olsun olmasın bütün dinlerin altının boş olduğunu savunmuş olur. Netice itibariyle modernlik müdafilerinin ittifak ettiği husus Allah kelâmı diye bir şeyden söz etmenin saçmalık olduğudur.

Kâfir için modernleşme Avrupa’nın kolonyalizm üzerinden başlattığı şeyden başka bir şey değildir. Japonya’nın modern görünümü Batı’ya mahsus müstemlekeciliğin son görünümlerinden biridir. Büyük müstemleke imparatorluğu kurmak XV. yüzyılın denizci ülkelerinin payına düştü. İspanya ve Portekiz coğrafya kitaplarında büyük keşifler başlığı altında toplanan seyahatlerin siyaset alanındaki kârını böyle ifade etti. Ölümünden önce ulaştığı topraklara üç kez daha giden (toplam dört) Kristof Kolomb kendinin Avrupa kamuoyunun haberdar olmadığı bir kıta keşfettiğini öğrenemeden öldü. Şaşaalı imparatorluklar dönemini hem İspanya, hem de Portekiz çabucak geride bıraktı. Geride bırakılanlar sadece imparatorluklar mıydı? Endülüslü Federico Garcia Lorca’yı küçümseme hakkını Batı’yı temsil imtiyazını elinde tuttuğuna inanan her İngiliz kendinde buluyordu. Her on yılda bir, varoluş endişesiyle yoklanan Batı Medeniyeti bu güvenden mahrum haliyle dünyayı kuşatmış haldeydi.

Kazanç hırsıyla kuşatılmış dünya olmasaydı içimizde cennet özlemi çiçek açmaz ve biz neye değdiği yalnızca hesap gününde bilinecek işlere dalmazdık. Modern yaşayışın esrardan arınmış, en açık, en kolay göstergesi yaşanılan hayatın hesabını verme hadisesinde ortaya çıkar. Modern yaşama tarzının ilk adımı Kur’an indirildiğinde atıldı. Asırlar boyu Mü’minler aldıkları her nefesin hesabını verecekleri şuuruyla yaşadı. Münkirler ise tekâmül nazariyesinin gereği hayatın ölümden sonra idamesini kendi sulbünden gelen insanların gündelik hayatları kalıbına soktu. Gaza Beylikleri döneminde Türklüğün en kalın çizgisi bir millete mensup olmağı hayat tarzı şekline getirmek suretiyle çekildi. Günümüzde bu hayat tarzından hiçbir iz bırakılmadığına şahitlik ediyoruz. Eğer biz Türklerin duaları kabul olur ve kendisi için millet yolunu benimser isek yeniden gıpta edilir bir toplum hüviyeti elde ederiz. Gıpta edilmeği bencil olduğumuz için istiyoruz. Merkeze Türk milletini aldığımız ve bencil olduğumuz için Batı’nın hizmetine girmeği reddediyoruz. 1964’te Alman idarecileri Türkleri çöpçü olarak kullanmağa yatkındılar. Ne zamanki çöpçülerin işini temiz bulmayanların extra ödeme yaptığı anlaşıldı, o zaman Almanya’daki Türk çöpçülerin sayısı ihmal edilecek derecede azaldı. Fazıl Hüsnü el kapısına yamanmağı kınayan şiiri yazmasaydı akıllılık mı etmiş olacaktı?

Kendisi için millet olmanın çeşitli yollarını denemekten kimse pişman olmayacaktır. Asıl mesele nereden nereye, hangi yolları geride bırakarak geldiğimizde dürülüp bırakılmıştır. Belimizi büken bu dürülmedir. Türklerin tarih sahnesinde yerlerini alma hikâyesini dürüp büken bu sık sık çanak çömlek patlatan saklambaç oyunudur. Türklerin İslâm’la irtibatlarının yeni bir kültüre kucak açışları anlamı yüklendiği bazılarınca bilinmesi, bazılarınca da bilinmemesi yüzünden alacalı bir şekil ortaya çıkarmış. Bir yanda en dar anlamıyla aileleri koruma (bu koruma mahallî otoritelerin toplum sağlığını ifsat etmesini önlüyor) işini yürütme işlevi sebebiyle canına can katan bir merkezi idare var. Aynı merkezi idare işleyen devlet mekanizmasını gücünü Kur’an indirilir indirilmez gösteren İslâm’ın müdahalesine karşı korumakla uğraşıyor. Merkezi idarenin iki ucu da sivri mızrağı işini Osmanlı Devleti’nin hem yükselme, hem duraklama, hem de çöküş dönemlerinde görmüştür ve bunu dosta düşmana göstermeğe icbar edilmiştir.

Tarih, her ne kadar tersi imiş gibi algılansa da, efsaneden arındırıldığı kadar tarihtir. Yıkmakla görevli olduğumuz ilk efsane Osmanlı tarihinin Milâdî olarak 1299’dan 1922’ye kadar devam ettiğidir. Hangi Osmanlı Devleti’nden bahsediyoruz? I. Abdülmecid devrinde İngiliz sefirine “küçük padişah” deniyordu. Yıkacağımız ikinci efsane Millî Mücadele ile İstiklâl Harbi’nin aynı şey olduğu efsanesidir. İstiklâl Harbi’ni yürüten ordu bir İstiklâl Marşı ısmarlamıştır. Eğer Mehmet Akif sanattaki seviyesini devreye sokmasaydı dünyada eşi benzeri olmayan bu millî marşa sahip olamayacaktık. Daha millî marşımız olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nden geçerken “Red! Red!” sesleri yükselen İstiklâl Marşı ona gösterilen bütün düşmanlıklara rağmen edebi seviyesi sayesinde ömrünü 1921’den bugüne uzatabilmiştir. Bu günden sonrası yine İstiklâl Marşı’na bağlı...

Eğer biz İstiklâl Marşı’nı anlamamıza yarayan yolu keşfedersek o yol da bize başka bir yolu, Türk gururunun alaya alınamayacağına dair bir hayat tarzının yolunu açacak. Bu kehanet benzeri sözü nereden çıkardım? Önce Türkler üzerindeki kâfir gölgesinin doğrudan Türkler tarafından temin edildiğine akıl erdirmemiz lâzım. Bu yapılmadıkça sözünü ettiğim gölge günden güne koyulaşacak ve İslâm hiç olmazsa Türk hâkimiyet sahasında karanlığa bürünecektir. Kâfirlerin gölgesi üzerimize bilhassa Kırım Harbi sonrasında devletin Batı güç odaklarına borçlanması ve bankaların kurulup işletilmeleri suretiyle yüz yüze geldiğimiz finans oyunları sebebiyle düştü. Gölge üzerimizden serhaddimizi yeniden iman dolu göğsümüz şekline getirdiğimizde kalkacak. Bu mümkün mü? Buna ulaşmamızın işaretlerini şimdiden görebiliyor muyuz? Göremiyoruz ve görmemize engel olan her hadiseyi tebcil eder durumdayız. İyi olarak bize bildirdikleri büyük sermeyenin kârını kolay ve çabuk hale getiren her ne işse o iştir. Ve tersi: Kötü olduğunu bize bildirdikleri büyük sermayeye kazanç getirmeyen her şeydir. Bu terslikten kurtulmak biz Türklerin kurtuluşu anlamına mı gelecek? Ne yazık ki, hayır.

Şiirin idamesi modernleşmenin varabileceği son noktaya götürdü Türkleri. Ne Nâzım Hikmet’in çabalayıp de baş edemediği fikir sahası, ne Orhan Veli’nin denemeğe yanaşmadığı çabalar bir açılım sağlayabilirdi. Nâzım Hikmet omuzları üzerinde “halkın davası” olduğu hayaliyle kavruldu gitti. Orhan Veli “ben halkın zevkini temsil ediyorum” anlamına gelecek bir söyleme hiçbir zaman yanaşmadı. Edebiyat çevreleri olsa olsa böyle olur diyerek onu bu tarz bir kategoriye oturttular. Halkın davasının halkın zevkiyle aynı kapıya çıktığı fikri daha en başından Metin Eloğlu’nda baskındı ve bu ağırlık onu modern Türk şiirinin zirvesine taşıdı. Şiirin nereden kalkıp nereye varacağına dair hikâye bütün insan uğraşılarının mihveri görülmelidir. Başka bir mevkiden bakılarak dünyada şiirin ve bilhassa Türk şiirinin kaderini fark etmek mümkün olamamıştır.

Stéphane Mallarmé’nin şiir fikirlerle değil kelimelerle yazılır tespitine ne kadar hak verirsek verelim kelimelerin fikirden yalıtılmış bir vasfı olmadığını hatırlamadan edemeyiz. Yalnız kelimeler değil, insan hayatına girmiş hiçbir şey fikirden yalıtılmamıştır. Fikirlerin fikirleri doğurduğu fikrini terk edersek tuzak kurucuların avı oluruz. Ayağını yere sağlam basma tavsiyesinde bulunanlar sözlerini kim tutuyor ise onları tehlikeye atmış olur. Türkler yüzlerini ne kadar Batı’ya çevirmiş olurlarsa olsunlar Batı’da XVII. asır sonrasında gerçekleşen zihin transformasyonuna yabancı kalmışlardır. Kant’ın hayranlıkla söz ettiği Kopernik Devrimi Türkleri bir yerden başka bir yere sürüklemedi. Kopernik dünyanın kâinata merkezlik yapmadığı ve güneşin bir gezegeni olduğu fikrindeydi. Bu fikir bilim adamlarına bir çok bakımdan cazip göründü ve hepsinin Brahe’nin merkeze dünyayı yerleştiren fikrini çöpe atmalarına sebep oldu. Kopernik’in uyguladığı matematikten diğerine kıyasla bir üstünlük giderek daha doğru bir sistem intibaı edinmeğe imkân yoktu.

Mektep çocuklarına meseleyi bilimin keşiflerine hayran kalarak her gün doğruya biraz daha yaklaşmak olarak gösterseler de hakikat öyle değildi. Mesele aleladeliğin o devrin çokbilmiş eşhasına verdiği hazdan ibaretti. Kopernik’i takip eden Darwin oldu. İlerleme ve evrim insanın menşeini aleladelikte aramakla rahatlığa yol açtı. Üçgen XX. asırda Freud tarafından tamamlandı. İnsan karakteri olarak bildiğimiz şey İd, Ego ve Süper-ego paslaşmasından şekilleniyordu. Üçünden en kötüsü bize ahlâk dayatan içimizdeki “baba” yani süper-egoydu. Dünya Kopernik kafasıyla bir gezegen, dikkati hak etmeyecek bir toprak parçasıydı. Darwin insanın atalarının, aynı zamanda maymunların da ataları olduğunu savunuyordu. Elimizi, aklımızı bilime emanet ettiysek ne durduğumuz yerle, ne de mensup olduğumuz soyla övünme fırsatı bize bırakılmıştı. İzahatı bilimin insafına bırakanlara göre psikanaliz herkesi dünyanın delilikle yönetildiğine inandıracak gücü gösterdi.

Yersizliği, yurtsuzluğu kaçınılmaz ve belki de gerekli gören, aklı bir gidip bir gelen insanların ateşlediği I. Cihan Harbi bittiğinde Batı Medeniyeti de bitmişti. Niçin bu ifadeye başvurduk? Çünkü XVIII. Hıristiyan asrından itibaren Batı kendini insanlığın bütün artılarını üzerine almış ve dolayısıyla insanlık daha ileri gidecekse güzergâhı peşinen Batı’yı Batı yapan değerlerin geliştirilmesine bağlamış sayılıyordu. Evdeki hesap çarşıya uymadı. 1914-18 arasındaki Büyük Savaş insanların kendi milletlerine olan bağlılığının bütün diğer bağlardan daha yukarıda olduğunu gösterdi. Yeni zihin tasarımının bir şekli de Yahudi düşmanlığı oldu. Verdun’de Almanlar ve Fransızlar birbirlerine öyle şeyler yaptılar ki millet olarak birinin diğerine üstünlüğünü iddia etmek imkânsız hale geldi. Millet üstünlüğü iki harp arasının gözde mevzuu sayılıverdi.

Avrupa kıtası millet üstünlüğünden ne anlıyordu? Sermaye sahiplerinin kendi aralarındaki hiyerarşiyi dünyaya yutturmaları bir Dünya Sistemi icat etmiş değil miydi? Dünya Sistemi’ni hiçe sayan bir millet üstünlüğü olabilseydi olacaktı. Ne Dünya Sistemi’nin bilhassa XVI. asır sonrasında benimsediği işleyişine zarar verilebildi, ne de bir tek millet iç pazarıyla dünyaya yön verebilecek güce erişebildi. Büyük Britanya’nın metropol vasfı sebebiyle üstün millet ideologisine ihtiyacı yoktu. Büyük Britanya tarafından oyuna getirilen İtalya daha büyük bir oyunun Roma İmparatorluğu’na yeniden kavuşma hayalinin kurbanı olmağı seçti. İtalya’da bir Duçe doğmasından 10 yıl sonra solunum yolları Dünya Sistemi eliyle ameliyata tabi tutulmuş Almanya aynı hataya Führer’in vaad ettiği 1000 yıllık hayat sahası mavalını yutarak düştü. İnsan kitleleri oradan oraya savrularak hayat kaynaklarını yıpratıp heba etti. Varoluşta şiirin yerine çok büyük önem atfedenler ne haldeydi?

İtalya’da Futurism’i takip eden bir hareket bilmiyorum. Avrupa’nın Fransızca ve Almanca konuşulan ülkelerinde ise Dadaizm’i Sürrealizm takip etti. Dada’ nın anlamsız olduğunu söyleyenlerle karşılaşmışsınızdır veya bu manayı ifade eden sözleri bir yerlerde okumuşsunuzdur. Hâlbuki Rusçadaki evet kelimesini Kiril alfabesiyle değil de Latin harfleriyle yazarsanız karşınıza “da” çıkar. Böylece Romanya’dan çıkıp İsviçre’ye gelen birinin yürüttüğü harekete Dadacılık demesinde hayrete değer bir şey yoktur. Dadacıların ısrarla evet dedikleri neydi? Niçin bir şeye ısrarla evet diyorlardı? Ruh hastalıklarına kurtarıcı gözüyle bakıldığı ikinci bir dönem yok. Bilimin itibardan düştüğü, felsefeye çılgınlık yakıştırıldığı ikinci bir dönem de yok. Bilinçaltından medet umanlar kısa sürede kendilerini toparlayıp varoluşçu oldular. Yavuz hırsız ev sahibini bastırdı ve Hıristiyanların XXI. asrına yaklaşıldığı günlerde hâlâ modern kalabilmek, gündemi işgalden geri kalmamak, korkakları tebaa olarak muhafaza edebilmek için post-modernlik icat ettiler.

İşin aslı buydu. İkinci Yeni vaktiyle ortaya bir gericilik hareketi olarak çıkmıştı. Bu fikre mühimmat temin edenler şair olarak ya Nâzım Hikmet’i veyahut Yahya Kemal’i seçmek mecburiyeti altında kalsalar şüphesiz Yahya Kemal diyeceklerdi. Demediler. Omurgasız aydınlar ülkesinde demeyişleri alkış topladı. Bu yüzdendir ki, Halkın Dostları dergisi yayınına “Gerici Sanata Hücum!” şiarıyla başladı. Onların gericiliğini yüzlerine vuran ancak Marksistler veya Marksizm’in tebcilini zaruri sayanlar olabilirdi ve öyle oldu.

İsmet Özel, 11 Ramazan 1442 (23 Nisan 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.