İstiklâl Takviminin 1439 senesi nüshasının neşrolunuşu münasebetiyle tertip edilen "Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek" panelinin tam metni:
Muttaki Ünlü:
Selâmun Aleyküm,
İstiklâl Takvimimizin 1439 senesine ait nüshasının neşrolunması sebebiyle tertib ettiğimiz "Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek" serlevhalı panelimize hepiniz hoş geldiniz.
Konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Saymanı Oruç Özel'i, İstiklâl Marşı Derneği Merkez Yönetim Kurulu üyesi Lütfi Özaydın'ı, İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şubesi üyesi Seyfullah Köksal'ı sahneye davet ediyorum.
Oruç Özel:
Selâmun Aleyküm,
Ben de Muttaki Ünlü'ye teşekkür ediyorum, sizlere de panelimize hoş geldiniz diyorum.
Allah'ın lütfuyla bu sene de İstiklâl Takvimimizi neşredebildik. Bu neşrettiğimiz yedinci takvimimiz. İstiklâl Takvimi, İstiklâl Marşı Derneği'nin büyük propaganda araçlarından bir tanesi. Önümde tam yedi tane takvim duruyor. 1433 senesinde ilk takvimimizi neşrettik, (takvimi göstererek) o da budur. Akabinde 1434 takvimi neşrolundu, 1433'ten daha kapsamlı bir takvim olarak bunu neşrettik. Sonra 1435 takvimimiz biraz daha takvimden ziyade kitap gibi, bir başucu kitabı gibi neşrolundu. Ve takip eden sene de aynı şey, 1436 senesinde de takvim aynı şekilde neşrolundu. Daha sonra dedik ki, dediler ki, ikna olduk ki 1437'de takvimi duvara da asalım, takvimimiz işlevsel, biraz daha işlevsel hale gelsin. Yani bu bir saatli maarif takvimi ise duvara asılsın ve her gün bir yaprağı koparılabilsin istedik. Böylece 1437 takvimimiz (1434 takvimini göstererek) bu haline geri döndü. Takip eden sene, geçen sene de 1438'i yine aynı şekilde neşrettik ve Allah'ın izniyle de bu sene 1439 takvimimizi aynı şekilde neşredebildik.
Bu yaptığımız Türkiye'de İstiklâl Marşı Derneği'nin haricinde hiç kimsenin yapmadığı bir şey. Hicrî bir takvim neşretmek bir tarafa dursun yaptıkları takvimlerde hicrî -yani Müslüman takvimi- zamanı yazmıyorlar, ezan saatlerini de kahir ekseriyetle vermiyorlar. Tabi resmî kurumların hazırladığı, camilerde satılan bir takvim var. Ama o da işte şimdi değineceğim üzere modern hayata, dünya hayatına adapte edilmek üzere hazırlanmış, hazırlanagelen bir takvim. En basitinden Hristiyan takviminin yıl başısını ilk gün olarak alarak çıkarılıyor. Tabi bununla ilgili bir kanun var, o kanuna devlet mugayir değil. Biz mugayir miyiz? Evet, öyleyiz. Çünkü biraz önce de bahsettiğim üzere İstiklâl Takvimi sadece hicrî bir takvim olmak vasfında değil aynı zamanda elif harfinden başlamak kaydıyla bir müfredat takip ederek okuma yazmayı, önce okumayı sonra yazmayı öğretme gayesinde. Öğrenmek isteyene bunu bir hoca ile veya kendi başına dahi öğrenecekleri bir müfredat sunmakta.
Birazdan Seyfullah Bey de bunu söyleyecek; içinde okuma metinleri var. 1435 senesi itibariyle her takvimimizin içerisinde belli bir plana, programa göre hazırlanmış okuma metinleri var. Bunlar okuma yazma öğrendiğiniz zaman ne okuyup ne yazacağınızı da size söyleyebilmemiz için takvimimize koyduğumuz metinlerden müteşekkil.
Panelimizin konusu "Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek". Şimdi bu başlığı duyup gelenler var, çünkü biz burada “işte şöyle bir panel yapacağız, böyle bir panel yapacağız” demedik, ne ümit ettiler, ne duymayı ümit ediyorlar bilmiyorum. Ancak sonunda söylememiz gereken şeyi başta söyleyeceğiz: Müslümanın hayatı Hristiyan takvimine göre yaşanacak bir hayat değil, kat'î suretle! İstiklâl Marşı Derneği'nin programında açıkladığı bir şey var -bilenleriniz vardır arada-: biz Türkiye'de iktidarı ele aldığımız zaman mesai saatlerini sabah namazından iki saat sonra başlatıp, ikindi ezanında bitirmeyi beyan ettik, bu doğrudan doğruya insani bir şey olduğu için. Şimdi ne zamana tekabül ettiği belli olmayan saatlerle yaşıyoruz, yaşamak zorundayız. Bugün de buradakiler sabah kalkarken, otobüse binerken o saate bakarak geldiler. Buna vasati saat diyorlar. Bu tabiri yazarken, konuşurken ben de kullanıyorum. “Vasati” yani “vasat” yani bu ismi verenler ezan saatine “başka” veya “diğer” demiş oldular. Esas olanın veya tabi olanın da bu gecenin yarısında günün döndüğü iddia edilen saat bu şeklide adlandırılmış. Bu tamamen miladi takvim meselesinde de olduğu gibidir. “Milad” kabul ediyorlar, neyi milad kabul ediyorlar, İsa’nın doğumunu. Bu tercüme bir ifade değil, yani İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Japonlar miladî takvim diyorlar da bunun tercümesi diye miladî takvim lafı bize yutturulmuş değil. İnsanlar bu takvimi kabul ederken bunun doğrudan doğruya gâvurlukla alakası olduğunu bildikleri için onla alakalı bir tabir uydurmak istedikleri için bunu söylüyorlar, söylediler.
Saatlerimiz, günlerimiz, aylarımız, yıllarımız var. Hicri takvim -daha öncede genel başkanımızın ifade ettiği üzere- hicretle başlıyor. Hicret, tarihin yazılmaya başlandığı zaman veya tarihin başlangıcı bu hicret. Gavurlar ise takvim meselelerini Hıristiyanların asırlarına göre 9. asırdan sonra bu günküne benzer şekilde oluşturmaya başlamışlar ve geçmişe dönük olan bütün tarihleri de hesaplama ile “bu bu zamandır, bu bu zaman olacak” diye söylemişler. Takvim tutmaya, tarih yazmaya gavurların başlaması Müslümanların bir takvimi olduktan sonra vuku buluyor. Yani bizim bir tarihimiz var, bizim bir takvimimiz var, bizim bir hayatımız var -alemi İslam olarak- onlar bunu bizden görüp bir şekle gidiyorlar, kendilerini bir şekle sokma ihtiyacı hissediyorlar.
Ay takvimi kullanıyoruz, bizim hicri takvim dediğim şey -hepimizin de bildiği üzere- ayın dünyanın etrafında dönmesi bir ay kabul ediliyor ve bu güneş takvimine uymayan bir yıl döngüsü sağlıyor. Bu da bütün dünyada kabul edilmesi zor bir durum halinde önümüze çıkıyor. Bu bahse geçmeden önce -bu bahse ve benzeri şeylere de tekrar değineceğim biraz sonra- Gavur hayatının bizimle alakalı olmadığını söylemek istiyorum. Yani biz Müslümanlar, Allah'ın yeri göğü yarattığı takvime göre yaşamayı ve Allah rızasına göre yaşamayı kendimize düstur edineceğiz edinmek durumundayız bunun dışında kalan ne kadar gavur varsa bunların da nasıl bir hayatı olduğu mukayesesi bizim için ehemmiyet arz etmeyen bir şey olacak, olmalı. Onlar kendileri bizim takvimimize bir takım laflar söyleme ihtiyacı duyarlarsa duysunlar. Şimdi ikindi namazından sonra bu toplantıya başladık, biraz sonra da akşam ezanı okunacak; akşam ezanı okunduğunda da -bugün 3 Muharrem- 3 Muharrem bitmiş olacak 4 Muharrem'e girmiş olacağız. Müslüman saatine göre gün akşam ezanı ile biter; yeni gün başlar. Biz önce geceyi yaşarız, sonra günü yaşarız. Gavurlarda günün dönmesi gecenin 12'sine tekabül ettiği söylenen hesaplamayla bulmuş bir saattedir. Günün ne zaman başladığı, ne zaman bittiği hususunda insanlar kafasında bir itiraz varsa, bu itirazların önce tavuklara, çiçeklere, kuşlara yapmaları lazım. Çünkü onlar gün battığı zaman, gün döndüğü zaman tünüyorlar. Yani tavuklar vasati saate göre, “bizim akşam 8'de yatmamız lazım” diye düşünemiyorlar. Bu tavukların nedense modern hayata intibakı çok zor. İşte modern hayata hepimizin intibakı böyle zor aslında. Yani akşam zaman ne oldu? Güneş battı mı? Günün ortasında mıyız, ikindide miyiz meselesi gavurların takvime göre bir şey ifade etmiyor. Bilmiyorlar, mesela bir gün 24 saat kesinlikle değil. Ya biraz daha kısa ya biraz daha uzun birkaç dakika. Biz o yüzden saatlerimizi akşam ezanı okunduğu zaman 12'ye, gün battığı zaman dolayısıyla 12'ye ayarlıyoruz. Kısalıyorsa günler -kışın- ileri alıyoruz, uzuyorsa geri alıyoruz.
Şimdi bunlar nedir? Bunlar mahalli yaşamamızı Allah’ın bize öğrettiğinin delilleridir. Yani, biz Müslüman olarak şu gün şuradaysak, bizim için burası, burada yaşamak önemli. Müslüman isek şayet, beynelmilel ilişkiler zinciri kurulması ezani saat ve hicri takvimle çok zor olan bir şey. Gavurlar içinde zor olmuş ve bakmışlar bu böyle olmuyor, 1884’de Amerika Birleşik Devletleri denilen yerde, Washington’da bir saat toplantısı yapmışlar. Greenwich denilen bir kasabası var İngiltere’nin, derslerde okutulduğu için bildiğimiz, giden yoktur tahminimce bu kadar kişi içerisinde, ben de gitmedim, orada dünyanın ikinci rasathanesi diye söylenilen 17. yy.’ın ortalarında kurulmuş bir rasathane var. Bu rasathanenin üzerinden bir meridyen geçtiği söyleniyor. Dünya yuvarlak -öyle biliniyor- ve bunu da böyle izafi çizgilere bölmüşler, meridyenler, paraleller diye, yine hepinize okulda okuttukları şeyler. Oradan geçen meridyen demişler ki sıfır noktası olsun. Niye? Çünkü İngiltere o dönem dünya ticaretinin %72’sini bulunduruyormuş ve diğer devletleri -yani bütün dünyada saat dilimlerine ayırıyorlar bu meridyenlerle. Ne yapıyorlar? İşte Greenwich ortada, orada saat 12 ise, işte bir saat ilerisi olarak kabul ettikleri bir dilimde diyor ki burada saat 1; bir dilim daha sayıyor saat 2; bir dilim daha saat 3; 4 veya batıya doğru giderlerse 11, 10, 9 diye geri gidiyor bu saatler ama esası orasını kabul etmişler.- Bunu niye yapmışlar adamlar? Çünkü; deniz ticaretinin bir nizama oturması lazım. Beynelmilel bir deniz ticareti yapıyorlar, bu da mahalli bir şey değil. Daha önce olmuyor muymuş? Oluyormuş ama demek ki o kadar büyümüş ki bu iş… Yani bunların hepsi sanayi devrinden sonraya tekabül ediyor. Dünyanın her yerine kendilerince ulaştıkları zaman bu saat nizamini bütün devletlere icbar etmişler. Buna da tabi İspanyonlar, Hollandalılar biraz karşı çıkmışlar ama neticede bugünkü kullandığımız saat dilimi yani trene otobüse binip, uçağa binip işte televizyon seyrettiğimiz bu saati o zaman ayarlamışlar. Bu da dediğim gibi tamamen dünyevi bir çıkar elde etmek maksadıyla yapılmış bir düzenleme. İşin enteresan tarafı, bu düzenleme yapıldığında Osmanlı idaresi de bir adam göndermiş oraya. -İstemişler, göndermişler.- Neticesinde ilk defa vasatî saati ezani saat yerine -ezan lafını kullanmak hoşlarına gitmediği için "alaturka saat" meselesi Türkiye’ye o zaman gelmiş- Osmanlı donanması kullanmaya başlamış, diğer bütün deniz ticareti veya donanmaların o tarihten sonra yapmak zorunda kaldıkları gibi. Bütün bunlar bizi niye ilgilendiriyor? Şöyle ki insanların normal yaşantılarında ezani saati değiştirmemişler ama adam bütün dünya düzenine o zamanki uymak zorunda hissetmiş. Oradan başlamış, donanmaya girmiş bu.
Biz şu anda İstanbul’da yaşıyoruz buradayız. Dediğim gibi birazdan gün dönecek 4 Muharreme geçeceğiz. Ve muharremin de bu sene 30 gün çekmesi hesaplanmış. Bu da garip bir şey. Bizim takvimimizde yıl 354 gündür, hicri takvimde. Güneş yılına göre 11 gün daha kısa bazen de 10 gün kısa 355 gün de olabilir. Ayın dünya etrafında dönmesi 29 gün 6 saat ile 20 saat arasında değişiyor. Bu fark sebebiyle bazen 29, bazen 30, bazen peş peşe 29, bazen peş peşe 30, bazen 4 ay peş peşe 30 gün çeken olan yıllarımız var. Bunu işte astronomide birtakım hesaplar, birtakım gözlemlere göre hesaplayıp önümüze koyuyorlar. Ancak bütün dünyada her yerde ayların gün sayısının aynı olduğu söylenemez. Şöyle diyeyim, bizim 12 ayımız var: Muharrem, safer, rebiyülevvel, rebiyülahir, cemaziyülevvel, cemaziyülahır, recep, şaban, ramazan, şevval, zilhicce, zilkade. Bunların her biri için bu ay hep 29 veya 30 gün çeker diyemeyiz. Yani böyle bir sabit yok. Bu da mahalli yaşamanın bir, nasıl diyeyim, bence güzel tarafı. Çünkü şöyle, İstanbul’da bu muharrem ayı 30 çekerken Çin’de bir yerde 29 çekebilir. Dolayısıyla bizim beynelmilel bir hicri takvimimiz de olamaz. Şu kadar gün, şu şu kadar, şöyle olacak diye. Biz hilali görürsek oruca başlarız olduğumuz yerde. Tekrar hilali gördüğümüz zaman bayram ederiz. Bu burası için geçerli olan bir şey. Buradaki insanlar için. Yoksa modernist kafadaki Müslüman geçinen adamların -eskiden çok yaparlardı, şimdi yapıyorlarsa da benim kulağıma gelmiyor- Pakistan’da hilal görüldü oruca başlayın, Pakistan’da hilal göründü oruç tutmayın bayram edin meselesi tamamen safsata. Çünkü Pakistan’da görülmüş. Pakistan’da görülen o hilal İstanbul’da görülmek zorunda değil. Bu söylediklerinde isabet etmiş bile olsalar işin tabiatı gereği o hilalin burada görülüyor olması lazım. Ne yapıyor Müslümanlar? Ayın 29’unda hilali gözlüyorlar. Bakıyorlar ki hava kapalı. Otuz güne tamamlıyorlar o ayı. Ertesi gün hava yine bulutlu dahi olsa bir ay 30’dan fazla olamayacağı için de sonraki gün ayın 1’i olmuş oluyor. Bunların hepsi sabah namazından sonra öğle namazını bekleyen, öğleden ikindiyi bekleyen, ikindiden akşamı, akşamdan yatsı bekleyen, ramazan bitince tekrar ramazan olsun diye bekleyen insanların hayatına ait bir şey. Ama bunun dışında kalan insanlar borsada çalışıyorlarsa, bankada çalışıyorlarsa ya da işte elektrik tarifesi, su tarifesi, tren tarifesiyle ilgileniyorlarsa bunlar için uygun olmayan bir şey. Gâvur hayatının esas kabul edildiği bir kafaya Müslüman hayatına, Müslüman saatine bir yer bulmak çok zor. Bizler ölüp gittiğimiz zaman bunların hesabını verecek miyiz, vermeyecek miyiz diye düşünmüyorsak böyle şeyleri anlamamız zor olacak. Neden? Çünkü otomobiller, uçaklar, yüksek binalar, asfalt yollar… bunların olmasının zemini için bir Hıristiyan takvimi öngörülmüş ve bunun devamı ancak öyle oldu. Öyle diyor değil mi insanlar, “Bunun aksi olmaz” diyorlar, niye olmaz diyorlar? Çünkü o asfaltın dökülüp o arabanın gitmesi lazım, o petrolün çıkarılıp, benzin haline getirilip o arabalara konması lazım, diye düşünüyorsanız doğru; yani mahalli bir takvim, ezani bir saat adamın işini bozuyor, para kazanamıyor bundan.
Şimdi ben sözü uzatmadan İstanbul Şubemiz Başkanı ve Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Lütfi Özaydın hocama lafı bırakıyorum. Daha sonra ara ara tekrar konuşurum inşallah. Teşekkür ederim.
Lütfi Özaydın:
Selâmun Aleyküm,
Bismillahirrahmanirrahim. İşin en sıkıcı tarafını anlattığı için muhterem Oruç Özel’e teşekkür ediyorum. Ben rahat rahat zevkli konulardan bahsedeceğim yani.
Bugünleri böyle yaşamayalım diye Kur’an nazil olmaya başladı. Yani biz takvimimizi veya saatimizi hatırlatmaya çalışıyoruz. Bir Müslüman toplum için -toplum neyse artık- bir Müslüman cemiyyet için bu yüzkarası. Yani biz günümüzü, saatimizi, aylarımızı, onların isimlerini unuttuk ve burada bunu hatırlatmaya çalışıyoruz. Vah bize! İşte Kur’an-ı Kerim bu duruma gelmememiz için nazil olmuştu. Yaklaşık on sene boyunca Mekke’de Kur’an nazil oldu. Hala o günkü gibi insanlar yine İslam’ın kıymetini o zaman da bilememişlerdi ve peygamberlere dolayısıyla İslam’a düşmanlıkta yarışa girdiler ki hala öyledir. İşin üzücü tarafı da Müslüman adını taşıyan insanların İslam düşmanlıkları. Rasul-i Ekrem’e Mekke’yi dar ettiler. Allah Teala da nusret ve fetih vermek üzere mü’minlere ve Rasul-i Ekrem’e hicreti emretti. İşte bu hicretle beraber İslam’ın fetih devri de başlamış oldu. Pekiyi orada Medine’de Müslümanlar ve Rasul-i Ekrem böyle çok rahat mıydı? Hayır değil. Orada da düşmanlardan en büyüklerinden birisi ehl-i kitabdı onlar da Rasul-i Ekrem’e Medine’yi dar etmek istediler. Fakat Müslümanların gözlerinde ve niyetlerinde silaha sarılmak diye bir şey olduklarını fark edince, bunu açıktan yapamaz hale geldiler. Kendilerine diğer yerlerden müttefikler aradılar ki hala öyledir. Hiçbir kafir ordusu Müslümanlar karşısında sürekli zaferler kazanmış değil. İşte en son Milli Mücadele döneminde biz bunu gördük. Yenemediler. Kut Zaferi daha yeni yeni hatırlanıyor, orada İngilizleri generallerine kadar yirmi-yirmi beş generaline kadar esir aldık. Hep böyle oldu. Hatta hatta yakın dönemdeki işgallere de bakarsanız hep böyledir. Irak da böyle işgal edildi. İçeride hainler devşirildi dışarıdan ordu girdi. Suriye'de böyle oldu. İçeride hainler devşirildi dışarıdan müdahale edilir oldu.
Gelelim hicrete. Artık hicretle beraber İslam, tarihe müdahale etti. İslam tarihi artık yürürlükteydi ve bir avuç Müslüman, dünyaya meydan okuyordu. Çünkü Allah’ın nusreti, yardımı ve fetih yanlarındaydı. Artık tarih, İslam’ın tesiri ile akmaya başladı ki Pers İmparatorluğu on sene içerisinde yok oldu. Yani bugünkü İran’da hakim olan Pers İmparatorluğu vardı. Dünyanın yarısı onlarındı. On sene içerisinde hatm-i nefes eyledi. Yani son nefesini verdi ve elli sene içerisinde de Müslümanlar artık Anadolu içlerine doğru Diyarbakır’a Malatya’ya doğru geldiler. Mısır’ı fethettiler. Artık Roma da tesirini kaybetti. Bütün bunlar neyle oldu? Hicretle oldu. Rasul-i Ekrem Mekke’den Medine’ye hicret etti, Allah Teala nusret ve fetih verdi ve iki imparatorluk bozulmaya yüz tuttu. Bundan sonra tarih değiştiğine göre tarihin başlangıcı da değişti. Bazıları diyorlar ki Hazreti Ömer döneminde bir takvim yapalım “başlangıç nere olsun nere olsun”dediler o da dedi ki “bu olsun” şu dedi ki “şu olsun” hayır! Hicret olduğundan bu tarafa bütün sahabeler, Müslümanlar hicreti esas aldılar. Hicretten bir sene sonra, hicretten bir ay önce, hicretten iki ay önce gibi ifadelerle bunu esas aldılar. Bunun aksi vaki değil. Ve bazılarının zuumuna göre -zannına göre değil- bazılarının zuumuna göre bu tabiri de belki yeni duyanlar vardır. Ama benim küçükten beri duyduğumve okuduğum bir tabir kitaplarımızda. Zuum bugün belki buna kuruntu diyebiliriz. -Gerçekleşmesi yani gerçekliği, hakikati hiç olmayacak zann demek zuum- kuruntularına göre, efendim Rasul-ü Ekrem döneminde insanlar çok geriymiş de! güneş takvimine kafaları çalışmıyormuş da! işte dolasıyla Rasul-ü Ekrem’in de bilebildiği ümmi ve cahillerin takvimi olan kamer yani ay takvimine tabi olmuşmuş! Bunların hepsi zırva, safsata şeyler. Mekke'deki kabilenin ismi Kureyş kabilesidir. Kureyş kelimesinin “karışık” kelimesiyle alakalı olduğunu düşünmemiştiniz değil mi hiç? Karışık, “toplanma” demek, toplama, bir araya gelme. Kureyş kabilesi bütün Arapların ve Arap dışından olan insanların toplanıp, oluşturdukları bir kabiledir, tarihleri oraya dayanır. Zaten karışıkcık demek, “Kureyş”. Nasıl Hasan’ın küçüğü Hüseyin yani Hasancık demekse. Karışık, karışığınki de kureyş olur. Aynı vezindendir, fuayl vezninden. Arapça bilenler bunu bilir, ism-i tasgirdir. Dolayısıyla onlar dünyadan haberdar değil değil, öyle bir şey yok. Onlar Roma’yı da biliyorlar, Romalılarda orayı çok iyi biliyor. Çünkü geliş geçiş istikameti. İşte Kureyş suresini okuyoruz ya:
لِإِيلَافِ قُرَيْشٍ إِيلَافِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ
yani “yaz ve kış yolculuklarına Kureyş’i telif ettiği için, alıştırdığı için bu evin rabbine kulluk etsin” diyor ya orda. Onlar haberdar, çok iyi biliyorlar. Çünkü ticaret ehli insanlar, takvimleri de biliyorlar, ayları günleri de biliyorlar, güneş takvimini de biliyorlar. Bunun bir alameti de şu nisan, haziran, eylül aylarının ismlerini örnek olarak veriyorum. Bunlar Arapçadır, hepsinin Arapça sözlüklerde manası vardır. Haziran çok sıcak demektir mesela. Diğerlerinin de manası var. Dolayısıyla Rasul-ü Ekrem bu takvimleri kaldırdı, bu şirk takvimini, müşrik takvimini. Zaten görmüyor musunuz ? Mart ne demek, Mars’da denir buna, Romalıların savaş tanrısının ismidir. Mayıs ne demek? Gerçi orta Anadolu'da mayısa başka bir şey derler ama…Mayıs da Yunancadır. Yunan ve Roma tanrıçalarından birisinin ismidir. İşte Temmuz Babil ve Asur tanrılarının ismidir. Şimdi Ağustosa gelince orası çok güzel! çok bilimsel! bir ismi var ağustosun. Biliyorsunuz Jül Sezar ölünce, onu çok seviyorlardı, tanrı ilan ettiler. Ve şimdi, Latince tabirleri hatalı okuyorum kusura bakmayın "Quntusilis” ayın önceki ismi onu Julius yaptılar. Bundan sonra Ağustos geldi, Octavius geldi. Benim Jül’den neyim eksik, bende tanrıyım dedi ve ismini Ağustos yaptı. Ve dedi ki, bundan sonraki ayda benim ayım, bu ayın ismi de Sextilus ayı idi. Dediler ki, bak dediler, Jül’ün babası senin babanı döver. Niye, çünki Jül’ün günü 31 gün senin ki 30 gün. Ne olacak, olmaz dedi. Benimki de 31 gün olacak. Hadiiii… kabak kimin başına patladı? şubat ayının başına patladı. İşte böyle, işte şubat ayınında o gündür bu gündür kafası karışık. 29 mu çeksem, 30 mu çeksem -28-mi? diye düşünüyor. 28 mi çeksem 29 mu çeksem diye düşünüyor. Bu böyle çok bilimsel bir ay işte. Bu bilimsel! takviminin tesbitini ve kıymetini Rasul-ü Ekrem bilemedi! Onu lağv etti, kaldırdı. Tabi ben mizahi olarak anlatıyorum ama hakkaten böyle. Biraz sonra Gregoryenden de, ondan bahsedeceğim. Acaba Jülien takvimi nasıl Gregoryan oldu George mi diyorlar, buna bizim Ermeniler Kirkor diyor değil mi? Kirkor, Gregor, George Papa XIII. Gregor’un yapmış olduğu bilimsel çalışmalardan bahsedeceğim biraz sonra da. Ama buna biraz daha var.
Bundan sonra artık Müslümanlar hicreti esas aldılar demiştik. İşte bununla ilgili, takvimle ilgili ayet mi var diyenler oluyor, evet var geçen seneki takvim konuşmasında genel başkanımız Durmuş Bey’in konuşmasını ve Fikret hocamızın, Fikret Demir hocamızın konuşmasını dinlersiniz, çok detaylı bilgiler vardır. Ben sadece ayeti kerimeden bahs edecem, bu ayeti-i kerime ve meali şöyle, Tevbe süresi 36 - 37. ayetler, estaizubillah:
إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِندَ اللَّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللَّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ
ilâ âhir'il ayeh. Ayet yani meal olarak size kısaca şöyle söyleyeyim “Şüphesiz Allah katında, Allahın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında yani levhi mahfuzda ayların sayısı 12’dir, bunlardan 4’ü haram aydır. İşte sapasağlam din budur. Yani Kayyim din budur.- Kayyim takvimle aynı kökten gelir, bunu inşallah biliyoruzdur- Kayyimle takvim aynı kökten gelir- “Bu aylarda kendinize zulmetmeyin. Müşriklerin sizinle topluca savaştığı gibi siz de onlarla hep birlikte harp edin. Ve Allah’ın muttakilerle beraber olduğunu bilin.” Nesi,- nesi takvimde tahrifat yapmak demek, takvimde ayları sabitlemek demek- küfürde çok ileri gitmektir. Yani “ziyadetün fi-l küfr” tabir böyle- Bizim geçen seneki konuşmasında, Fikret hocamızın tabirine göre katmerli küfürdür- “Kafirler bu yolla sapıklaştırılmışlardır. Allah’ın haram kıldığı ayları denk getirmek için onları bir sene haram diğer sene helal kılarlar. Bu şekilde Allah’ın haram kıldığını helal yaparlar. Kötü amelleri de kendilerine süslü gösterilmiştir. Allah kâfir bir kavme hidayet etmez.”
Ayet-i kerime bu. Dolayısıyla takvimimizden bizim şüphe etmemiz veya takvimimizden başka bir takvim kullanmamızın ne manaya geldiği böylelikle anlaşılmış olur. Artık kâfir ölçüleri ne oldu? Küfürde kaldı ve cahiliyede kaldı. Roma tanrılarına adanan aylar ve Hristiyanların da onun üzerine bina etmiş olduğu takvimler, Gregoryen takvimi gibi, kullanılması ve takvimde değişikliğe gidilmesi küfürde katmerleşmek olarak telakki edildi. Aylar ve günler artık ilahi nizama göre, kameri yani ayı esas alarak ölçülmesi gerekti. Artık her şey hicrete göre olacaktı. İnsanlar hangi ölçüyü kullanırlarsa o ölçünün adamı olurlar. Panelimizin ismini gördüğünüz gibi. Artık meydana gelecek, o ölçüden meydana gelecek ürün, hasıla artık o bizim hasılamız bizim ürünümüz olmayacaktır. Yani hep böyle olmuştur. Yani Yunan ve Roma Hristiyanlık ortaklığının neticelerini artık şöyle bir düşünün, hayatımızda Avrupa kültürünün, onun doğurduğu kapitalizmin bütün tezahürlerini görmemiz mümkündür. Kıyafetimizden tut şeklimize şemalimize kadar, saçımızın tipine kadar hatta hanımlarımızın başörtüsüne kadar, giydiğimiz ayakkabılara kadar, hatta birbirimizle selamlaşmamıza kadar, oturup kalkmamıza veya yatmamıza kadar. Ki ben şunu söyleyeyim; Cuma namazlarında artık hutbeyi dizüstü dinleyemiyor hiç kimse. Niye? Çünkü kafirler gibi oturmaktan dolayı dizlerimiz öyle bir şekil aldı. Dizlerimizin üstüne artık oturamıyoruz. Hatta yer sofrasında yemek yiyemeyecek hale geldik, bağdaş kuramayacak hale geldik. Niye? Çünkü başka ölçülerin insanları olduk.Peki, bu iş nasıl bu kerteye geldi? Bu ölçüleri nasıl kabul ettik? İşte insanların dünyaya meyilleri ve ahiret hayatını unutmaları neticesinde böyle bir durum ortaya çıktı.
İlk önce Rûmî Takvim diye bir bidat ortaya çıkarıldı. Maksat neydi? Kafirlerle ticaret yapabilmek için ortaklaşa bir takvimimiz olsun diye Rûmî Takvim çıkarıldı. Sonra Gregoryen Takvimi dayatıldı. Bunda böyle bir parantez açayım. Abdülhamit'in hatıralarını okuduğumda böyle bir şeyler var. Abdülhamit çok arzu ediyordu Gregoryen Takvimi'ne geçilmesini, hatıratını okuduğunuz zaman bunu görürsünüz hatıratında. Ona güre bunun da gerekçesi var, onları da söylemiş. Ağustos ayının 31'inde cülûsunun tesîdi kutlamaları bu takvime göre yapılmış. Sebep de şu: "Benim" diyor, "tahta çıkışımın kutlanması böyle oldu, buna kimse ses çıkarmadı, dolayısıyla kabullendi. Her ne kadar Şeyhülislam buna olumsuz bir görüş bildirse de yani cevaz vermese de, sakıncalı dese de bunda hiçbir sakınca yok. Bu artık bizim için zaruridir." Abdülhamit'in hatıralarında bunu okuyabilirsiniz. Yine cehaletten kurtulmak üzere kendi seslerimizi ve dilimizi tam ifade etmese bile Latin harflerine geçilmesini zorunlu görüyordu Abdülhamit, gene o hatıratından bunu okuyabilirsiniz. Yani hem bunu itiraf ediyor, bizim lisanımızı ifade edemez diyor hem de bu harflere geçilmesi zorunludur diyor. Niye? Dünyaya ayak uydurma meselesi var.
Şimdi, artık şu anda en başta söylediğim, bu toplantıyı yapmamız ne kadar üzücü bir şey. Kendi aylarımızdan haberdar olmamamız ne kadar kötü bir şey. Artık Cumhuriyetle beraber, Cumhuriyet Devrimleri denilen icraatlarla bütün zihinlerimiz tecavüze uğramış durumda ve Allah katındaki takvim unutuldu veya yedeğe alındı, marjinal kaldı. İslâmi kitaplar mı diyelim onlara biz, İslâm'la alakalı yazılan kitaplarda bile ilk önce bir tarih sonra bir "m" harfi, sonra başka bir tarih sonra bir "h" harfi; yani birisi miladiymiş birisi hicriymiş. Ama tabi oradaki Hicrî Takvim sığıntı gibi duruyor. Esas olan o kabul edilmiyor. Esas olarak Müslümanlar kendilerini dünya düzeninin bir parçası olarak kabul ediyor, yani bunu şöyle mi anlamak lazım: Hristiyanlığın bir mezhebi haline geldik, biz de Hristiyanlığın bir başka mezhebiyiz, biz de burada Hicrî Takvimi kullanıyoruz. Müslümanlar kendilerini böyle hissettikleri için mi Miladî Takvim'i kullanmak zorunda kalıyorlar, bunu anlamak çok zor. Hiç değilse ilmihallerde bu yapılmasın veya hadis kitaplarında böyle bir şey yapılmasaydı diyeceğim amma tabi bunu dahi söyleyemiyoruz.
Şimdi hale bakalım; İstanbul ne zaman fethedildi diye sorduğumuzda 1453 cevabı geliyor. Bir de Üsküdar’ın sahilinde kocaman Latin rakamlarıyla yazmışlar değil mi 1453…Zannediyorlar ki yani biz bu taritte burayı fethettik. Efendim 1453 İstanbul’un kaybediliş tarihidir. Çünkü 1453 Hristiyanların takvimidir. Bu takvime göre onlar düşünür ve onlar matem tutarlar. Bizim takvimimize göre fethin tarihi şudur; 857 senesinin Cemaziyelevveli’nin 20’sinde oldu. Allah-ü Teala nusret verdi ve İstanbul fethedildi 857 senesinde. Nazım Hikmet’in bir şiiri var biliyorsunuz değil mi? 857 ;İstanbul’un fethini anlatan. Niye 857 diyor?
Çünkü 1453 derse kendisini Hristiyan kabul etmek zorunda. Çünkü İstanbul’un fethine üzülmek zorunda. Yani Rasul-i Ekrem’in Mekke’den Medine’ye hicretinin 857. Senesinde İstanbul fethedilmiştir. Dolayısıyla bizim bunu böyle düşünmemiz lazım böyle düşünüyormuyuz?…Ama şimdi bundan hiçbir haberimiz yok.
Ben Şaban ve Ramazan Aylarından birinde doğdum. İhtilaflı, babam Şaban diyor, annem Ramazan diyor. 1384 yılında. Hangi ay hangi gün doğduğum.bilinmiyor.. Ortada bir dokuz rakamı var ama Şaban dokuz mudur, Ramazan dokuz mudur yoksa Ocak dokuz mudur, Aralık dokuz mudur karışıp gidiyor.Allah’a çok şükür vaftiz kaydımız yok ki doğum tarihimizi öğrenip de bir kutlama yapalım ama babam da zaten kutlamıyordu. Olsun bir problem yok. Yani doğum gününü gibi öyle bir şeyler yoktu hayatımızda.Çünkü Doğum günü kutlamak da vaftiz kayıtlarından öğrenilir ve kutlanır. Hatta okul kitaplarından- ki ben öğretmenim- Peygamberimiz’in doğum tarihi ile ilgili nasıl bir tarih var biliyor musunuz doğum tarihi;12 Rebiülevvel 571.Yani buna gülüyoruz değil mi? Bir mecliste öğretmenlerin bulunduğu akademisyenler de vardı içinde kitap hazırlama felan işleri vardı ;dedim böyle saçma bir şey olabilir mi? Çok aptalca ahmakça bir şey. Niye öyle dedin ne var bunda? Dediler ben de 571 yılının Rebiülevvel ayı yoktur dedim. Böyle bir şey olur mu? Ahmakça bir şey. Ya olsun ne sakıncası var, iyi ne güzel her şey olsun o zaman, ne güzel .Paskalya yortusuyla beraber kutlu doğum haftası diye bir şey icad ettiler. Yıllarca böyle Müslümanlara güya peygamberimizin doğumunu kutlattılar bilmem kutlu doğum şöyle oldu böyle oldu. Nereye denk geldi bu, Nisan ayına.11 Nisanla 18 Nisan arasında. herhalde o tarihlerde yapıyorlardı. Sonra sonra şimdi şeyi anlamışlar, yeni keşfetmişler. Meğer bir başkası da Amerika’daki hoca da o zaman doğmuş. Yani kutlu doğum haftası diye başka bir numara çekiyorlarmış. Kendi tarihimizle kendi ayımızla kendi günümüzle alakamız kalmadığı için başkasının zamanıyla, takvimiyle gerdeğe girdiğimiz için ortaya çok garip şeyler çıkar oldu. Peki bütün bunlar oldu… ve bütün bunlara rağmen insanların bir inadının olması gerekmez miydi? Madem siz bu takvimi dayattınız ben bunu unutmuyorum ben kendi günümden vazgeçmiyorum. böyle bir şey görülmedi. Ama benim bu inadı gördüğüm zamanlar olurdu. Mesela babam çok inatçıydı o inattan dolayı evde herkes okuma yazma öğrenmek zorundaydı. Kur’an-ı Kerim ve Kur’an-ı Kerim harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmek zorundaydı. Hatta bu inadı yüzünden abim evden kaçtı. Ben çok küçük olduğum için öğrenmek zorunda kaldım. Bir inadı daha vardı.12 Eylül ihtilal döneminde bir kaymakam verdiler bizim Zile’ye, Tokat’ın Zile ilçesine. Kaymakamın olmadığı bulunmadığı yer yok okulumuza gelir dersimize girer öğretmenleri fırçalar öğrencileri azarlar. Devlet memurlarını çarşıda pazarda yakalar. İmamları hele ,garibanlar yaşlı insanlardı çoğu başı açık gezemezlerdi. Mecbur imam kafasına takke koyuyor. Terekli şapka veya fötr şapka giyemezler. Bunu yasakladı. Kesinlikle giymeyeceksiniz. Ama babam hem hasta yatıyordu hem de o şapkayı giymedi başı açık gezmek zorunda kaldı. Bir de kravat mecburiydi devlet memuru olduğu için bir de baktım babamın sakalları uzadı. Sakalı bir tutamdı ama daha da uzadı. Sebep de kravat takmak mecburiyetinde kravat gözükmesin diye. Çarşıda beraberdik. Kaymakam gördü hoca efendi kravatını takmamışsın deyince babam şöyle sakalını kaldırıyor yukarı doğru, taktım dedi. Bu kadarcık da insanın inadı olması lazım değil mi? Bizim mesai arkadaşlardan birinin babası var Allah rahmet eylesin geçen sene vefat etti. 10 çocuğu var 10'u da hafız. şimdi ama onuncu çocuğu da Kenan Evren'in inadına etti, dedi, Rizeli şivesiyle. Nasıl oldu? Rize'ye geldiğinde Kenan Evren demiş; "siz çok çocuk yapıyorsunuz da, şöyle oluyor da, böyle oluyor da", deyince, "bu işe de mi karışacaksınız" deyip onuncu çocuğu da meydana getirdi. Yani bu İslami bir tavır. Hiç değilse bir inadı var ki babamın en çok sevdiği laftır, bizim orada çok kullanılıyor: "İnat da bir murattır." Duydunuz mu daha önce böyle bir tabir? "İnat da bir murattır." Yani bizim, bizim olan şeyler hakkında bir inadımız olması lazım gelir, gelmez mi? Ne yazık ki bunu göremedik! Şimdi hangi yıldayız diye bazen denemek için soruyorum. Hemen bu takvim miladi dedikleri, işte Jülyen takviminedayanan Gregoryen takvimi aklına geliyor ve onu söylüyorlar. Bu takvimi anlayan varsa ya on sene ileriden ya on sene geriden ya birkaç sene ileriden söylüyorlar. Yani doğru cevap bir türlü alamıyoruz. Yani Müslümanlar olarak böyle bir durumun içerisine düştük.
Böyle hassasiyeti ve inadı olan insanların olduğu bir muhitteydik. Babam imam. Zile Zincirlikuyu Camii'nde orda geçen seneki takvim konuşmasında anlatmıştım. Şükrü Dede ve Mehmet Dede gibi insanlar vardı. Onlarla ilgili bir şeyden daha bahsedeceğim. Galiba o zaman lise ikideydim. Babam anahtarı verdi ki camiiyi aç, hazırla. Namaz kılınacak. Hazırladım derken oradan belediye görevlileri veya banka görevlilerinin bir kamyoneti yanaştı camiinin önüne. Oradan iki tane bankı oturmak üzere indirdiler. Birisini camiinin kapısının ön tarafına koydular. Birisini bizim abdest aldığımız şadırvan denilen -şadırvan değil de şadırvana benzeyen- bir yer vardı. Onu oraya koydular. Sonra cemaat gelmeye başladı. Dışarıdan uğultular gelmeye başladı. Banklara kızıyorlar. Biri gitti, elinde bir baltayla geldi. Benden anahtarı istedi, odunluğun anahtarını. Baltaları çıkardılar. Onları parçaladılar, götürdüler, attılar camiiden uzak bir yere. Ben de dedim ki; "Ya niye atıyorsunuz madem kırdınız, camiide akşamları yakardık odununu." Bana şöyle bir ters ters bir baktılar. Dediler "bizim odun almaya paramız mı yok veya bizim odunumuz mu yok; haramla mı biz ısınacağız?" deyince baktım durum kötü. Yani geri çekildim artık sustum. Şimdi onu öyle bir nefretle kırıyorlardı ki küfürün bini bir para. Yani bir hassasiyetleri vardı. Mesela birisinin bankadan çıktığı görüldüğü zaman o adamın artık adı çıkardı: "Vay felanca adam bankadan çıkarken görülmüş." Veya kredi alan birisi görüldüğü zaman, duyulduğu zaman "o iflah olmaz kesin". Ve mutlaka da öyle olurdu. Ya iflas eder, gider başına bir iş gelir, ya bir trafik kazası ya da herhangi bir kaza geçirir. Öyle inanırlardı. Hatta hatta Merkez Camii'nde vaaz eden çok yaşlı Osmanlı döneminde okumuş, cumhuriyetten önce okumuş bir vaiz efendi vardı. Yaşlıydı. Cumaları genellikle Merkez Camii'nde o vaaz ederdi. Âlim bir zâttı. Çevrede -Amasya, Yozgat o taraflarda- âlim olarak bilinirdi. Ondan fetva sormaya gelinirdi. Bunun oğlu bankacı oldu. Adam ondan sonra emekli olmak zorunda kaldı. Oğlu bankada çalışan bir adamın babası olmaktan utandı ve emekliliğini istedi, emekli oldu. Artık insanların yüzüne bakamam, dedi. İşte böyleydi faiz aleyhine konuştukları için soruşturma açılan ceza alan vaiz olan devlet memurları bilirim. İşte böyle bir hassasiyetleri vardı bu insanların. Ve bu insanların hassasiyetlerini şuradan biliyorum; günlerini takip ederlerdi ve saatlerini de takip ederlerdi. Benim okumam, yazmam var ya, gelir bana sorarlardı: "Hangi gündeyiz?" veya işte "Yarın ne olacak?", "Bayram ne zamana geliyor?", "Şu ay ne zaman gelecek?" felan sordukları için... Çünkü başka bir zamanı soruyorlar yaşadıkları zamandan. Ve saatleri de zaten alaturkaya ayarlı. Evlerinde lüks yanıyor muydu onu bilmiyorum; ama saatleri alaturkaya ayarlıydı hepsinin. Onu nereden biliyorum? Çünkü yaşlıydılar ayarlayamıyorlardı, hemen bana getiriyorlardı saatlerini. Ben de o zaman gencim işte 15-16 yaşlarında, ben onların saatlerini ayarlıyorum. Hatta geçen sene anlatmıştım da: yani bir gün birisinin saatini düzeltelim dedik. Yani yeni saate dön, alaturka saati bırak da alafrangaya dön diye ısrar ettim, tabi sonuç hüsran oldu. Sabah namazına kalkamayınca beni epey azarlamıştı.
İşte bu günlere geldik. Hiçbir hassasiyetimiz kalmadı. Zamanımızı ve günümüzü unuttuk. Şimdi artık başka âlemlerin, başka iklimlerin ölçülerini kullanıyoruz. Bu takvimi, bu saati... Şu anda saat 11'i 10 geçiyor. Bu ne demek? Yani akşama, yani günün bitmesine 50 dakika kaldı. Saatimiz böyle kullanılıyordu. Bundan da haberleri olmayan insanların varlığını hesap ederek -ki Oruç Bey biraz önce bahsetti- bizim günümüz güneşin batmasıyla ve bitmesiyle biter, yenisi başlar. "Battı" ve "bitti" aynı kökten gelir. Böyle etimolojik tahliller önemlidir biliyorsunuz. Yani "bâte" fiili vardır, "beyt" de oradan gelir çünkü geceyi geçiririz, gün bitmiştir, "beyt" oradan gelir. "Bayat" da oradan gelir, çünkü üzerinden bir gece geçmiştir. "Bitmek" de oradan gelir, çünkü "bâte" aynı zamanda nakıs fiildir, olmak, yetişmek, hasıl olmak manasına gelir. Dolayısıyla lisanımızdaki "bitki", "bitmek" hepsi "bâte" fiilinden müştaktır. Yani gün battı, güneş battı, gün bitti. Dolayısıyla diğer gün başladı ki bunun böyle olduğunun alametlerini Cuma gecesinden biz biliyoruz. Cuma gecesi dediğimiz zaman nedir? Zihin karışıklığından dolayı ne diyor herkes dikkat ediyor musunuz? İçinizden ne diyorsunuz? Perşembe akşamı diyorsunuz değil mi? Niye böyle? Çünkü zihnimize artık bu sokuldu. Artık biz günün ne zaman başladığının, ne zaman bittiğinin farkında değiliz. 50 dakika sonra Pazar günü başlayacak, yarınki gün başlayacak; yani bugün, Cumartesi günü bitecek. Ve saatini müminler ezan okunur okunmaz 12 yaparlar, ondan sonra muvakkitler hangi vaktin yatsı vakti olduğunu, ne kadar zaman sonra yatsı vakti olduğunu, ne kadar zaman sonra sabah vakti olduğunu, ne kadar zaman sonra öğlen ve ikindi vakitlerinin olduğunu da ne yaparlar, bir çizelge şeklinde yaparlardı. Bu takvime göre biz hayatımızı, bu saate göre biz hayatımızı sürdürdük.
Yani bize göre saat kendisine uyulacak ve tapınılacak bir nesne değil. Yani bir saat var, bu saati ne olursa olsun ayarını değiştirmeyiz, ancak belli merkezler ayarını değiştir derse değiştiririz. Bu olmaz. Saat bize tabi olacak, bizim dinimize tabi olacak. Allah'ın ayetine tabi olacak saat. Niye güneş batınca saati 12 yapıyoruz? Bu takvim, Allah'ın ayetine -ki Ay ve Güneş Allah'ın ayetlerindendir- bu saat de ona tabi olacak. Yani biz Allah'ın kulları olarak saate kulluk etmeyeceğiz. Dolayısıyla o saatin sahiplerine kulluk etmeyeceğiz. Dolayısıyla biz Müslüman saatinden tarafız ki Ercan Bilir kardeşimiz herhalde burada. Batı Trakyalı. Oralarda ezan vakti dedikleri vakit akşam vaktiymiş, ben bunu yeni öğrendim. Hatta Türkiye'de bazı yerlerde ezan vakti dediğiniz zaman onu kast ederlermiş yani akşam vakti. Niye? Çünkü gün bitiyor, gün başlıyor. Dolayısıyla esas vakit bu: günün başlangıcı vakti. Bundan dolayı oralarda akşam vaktine "ezan vakti" denildiğini yeni öğrenmiş oldum.
Bu saate göre dünyanın muhtelif yerleri, her iklim ve mıntıka -ki Oruç Bey bahsetti- kendi zamanına göre yaşarlar. Bazı merkezlerin tekelinde değildir zaman . Ahmet Haşim’in Müslüman Saati metnini herkes bilir: "Bu Müslüman'ın eski mesud gün değil. Bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok. Ve yer altında mümkün olduğu kadar fazla çalışacak köleleri olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüydü." Doğrudur. Çünkü böyle bir saatle yaşadığımıza göre, o büyük medeniyet dediği işte kapitalist dünya hakimiyetinin gününü ve saatini yaşıyoruz. Ve, dolayısıyla, kendi saatimizi, kendi ölçümüzü kaybettik. Bunu da şöyle ifade ediyor Ahmet Haşim: "Heyhat! Eski saatle beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık." Horozlar da gitti zaten... "Şimdi Müslüman evindeki saat başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz." Hakikaten böyle. Zamanımızı bilmiyoruz, vaktimizi bilmiyoruz, günümüzü bilmiyoruz ve böylece Müslüman olunacağını zannediyoruz.
Bunun, Müslümanca hayatın izlerini ben bir hatıramla daha anlatacağım, ondan sonra sözlerime son vereceğim. Bir ziyaret münasebetiyle Ankara’da bulunduğumda bir çocukluk arkadaşımla karşılaştım. İlkokulu beraber okuduk. Sonra o Samsun’a gitti. Ankaradakarşılaştık onunla. Sohbet ettik oturduk. Bir yere oturduk. Orada onun arkadaşları vardı. Genellikle Gülhane Askeri Tıp’ta okuyan öğrenciler. Orada epeyce oturduk. Sonra ertesi gün birbirimize randevu verdik. Ben diyorum ki işte Hacı Bayram Camii’nde buluşalım öğle vaktinde. O da diyor ki "Maltepe Camii’ne gel ikindi vaktinde" diyor. Oradaki, çevremizdeki delikanlılar tıp öğrencileri askeri tıp öğrencileri. “Yahu abi” dedi. “Sizin camiden başka yeriniz, öğle ve ikindiden başka vaktiniz zamanınız saatiniz yok mu dediler. Yani ben zamanı ve günü böyle anlamışım demek ki. Zihnimize böyle yerleştirilmiş demek ki. “Ne zaman buluşacağız?”. “Öğlenden sonra”. “Nerede?”. “Merkez Camii karşısında”. Böyle bir hayatımız var. Hayatımızın merkezinde vakitlerimiz vardır. Müslümanların vakitleri bu vakitlerdir. Yani vakitleri yaşarlar Müslümanlar. Öğleni, ikindisi, akşamı, yatsısı vardır. Aralarında mekruh vakitler vardır kerahat vakitleri. Bunun dışındakiler de öğle vaktinin arasıdır; öğlenle ikindinin arasıdır; akşamla yatsının arasıdır. Vaktimiz budur. Hatta kullandığımız saat bile batılılaşmanın neticesidir. Yani biraz daha bize kolaylık olsun diye. Yoksa müminler olarak biz güneşe bakar, göğe, Allah u Teâlâ’nın ayetlerine bakar, yönümüzü bulur, günümüzü zamanımızı tespit ederdik. Ama şimdi kafirlerin hakimiyetinde kafirlerin işaret ettiği doğrultuda onların gösterdiği yere onların gösterdiği şeylere bakıyoruz. Yani zamanımızı günümüzü kaybettik. Bunun sebebi de işte küfürde ihsan aradığımızdan dolayıdır. Yani kafirlerin iyi bir şeyler yaptığını düşündüğümüzden dolayıdır. Halbuki Kur’an-ı Kerim’in Bakara suresinin ilk ayetlerinde, estaizubillah:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ * أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِن لاَّ يَشْعُرُونَ
Yani onlara denildiği zaman “Yeryüzünde fitne fesat çıkarmayın." Onlar ne derler? Onlar derler ki "Biz ıslah ediyoruz". Hayır siz farkında değilsiniz ama siz bozguncusunuz. Devamındaki ayetlerde:
أُولَٰئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَىٰ فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ
İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın alanlardır. Ve onların bu ticaretleri kâr etmemiştir. Ve onlar hidayet bulamamışlardır. Yani kâfirler asla hidayet üzerinde değillerdir. Kafirlere uyduğumuzda onların ıslahlarına tabi olduğumuzda biz de o bozgunculardan oluruz. Çünkü kafirlerin ıslah diye ortaya çıkardığı her şey fesattır. Onların günleri de fesattır, ayları da fesattır. Tarihleri de fesattır. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Oruç Özel:
Biz de Lütfi hocamıza teşekkür ediyoruz. Şimdi, İstiklâl Takvimi’ndeki metinler üzerine husûsen konuşması için sözü Seyfullah Köksal’a bırakıyorum.
Seyfullah Köksal:
Selâmun Aleyküm,
Ben de takvimlerimizdeki okuma metinlerinden bahsedeceğim. İstiklal Takvimi’nin bu sene yedincisi neşredildi ve her sene üzerine bir şey konularak neşredildi İstiklal Takvimi. 1433,1434 takvimlerimizde okuma metinleri yok ama 1435 ve sonraki takvimlerimizde artık okuma metinleri yer alıyor. Öncelikle şunu söyleyeyim: Bunlar, bu metinler yeni okuma yazma öğrenenlere alıştırma olsun diye rastgele seçilip konulmuş metinler değil. Yani biz bir şeyleri hesaba katarak bu metinleri seçtik. Bu metinler vesilesiyle bir şeyleri anlatmaya çalıştık. Şimdi kısa kısa bunları izah etmeye çalışacağım. 1435 takviminden başlayarak bazı numuneler okuyacağım size.
1435 nüshamız okuma metinlerinin yer aldığı ilk takvimimiz olması hasebiyle bilhassa bilindik metinler var. Bilindik şiirler, şarkılar, türküler, Şarkılar, bilmeceler, maniler var. Daha kolay okunabilsin diye bilindik metinleri seçtik.1928’den önce yani yazımız elimizden alınmadan önce yazılan metinler yer alıyor. Yunus Emre, Karacaoğlan, Süleyman Nazif, Ahmet Haşim, Fuzuli, Nef’i, Nedim ve daha çok birçok şairimizden metinler var mesela. Ömer Seyfettin’in hikayelerinden seçilen kısımlar var. Karacaoğlan'ın bir şiiri var mesela:
Karacaoğlan şiiri var ama hepimizin bildiği bir türkü:
gibi böyle bilindik metinler var.
1928 öncesi metinlerin daha çok olduğunu söyledik fakat Divan Edebiyatından metinler pek koyamıyoruz mesela. Arapça Farsça bilgimizin gerilmesi sebebiyle yazıldığı dönemde dünyanın en iyisi olan divan edebiyatından mahrumuz. Fuzuli’den, Nedim’den, Nef’i’den birkaç şiir bulabilirsiniz. Ama pek koyamıyoruz Divan Edebiyatı metinlerini çünkü Divan Edebiyatı’nı okuyabilmemiz için kendimizi teknik olarak geliştirmemiz yetmiyor. Kendini teknik olarak geliştirirsin, çok da iyi okursun ama işte bununla salname okuyabilirsin ancak. Ama Baki’yi, Divan Edebiyatı’nın inceliklerini, Arapça ve Farsçanın inceliklerini, aruzu, tecvidi bilmeden okuyamazsın. Bunun için takvimimize divan edebiyatından metinleri pek koyamıyoruz.
Bir de Kur’an yazısıyla yazılan fakat bizim latin harfleriyle gördüğümüz, okuduğumuz, bildiğimiz şiirler var. Mesela Enis Behiç’in gemiciler şiiri var: şimdi burada gösteremiyorum ama takvimimizde var. Gayr-i müslim edebiyat cephesinin gadrine uğramış bir şairdir Enis Behiç. Siyasi duruşu sebebiyle. Bizim de yazının aslından gördüğümüz, fark ettiğimiz şeyler oluyor. Sadece yazının aslıyla görebileceğimiz şeyler çünkü. Gemiciler şiirini Hristiyan takvimine göre 1915’te yazının aslı ile neşretti Enis Behiç . Fakat benim elimde de o şiirin yer aldığı kitabın Latin yazılı hali var. Ama bu şiir bizim yazımızla yazıldı. Enis Behiç’in şiirlerini ancak yazıldığı yazıyla gördüğümüz zaman kendi döneminde nereye oturduğunu, Türk Şiirinde nereye oturduğunu tespit edebiliyoruz. Biçim olarak o dönemdeki diğer şairlerden, kendi çağdaşlarından çok daha modern bir biçimde olduğunu yazının aslı ile görünce anlayabiliyoruz. Ama Latin alfabesiyle yazılı hali görüldüğünde Beş Hececilerden bir şair oluyor sadece Enis Behiç Koryürek.
1435 Takviminden sonra bir konu etrafında seçilen metinler takvimimizde yer aldı.
Mesela 1436 takviminde Dünya Edebiyatından bazı tercümeler koyduk. Bu tercümelerin bir kısmı bizim yazımızla yapılan tercümeler bir kısmı da 1928’den sonra Latin hurufatıyla yapılan tercümeler. Şimdi size Tolstoy’un Anna Karanina adlı romanın takvimimizde yer alan giriş kısmından bir bölüm okuyacağım. Daha sonra aynı yerin Latin hurufatıyla yapılmış bir tercümesini okuyacağım:
Bu tercüme 1912’de Raif Necdet ve Sadık Naci tarafından yapılan bir tercüme. Şimdi okuyacağım tercüme ise iletişim yayınlarından çıkan bir tercüme:
Dünya edebiyatından seçtiğimiz tercümeler içinde 1928 öncesi de var sonrası da var demiştik. 1928’e kadar yani yazımız elimizden alınana kadar zaten birçok eserin Türkçe ’ye tercümesi yapılmıştı. İşte bilindiği gibi batıdan yapılan İlk tercüme eser Fénelon’un Telemak adlı eseri. Yusuf Kamil Paşa 1859’da yapmış bu tercümeyi. Sonrasında yine bir hayli eser çevriliyor Türkçe ‘ye. Biz bu metinlerle, bizim yazımızla yapılan ve Latin yazısıyla yapılan tercümeleri mukayese etme fırsatı vermiş olduk böylece. Sadece mukayese fırsatı değil aynı zamanda yazımızla neler yapılabilir, bunu da göstermiş olduk. Tercüme ne kadar iyi olursa olsun eksiktir ama okuduğum tercümelerden bir fikir edinebilirsiniz yine.
Dünya edebiyatından sonra 1437 takviminde ise yazımız elimizden alındıktan sonra yazılan metinler var. 1928’den sonra yazılan şiirler. Sadece şiirler değil hikayelerden, romanlardan da iktibaslar var. Tahsilini Kur’an elifbasıyla yapan ama 1928’den sonra da eser verenlerin yazdıklarıyla tahsil hayatını Latin hurufatıyla yapıp eser verenler arasından bir fark var. Bizim de 1437 takvimine koyduğumuz metinlere dikkat ederseniz bunun farkını görebilirsiniz. Mesela Ahmet Muhip Dranas, Orhan Veli var. İkisi de tahsil hayatını bizim yazımızla yapmış ama bir de Turgut Uyar var 1927 doğumlu. Tahsilini Latin alfabesiyle yapmış yani. 1928’den önce tahsil hayatını bizim yazımızla yapanlar zaten yazıyı terk etmiş değiller. Yine 1928’den sonra da eserlerini bizim yazımızla yazıyorlar. Birkaç sene önce Orhan Veli’nin iki tane şiir defteri yayınlandı. 1942’ye kadar yazdığı şiirler var orada. Hepsi eskimez yazıyla, kendi el yazısıyla orada kitaba konuluş. Yani terk etmiş değiller, yazmaya devam ediyorlar. Zaten Dranas veya Orhan Veli’nin yazdıklarını biz eskimez yazıya çevirirken, kendi yazımıza çevirirken zorlanmıyoruz. Ama Turgut Uyar için aynı şey söylenemeyebilir.
Zaten bu çalışma, yani misal olarak zikrettiğim isimlerin metinlerinin seçilmesinin asıl sebebi de bu. Yazımızı geri aldıktan sonra hangi metinlerin kuran harflerine geçirilebileceğini tespit etmiş oluyoruz bir şekilde.
Biraz önce bahsetmiştim Turgut Uyar’dan. 1927 doğumlu Turgut Uyar mesela. Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” şiiri var ama “Çok Üşümek” şiiri önceden seçilmiş olmasına rağmen, istememize rağmen, sevdiğimiz bir şiir olmasına rağmen takvimde yok. Çok üşümek şiiri Turgut Uyar’ın Tütünler Islak kitabının ilk şiiri. İlk baskısı 1962’de yapılıyor kitabın.
Şöyle başlıyor şiir:
Şimdi ikinci mısrada bir Urban kelimesi var. Eğer bu bizim bildiğimiz urba, esvap manasında urba ise elif harfi ile yazılır ve son harfi kafi Türki olur. Ama şehir manasında “urban” olabileceği de akla gelebilir. O zaman okunduğu gibi yazılır. Bir de badiye Araplarına verilen bir isim olarak urban var. Bedevi manasında yani. Eğer bu manada olacaksa farklı şekilde yazılır. “Dünyanın En güzel Arabistanı” kitabının ilk baskısı 1959. Bundan bir sonraki kitabı olan Tütünler ıslak kitabının da ilk şiirinde böyle bir kelime geçiyor. Bu mana da olabilir. Kemal Paşazade Sait Bey’in meşhur bir dörtlük vardır. Türkçülerin çokça kullandığı bir dörtlük:
Buradaki urban Arabistandır. Eğer buradaki gibi bir mana olacaksa “ayn” harfi ile yazılır ve sonundaki harf “nun” olur. Yani hangisi olacak. Bu sebeple bu şiiri takvimimize alamıyoruz mesela. Bu da çok anormal bir şey değildir aslında. Çünkü en nihayetinde şiiri kendi yazısıyla görmek lüzumu vardır. Bizim yazımızda büyük harf küçük harf yok. Ama şairlerin hususen büyük harf küçük harf kullanması diye bir şey var. Attila ilhan mesela şiirlerinde büyük harf kullanmamış hiç. Turgut Uyar da mısra ortasında büyük harf kullanmış mesela.
”Urban içinde Üşüyüp Üşüyüp kaldığımızın” derken Üşüyüp kelimesinin baş harfi büyük mesela. Hususen yapılmış bir şey. Yani yazıldığı yazı ile görmek lazım şiiri. Yazıldığı yazıyla bir eserdir aslında şiir.
1438 takviminde yani geçen seneki takvimimizde 15. Asır metinlerini seçtik. Bilhassa Hristiyan takvimine göre 15. Asır seçildi. İstanbul’un fethedildiği asır. Tanzimat’tan sonra bilindiği gibi öncesine göre çok daha ağır bir dil kullanılıyor. Onları bilenlerin görenlerin -ki onlara ulaşmak daha kolay- 15. Asır metinlerini görünce şaşıracağını düşündük. Tanzimat sonrasında Avrupa’daki kavramların Türkçe karşılığını bulmak için yeni yeni kelimeler türetiliyor. Arapça ve Farsça kelimeler ve terkipler çok kullanılıyor ve ağır bir dil ortaya çıkıyor. Çünkü elimizde Arapçadan başka bir şey yok. Bu sebeple yeni yeni kelimeler terkipler türetildi.
Şimdi 15. Asra gelelim. Çok daha eski metinler. Çok daha ağır bir dil ile yazılmış olması beklenebilir ama öyle değil. Bazıları yani bugün yazılmış intibaı veriyor hatta.
Mesela Mevlid 15. Asır metnidir. Aşıkpaşazade, Mercimek Ahmet bu asırda eser veriyor. Birçok halk hikayesi yine bu asra ait. Battal Gazi Destanı, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kanber mesela Kan kalesi cengi mesela bu asra ait. Buradaki Türkçeye hususen dikkat çekmek istedik.Şimdi size bahsettiğim iki dönemden de metinler okuyacağım. Bu iki metin arasında neredeyse dört yüz senelik fark var. Hangisi daha yakın gelecek size bakalım.
Bu metinlerden bir tanesi Mercimek Ahmet’in Kabusname tercümesinden:
“Cehd eyle ey oğul ki aşık olmayasın eğer nagah aşık olursan gönlüne hevana tabi olma yani gönlün der ise beni hayal ile gönder maşukumu göreyim sen ona tabi olma zira gönlün havai olursa sen dahi hevaya tabi olursun. İmdi ne kadar cehdin var ise gönlünü aşka bent etme zira aşıklık bir beladır ki hiç belaya benzemez mesela bir sene visal-i rahatı bir günlük rencine ve zahmetine değmez. Hassa ki aşıklıklar visali ve firakı baştanbaşa cümle mihnettir."
Şimdi de Namık Kemal’in “Edebiyat Hakkında Bazı Mülahazat” adlı yazısının giriş kısmını okuyacağım.
“Hakikat insan için sürat-i zevalde mislü sair olan lezzet-i hayatın sebatsızlığına mükabil gelecek bir nimet var ise o da benî nevıne bir yadigar-i ömr ihda ederek nef-i nas ile hayır nas olmak şerefini- ki vücudun fazilet-i sahihasıdır- ilelebet muhafaza ile cebr-i mafat etmektir.”
15. asırda yapılmış bir tercümenin dilinin bugüne çok daha yakın olduğunu görüyoruz.
Türkçe’nin çeşitli safhalarını da göstermiş oluyoruz bir şekilde takvimdeki metinlerimizde. Beş takvim boyunca çeşitli dönemlerden koyduğumuz metinlerle.
1439 takvimimizde yani bu seneki takvimimizde de metinlerimizin konusu Türk İstanbul. Bilhassa İstanbul’un başına gelen felaketlerin Türk Edebiyatındaki aksı bu seneki konumuzdu. İstanbul’un Fethinden sonra İstanbul ile alakalı edebiyatın hemen hemen her döneminden metinler bulabilirsiniz bu seneki takvimimizde: Neşati’den Nedim’e, Tevfik Fikret’ten Yahya Kemal’e, Ahmet Muhip Dranas’tan Orhan Veli’ye, Mehmet Ata’nın Cibali Yangınından Salah Birsel’in Boğaziçi Şıngır Mıngırına kadar birçok metin. Bu metinler Türk İstanbul ile alakalı metinler.
Ben destanlardan bahsedeceğim biraz. Birkaç tane destan da koyduk takvimimize. Yangın Destanı var, zelzele için yazılmış destanlar var. Yangınlar fetihten itibaren İstanbul’un en büyük felaketlerinden bir tanesi olmuş. İstanbul Bizans devrinde tamamen ahşap yapılardan müteşekkildi. Fetihten sonra da yani Türk İstanbul'da da camiler, medreseler, hamamlar hariç neredeyse tamamen ahşap binalardan meydana geliyordu. Bu sebeple bir yangın çıktığı zaman felaket kaçınılmaz oluyordu. İstanbul'un kocaman mahallerini ortadan kaldıran yangınlar olmuştu İstanbul'da. Tabi bu insanların zihninde büyük tesir uyandıran bir şeydi. İstanbul’daki yangınlar hakkında kendisinden malumat sahibi olduğumuz ilk kişi Naima. Şunu biliyoruz: 159’den 1923'e kadar olmak üzere beş yüzün üzerinde büyük yangın çıkıyor İstanbul'da. Küçük küçük bir sürü yangın var ama beş yüz tane büyük yangın olmuş. En sık görüldüğü dönem de yangınları istibdat ve mütareke yılları yani Tanzimat sonrası. Bu büyük yangınların Hatta birkaçı İstanbul'u neredeyse baştan başa kül ediyor.
Bu tahribe mani olmak için kagir bina yapılması teşvik ediliyor hatta bir ara zorunlu hale getiriliyor falan. Fakat o da zelzelede büyük hasarlara yol açıyor. Daha büyük felaketler doğuruyor yani. Çünkü İstanbul’da çok büyük yangınlar olduğu gibi çok büyük zelzeleler de oluyor. Onun da destanını koyduk takvime. Zelzelenin de bir destanı var.
Bizim bu felaketlerden; yangınlardan, zelzelelerden tarih kitaplarından ziyade şairlerimiz sayesinde haberimiz oluyor. Meydan şairlerimiz veya Halk şairlerimiz, tulumbacı ozanlarımız var. Destanlar semailer söylüyorlar kahvelerde, meydanlarda, mesire alanlarında.
Biz herhangi bir hadiseyi, tarihi olayı şiirle, nazımla yazmışız anlatmışız. Eskiden beri böyle, yakın zamana kadar böyle. İkinci Meşrutiyetten sonra artık yavaş yavaş bu destan geleneği ortadan kalkıyor.
İkinci meşrutiyete kadar devam eden semai kahveleri var İstanbul’da. İşte buradaki şairler -meydan şairleri deniliyor onlara- İstanbul’da vuku bulan yangınları, zelzeleleri, harpleri, baskınları, cinayetleri ve bazen aşk maceralarını böyle destanlaştırmışlar.
Tabi gazeteler yok o zaman. 1860’ta ilk gazete Tercüman-ı Ahval çıktı. Destanlar ilgi gördüğü için herhâlde gazetede de vukuatı zabıta sütunları olmuş fakat tabii ki destanlar kadar tutmamış. Yine o vukuatı zabıta sütunlarına destanlar konulmuş. Hatta gazeteden ayrı varaklar halinde dağıtılmış ve gazeteye göre çok fazla satmış. Destanların en çok sevilenleri tulumbacılar, yangın destanlarıydı. Bunları okumak da maharetti. Meşhur destan okuyucularından bahsedilir İstanbul’da.
Şimdi size takvimdeki bir yangın destanından bir kısım okuyacağım uzun bir destan. Ben küçük bir kısmını okuyacağım:
….
Türk İstanbul’dan bahsedeyim biraz. 13. asırda Diyar-ı Rum’un Türkler tarafından Dar’ül İslam kılınmasıyla İslam’ın merkezi olarak kabul edilen Bağdat-Şam-Halep hattı bugün bizim üzerinde yaşadığımız topraklara doğru kaymaya başladı. İstanbul’un fethi ile beraber tamamlandı bu. Yani fethedildikten sonra İslam’ın en muteber alanı İstanbul oldu. Türkler’in burayı bir daha elden çıkmayacak hale getirmek, İstanbul’ı İslam’ın ana bölgesi yapmak için burayı imar etmesi Türk İstanbul’u meydana getirdi. Fethin akabinde, kısa bir sürede her tepeye bir cami inşa edildi. İstanbul’un minarelerden, kubbelerden müteşekkil bir silueti oldu. Dünyada deniz, minare, kubbe, martı, yunus denilince anlaşılan yer Türk İstanbul oldu yani bir İslam merkezi. Gayr-i müslim izleri silinerek ortaya çıkarılan bir Türk İstanbul.
Şimdi bu izleri tekrar temayüz ettirme çabaları var. Tabi bunun tarihi de baya eski. 1571’de İnebahtı’da donanmamız yakıldıktan Türklerin yenilebilir olduğu fikri dünyada yayılmaya başladı. Bu vakadan hemen sonra bizim topraklarımızda yaşayan zımmiler Müslümanların zimmeti altından çıkma çalışmalarını hızlandırma fırsatı buldular 1571’ten sonra. Fetih’ten sonra ortaya çıkan Türk İstanbul’u ortadan kaldırma çalışmalarını burada başlattılar gayr-i müslimler diyebiliriz. Epey mesafe katettiler yani bir sonuca varıldı.. Bunun en büyük nişanesi gökdelenler ve “büyük projeler” dedikleri şeyler: köprü, tünel vs.
Takvimimiz İsmet Özel’in “The Skyscraper Boom In İstanbul” yazısı ile bitiyor. Biz de bu yazının son paragrafı ile konuşmamızı bitirmiş olalım:
“Halimize bakalım ve İslâm’ı zahir olanın dışında bir yerde aramayalım. İslâm dıştadır, iman içte. İmanın içte olması kimin mümin olduğunun meçhul olduğu manasına gelmediği şuuru bizi terfi ettirecektir. İman içtedir, yani bundan münafıkların niyetlerini saklayabilecekleri, “kol kırılır yen içinde” politikası güdebilecekleri manası çıkar. Belki bu girift haller sebebiyle gökdelenler mümin münkir ayrımında turnusol kağıdı vazifesi görüyor. Gökdelenler karşısında neyiz, ne oluyoruz, ne olmak istiyoruz? Bu sorgulamaya sırt çeviren helâk olmuştur. Agâh olmak üzerimize vazifedir. Hangi münasebetlerin hangi neticeleri doğuracağını bilmemenin insanı mesuliyetten muaf tuttuğu nerede görülmüş? İşte neyin gökdelenlerin selâmeti uğruna işlendiği gökdelenler kadar zâhir. Eğer bu vatan toprağın kara bağrında sıra dağlar gibi duranların idiyse gökdelenleri dikmek için bu vatanın sahiplerinin rızası olup olmadığını sual edenlerin enayiliği de zuhur ediyor.”
Oruç Özel:
Seyfullah Köksal’a biz de teşekkür ediyoruz. Lütfi hocam konuşmasına bir ilave yapacağını söyledi. Öncelikle sözü kendisine veriyorum.
Lütfi Özaydın:
Gregoryen takvimi ile alakalı bir şey söyleyeceğimi vaat etmiştim. 1582 yılında Papa 13. Gregor bir karar alarak Julyen takvimine son verdi. Yani 5 Ekim Cuma gününü 10 gün ilave edilerek 15 Ekim yaptı ve ondan sonra bu takvim kullanılmaya başlandı, Katolik Avrupalılar tarafından. 1752’de de diğer Hıristiyanlar 11 gün ilave ettiler. Bunu niye ifade ettim. 1582 yılında oluyor bu hadise. Yani 1571’den sonra, İnebahtı’dan sonra: “Artık Türkler yenilebilir ve Türklerin günü bitti. Artık biz kendi günümüzü kendi tarihimizi oluşturmamız lazım. Buna da sağlam başlayalım.” diye böyle bir değişiklik yaptılar. Hala bazı Hıristiyanlar bugün yortularını Julyen takvime göre yaparlar, Ortodokslar mesela. Ama bütün her yer kapitalist dünya hakimiyetine boyun eğdiği için bu gregoryen takvim bütün dünyayı istila etti. Ve işte mizanına boyun eğen her topluluk nizamını da kabul etmek zorunda kaldı. Bu böyle oldu. İşte Abdulhamit de buna çalışmış, Gregoryen takvimi getirmeye ve Latin harflerine geçmeye niyet etmekle. Çünkü özel eşyalarına da Latin harfleriyle “a” ve “h” yazardı. Artık dünyada böylelikle günümüze kadar onların günü geçerli olduğu için, onların sözü de geçerli oluyor; onların nizamları da geçerli oluyor. Bunu da ilave etmek istedim, teşekkür ederim.
Oruç Özel:
Lütfi Hocamıza tekrar teşekkür ederiz. Şimdi panelimizi bitirmeden önce tekrar birkaç kelam etmek istiyorum.
Önümde yedi tane takvim duruyor. Bu takvimler, iki beyefendinin de söylediği üzere geliştirilerek bu güne getirildi. Biz takvim çıkarma hususunda belli eğitimler almış, belli merhaleleri geçmiş, sonra da bu işe soyunmuş insanlar değiliz. Biz bir farz-ı kifaye olarak bu takvimi çıkartıyoruz. Bu işte emeği geçen pek çok dernek üyemiz var. Hiç kolay olmuyor bu takvimi çıkartmak. Takvimin, derslerin hazırlanmasından, resimlerinin çizilmesine, metinlerinin seçilmesinden, bunların dizgisinin yapılıp, basılıp, önümüze getirilmesi süreci ve her yıl yepyeni bir tanesinin yapılması, bu meşakkatli bir iş. Bu meşakkatli işle dediğim gibi onun üzerinde dernek üyemiz ilgileniyorlar, mesai harcıyorlar. Bunun böyle olması gerekiyor ve böyle oluyor. Ancak İstiklal Takvimi 1433 yılında ilk defa bu haliyle (1433 takvimini göstererek) neşredildikten ve 1439 senesinde bu haliyle önünüze konması arasında belli bir itibar ve belli bir talep görmesi, göreceği zannı bizde vardı. Buna henüz erişemedik. Yani 1434 yılındaki takvimin baskı adedinin bu insanlar bunu görürler, şöyle olur, şunlar da görür, böyle olur diye ümidimizle, şu kadara beş sene sonra şu seviyeye en azından ulaşır diye düşündük. Türkiye’de Müslüman takvimine, Müslüman zamanına, Müslüman yazısına, ilgi alaka gösteren, en azından bunu propaganda edebilecek -dedim ya konuşmamın başında bu İstiklal Marşı Derneği’nin büyük propaganda araçlarından bir tanesidir diye- şu kadar adam çıkar dedik. Bir böyle bir seviyeye henüz erişemedik. Yani sizler bir kısmınız İstiklal Marşı Derneği üyesi, bir kısmınız da en azından İstiklal Takvimi’ne ve İstiklal Marşı Derneğinin dediklerine kulak kabartmış insanlar olarak bunun vukuu bulmasına ön ayak olamadınız. Bizler de olamadık. Bu sebeple İstiklâl takvimini son defa mı neşredelim yoksa bu sene İstiklal Takvimi Türkiye’de daha fazla insanın erişebileceği bir hale gelecek mi, buna bakacağız. Ticari bir kaygısı olmadan neşriyat yapan bir derneğiz biz. Ama hiçbir şeyi bedava vermiyoruz, çünkü bedava olan her şey insanoğlu tarafından kadir kıymet bilinmeden sarf edilip gidiyor. Bu takvimin kısa bir süre zarfında -iki ay mesela- ikinci bir baskısı yapılması gerekmediği takdirde, 1440 takvimini neşredip neşretmeyeceğimiz hususunda bir kanaat ortaya koyacağız. İstiklal Takvimi’ni bir daha neşretmemek diye bir fikrimiz esasen yok. Yani “şu kadar adamız, bu kadar adam için de takvim çıkarırız” diyebiliriz. Bunu yapabiliriz, yapacağız da. Ama Türkiye’de Türk hayatına bizlerin, sizlerin ehemmiyet vermesini, bununla ilgili bir takım hareketlerde bulunmasını canı gönülden istiyor, bunu Allah’tan niyaz ediyorum. Bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz. Hayırlı akşamlar diliyorum.
3 Muharrem 1439, İstanbul
İstiklal Marşı, bir gün gelip de hesaba çekileceğini birinci meselesi yapmış insanların vasfından, Müslüman vasfından doğmuştur.
İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar.
Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz.
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşı’nda, biri başlangıçta diğeri de daha sonraki bir kıtada olmak üzere iki yerde “korkma” sözü geçiyor.