Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık. Çok daha büyük bir alanda, çok daha fazla insanın destek verdiği bir toplantı yapardık. O toplantının sonunda da başka şeyler olurdu.
Şimdi böyle şeyler olmuyor, ben bunu bir yakınma olarak dile getirmiyorum, durum tespiti itibariyle söylüyorum. İstiklâl Marşı Derneği’nde İstiklâl Marşı Derneğinin hak ettiği üye sayısı inanılamayacak kadar azdır. İstiklâl Marşı Derneğinin üyeleri genellikle/çoğunlukla İstiklâl Marşı Derneğinin Türkiye’de etkisini hissettirmesine engel çıkarmak için dernek içinde bulunan insanlardır.
Bunlar ya belli resmi makamların görevlendirdiği insanlardır veyahut belli cemaatlerin İstiklâl Marşı Derneği içinde kendi mevcudiyetlerini sağlamak için derneğe musallat ettiği insanlardır. İstiklâl Marşı Derneği henüz üyelerine kavuşamadı. Bunu anlamak için etrafınıza bakın. İstanbul’daki üye sayımız bu salonda bulunanların sayısı kadar değil. Kaldı ki, bu salondaki her zat bizim derneğimizin üyesi de değil. Sadece İstanbul’da ikamet eden üyelerimizin sayısı burada bulunanlardan fazladır, sanıyorum. Üstelik İstiklâl Marşı Derneği adım başı böyle toplantılar da yapmıyor. Bıktılar da savsaklıyorlar, diyemezsiniz. Yani, demek ki mahiyetlerini bu durumun izah ettiği fantezi üyelerimiz var. Ya da dediğim gibi kendine başka bir iş bulmuş olan üyelerimiz var. Ama İstiklâl Marşı Derneği kendi üyelerine kavuşma ısrarıyla yoluna devam edecek.
Şimdi bu meselenin aslını bilmemiz lazım. Biz geçen toplantımızda Ne oldu? Ne oluyor? Ne olacak? Sorularını Türk oldu, Vatan oluyor, Millet olacak şeklinde cevaplandırmıştık ve demiştik ki “oluyor”, olanın gerçekleşmesi içindir, yani Türkiye’nin bir vatan olabilme süreci ‘olacak olanın olması lazımdır’ şartına bağlanmış. Vakıalar bu ifadelerin birer edebiyat cümlesi olmadığını anlamamızı gerektirir. Aldığımız eğitim bizim zihnimizi hakikati tanıyamayacak şekilde deforme ediyor. Yani biz bir tahsil hayatı yaşıyoruz, bu isterseniz beş yıllık ilkokul tahsilinden ibaret olsun, o kadarı bile zihnimizi deforme etmeye kâfidir. Daha da kötüsü zihnimiz hiçbir form edinmeksizin deforme olarak inşa edilmiş olabilir. Sadece eciş bücüşlükten ibaret bir zihnimiz olabilir. Ama diyelim ki çocuk mektebe gidinceye kadar, doğru bir formu ya da gerekli bir formu edinmiş; o çocuk mektep hayatına başlar ve mektep hayatı edindiği iyi biçimi berhava eder. O kimse ömrünün sonuna kadar eğilmiş büğülmüş zihni formasyonla yaşar gider.
Zihin deformasyonu dünyanın her tarafında yapılıyor; ama Türkiye’de bu bilhassa yapılan bir şeydir, Modern eğitim dediğimiz şey bu tuhaflığın uygulama alanıdır. İslam eğitimi böyle değildi. Müslüman eğitimi, İslam eğitimi kelimelerden anlayabileceğiniz şekilde insan şahsiyetinin gelişimine tahsis edilmiş bir yol idi. Kelimelerden anlayacağımız şekilde dedim, bizlerin bugün öğrenci diye adlandırdığı şeye ne derdik eskiden; Talebe. Yani Afganistan’da Talibanlar var ya, onlar mollalar işte herhalde medrese talebeleridir, yani isteyenlerdir. Talebe ‘isteyen’ demek. Yani insanların bir şey öğrenebilmeleri için önce o öğrenmek istedikleri/öğrenecekleri şeyi istemeleri gerekiyor. Talebe olmaları gerekiyor, talep etmeleri gerekiyor. Fakat bu İslam eğitiminin sadece bir tarafıdır; ortada talebe olabilir, ama eğer hoca talep edenin kapasitesini yeterli bulmazsa ona ders vermez. Yani hoca talebesini seçer; talebelerini elden geçirip ‘Bunmdan olur, bundan olmaz’ der. Onun için ne derlermiş, ticareti baştacı eden Kayserililer; Bu çocukta iş yok, bunu mektebe verin, derlermiş. İslâmî eğitim, bu zikrettiğimiz tarz içinde cereyan edere ve insanlar bir şeyler edinirler, bir şey olurlardı. Oysa bugün biz mekteplerde bir şeyler öğreniyoruz ve bu öğrendiğimiz şeyler bizim tabii ki bir takım yerleri işgal etmemize imkân veriyor. Fakat mekteplerden aldığımız, bizim şahsiyetimizin tamamlanmasına, bizim şahsiyetimizin olgunlaşmasına imkân veren bir eğitim değil. Biz genellikle bazı kalıpların içine hapsediliriz; mesela bu şahsiyet meselesinde mekteplerde şöyle bir şey öğretirler; derler ki, bir gerçek şahıslar vardır, bir de hükmi şahıslar vardır.
Mekteplerde öğretildiği şekliyle İstiklâl Marşı Derneği bir hükmi şahsiyettir. Aynı şekilde devlet de bir hükmi şahsiyettir. Şimdi bu hükmi/hakiki meselesinde hakiki şahsiyet/hükmi şahsiyet ayrımını bize tahsil yoluyla kabul ettirdiler. Ama mesela biz Müslümanlar şehitlik konusunda bunun doğrusunu biliriz. Müslümanlıktan biraz haberdar olan insanlar bilir ki, bir hakiki şehitler vardır, bunlar cihat ederken canından olmuş olan insanlardır; bir de hükmi şehitler vardır; hükmen şehit olur insanlar. Yani çoluğunun çocuğunun nafakasını temin etmek üzere evinden çıkan adam eğer evine dönmeden ölürse hükmen şehit olur. Yani gayesi helal bir faaliyet olan adamın ölümü, onu hükmen şehitlik mertebesine yükseltir. Yani demek ki, ‘Ameller niyetlere göredir’ hakikati gereğince, her halükarda gayri meşru bir hedef gütmeksizin an be an yaşaman lazım ki, doğru dürüst ölebilesin. Yani ‘şimdilik şu günahı işleyeyim, ondan sonra ben onun çaresine bakarım’ dediğin zaman bir işin peşine düşersin ve o arada ölürsen, yandı gülüm keten helva. Demek ki, bu dünyevî manadaki hükmi şahsiyet meselesi de bize zihnimizi deforme etmek için kabul ettirilmiş şeylerden birisidir. Aslında İstiklâl Marşı Derneği hakiki şahsiyetlerin ayakta tuttukları bir şey. Hükmi olan kısmının bu derneğin Genel Başkanı olarak ben hiç farkında değilim. Hükmen değil, hakikaten var. Fakat aynı şekilde İstiklâl Marşı Derneğinin içinde resmi kayıtlara göre üye olan ama İstiklâl Marşı Derneğinin faaliyetini üretken olmaktan uzak tutmaya kendini vakfetmiş insanlar var. Ben tabii ki mümkün olduğu kadar bu insanlardan arınmış bir derneği arzularım. Bakalım ne olacak? Bu kürsüye çıkmadan önce yanımdaki arkadaşlara söyledim, biz şimdi bir açık/gizli toplantı yapıyoruz. Açık/gizli toplantı yapıyoruz, şöyle; toplantımız yasal ve her şeyiyle açık, fakat bizim böyle bir toplantı yapmamıza dünya sistemi ve onun ajanları kendi pozisyonları sebebiyle engel olamadıkları için –hükmî şahsiyetimiz var ya- bu toplantıyı yapıyoruz. Özü itibariyle bizim bu toplantıyı yapmamıza engel olmaları gerekirdi ve biz de bu kadar sayıda insanla gizlice toplanıyor olmamız gerekirdi. Böyle bir şey yok. Olmasını da istemeyiz. Ama şuurumuz bunu kavramaya yetmelidir. Yani biz şu anda açık/gizli toplantı yapıyoruz. Yani İstiklâl Marşı Derneğinin ancak böyle bir toplantı yapabilmesi dışımızdan ayarlanmıştır. Anlatabildim mi? İnşallah anlatabilmişimdir. Anlatabilmek istiyorum.
Şimdi İstiklâl Marşı ile Asrın İdrakinden başlayacağız. Şimdi idrak meselesi herhalde öne çıkacak. Kendimizi nasıl idrak ediyoruz, değil mi? Yani kendimizin nasıl idrak edildiği konusunda bir sarahat sahibi olursak işler çok kolaylaşacak. Kendimizi idrak edebilmek için herhalde ‘ben neyim?’ diye sormamız gerekiyor, değil mi? Ben neyim, dediği zaman adam mesela Recep Tayyip Erdoğan’a sorsanız ‘ben neyim’ sorusuna nasıl cevap verirsiniz diye, o da size eminim ki ‘ben başbakanım’ diye cevap verecektir. Hepimiz bu ‘ben neyim’ sorusuna verdiğimiz cevap dolayısıyla kendimize bir yer biçeriz, kendimize bir yer tayin ederiz. Şimdi ‘ben neyim’ dediğin zaman adam işte ‘ben kunduracıyım’ diyorsa kendine o yeri tayin etmiş demektir. Yani kendi mahiyeti, kendi ontolojik varlığını, ontolojik vasfını bir şeyle adlandırır. Bu hemencecik kolay olabilen bir şey değildir. İşte insan bir takım perdeleri aralamak, bir takım duvarları yıkmak, bir takım zorlukları geçmek sonunda doğru bir cevaba ulaşabilir. ‘Ben neyim’ sorusunun cevabı, eğer ‘ben Allah’ın bir kuluyum’ şekline girebilmişse o insan belli perdeleri aralamış, belli duvarları yıkmış, belli zorlukları aşmış olsa gerektir. Yani ilk bakışta görüldüğü gibi en kolayı bu, ‘ben neyim’ sorusunun cevabı ‘ben Allah’ın kuluyum’ demek olduğunu sanmak, bizim eğitimimizden gelen çarpıklıklardan bir tanesi. En güç ulaşılabilen cevaplardan birisidir, ‘ben Allah’ın kuluyum’ diyebilmek. Neden? Çünkü ‘ben Allah’ın kuluyum’ diyebiliyorsa bir insan, bununla kâinatın yaratılmış olduğunu anladığını ifade etmiş olur. Yani bugün konuştuğumuz mesele, Asrın İdraki meselesi kâinatın ezeli ve ebedi olduğu fikrinin üzerimize bir baskı mekanizması olarak çökmesi sonucunda doğmuş olan şeydir. O “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” mısraındaki Asrın İdraki, kâinatın yaratılmış değil ezeli ve ebedi olduğu fikriyle şekil almış olan idraktir.
Mehmet Akif başka bir yerde “Hani var mı İbn-i Rüşd’ün / Medresen kalktı yürüdü” diyor, değil mi? İbn-i Rüşd tesmiye edilen bu zat da kâinatın ebediliği ile ilgili herzeleriyle meşhurdur. Yani Batı düşüncesi İbn-i Rüşd’e çok şey borçludur, bu manada. O da zaten oradan gidiyor, yani ‘hele bir İbn-i Rüşd’ümüz olsa köşeyi döneriz’ diye düşünüyor. Şimdi ‘ben Allah’ın kuluyum’ demekle elde edilen mesafe, elde edilen seviye, vasıf, keyfiyet ‘ben bir insanım’ demekle elde edilen seviyeden, vasıftan, keyfiyetten yukarıdadır. ‘Ben bir insanım’ dediğiniz zaman bu sefer insanın ne olduğunu tekrar tarif etmeniz gerekecek ve bu tarif için kullandığınız mehazlar tartışma konusu olacak. Ama ‘ben Allah’ın kuluyum’ dediğiniz zaman seviyeniz gereği Allah’ın sair kulları hakkında ve o kulların sizinle olan ilişkisi hakkında bir bilince davet edilmiş oluyorsunuz, bir şuura davet edilmiş oluyorsunuz. Anlatabildim mi? Eğer ‘ben neyim’ sorusuna ‘insanım’ diye cevap verirseniz tutup insan, insanlık vs., bütün bunlarla uğraşacaksınız. Bu tabii ki bir çizgidir, bir seviyedir. Ama ‘ben neyim’ sorusuna ‘ben Allah’ın kuluyum’ diye cevap verdiğiniz zaman, ‘ben insanım’ diye cevap verdiğiniz hali geride bırakmış, yukarı çıkmış oluyorsunuz. Neden? Çünkü ‘ben insanım’ cevabı sizi hareket halinde bir şuura icbar etmiyor ya da sizi icbar ettiği şuurun sınırları artık bellidir, ama ‘ben Allah’ın kuluyum’ dedikten sonra şahit olacağınız şuur, daha doğrusu davet edildiğiniz şuur sizin devamlı olarak terakki etmeksizin var olamayacağınız şuurudur.
Acaba bunlardan bir şeyler çıktı mı? Çıkıp size kadar geldi mi? Demek ki idrak meselesinde böyle bir kritik noktamız var. İlk idrak edeceğimiz şey kendimizin mahiyeti hakkındaki şeydir. Eğer biz Allah’ın kuluysak bu durumda biz kendimize bir yer tayin etmiş oluyoruz. Sadece kendimize bir yer tayin etmekle kalmıyor, Allah’ın bizden başka kullarıyla da olan münasebetimizi programa almış oluyoruz. Yani ‘ben Allah’ın kulu olarak Allah’ın öbür kullarına ne yapacağım ya da Allah’ın öbür kulları bana ne yapacak?’ meselesi önem kazanıyor. Benim okuduğum metinler arasında bir şey var; bedevi geliyor, Resulullah’ın bulunduğu bir ortamda, -yeni Müslüman olmuş bir bedevi- ‘Ya Rabbi’ diyor, ‘bir Muhammed’e bir bana rahmet et. Başkasına rahmet etme’, diyor. Bunun üzerine Resulullah’ın söylediği şey şu: ‘Çok sıkı tuttun’. Yani yanlış bir şey söyledin demiyor, çok sıkı tuttun diyor. Demek ki bu Allah’ın kulu olma meselesi bizi öyle bir şuura davet ediyor ki, burada bizi bekleyen ciddi mükellefiyetler var. Allah’ın kulu olmak çok kolay. Allah’ın kulu olmayı kolaylıkla kabullenebiliriz; ama sonrasını da göze almak gerekiyor. Şimdi bu zemin üzerinde meseleyi anlamamız lazım.
Biraz önce hepimizin dinlediği panelden İstiklâl Marşının Mehmet Akif Ersoy’un bir metni olmadığı, Türk Milletinin bir eseri olduğu sarahaten anlaşıldı. O konuda uzun uzadıya bir şey söylemeyeceğim. İstiklâl Marşının kendisi Türk Milletinin eseridir ve İstiklâl Marşı Derneği de bu vakıanın kasten gözden kaçırılmasına bir tepkidir. Yani İstiklâl Marşı Türk Milletinin bir eseridir ve hiç utmayın ki, İstiklâl Marşı 1921 yılında TBMM’de çoğunlukla ve alkışlarla kabul edilmiş bir metindir, Türk Milletinin milli marşı olarak. Fakat buna itiraz edenler o zaman da vardı, hep olageldi. İstiklâl Marşına itiraz edenlerden bir tanesi Lozan anlaşmasını imzalayanlardan birisidir, Rıza Nur. Başka bir tanesi de Ankara’da kocaman bir caddeye adını veren Tunalı Hilmi’dir. Bunlar İstiklâl Marşının pek işlerine gelmediğini savunan insanlar. Ama İstiklâl Marşı var. İşimiz İstiklâl Marşının hangi ihtiyaca cevap verdiğini anlamak, bizim de bugün bu ihtiyacın içinde olup olmadığımızı anlamak. Mesele budur. Asrın İdraki dediğimiz şey gavurca tabirle bir mentalitedir ve bu mentalite yaşadığımız şeylere intibakımızı öngörmektedir. Şimdi, intibak edelim mi, etmeyelim mi, bunlar üzerinde konuşulması gereken şeylerdir, ama asıl önemli olan şey, hepimizin sınırlı bir ömrü olduğu ve bizim bu dünyada geçirdiğimiz süre boyunca, bizim esas düstur olarak dünyadan kâm alıp almama meselesini benimseyip benimsemediğimiz meselesidir.
Yani biz bu dünyaya özel bir misyonla gönderilmiş yaratıklar mıyız yoksa “ne olacak işte, şu kadar sene ömrümüz var, üstelik ne kadar yaşayacağımız da belli değil. İşte ölmeden şöyle şöyle yapsak fena olmaz”, diyen insanlar mıyız? Mesele budur. Yani bu manada belki insanları dünyada niçin bulunduğunu bilenler ve bilmeyenler olarak ayırmak isabetli olur. Panelistlerimizden Hamdi Özyel’in tespitiydi yanılmıyorsam, evet “Türkiye ahiretin tarlasıdır”. Onun tespiti. Şimdi bu sadece parlak bir aforizma gibi görünebilir. Ama benim kanaatime göre hakikatin ta kendisidir. Bunu anlamamız gerekir. Türkiye ahiretin tarlasıdır. İstiklâl Marşı Derneği eğer bugünkü çizgi devam edecek olursa, Türkiye Cumhuriyeti haritadan silindikten sonra, hala yapacak şey kaldığına inanan ve bu işin peşini bırakmayacak olan insanların bir araya geldiği dernektir. Anlatabildim mi? Yani ‘biz bu vatanı sattırmayız, yok efendim buradan bir karış toprak verdirtmeyiz’, biz böyle bir sloganla çıkmıyoruz. Biz diyoruz ki, gâvurlar bir şeyler yapabilirler ve bunu üstelik Müslümanlığı da alet ederek elde edebilirler.
Ama biz bugün 780.000 km2 olarak bilinen Türkiye topraklarının kâfirden kaçırılmış bir alan olduğunu bilerek her halükarda bir dar-ul İslam beldesi kalacağına kendini bağlamış insanların bir araya geldiği dernek olarak görüyoruz, İstiklâl Marşı Derneğini. Yani Sevr anlaşması yürürlükte kalsaydı ve uygulanabilseydi, doğacak olan sonuç Türkiye’nin namevcudiyetiydi. Yani Sevr anlaşmasında Türkiye’ye bırakılacak topraklar varmış gibi görünüyor, ama 1919’da Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarmasıyla beraber başlayan süreç hiç Türkiye’nin kalmamasına dönük çabadır. Yani Sevr, büyük bir Ermenistan ve muhtar bir Kürdistan öngörüyordu, geri kalan toprakların da büyük Yunanistan’a tahsis edilmesi üzerine 1919’da bir harekât başlatıldı. Dolayısıyla eğer Polatlı’ya kadar gelmiş olan Yunan kuvvetleri 30 Ağustos’ta mağlup edilmemiş olsaydı, bugün, dünyada Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan bir ülke olmayacaktı. Bunu biliyoruz ve önce kuzey sınırı, sonra güney sınırı ve en son batı sınırı tespit edilen bu toprakların bize Allah tarafından ahretin tarlası olarak bahşedildiğini ve bu tarladan vazgeçmeyeceğimizi, -yani hiçbir şartta vazgeçmeyeceğimizi- bilmek sebebiyle bir araya gelmiş olan insanların derneği, İstiklâl Marşı Derneği. Hadise bundan ibarettir. Sene-i Devriye toplantısında demiştim; İstiklâl Marşı Derneği niçin kuruldu sorusunun cevabı; “ben Türk değilim ama bu topraklarda benim de hakkım var” diyenlerin havasını alması için kuruldu bu dernek demiştim. Bu son yaptığım izahat biraz önce söylediğim sözlerin bir an önce tamamlanmasına müteveccih. Şimdi tarih şuurundan mahrum bir halde halimizi kavramamız imkânsız, bunu bileceğiz. “Bir mücahede sonucunda biz bu devleti ortaya çıkardık” yanlış. Yani “biz din uğrunda savaşa girdik ve sonuçta bu devlet ortaya çıktı” böyle bir şey yok. Biz sadece dua ettik. Yine panelde de sarahaten ortaya çıktığı üzere; bu duamızın en yoğun kısmı İstiklâl Marşı’nda tecessüm etti. Biz bir dua ettik ve bu dua kabul olundu. Türkiye Cumhuriyeti dünya şartlarının zorladığı durumda Allah’ın inayetine bel bağlayanların bir mükâfatı olarak ortaya çıktı. 1913 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde Federal Reserve (Amerikan Merkez Bankası) kuruldu. 1914’te dünyada savaş çıktı. 1913’te Federal Reserve kuruldu, 1914’te savaş çıktı. “Canım işte savaş çıktı”. Eğer biraz merakınız varsa; 1. Dünya Savaşı’nı kim çıkardı sorusu kocaman bir tartışmadır. Herkes birine bir kuyruk takar yani. Ama savaş çıktı. Savaşın neden, nasıl, kim tarafından çıkarıldığı meselesi tartışıla dursun biz sonucuna bakıyoruz.
1. Dünya Savaşı 1914 yılında çıktı, 1918 yılında dünya sisteminin itirazsız ve alternatifsiz işleyebilmesi için gerekli şartlar elde edildi. Ya da dünya sisteminin sıhhatli işlemesi karşısına alternatif ortaya çıkarabilecek ve dünya sisteminin işlemesinde pürüz doğurabilecek kuruluşlar yapılar ortadan kaldırıldı. Savaş henüz bitmeden Rus Çarı yoktu. Savaş biter bitmez Alman İmparatoru yoktu, Avusturya-Macaristan İmparatoru yoktu, İslam Halifesi yoktu. 1918 de Rus Çarı yok, Alman İmparatoru yok, Avusturya-Macaristan İmparatoru yok ve İslam Halifesi yok. Bunun manası nedir? Bunun manası dünya finans sisteminin işleyişine rakip olabilecek büyük birimler yok. Bu toprak parçası olarak da, önemli teşkilat olarak da sistemi zora sokacak önemli, büyük birim. Bugün Avrupa birliğinden en çok mali yardım alan ülke Katolik ülke İrlanda, en az mali yardım alan ülke Katolik ülke İspanya. Bunun sebebi nedir? Bu doğrudan doğruya dünya sistemiyle alakalı bir şey. Avrupa Birliği İrlanda’ya mümkün olduğu kadar çok yardım etmekten fütur etmiyor. Çünkü İrlanda’nın ekonomik bir ağ kuracak pozisyonu yok. İrlanda'yı dünyanın en zengin yeri yapın; tıpkı Arap şeyhlikleri gibi yapın, yani ne olacak; İrlanda İrlanda olur, netice itibariyle başka bir şey olmaz. Ama İspanya kendini derleyip toparladığı takdirde arkasında kocaman bir imparatorluk var. Latin Amerika ve İspanyol İmparatorluğundan kalma Filipinlere kadar giden diğer geniş nüfuz bölgeleri. Dünya sisteminin lortları buna dikkat eder.
1918’den bahsediyorum, 2008’den değil. Tabii 2008’de de böyle şeylere dikkat edilir. Ama 1918 de dünya sistemi rakip olabilecek büyük birimleri bertaraf etti. Hemen arkasında bunu tabi insanlar, insanım diyenler yuttular. Biraz önce dediğim gibi ben insanım dediğin zaman kafan başka türlü çalışıyor. “Allah’ın kuluyum” dersen ancak öbür kullar ne yapıyor diye bakıyorsun. Ama 1. dünya savaşından sonra yani 1918’den sonra dünya sistemi kendine rakip olacak unsurların bünyesinden kendini metbû kılacak sistemler geliştirdi. Bu olaylar ilk bakışta anlaşılan şeyler değildi. Bu yönetimler ilk bakışta dünya sistemine karşıymış gibi algılanan özellikte şeylerdir. Birincisi Sosyalist Sovyet rejimi, ikincisi Türkiye Cumhuriyeti, üçüncüsü Faşist İtalya, dördüncüsü Nasyonal Sosyalist Almanya. Bunlar iki harp arasındaki dünya sistemin kendinin kölesi yaptığı fakat haricen dünya sistemi ile meselesi varmış gibi görünen kuruluşlardır. Ama uzatmayayım; II. Dünya Savaşının sonunda bunlar da tasfiye edildi. Yani öyle ezbere yapılan şeyler değil. Tabii Almanya bir problemdi. Çünkü Almanlar modernliğin başından beri birçok yükü sırtlamış ve çektiği zorlukların hiçbir mükâfatına kavuşamamış bir topluluk olarak iki harp arasında bir çılgınlık yaşadı. Sonuçta 1945 yılına geldiğimiz zaman dünya sisteminin tezgâhı gayet güzel işledi ve 1918’de pürüzlerden temizlenmekten daha ileri bir kolaylık çağı, yani pürüzleri temizlemenin ötesinde alenen bir hâkimiyet çağı başlattı.
1945 yılına geldiğimiz zaman dünya sisteminin Amerika kıtasına süzüp taşımış olduğu şey Avrupa’ya ve bütün “eski dünyaya” geri geldi. “1492” işte, bir tek bunu biliyormuş Amerikan tarihinden adam. Malumunuz, Amerika Birleşik Devletleri’nde vatandaş olabilmek için birincisi; 7 yıl Amerika Birleşik Devletlerinde ikamet etmiş olmak gerekiyor. Ondan sonra da hâkim huzurunda İngilizce den ve Amerikan tarihinden imtihan oluyorsun.
Ama adam İngilizce olarak, sadece 1492 demeyi biliyor Amerikan tarihinden.. Hâkimin kulağına ‘sadece 1492 demeyi biliyor’ diyorlar. Hâkim soruyor. Amerika kıtası hangi tarihte keşfedildi diyor. O da 1492 diyor. Tamam, geçtin sana vatandaşlık veriyoruz. Diyorlar. Böyle vatandaşları var Amerika’nın yani. Kızılderililer değil.
1492 de Amerika keşfedildiği zaman, Avrupa’nın başından henüz Türk tehlikesi kalkmış değil. 1492’den sonra Amerika kıtasına gidenler. Amerika kıtasına gitmek zorunda olanlar. Yani bunların önemli bir kısmı suçlular. Kaçıyorlar bir yolunu bulup. Bir kısmı dini baskı, bir kısmı milli baskı bir kısmı sosyal baskı gören unsurlar. Bunlar da o özgür ülkeye gidip ne halleri varsa onu görmeye çalışıyorlar. Sadece bir kesim Almanya’da yaşayan insan mecbur olmadığı halde Amerika’ya göçüyor. O yüzden Amerika birleşik devletlerinde özellikle. Diğer yerlerde İspanyolca konuşuluyor. Portekizce konuşulan Brezilya var. Almanca ile İngilizce ABD’de, I.Dünya savaşında Almanya’ya Amerika’nın savaş ilan ettiği güne kadar aşağı yukarı eşitmiş. Ne kadar İngilizce gazete ve dergi çıkıyorsa o kadar da Almanca dergi ve gazete çıkıyormuş. Ama savaş ilan edilir edilmez hemen kesilmiş o iş. Hepsi İngilizce yayımlanmaya başlamış. Her ne hal ise..
Benim size belirtmek istediğim nokta şu; Avrupa’da doğup dünyaya gücünü kabul ettiren kapitalist işleyiş Amerika’da yürürlükte olan kapitalist işleyişten farklıdır. Avrupa’daki kapitalist işleyişin kültürel bir yükü vardır. Bu kültürel yükün ne olduğunu her ülkede ayrı ayrı tespit etmek mümkün. Yani bir kapitalist işleyiştir. Yani sermayenin düzeni temin etmesi suretiyle yürüyen bir hadisedir. Fakat dediğim gibi her topluma mahsus bir kültürel bir rengi vardır. Bu renk de devlet gücüyle para sahibi arasındaki ilişkiye dayalıdır. O manada mesela Britanya’da yürüyen kapitalist ilişkilerle Fransa’da yürüyen kapitalist ilişkiler, Almanya’da yürüyen kapitalist ilişkiler aynı ilişkiler değildir. Kültürel renkler ağır basar. Çok soyutlayacağımız şekilde İngiltere’de gerçekten gâvurca ‘market economy’ dediğimiz şey vardır. Sermayedarın inisiyatifinin önüne devletin kararları geçmez. Fakat Fransa’da ta Fransa’nın ortaya çıkmasından itibaren merkezi yönetim çok ağırlıklı olduğu için Fransa’da kapitalizm ister istemez devlet kapitalizmidir. Merkezi yönetimle ilişkisi sıkı olan bir şeydir. Almanya’da ise Alman birliğinin, Almanların müşterek isteği ve çabası ile gerçekleşmiş olması sebebiyle Alman kapitalizmi sosyal karakterlidir. Böyle özellikleri var. Hollandalılar ne yapar, İsviçreliler ne yapar, İtalyanlarınki nasıldır? Her birinin kültürel renkleri vardır. Avrupa’da kapitalizm dediğiniz zaman kapitalizmin tarihine ilişkin özellikleri bir kenara atıp mücerret kapitalizmden bahsedemezsiniz. Mücerret kapitalizmden bahsedebilmek için ABD ve Kanada şartlarına vakıf olmamız gerekir. Orada çünkü paranın belirleyiciliğinin önüne hiçbir şey geçmiyor. Onun için banka soymak Fransa’da değil. Amerika’da daha kârlı bir şey. Yani Fransa’da parayı ele geçirmek her şeyi ele geçirmek olmuyor. Ama Amerika’da parayı ele geçirmek her şeyi ele geçirmek oluyor.
Bu en yalıtılmış, en saf hale getirilmiş, imbikten geçirilmiş kapitalizm 1945‘te kıtaya geri döndü. Ve biz, bugüne gelen hayatımızı bu geliş dolayısıyla yaşamaya başladık. Bu yüzden R.Tayyip Erdoğan İmam Hatip mezunu oldu. Yani II.dünya savaşını ABD kazandığı için şu anda cumhurbaşkanımız Abdullah gül ve başbakanımız R.Tayyip Erdoğan’dır. Eğer Amerika savaşı kazanmamış olsaydı başka şahıslar olacaktı.
ABD’nin savaş sonrasında tercihlerinden bir tanesi de düzenle yani kurulu düzenle olumlu ilişkiler kuran dindarlar. ABD 1945’te savaşı kazandıktan sonra bütün dünyada Avrupa da dâhil olmak üzere sistemle işini yoluna koyan dindarların desteklenmesi yoluna oturttu. Yani Amerika’da kendi ülkesinde ‘church goers’ ‘kiliseye gidenler’in temin ettiği bir zihniyet ve bir tavır vardı. Ve muzaffer ABD bu tavrı bütün dünyada hâkim kıldı. Onun için Hıristiyan Demokrat partiler var Avrupa’da, Hıristiyan olmaları hiç mesele değildir. Çünkü demokrattırlar, netice itibariyle.
Bizim dünyamızın nasıl şekilleneceğini birileri karara bağlıyor. Ve biz bunun kendi kararımız olduğu zehabıyla hareket edebiliyoruz. Türkiye’de bir şeyler oldu. Türkiye’de bir takım şartlar dolayısıyla bir takım değişiklikler oldu. 1913’te Federal Reserve kuruldu 1914’te savaş çıktı. Ama 1980’de ne oldu da Türkiye’de ne oldu. Bütün bunlar çok meraklı olanlar varsa. Dünya sisteminin kendi ihtiyaçları dolayısıyla sadece Türkiye’ye değil dünyanın her tarafına dayattığı tavırlar, davranış kalıpları var. Bunları bilmemiz lazım. Bizi İMD olarak ilgilendiren şey; 1918 yılında İslâmın bir siyasi organizasyon ve bir askeri güç olarak yeryüzünden silindiği görüşünün dercedilmesidir. Dünyada dünya sisteminin gücünün yetmediği tek yer Türkiye Cumhuriyeti sınırları içidir. Böyle şey olur mu? Böyle şey oldu zaten. Ama biz millet olma meselesini önce savsaklayıp şimdi de lanetlediğimiz için dünya sistemi bunda tabi ki kendi lehine fevkalade faydalı sonuçlar çıkarıyor.
Meselenin ne olduğunu hepimizin bütün açıklığıyla bilmemiz lazım. İstiklâl marşını kabul eden meclis, Lozan’ı kabul eden meclis değildir. Biz ‘İstiklâl Marşı’ Derneğiyiz. ‘Lozan’ derneği değiliz. Biz, niçin vatan sahibi olmamız gerektiğini bilen ve bununla hayatını anlamlandıran insanlar olmalıyız. Niçin vatan sahibiyiz? Müslüman olduğumuz için. Bunun ikinci bir cevabı yok. Bir vatan sahibiyiz sadece ve sadece Müslüman olduğumuz için. Türk olduğumuz için değil. Şimdi İsmet Özel sen bu Türklük mürklük meselesini hep söylüyorsun... Haa, biz diyoruz ki; ‘Müslüman olmayan Türk olmaz’ Ve ‘ben Müslüman’ım ama Türk değilim’ diyenlerin bize verdikleri zararları da konuşmalıyız. Bu 80 yıllık geçmiş içinde ben Müslüman’ım ama Türk değilim diyenlerin verdiği zararı ciddiye almalıyız. Biz tabi ki, sadece Müslüman olduğumuz için bir vatanımız var. Ama bu vatanı ancak Türk olmakla elimizde tutabiliriz. Yani bunun herkesin bildiği bir veçhesi var. Bu topraklar içinde Müslümanlığın muhafazasının Türklükle olabileceğini en iyi anlayanların kimler olduğunu fark etmekle vazifeliyiz. Bir de tabi bu vesile ile mutlaka belirteyim ki son zamanlarda Kürt meselesi falan filan çok konuşuluyor. Ben Müslüman’ım ama Türk değilim diyenlerin arasında bize en az zararı verenler Kürtlerdir. Bu tabi onların çapıyla falan da alakalı, ama Müslümanlıklarıyla da alakalı. Aslında o ciddi bir manipülasyon. Yani, 1923’te Cumhuriyet ilan ediliyor. 1925’te Şeyh Said isyanı çıkıyor. Bu ulusalcıların falan söylediği gibi bir şey değil, daha kapsamlı bir şey.
İstiklâl Marşı Derneği, İstiklâl Marşının kabulünü sağlayan meclis ile Lozan’ın kabulünü sağlayan meclis aynı meclis olmadığını vurguluyor. Ve diyor ki biz ‘İstiklâl Marşı’ Derneğiyiz. ‘Lozan’ derneği değiliz. Bunun Sevr’in tercih edilmesi anlamına gelmeyeceği besbelli. Ama bildiğimiz şey şu: Eğer İstiklâl Marşı metin olarak ortaya çıkmamış olsaydı, biz ‘Türkiye’ diye bir yeri tarif edemeyecektik. Ve sonuçta Müslüman’ın sözünün geçtiği yer, aynı zamanda onun ibadet edebildiği yer olduğu gerçeğinin gereğinden de mahrum kalacaktık. İstiklâl Harbinin galibinin kim olduğunun tespitini âmir İstiklâl Marşı. İstiklâl Harbinin galibi kimdir? “İstiklâl harbinin galibi ordudur”, diyenler olabilir ki, bu cümle yanlış olmaz. Çünkü 1918 sonrasında derlenip toparlanma ve bir harekât başlatma hadisesi ordu mensuplarının marifeti olmuştur. Yani bunu dışarıda bırakırsak çok fazla bir şey anlayamayız.
Geçen toplantımızda Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş meselesinin özellikli olduğunu belirttim. Elbette halkın inisiyatifi elinden bırakmadığı alanlar bunlar. Ama diğer yerlerde inisiyatif ordu mensuplarının elinde. Ama bu ordu mensupları dediğimiz zaman bunlar mutlaka Ankara’daki generalleri kast etmiyoruz. Yüzbaşılar, binbaşılar var Türkiye’nin her yerinde. Yiğitlik günleri o zaman. Onlar yanlarına üniformasız insanları da almasını biliyorlar.
Dünya sisteminin işleyişi ile Türkiye’nin kendini yükseltişi arasında tuhaf ve asla kabul edemeyeceğimiz durumlar doğdu. Bunları bilmemiz lazım eğer bundan sonra bir şey yapmaya hevesimiz, niyetimiz, gücümüz olsun istiyorsak.
Türkiye Cumhuriyeti toprakları dünya sistemine ve dünyanın siyasi haritasına, yeni rejimin Avrupa’ya zarar verecek ekonomik gelişmeler üretmemesi kaydıyla raptedildi. Ve aralıksız 27 yıl süren tek parti yönetimi bunu mükemmelen yürüttü. Türkiye sınırları içinden Avrupa’ya zarar verecek ekonomik bir gelişme doğmayacaktı; doğmadı. Ama 1945’te Amerika’nın mutlak hâkimiyetiyle kurulan düzen Türkiye’nin kendi başının çaresine bakmak üzere bir şeyler yapabileceği fikrini bazı zihinlere cazip gösterdi. Ve Türkiye 1950 yılından 1960 yılına kadar böyle bir tecrübenin yapılabilip yapılamayacağı meselesinin insanların yedeğinde tuttuğu bir 10 yıl yaşadı. Yani yapılabilir diye ciddi yoğun bir hareket yoktu. Yapılamaz diye bir karamsar yoğunluk da yoktu. Ama bu 1950’den 1960’a kadar insanlar ; ‘neden olmasın? Biz de dünyada etkin rol oynayan ülkelerden biri olabiliriz’ fikri birilerinin kafasında; ‘hakikaten olur yahu’ şeklinde yaşadı. Ama 27 Mayıs 1960 sabahı bu Türkiye Cumhuriyetinin milli varlık göstermek suretiyle derecesini yükselteceği fikri tamamen zihinlerden kazındı. 27 Mayıs 1960 bunu dayattı ama.. Tabii bir manevra yapıldı o sırada. Sanki bir takım ideal ütopik düzenler peşinde koşulursa böyle bir açılımın mümkün olabileceği ile bu yapıldı. Yani 27 Mayıs 1960’tan sonra insanlar, Türkiye’nin milli varlığını yükselterek dünya milletleri arasında itibarlı bir yer alabileceği fikrine sahip değillerdi. Bunun yerine sosyalist olarak, Turancı olarak, Ümmetçi olarak bir numara çekilebileceği fikri insanlara kakalandı.
Bunlardan tabii ki en ciddi olanı sosyalist olanıydı. Çünkü dünyada reel sosyalizm ya da real sosyalizm dediğimiz bir şey vardı. Büyük bir Sovyetler birliği vardı. Dünyanın altıda birini kapsayan bir alandı. Üstelik 1945’ten sonra Sovyetler birliği nüfuz alanını bütün doğu Avrupa’ya yaymıştı. Gene 45’ten değil ama 48’den sonra bir Çin Halk Cumhuriyeti doğmuştu. 60’lı yılların ortasından itibaren Çin Halk Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasında bir tartışma çıktı falan filan o ayrı bir mesele. Ama dediğim gibi Türkiye’de sosyalist bir düzen temin etmek suretiyle Türk Milletinin durumunun bir üst basamağa çıkarılması meselesi Turancılıktan ve Ümmetçilikten daha, reel daha “realisable” bir şeydi. Neden? Çünkü aynı zamanda aynı dönemde bir Arap Birliği ideolojisi vardı. Çok kuvvetliydi. Yani ümmetçi olmayı savunan insanlar Arap birliğinin içinde olamayacağımıza göre ne yapacağız diye onlar kendi kendilerine düşünüyorlardı. Turancılar da zaten antikomünizmle dolmuş ve orada donmuş kalmışlardı. Çünkü onlar için Turan ülkesinin kurtulması ancak Sovyetler birliğinin yıkılmasına bağlıydı. Dolayısıyla Turancılıkla Amerikancılık matematik bir özdeşlik gösteriyordu. Bunun sonucunu 27 Mayıstan sonra çok net gördük.
Bu dönemde ne olduğu, bilinmesi gereken zaruri şeylerden bir tanesidir. Türkiye’de II. Meşrutiyetten beridir devam eden sol çizgide yer almayan tek parti yönetimindeki Moskovacı eğilimleri temsil etmeyen, sadece Türkiye’de yaşayan insanların haysiyet ve refah meselesinin birleştiren bir sosyalist görüş doğdu Türkiye’de. Bu görüş çok sayıda insanı kapsamıyordu tabii. Ama belli insanlar bu mentalitede idiler. Bazı anekdotlar aktaracağım size neyin ne olduğunu anlamanız için.
Sondan başlayayım. Sovyetler Birliği 1968 yılında tanklarıyla Çekoslovakya’ya, Prag’a girdiği zaman Türkiye İşçi Partisinin genel başkanı Mehmet Ali AYBAR bunun sosyalizme yakışan bir hareket olmadığını beyan etti. Ve o zaman en popüler gazete olan Akşam gazetesi kocaman bir manşet attı: ‘Aybar Sovyetler’e çattı’ diye. Bu hadisenin akabinde TİP içinde ciddi bir anti Aybar hareket başladı ve kendi adına başarılı oldu. Bu anti Aybar hareket içinde TİP teşkilatında insanlar üyeleri ikna etmeye çalışıyorlar. Anadolu’nun bir yerinde Mehmet Ali AYBAR aleyhinde konuşan bir konuşmacı topluluğa diyor ki; sonunda arkadaşlar. Diyor. Bu adam Karl Marks’ın kitabını da inkâr etti. M. Ali AYBAR’ın beyanları arasında şöyle bir şey var. Diyordu ki; ‘kitaplar fotoğraflar gibidir’ Elbette bir takım gerçekleri yansıtırlar tıpkı fotoğrafın o resmettiği şeyin o anını yansıttığı gibi. Dolayısıyla bizden önce yazılmış sosyalist metinlerden elbette yararlanırız ama onu o günün izahı olarak anlarız. Bir fotoğraftır o. Fotoğraftan tabi ki bir şey öğrenirsin. Bunun üzerine hasımları M.A.Aybar’ı TİP üyelerine şöyle şikâyet ettiler: ‘Arkadaşlar! Bu adam Karl Marks’ın kitabını da inkâr etti’ Bu sözler üzerine toplantıdaki üyelerden birisi kalkıyor. ‘Ulen!’ diyor, ‘Biz buraya Allah’ın kitabını inkâr edip geldik, adam Marks’ın kitabını inkâr etmiş çok mu?’ (gülüşmeler)
Böyle bir mantık var; yani dünün Türkiye’sinde ne pahasına olursa olsun bir şeyler yapılmasını isteyen insanlar var. Bu itirazcı adamın niyeti Allahın kitabını inkâr değil. Bu şartlarda Müslüman olabilmem zaten imkânsız diyor adam. Her neyse adamı savunacak falan filan değilim. Ama bir anlayışı, bir zihni çerçeveyi anlatmak için söylüyorum. Diğer aktaracağım anekdot da yine TİP propagandası sırasında olan bir şey. Türkiye İşçi Partisi aleyhinde konuşan propagandist köylülere diyor ki bunlar gelecek her şeyinizi elinizden alacak. Karılarınızı da elinizden alacak diyor. O zaman köylüden birisi: “Sen ne diyon yav”, diyor, “Sen kendi karını düşün. Bizim karılar tezek kokar. Senin ki lavanta kokar. Sen kendi karını düşün. Bizim karıları kim ne yapacak?” Bu da bir şey. Adam tabi ki karısından, namusundan vazgeçmez. Kendisine karını elinden alacak diye ucuz propaganda yapana cevap verme ihtiyacını duyacak bir ruh hali var. Ama bu ruh bilerek kasıtlı bir şekilde Türkiye’de her kötü muameleye maruz bırakıldı. Ve Türkiye Cumhuriyeti devleti sonunda kendi işine hâlâ yarayan bir şey üretti. Ve bugün sizler benden genç insanlarsınız siz sol diye solcu diye bu devletin ürettiği insanları biliyorsunuz. Devlet Türkiye’de kendi işine yarayacak ve tahakkümünü pekiştirebilecek gayrı Müslim dünya ile kenetlenmiş bir sol üretti. Ve buraya geldik. Ama devlet bunu yapmakla kalmadı daha ağır bir faaliyet yaptı daha üzerimizde ağırlık bırakan bir faaliyeti gündeme getirdi. Devlet Türkiye’de bir de siyasal İslam diye bir şey üretti. Türkiye’de hiçbir yerde Cumhuriyetin ilanından itibaren örgütlü ve siyasi hedef güden İslami girişim olmadı. Yoktu. Nurculuk bir şekilde devam ediyordu. Belki Süleymancılık vardı. Yani bir irtibatlı unsur olarak. Başka… Başka yani tarikatların bazıları faal idi. Nasıl? Resmen tarikatları ortadan kaldırmışsın fakat bazı tarikatlar halen var. Bunun bir izahının olması lazım. Demek ki o da öyle yaşayan bir şey.
Ama 1973 yılına geldiğimizde devlet ekstra bir atılım yaptı İslam adına. Neden bu böyle oldu? Şöyle oldu: Türk milleti Haçova meydan muharebesinden bu yana bir inisiyatif ele geçirme çabasında. Türk milleti Haçova meydan muharebesinden bu yana -16. yy sonu 17. yy başı sayılır, 17. yy- Avrupa’da Avrupa medeniyetinin temellerini attığı yıllardır, aynı zamanda Türk milletinin inisiyatif peşinde olduğu zamandır. Türk milleti devlete karşı inisiyatifini ele geçirmek için Haçova meydan muharebesinden bu yana kesafetle hareket ediyor. Kesif bir temayülü var, bir temayülü kesafetle devam ettiriyor. Bu hep bir temayül olarak kalıyor. Ancak fırsat bulduğu yerlerde yapabiliyor bir şeyleri. Bunu millete mensup herkes tek tek yapıyor. Yani bunun da tuhaf tuhaf işleri var. Mesela Ahmet Cevdet Paşayı biz hayırla yâd ediyoruz falan. Eh o da bir şey yapmış, ne yapmış, işte mecelleyi yapmış. Ama mecelle bir Şer’i yasa değil. Mecelle kapitalist sistemin hükümranlıkla işlediği bir ortamda kökleri İslam’da olan bir toplumun muamelatını nasıl yürütebileceğine dair bir formülasyon. Yani mecellenin kendisi Şer’i bir yasa değil. Sadece işlerini yeni dünya şartlarında yürüten insanların kökenini görmezlikten gelmiyor bu kadar. Bilelim ki, mecellenin hazırlandığı yıllarda bugünkü cumhuriyet yasalarına benzer yasaları gündeme getirmek isteyenler var Türkiye’de. Yani Fransız medeni kanunu varken, başka ne arayacağız, diyen insanlar var o zamanda. Ama Ahmet Cevdet Paşa Mecelle’yi tertip etme başarısını elde ettiği zaman onların tezleri gücünü gösteremiyor. Ama Ahmet Cevdet paşa mecelleyi kabul ettirdikten sonra –Türkiye’de nelerin döndüğünü anlamanız için söylüyorum, Türkiye’de bir devlet var bir de millet var- Ahmet Cevdet Paşa ondan sonraki hukuki değişikliklerde hiçbir zaman fikri alınan ya da kendisine iş ısmarlanan bir insan değil. Daha enteresanı Ahmet Cevdet Paşanın talebeleri de hukuk komisyonlarına alınmıyor. Anlıyor musunuz? Böyle bir millet korkusu var, Türkiye‘deki devlette. Bu böyle gele gelmiş.
Nereye kadar gelmiş? Biz İstiklâl Harbini vermişiz, vatanımızı elde etmişiz yani Türkiye topraklarını kâfirlere yağmalatmamışız. İstiklâl Harbi’nin kazanılması demek; kâfirlerin bu toprakları yağmalamasının önlenmesi demek. Böyle bir şeyi başardığımız için de başımız göğe erdi zannetmişiz. Yani kaybetmemiz ihtimal dâhilinde olan şey o kadar büyüktü ki, biz 1950 yılına kadar vatanımız olması meselesinin yanında öbür meseleleri çok hafifsedik. Yani medeni kanun gelmiş, gelmiş ne yapalım yani, değil sadece tabii orada da bir alavere dalavere dönüyor.
Şimdi diyeceksiniz ki ‘millet nasıl oldu da medeni kanuna razı oldu’ diyebilirsiniz. Tabii o zaman bu işin içinde bugünkü AKP’lilik de var. Yani insanlar işlerine geldiği zaman Diyanet’teki müftüye gidiyorlar, işlerine geldiği zaman mahkemedeki hâkime gidiyorlar. Menfaatlerine bakıyorlar hangisi kendileri için daha kârlıysa-dini çözüm iyiyse dini çözüme değilse öbürüne, laik çözüm diyorlar, ona rağbet ediyorlar. Bu yeni bir şey değil yüzyıllardan beri olan bir şey- ama mesela bize Medeni Kanunun kabul ettirilişinde çevrilen bir manevra var. Hepinizin bildiği, Kanuni Sultan Süleyman zamanından itibaren devam eden kapitülasyonlar var. 1838 Osmanlı-İngiliz antlaşması ile bu inanılmaz boyutlara varmış. Falan filan. Onun için yeni cumhuriyet idaresi kapitülasyonların reddi hususunda müthiş hassas. Ve cumhuriyetin ilanı ile beraber kapitülasyonların reddini başarıyorlar. Fakat bu milli hassasiyeti istismar etmek çok kolaylaşıyor. Çünkü yürürlükte sadece mali, iktisadi kapitülasyonlar yok, bir de adli kapitülasyonlar var. Dolayısıyla İstiklâl Harbini kazanmış olsa bile insanlar gayrimüslim oldukları için adli kapitülasyonlar sebebiyle imtiyazlı pozisyonlar elde edebilecekler. Anlatabiliyor muyum? Yani insan gayrimüslim ise ve adli kapitülasyonlar halen yürürlükte ise adamı mesela yargılayamayacaksın. Malını bırak müsadere etmeyi, istediği fiyatta satmasına mani olamayacaksın. Bunun gibi şeyler ki ben ayrıntılarını hiç bilmiyorum. Dolayısıyla medeni kanunun ve borçlar kanunun kabulü ile birlikte diyorlar ki kardeşim biz adli kapitülasyonları devre dışı bıraktık. Bu hakikaten doğru ve milli bir tavır, aksi Türkler adına çok korkunç bir şey, anlatabildim mi?
Medeni kanun, borçlar kanunu yürürlüğe girdikten sonra gayrimüslimlere ‘bakın biz zaten gâvuruz dolayısıyla sizin ayrıca gâvurluk hakkınız yok’ denebildi. Anlatabiliyor muyum? Bu aynı şekilde Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edildiğinde tekkelerde ve medreselerde eğitim yasaklandığı için Türkiye Cumhuriyeti idaresi İstanbul’daki bütün Hıristiyan tarikat mekteplerine gitti ‘biz gâvur olduk, siz de kendi gâvurunuz olacaksınız, yani mekteplerinizde Hıristiyani eğitim yapmayacaksınız’. Yani aksi takdirde Saint-Benoit’ya giden bir çocuk ister Yahudi çocuğu olsun ister Müslüman ana-babadan doğmuş olsun- Tevhidi Tedrisat kanunu çıkmadan önce sabah duasına kaldırılırdı. Çocuğun Hıristiyan olup olmadığına ve yahut vaftiz edilip edilmediğine bakmıyorlardı. Bu mektebe geliyorsan sabah duasına, akşam duasına geleceksin. Anlatabiliyor muyum? Yani böyle bir şey oldu. Zaten 12 Eylül’den sonra da bu başörtüsü meselesi biraz sıkı tutulunca, Katolik mekteplerindeki rahibeler de hemen başlarını açtılar. Derse başları açık girdi rahibeler de. Böyle numaralar hep oluyor Türkiye’de.
Fakat bizim asıl konumuz Türk Milletinin inisiyatif derdi ve bu inisiyatifin devlet eliyle nasıl devre dışı bırakıldığı. 14 Mayıs 1950 tarihinde akşam ezanı, Tanrı uludur-Tanrı uludur şeklinde değil de, Allah-u Ekber - Allah-u Ekber diyerek okundu, daha ezanın aslına uygun okunmasını cezalandıran kanunun iptali beklenilmeden. Demokrat Partinin seçimi kazandığını öğrenir öğrenmez herkes ezan okudu. Bir önceki gerçek ezan dört gün önce yani 10 Mayıs 1950’de ilk defa Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesinde okunmuştu. Ama minareden değil, birisi Beyazıt’ta çatıya çıkmış ezan okumuş. O gün daha Demokrat Parti’nin iktidara gelip gelmeyeceği belli değildi. Ama geldiği kesinleşir kesinleşmez millet kendi ezanını okudu. Tabii ki bundan rahatsız olan insanlar vardı ve hala bu Türkiye’de öyle bir olaydır ki birilerinin korkusu olarak kalmıştır. Bu milleti bir yerlerde rahat bırakırsan ne yapacakları belli olmaz şeklinde. Ondan sonra biliyorsunuz ezan serbest bırtakıldı, ben de işin içyüzünü bilmiyordum; Demirkırat belgeselinden öğrendim; Demokrat Partinin içerisinde de ezanın serbest bırakılması konusundaki çabalara yüz vermeyen bir ekip var, fakat o zaman Başvekil Adnan Menderes ‘eğer bu kanun çıkmazsa ben bu işte yokum’ deyip istifa ediyor ve eğer ben Ankara’da kalırsam ne yapıp ne edip benim istifamı geri aldırırlar deyip uçağa atlayarak Mersin’e gidiyor. Tabii bunların olduğunu kamuoyu hiç bilmiyor. Ben dahi 1980’den sonra duydum. Ondan sonra başvekili Mersin’den geri getirmek için kanun teklifi veriyorlar meclise. Ancak öyle bu iş temize çıkıyor. Sonra ne oluyor, bakın bu da önemli bir şey, Siyasal İslam sanıldığı gibi Nurcular sebebiyle, Demokrat Parti’nin dine verdiği tavizlerin bir hatırası değil. 1950–1960 arasında Cumhuriyet Halk Partisinin bir kesim yöneticileri Ticanileri Demokrat Partiye karşı kullanmak üzere siyasal İslam üretiyorlar. Yani ilk defa siyasal İslam Ticaniler ağzından Türkiye’de kâfir devlet filan olduğu iddialarıyla karışık, Pilavoğlu’nun mahkumiyeti, sürgün edilmesi falan filan çerçevesinde bir biçim kazanıyor. Gelin görün ki, 27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye’nin yüzyıllardan beri seçimle gelmiş ilk ve son iktidarı ortadan kaldırılıyor ve ne oluyor, yeni bir düzen tesis ediliyor Türkiye‘de. Ondan hemen sonra Siyasal İslam falan başladığı yok.
Size aktarmaya çalıştığım şey sarahatle şudur: Türk milletinin bir inisiyatif peşinde olduğunun bilgisi bulunmalıdır herkeste. Türk milleti maskara edilmeyi yakıştırmaz kendine. 27 Mayıs 1960 ihtilalinde sonra seçim yapıldı 1961 yılında ve o seçime kapatılan DP’nin oylarına talip olan iki parti girdi. Yani bu ayarlanmış bir durumdu. Bir yerde Ragıp Gümüşpala’nın başında olduğu Adalet Partisi vardı, onun yanı sıra Ekrem Alican’ın başında olduğu Yeni Türkiye Partisi vardı. Bu iki parti de DP’nin oy tabanına talip olduklarını beyan ediyorlardı, tabii ki bulabildikleri uygun bir ifadeyle. Ve bu bölünme sebebine binaen, 1961 seçimlerinde en çok oy alan parti CHP oldu. İkincisi AP idi, üçüncüsü Yeni Türkiye Partisi. Ama bundan önce ne oldu? Anayasa referandumu oldu.
1961 Anayasası halkoyuna sunuldu ve bu anayasaya hayır demek, yasaktı. Yani hayır deme propagandası yapmak yasaktı. Bütün devlet memurları köy köy dolaşıp bu anayasaya evet diyeceksiniz diyorlardı. Bütün şehirlerde duvarlara evet, evet afişleri yapıştırılmıştı, bütün gazeteler Anayasa’ya evet denilmesi konusunda yayın yapıyordu, bütün siyasi partilerin başkanları Anayasaya evet denilmesi gerektiğine dair beyanatta bulunmuşlardı ve oylamadan %44 hayır oyu çıktı. Anlıyor musunuz? Türkiye de hayır propagandası yapmak yasaktı, Türkiye’de açıktan hayır diyeceğini beyan eden hiç kimse yoktu ve onu bilmiyorum -1982 Anayasası sırasında zarfların şeffaf olduğunu söylerler yani ince kâğıt kullanmışlar hayır oyları maviydi dolayısıyla beyazsa belli olmuyor ama maviyse belli oluyor içinde anlıyor musun? 1982 de onu yaptılar- 1961 de onu yaptılar mı bilmiyorum, zaten o zaman 16 yaşındaydım. Buna rağmen milletliğine kıymet veren millet, biz 27 Mayıs 1960 ihtilaline razı değiliz oyunu kullandı. Tabii ki buradan birileri ders aldı.
1961 seçimlerinde dediğim gibi hem Demokrat Partinin oyları bölündü, hem de propaganda imkânları çok özel bir şeydi. Adalet Partisi, ölen bir Demokrat Parti bakanının karısını kürsüye çıkarıyordu ve kadın kürsüde hiç konuşmuyor; “Gözlerime bakın ne diyeceğimi anlarsınız” diyordu. Bu derece anormal, acayip şartlarda 1961 seçimleri oldu ve 1965’e kadar koalisyon hükümetleri ile idare edildi Türkiye. AP-CHP koalisyonları oldu genellikle, birkaç koalisyonla işi götürdüler. Ama 1965 seçimlerinde Adalet Partisi 240 milletvekili ile meclise girdi. AP hesbına, bu 240 milletvekillik başarıyı elde etmek diye bir şey yoktur. Bu sonucu siyasi bilinç itibariyle bilmeniz gerekir. 1964’te Süleyman Demirel Adalet Partisinin başına geçti 1965’te seçim oldu. Yani bu bir siyasi partiyi tercihle açıklanamaz. Doğrudan doğruya bir milletin inisiyatiften vazgeçmeme iradesinin bir yansımasından ibarettir. Milletin hiçbir dönemde Adalet Partisine bayıldığı filan yoktu; ama 1961’de yapamadıklarını bir şekilde 1965’de yapmak istediler ve yaptılar. Üstelik 1965 seçimlerinde seçim sistemi de çok enteresandı. Sadece nispi temsil değil bir de milli bakiye ya da ulusal artık diye adlandırdıkları bir şey vardı. Yani bir partinin aldığı her oy değerlendiriliyordu. Türkiye çapında milli bakiye diye bir şey vardı. Yani hesap şöyle yapılıyordu. Bu parti bütün Türkiye‘den kaç oy aldı ve bu nerelere düşer? Yani onun için mesela TİP 16 milletvekili çıkardı ve Behice Boran da Urfa milletvekiliydi. Çünkü ne yapıyorlar? Bütün Türkiye’den TİP ne kadar oy almış, bu kaç milletvekiline tekabül eder, şu kadara. Bakıyorlar en çok nereden oy almış, şuradan almış. O zaman bunu burada birinci milletvekilini buradan yapalım. Yoksa bir vilayetten asla o kadar oy almış değil. Bu hesabı CHP için de AP için de CKMP için de yapıyorlardı. CKMP Osman Bölükbaşı’nın partisiydi.
Şimdi bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak özelliğimiz bir bakımdan iyidir. İstiklâl Marşı Derneğinin bu kadar az sayıda insanlarla toplantı yapması halis bir şey. Neden? Çünkü Osman Bölükbaşı konuştuğu zaman herkes onu dinlemeye koşardı, fakat oy vermeye geldiği zaman herkes menfaatini koruyacağını ümit ettiği partiye oy verirdi. Muhammet Altaytaş öteden beri İsmet Özel okuru arkadaşları olduğunu söylüyor ve fakat bunların hiçbiri İstiklâl Marşı Derneği üyesi değil. Anlatabiliyor muyum? Hava basma sırasında bir yerdeler, iş ciddiye binince başka yerdeler. Onun için sayımızın az olmasında da tabii ki hayır var. Osman Bölükbaşı pozisyonuna doğrusu düşmek istemem.
Şimdi 1965’de bu oldu. Ne oldu? 61’de yapamadığını 65’te yaptı. Bunun Haçova meydan muharebesinden bu yana devam eden inisiyatif ele geçirme çabası olduğunu anlamalıyız. Bir millete mensup olmayı iyi bir şey sayıyorsak. Tabiî, şunu da hesaba katmamız lazım: 27 Mayıs 1960 ihtilali de, 12 Mart 1971 Muhtırası da, 12 Eylül 1980 darbesi de dünya sisteminin kendi refleksleri ile alakalı şeylerdir. Onların Türkiye’ye yansımış halleridir ama bu refleksler karşısında Türk milletine mahsusd bir cevap da geliyor. Türkiye de kendi demokratik hayatını talep ediyor. O yüzden bugün AKP’nin %47 oy aldığı meselesi bir gerçeği dile getirmez. Bir siyasi alternatifin oy temin ettiği filân yok. AKP dünya sisteminin istediği partinin iktidara gelmesi için ne kadar oy gerekiyor idiyse onu aldı. Ortada AKP’nin başarısı falan filan yok. Onu burada bilhassa konuşalım tabii. Bu konumuzun içinde. Konumuzun içinde olan şey; 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra yani Türk milleti kendi oyuyla iktidara getirdiği partiyi -çünkü 65’te iktidara gelen Adalet Partisi iktidarını 1969’da korudu.- yani tek başına iktidar olan bir partiydi hala- ama 1971 de muhtıra verildiği zaman iktidardan uzaklaştı, bu sefer 73’te seçim yapan odaklar başlarına 65’te gelenden daha büyük bir felaket geleciğini gayet iyi bildiklerinden çünkü bir inisiyatif meselesi var ve henüz Türkiye’de köşeyi dönme ideolojisi halkın tek ideolojisi haline gelmiş değil- yıl 1973. Yani hala Türkiye’de milli inisiyatif ne yapar yapar, gücünü gösterir.
Dolayısıyla halkın oylarıyla iktidara getirdiği iktidarın askeri muhtırayla yerinden edilmesinin cevabının çok ağır olacağı birileri tarafından biliniyordu. O yüzden MSP icat edildi. Milli Selamet Partisi İslami bir siyasi tercihin hayırlı olacağı fikrini yarım yamalak dahi olsa benimseyen kim varsa hepsini derledi toparladı ve 1973 yılında 48 milletvekili çıkaran MSP Nurcu, Süleymancı, Tarikatçı, Selefi ne kadar ‘eh sonunda biz de Müslüman değil miyiz’ diyen insanların oyunu aldı ve Türkiye’de ki potansiyel bundan ibaretti. Yani Türkiye’de ‘ben dini kimliğimi aynı zamanda siyasi kimlik olarak da neşrediyorum’ diyen insanların miktarı bu kadardı. 450 milletvekilinin 48’ini çıkarabilecek kadar. Ama hemen akabinde ne oldu? 48 milletvekili 26’ya düştü 77’de. Çünkü devlet başında işe nasıl el attıysa sonunda yine el attı. Ve o yarıya inme başarısı elde edildi. Yani solun başına gelenin dışında bir şey Siyasal İslam’ın geldi başına. Türkiye’de sol İslam’ı reddederek değil, İslam’ı öne çıkarmayı da göze alarak başlayan bir halk hareketiydi. Tekrar ediyorum: İslam’ı öne çıkarmayı da göze alarak başlayan bir halk hareketiydi. Hâlbuki Siyasal İslam’la kazanılan sayı insanları ‘idam edilmezsin, korkma’ diyerek ikna etmek suretiyle ortaya çıkmış bir sayıdır. Anlatabiliyor muyum? Anlatamasam da söylemiş olayım.
Zaten siyasal İslam’ın mayası sağlam değildi. Yani Siyasal İslam ortaya çıktıktan sonra bir takım şuurlu Müslümanların bu hareketi sıhhate kavuşturmak üzere harekete geçmeleri gerekirdi. Ama böyle bir şey asla olmadı, bilhassa Siyasal İslam ortaya çıktıktan sonra bunun İslam’ı bir kemikleşmeye dönüşmemesi için bütün isim sahibi olanlar ter döktüler. Ve tabii ki onlar da, kendi başarılarını elde ettiler. Yanılmıyorsam birisi nakletti bana İsveç kralının elini sıkarken mi Recep Tayip Erdoğan Atatürk’ün yerini biz aldık demiş. Yani iş o noktaya geldi, hiç merak etmeyin. Yani demek istediğim Haçova meydan muharebesinden Refah Partisinin MHP ve İDP ile yaptığı ittifaka kadar bir Türk Milleti inisiyatifi var. Ama o ittifakla beraber bu inisiyatif sükût etti. İstiklâl Marşı Derneği bir mahrumiyet sebebiyle var. Eğer Refah Partisi o ittifakı yapmayı reddedebilecek kalitede ve ahlakta insanlardan müteşekkil olsaydı bizim İstiklâl Marşı Derneğini kurmamıza ihtiyaç yoktu. Ama onlar zaten ne için işin içine sokuldularsa onun gereğini yaptılar ve halen yapmaktadırlar. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak milletin, Türk milletinin Haçova meydan muharebesinden bu güne kadar muhafaza ettiği bir inisiyatif talebi varsa, o talebin bir yerindeyiz. Ha, yoksa, ne yapalım yokmuş diyeceğiz. Yine de biz davamızdan vazgeçecek değiliz. Yani gâvurların 1922’de elde edemedikleri şeyi 2008’de 2010’da elde etmiş olmaları bizi davamızdan döndürmez. Biz yine bu toprakların ahiretin tarlası olduğuna inandığımız için tarlamızın tapusunu kimseye vermeyiz. Anlatabiliyor muyum? Yani bugün bu toplantıyı yaptığımız şehir bir Ortodoks başşehri olarak tescil edilse bile biz kendimizi hep 1453 yılında bileceğiz. Yani bizim kitabımızda, yağmur yağdı böyle oldu yok. İstiklâl Marşı Derneğine yanaşmayı göze alamayan veyahut İstiklâl Marşı Derneğine, kimin ajanı olursa olsun, vazifeyle gelmiş olanlar peşinen yağmur yağdı böyle oldu fikriyle hareket edenlerdir. Onlar ne yapalım bugün Amerika ile pazarlığımızda bu var, korkma korkma bir şey olmaz anlayışıyla hareket ediyorlar. Onun için öyle 301. madde bilmem ne falan filan onunla uğraşıyorlar. Saçma sapan şeyler bunlar. Yani bize lazım olan şey Türkiye’nin hiçbir dünya gücü karşısında el öpen yalvaran bir pozisyonda olmadığının izharıdır.
Yani şimdi İstiklâl Marşı’nı kabul eden Meclis Lozan’ı kabul eden meclis değil, dedik. İstiklâl Marşını Kabul eden meclis Lozan’ı kabul etmeyecekti. Neden etmeyecekti? Diyecekti ki; biz bunun için mi öldük? Anlatabiliyor muyum? Yani biz her şeyi bu sonuç için mi riske attık. Şimdi diyeceksiniz ki Lozan kötü bir şey mi? Lozan; tabii ki alınabilenin azamisinin alındığı bir antlaşmadır. Ama dediğim gibi İstiklâl Marşına evet diyenler buna evet demeyeceklerdi. Onlar diyeceklerdi ki hayır biz savaşa devam ediyoruz, anlatabiliyor muyum? Aradaki farkı bilmemiz lazım. Lozan tabii ki geçerli. Bizim kınadığımız şey Lozan elde edildikten sonra Türkiye cumhuriyetinin varlığının hakkı verilmedi.
Bugün elemanter derecede iktisat bilen birine sorun size Türkiye’nin hiçbir şekilde cumhuriyet kurulduktan bugüne kadar geçen hayatının iktisadi bakımdan bu pozisyonda olmaması gerektiğini söyleyecektir. Yani bugüne kadar bizim dünya çapında vazgeçilmez iktisadi kozlarımız olması gerekiyordu. Millet olarak iktisadi kozlarımız yok. Bu bilhassa böyledir. Bu yapılamamış, becerilememiş bir şey değildir. Yani Kenya’daki kadınlar Nazilli basması giymiyorsa eğer, bunun bir kabahatlisi vardır. Anlatabiliyor muyum? Olmayacak şey yoktu. Bugün hala bizi Avrupa birliğine almazsanız başımızın çaresine bakarız diye bir tehditte sunmaya çalışıyorlar. Bugün bütün kötü şartlara yani onların artık her şeyi lehimize çevirdik diye düşündükleri ahvale rağmen Türkiye’nin bugünden başlandığı takdirde hızla yükseleceğini temin edecek imkân vardır. Bu imkânın fark edilmesi lazım. Bu imkânı nasıl fark edebiliriz? Eğer çocuğunuzun Harvard’da doktora yapmasının çok kıymetli bir şey olduğunu sanıyorsanız ve yine çocuğunuzun uluslararası şirketlerde genel müdür olmasını ya da Brezilya merkez bankasında bir Türk bulunması falan filan bunlar size matah bir şeymiş gibi görünüyorsa; tabii Türkiye hiçbir imkânını kullanamaz. Bizim ilk yapacağımız şey başta kendimiz olmak üzere merkezden muhite gâvurun dişini kıracak bir gıda haline gelmek. Yani gâvur seni yemek istediği zaman dişi kırılacak ama sen mugaddi olacaksın. Anlaşıldı mı? Yani demir leblebi olmak hiçbir işe yaramaz. Çünkü demir leblebi demirdendir ve mugaddi değildir. Sen mugaddi olacaksın besleyici olacaksın fakat gâvur beslenmek için seni ısırdıysa dişi kırılacak. Bunun imkânsız olduğunu söyleyen insan vatan hainidir. (Alkışlar…)
E, artık ben de gideyim tamam. Bu kadar konuşmayı alkış için yapmışım meğer.
Bugün İstiklâl Marşı güzel söylendi. Her zamankinden daha canlıydı. Ben de zaten bunu dile getirmek üzere geldim buraya. Bugün bir panel tertip ettik.
İstiklal Marşı Derneği, Gaziantep Şubesi’ni açmakla önemli adımlardan birini daha atmış bulunuyor.
Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,
Kahramanmaraş Şubemizin 3. Olağan Kurulu dolayısıyla tertip ettiğimiz "Namustan Vatan, Vatandan Namus Çıkarmak" serlevhalı program 16 Şaban 1443 (19 Mart 2022) Cumartesi günü yapıldı.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
Selâmün Aleyküm,
Bize, İstiklâl Marşı Derneği’nin Şanlıurfa şubesini açmayı nasip eden Allah’a hamdolsun. Bu, dünya tarihinde dikkate alınacak bir andır. İki şeyi söylemek için buradayım: