SAR BAŞTAN CUMHURİYET
İSMET ÖZEL
.

Tarih tekerrür etmemiştir. Tarih ne şeklen herhangi bir yüzüyle, ne de mânâ itibariyle herhangi bir biçimde tekerrür edecek. Ne var ki, bazı şeylerin vaktinin gelmesinin önüne de kimse geçemeyecek. Lozan anlaşmasının yüz yıllığına imzalandığı gerçekse ve Milattan sonra 1923’de yerli ve yabancı kâfirler arasındaki bir uzlaşma bu anlaşmanın yerini 2023 Hıristiyan yılında Sevr anlaşmasına bırakacağını işaret ediyor ise Türklerin bir vatanı olup olmadığı münakaşası yıllar öncesinden başlamış demektir. Modernleşme tarihi boyunca Türklerin nasıl bir hayatı olacağı hakkında hiçbir Türkün fikrine müracaat edilmemiştir. Böyle bir despotik tavrın kabul görmesine devlet sınıfları ile reaya arasındaki çizginin kesinliği ve keskinliğinin sebep olduğu da gözden saklanamaz. Bugün ise Türk topraklarında sağduyu adını verdiğimiz şey Türk olmağı ciddi bir nakîsa olarak algılamaktadır.

Sağduyunun Türk olmağı bir nakîsa olarak algılaması ne demek? Önce şunu aklımızın ortasına yerleştirelim ki, matematik hesaplamayı dışarıda bırakan “sağduyu” istatistiklere sığmayan gerçekliğin ta kendisidir. Hem klasik Osmanlı düzeninin Müslüman olmayan etnik varlıklara verdiği isim olması hasebiyle, hem de bir başka çare bulunamadığı için müracaat edilen millet kelimesinin dinini merkeze alarak bir araya gelmiş insan topluluğu olduğu ilk anda akla gelmez. Hikmetinden sual olunamayan sağduyu milletle etnik kaynaşmağı bir birine yapıştırmıştır. Millet olmada etkin ikinci unsur dil kabul edilir. Modern bilim anlayışı içinde Almanlar deyince kavimler göçü sebebiyle bugün Almanya olarak bilinen yerleri yurdu bilmiş insanlar anlarız. Fransız diline hak ettiği yeri tanıyan da Fransız’dan başkası değildir. Nitekim J.P. Sartre’a göre Fransa’da anti-semitik çevreler Yahudilerin Fransızcayı (bilhassa Paris aksanını) iyi kullanıyor olmalarından ciddi rahatsızlık duymaktadır. Türk olmak hadisesi her iki (etnik kaynaşma ve dil hüneri) unsur itibariyle yara bere içinde bir vakıadır. Türk olmak hiçbir etnik zümrenin baskınlığından güç devşirmedi. Baskınlık dört hak mezhebe yaşama alanı sağlayan Sünniliğin, Sünni insan ilişkilerinin tekelindeydi. Türkçeyi görünür kılan işleyişi, yani aruz vezninin gündelik dile yansımasını, bilmeyenlerin öncülük ettiği cahilâne hareket başarı kazanmış gibi görünüyor. Şu anda yıkandıktan veya tıraş olduktan sonra “saatler olsun” denilmesini “sıhhatler olsun” demeği beceremeyenlerin bir tuhaflığı olarak görecek kadar Arapça bilgisinden kopmuş aklı evvellerin tuzağına baş sallayanlar topluluğuyuz.

Eğer III. Selim “yarı zamanlı Padişah” idiyse diğer yarıyı dolduran kimdi? Başını İngilizlerin çektiği emperyalist güçler (finans dünyasının kabadayıları) diğer yarının işlerini üzerlerine almışlardı. Giderek I. Cihan Harbi'nin sırası geldiğinde Almanlar harbi kazanacak deyip Türk mülküne düşmanlık edenler de aynı kimselerdi. Türk milletinin ölüsü (Türk milleti 1908’de II. Meşrutiyet eliyle öldürülmüştü. Öldürülmemiş olsaydı bir yıl içinde bütün Balkanlardaki Türk varlığı buharlaşamazdı.) Çanakkale’den İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin geçmesine müsaade etmedi. “Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Allah’la savaştık” diyen Churchill’in içine daldığı bu müsaadesizlik Türklerin bir İstiklâl Savaşı vermelerinin yolunu açtı. Birincisi Kâzım Karabekir kumandasındaki ordunun Kuzeydoğu sınırımızı belirleyen savaşlar, ikincisi Maraş, Urfa ve Antep’te cereyan eden çete savaşları ve üçüncüsü BMM komutasında Yunan işgaline karşı düzenli ordu savaşları olmak üzere üç cephede verilen savaş ne olduysa oldu Cumhuriyet’le sonuçlandı. Hâlbuki Halife’nin esaretten kurtarılması gayesiyle Hıristiyan takvimine göre 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Meclis kurtardığı (kimilerinin Şah Baba diye adlandırdıkları) Halife'nin öncülüğünde meşruti monarşiyi ihdas etmiş olacaktı.

“Halife'nin öncülüğünde meşruti monarşi” sizi rahatsız ediyor olabilir. Benden aldığınız tarih haberlerinin resmî tarihle uyum göstermediğini biliyorum. Niçin bu uyumsuzluk? Çünkü ben ne yazıyorsam Türklerin büyük uykularından uyanacağı günün beklentisi içinde yazıyorum. Resmî tarih ise Türkleri kaç zaman uyku halinde koruyabilirse Dünya Sistemi’ni o derecede kâr eder durumda tutabileceği itkisiyle faaliyet gösteriyor. Türklerin uyandırılması her gün biraz daha kurnaz hale getirilmesi demek değil. Uyanışımız hesap sorar konumu ele geçirişimizden farklı değerlendirilemez. Nasyonal Sosyalistlerden başkalarını Almanya’yı uyandıran olarak gösteremezsiniz. Bu açıdan Türklerin uyandırılmasına korkulu gözlerle bakmamız gerekiyor. Eğer Türklerin Türk oluşları bir vatan edinmelerinden ayrı tutulursa bu yaptığımızın “bin yıllık hayat sahası” mavalından farkı kalmaz. Niçin Türk’üz? Çünkü vatanımız var. Niçin tatil günlerini resmi ve dini bayramlar olarak ikiye ayırmışız? Çünkü dini bayramları yok sayacak olursak Türk olmağı hesap dışı tutmuş olacağız. Çünkü resmi bayramları gündemden çıkarırsak Türklere nelerin dayatıldığına kulak asmamış görüneceğiz.

Dini olanla resmi olanı uzlaştırmak biz Türklerin beynelmilel ortamda bir yer almamıza imkân verdi. İran 40 yıldır bir cumhuriyet. Ne kadar devam edeceğini tahminden bile kaçınıyoruz. Afganistan her bakımdan felâketin tam göbeğinde. Türkiye ise paçasını resmi ve dini olanı at başı götürme sıkıntısına kaptırmış. Bu üç ülkenin nereden nereye gideceğine karar vermek yüz yıl öncesine kıyasla akla ziyan. Her üçü de yüz yıl önce aynı bilmecenin figürleriydi. Ermeniler bir vatan edinme sevdasına düştükleri sırada “Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlı ise biz de o kadar Osmanlıyız” derlerdi. Bu banka bir dönem “Yok aslında birbirimizden farkımız; ama biz Osmanlı Bankası’yız” diye bir reklam spotu ile meşhurdu. Bunlara İsmet İnönü’nün parasını Osmanlı Bankası’nda muhafaza ettiğini de ilâve ederseniz karşınıza düşünceye dalarak sırrını çözemeyeceğiniz bir manzara çıkar.

Cumhuriyet idaresini benimsedikten itibaren neredeyse yüz yıl yaşamış (yüz yılı tamamlamağa en çok iki yıl kaldı) bir devletin tebaasıyız. Bu devlet yüz yıl boyunca Dünya Sistemi hesabına bünyesinden neler feda etti? Dünya Sistemi Türkleri nelere icbar etti? Türk topraklarında finans sisteminin anahtarı kimin elinde? İnkılaplar beynelmilel sahada bayram edilecek bir ortamın belirtileri miydi? İnkılapları halkın nasıl karşıladığı nereye kadardı, ne kadardı? Ordunun genç subaylarının bir kısmı halkın 1950, 1954, 1957 genel seçimlerinde oylarıyla iktidara getirdiği zümreyi gözünü kırpmadan 27 Mayıs 1960’da siyasetten sildi. Bunu 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 ihtilâli takip etti. İhtilâl yapanlar milletin zinde güçleri miydi? Demokrasinin vaki olması istikametinde atılan her adım gericiliğin zaferiyle mi sonuçlanıyordu? Batılılaşmanın devlet refleksi haline gelişinden bu yana siyasetçileri samimiyetin asgarisine bile yaklaştırmayan ne olabilirdi? “Kendi kendini müstemlekeleştirmek” tabiri müstemleke halinde yaşadığımızı dikkatini dünyanın gidişatına çevirmiş halkın gözünden saklayabilmek için uydurulmuş bir tabir mi?

Eğer Türk milletinin şahsiyetini ciddiye alan milletler katında alaya konu edilmesini gururumuza yediremiyorsak Cumhuriyetin ilân edildiği günden itibaren kimin hangi davranışının ne türden bir neticeye dönük olduğunu istiklâl tutkunu bir gözle (gözlükle değil) yeniden değerlendirmek mecburiyeti altındayız. Adnan Menderes devlet idaresinin sorumluluğunu üstünde hissettiği bir sırada “Devr-i sabık yaratmayacağız” demişti. Bununla 27 yıl Türk milletinin maruz bırakıldığı tek parti iktidarının değerlendirilmesini kast ediyordu. Adnan Menderes yürütme gücünün başı olmaktan niçin alıkonulduğu hususunda 27 Mayıs 1960 hareketine meşruiyet atfedenler Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son başvekilini Vatan Cephesi ihdas etmek ve Tahkikat Komisyonu icat etme kabahatiyle suçlu duruma düşürmek istedi.

Ne idi Vatan Cephesi? Türk vatanı uğruna girişilen bütün işlerin Türk ruhunda karşılık bulduğuna dair bir beyandı. Vatan Cephesi’ne evet demenin şartları arasında Demokrat Parti siyasetini tasvip etmek yoktu. Birilerini en çok korkutan da buydu. Tahkikat Komisyonu neyi tahkik edecekti? Cumhuriyetin ilânından sonra nüfuzunu suiistimal edenlerin ve nüfuz istismarında bulunanların servetlerinin meşruiyeti araştırılacaktı. 27 Mayıs 1960 hareketi Türk siyasetine çoğunluğun cahili olduğu ve bütün istismarcıların ezbere bildiği öyle kurallar getirdi ki, gerek 12 Mart 1971’in ve gerekse 12 Eylül 1980’nin şampiyonları ellerini kollarını sallaya sallaya Türk vatanına ihanetten geri durmadı. Türklüğe ihanet demek Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara tevessül etmesiyle birlikte ABD görevlisi olmanın subay üniformasından sıyrılmasına en geniş imkânları açtı. Nasıl 27 Mayıs 1960 bir idare şekli olarak cumhuriyetin lağvı anlamı taşıdıysa 15 Temmuz 2016 darbe girişimine anlam yüklemek isteyenlerin işi de o miktarda kolaylaştı. Eratın maaş aldığı ve üniformalı kimselerin sayısında her hangi bir düşüş kaydedilmediği ülkede Türkiye Cumhuriyeti ordusunun lağvından bahis açmak ne kadar aklîdir? Aklî olmamıza ne gerek var? Hayatta kalma modeli olarak Batı’yı esas almanın doğurduğu sual bütün hararetiyle bizimle, biz Türk milletiyledir: batılılaşmadan kurtuluş umduğumuz günden bu güne aynı sual zihnimizi kurcalıyor: Kimin boyunduruğunda olursa Türk topraklarında yaşayan milletin başı ağrımaz?

Cumhuriyetin ilânından itibaren geçen her dakikanın hatıratını korumamız gerekiyor. Kim neyi umdu Cumhuriyetin ilânından? Kim ilân edilen Cumhuriyetten neyi buldu? Neler oldu da Cumhuriyetin ilânından sonra Türk milletinin modernleşmesiyle İslamlaşması at başı gitti? Dünya Sistemi’nin bir tezgâhı olarak karşımıza çıkan radikallik kılığına girmekten istifade eden İslamlaşmadan söz etmiyorum. Omuzlarımızda yüzyılların yükü var. Önümüze İslamlaşmadır diye koyduklarının ne kadarı Resul-ü Ekrem’in tavsiyeleri istikametinde? Bernard Lewis 1961 yılında “The Emergence of Modern Turkey” kitabını yayınlamakla kendini Türk asriliğinin uzmanı tahtına oturttu. Kitap 1970 yılında Türkçeye “Modern Türkiye’nin Doğuşu” başlığıyla tercüme edildi. İlk yayınlanışından 47 yıl geçtikten sonra ortaya çıkan üçüncü edisyonunda son gelişmeler göz önüne alınarak güncellendi. Kitabın İngilizce adı dikkate alınmalıdır. “Emergence” masum bir doğuş değildir ve yani izahı müşkül gelişmeler için kullanılır. “State of emergence” der iseniz fevkalade tehlikeli hali ifade etmiş olursunuz. Küçük Asya’nın Türk vatanı hususiyeti kazanması Avrupalı için niçin fevkalade tehlikeli bir hal arz etmiştir? Tehlike hükümet edenlerin hicabına dairdir. Türk vatanı içinde bulunmak yaşanılan hayatın hâkim sınıfların imtiyazlarıyla alâkasını kurar. Hâkim sınıflar Türk vatanında üstü açık ve üstü örtük imtiyazlarını gizli bir günah olarak bilir. Halkın gözü önünde yalnızca hâkim sınıfların vecibeleri vardır. Böyle bir toplum düzenine itiraz edilmeyen bir sahaya ancak Türk düzeniyle sahip çıkılabilir.

Bugün Lozan anlaşması üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçmişken sar baştan cumhuriyet başlıklı bir yazı gereğini Mustafa Kemal’in “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözünü yerine getirmeyen idare tarzından dem vurmak gayesiyle duyuyoruz. Kim dünyanın herhangi bir yerinde kimsesizlerin kimsesi olmuş bir cumhuriyete itiraz edebilir? İtirazımız hâkim sınıfların kendine değildir. Doğrudan demokrasi adı verilen idare tarzında bile yönetime hevesli unsurların kendiliğinden bir ayrımı devreye soktuklarını biliyoruz. Türklerin cumhuriyet idaresiyle birlikte “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” şekline girme derdine düşmediklerini de biliyoruz. İtirazımız hâkim sınıfların imtiyazlarından utanmayı bir kenara bırakmalarınadır. Utanmanın neye tekabül ettiğini unutma ve unutturma yoluna girmiş bir toplumda hiçbir teorik izah çoğunluğa mahsus taleplere açık değildir.

İsmet Özel, 26 Muharrem 1443 (03 Eylül 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.