"Dinin Derecesi, Milliyetin Derekesi" Başlıklı Panelin Konuşma Metinleri
AHMET DEMİREL:
Bugün beşincisini gerçekleştirdiğimiz panelimizin konusu önceki konularımız gibi itikadîdir.
Bugün dinin derecesi ve milliyetin derekesini konuşuyoruz. Yani cenneti ve cehennemi. Cennet ve cehennem itikadımızca haktır ve gerçektir. Bize bildirileni biz şu şekilde ikrar ediyoruz : Rabbim Allah, Dinim İslam, Kitabım Kuran,Nebim Muhammed (as), Kıblem Kabe. İnandığımız ve ikrar ettiğimiz budur.
Dinin derecesi ile de Allah katındaki dini, İslam’ı anlıyoruz.
Dinin derecesi itikadîdir. Yani imana mütealliktir, imana ilişkindir. İman ise azalır ve artar. Çünkü amelsiz iman olmayacağı gibi imansız da amel olmaz. Dolayısıyla dinin derecesi bu veçhesiyle bize tesir eder, bizi tesiri altında tutar.
Şimdi biz, bu tesirden istifade edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Edersek bizim bir hayatımız olur. Etmezsek bir hayatımız olur mu? Etmezsek biz olur muyuz? Veya bir hayatımız olsun mu? Veya bu soruların bir lüzumu var mı?
“Dinin derecesi imana ilişkindir, iman da amele ilişkindir” dedik. Bu münasebetten bize bir selamet alanının açıldığını fark edebiliriz. Bu alandan istifade edersek bizim makbul bir hayatımız olur, bir hayat sahasına kavuşuruz. Kavuştuğumuz bu hayat sahamızda hangi imkanların canlı olduğunu, nelerin muhafaza edildiğini de görürüz. İmkanlarımızın nasıl bir seyir izleyeceği mühimdir, bunun anlaşılması, fark edilmesi irtibat içinde, iştiyak halinde olmamızı gerektirir. İrtibatlı ve de iştiyaklı mıyız?
Gözden uzak tutamayacağımız, uzağında kalamayacağımız meselelerimiz var. Meselelerimizle birlikte vuzuha kavuşmayı önemli buluyoruz. Bu da dinin derecesi ile olacak bir şey. Gelecek inşasında, gelecek bekleyişinde itikadımızla bağımızın ne olduğu, ne olacağı meselesi bizim aslî meselemizdir. Dinin derecesi ile vuzuha kavuşacak önemde meselemizdir.
Dünyada bulunuşumuz ne demektir? Neyin hayrına bulunuyoruz. Duamız neye? Hayırda kalmaya, lehimize olanın teminine mi dua ediyoruz? Duamız şerrin aleyhimize olanın defi için mi? Dünyada bulunmamız olmamız için bir sebeptir, olmamıza yarar, bu ise vatanla olan bir şey. Biz olacaksak, bir hayatımız olacaksa vatanla olacak.
Dinin derecesinin tesiri ile tezkiye oluruz. Dinin derecesi daha başında bize bir şahsiyet kazandırır, bir şahsiyetimiz olur. Başımıza bir şeyler gelir veya kendimizin sandığımız, kendimizden sandığımız ne ise onlarda eksilmeler yaşarız, noksanlaşırız. Mallarımızdan, canlarımızdan ve ürünlerimizden eksiltiliriz. Bu yaşadıklarımız vesile kılınır, Allah’ın takdirine rıza gösteririz.
Burada esas olan şey, bizde olup bitenleri bizim hangi gözle gördüğümüzdür. Etrafımızda cereyan eden hadiseleri dünya gözüyle mi ahret gözüyle mi değerlendiriyoruz? Bakıp da gördüklerimiz içinde hesap gününü, hesap günü içinde kendimizi nasıl görüyoruz. Bu hal dolayısıyla bir yol tutmuş oluruz, yani bir istikametimiz olur.
Bir yerdeyiz, sınırları olan bir yerdeyiz. Bu sınırlarımızın manası var. Sınırlarımız, bütün kötülükleri, kötülüklerin tamamını dışarıda bırakıyor. Bütün iyilikleri, iyiliklerin tamamını sahamızda yaşatıyor. Sınırlarımızın manası bu.
Dolayısıyla bize bahşedilen bir hayat sahasındayız. Vazgeçemeyeceğimiz bir sahada bulunuyoruz. Sorumluluklarımız, sınırlarımızın olduğunu bilmekle, bu sınırların manasının olduğunu bilmekle, cennet vatanda olduğumuzu bilmekle başlıyor.
Dinin derecesi ile helal olanı anlıyor, onu biliyoruz. Helal olanın halis olan olduğu, bize güzidelik kattığı inancındayız . Haram olanın kerih olduğunu biliyor ondan uzak duruyoruz. Süflî olana, yani milliyetin derekesine yaklaşmıyoruz. Bu hal üzere olmakla mukadder ve merbut bir yolda mesafe kat ettiğimiz, edeceğimiz muhakkak.
Dinin derecesi bize dünyada emniyet içinde bir hayat temin eder. Yani emniyet alanına açılır, emniyete kavuşuruz. Her şeyin Allah’ın elinde olduğuna, bize gelen her ne ise O’ndan geldiğine iman ederiz.
Dinin derecesi, imanın azalması ve artması Allah’ın kullarına lütfu ve rahmetidir. Dinin derecesinde olduğu gibi, imanın azalması da artması da hayra mütealliktir.
Bu mertebeden, bu muteber yerden, yani Allah’ın rahmetinden uzaklaşıldığında uzaklaşmakla kalınmaz düşülür de. İşte o düşülen yer milliyetin derekesidir. Orada düşüğünden en düşüğüne azıp sapmışlık vardır.
Milliyetin derekesine insanlar eliyle duçar olunur. İnsanın idraklerini yüceltmesi, akıl erdirmelerini muazzam bulması, kendi kararları, ölçüp biçmeleri, planları programları, kendini yetkili görme gösterme hırsı, canlı cansız bütün mahlukâta tahakküm emelleri ile milliyetin derekesi vuku bulur.
Dinin derecesi mi milliyetin derekesi mi, cennet mi cehennem mi?Böyle bir soru anlamsız bulunabilir. Böyle bir soru sorulmayabilir. Biz dinin derecesinden yana tercihimizi yapmış olsaydık, daha doğrusu kaderimizi arıyor olsaydık, kaderimize razı olduğumuzu gösterebilseydik bu soru sorulmayacaktı. Bunun yerine itikadî zenginliğimizi bilecek, millet olarak bir yükselişe erecektik. Milliyetin derekesinin varlığı bize zarar veremeyecek, milliyetin derekesi bir çare olarak sahaya sürülemeyecekti. Onun ateşi bize dokunamayacaktı. Milliyetin derekesi, yani ateşi insana dokunur oldu. Buna mukabil çoğunluk ateşten korunmak yerine ondan istifade etmeyi seçiyor.
İstiklal Marşı Derneği, milliyetin derekesinden, onun ateşinden, ateşinden istifade etme gayreti içinde olanlardan kendini uzak tutuyor. Biz bu ateşten, milliyetin derekesinden korunmak istiyoruz. Bu hüsrandan dinin derecesine sığındığımız; iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler olduğumuz sürece sakınabiliriz. Biz dünya ateşinden de ahret ateşinden de dinin derecesine sığınıyoruz. İstiklal Marşı’nın da İstiklal Marşı Derneği’nin de duası budur. Bizim duamız budur.
İlmihal kitaplarının namaz bahsinde amel-i kesir ifadesi geçer. Manası çok ,fazla iş demek. Bu terim namazı bozan unsurlardandır. Şöyle: Namaz kılanın yaptığı bazı namaz dışı hareketler(el kol hareketleri v.b)dışarıdan bakan birine onun namazda olmadığı intibaını verirse bu hareketler amel-i kesirdir, namazı bozar. Vermezse amel-i kalildir mekruhtur. Amel-i kesir namaz bahsinde geçen bir ifade. .
Bakınız şimdi bize neleri tedai ettirdiğine,çağrıştırdığına: Nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, ne ile meşgul olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Gaflete düşmemiz an meselesidir. Bizi gafletten koruyacak olan namazda olduğumuzun bilincidir. Namaz, vatanda olmakla ikame edilen bir ibadet. Gafletimiz ihanetimizi hazırlamadan uyanmalı, vatanımız aleyhine, geleceğimiz aleyhine işler çevirenlerin derekesi, onun ateşi fark edilmeli.
Bizi milliyetin derekesinden emin kılacak olan ‘Dinin derecesi’ ile sahip olduğumuz titizliktir. Titizliğimiz bizi milliyetin derekesinden emin kılmaya yeter.
Fecir suresinin son ayetleri şöyle: Ey itminana (huzura) ermiş ruh. Dön Rabbine, sen O’ndan razı, O senden razı olarak. Haydi gir kullarımın içine. Gir cennetime.
***
DURMUŞ KÜÇÜKŞAKALAK:
Selamün Aleyküm! Merhabalar!
İstiklâl Marşı Derneği’nin her panel konusu bana ilginç geliyordu ama bu konu çok daha ilginç. Çünkü diğer panellerde yine az çok panel başlığı hakkında fikrimiz oluyordu. Ben bu güne kadar, ne “dinin derecesi” diye bir terkip duydum, ne de gördüm. Yine “milliyetin derekesi” diye bir terkip de duymadım. Duymadığımız bir konu üzerinde, el yordamıyla bir şeyler söylemeye çalışacağız.
Geçenlerde, Ramazan ayı içinde bir akşam vakti çocukları birdirbir oynarken gördüm, durup seyrettim. Önce atlayana, “usta” diyorlar. Usta, her merhalede ebenin üzerinden atlarken bir hareket yapıyor ve aynı zamanda tekerleme babında bir şeyler söylüyor. Oyuncular da bu hareketi yapmak zorunda ama o tekerlemeyi söyleyemeyen olursa yanmıyor, oyun devam ediyor. Fakat tekerlemeyi söyleyemeyen, buna dili dönmeyen şunu demek zorunda; “ustamın dediği gibi”. Bu her merhalede birdirbir, ikidiriki… O şekilde gidiyor. Bu, ilk defa duyduğum panel konusunda önce İsmet Bey’in konuşması olmuş olsaydı; ben de “ustamın dediği gibi” deyip masadan öbür tarafa gönül rahatlığıyla atlayabilecektim ama iş başa düşünce bir şeyler söylemeye çalışacağız. Sürç-i lisan edersek affedeceğinizi bildiğimiz için zaten, bu cesareti gösterebiliyoruz.
Din ile milliyetin birbirinden tefrik edilemeyecek derecede birbirine girdiği bir yerden dinin derecesine ve milliyetin derekesine bakmaya çalışacağız. Din söz konusu olunca (hâşâ) bir düşüklükten bahsedemeyiz. Eğer bir düşüklük söz konusuysa bu, milliyeti dinden arındırdığımız, ayırdığımız nispette mümkün olabiliyor. Milliyetin bir şeyi seçmekle, bir şey olmakla, bir şeye girmekle mümkün olduğunu esas olarak koyduktan sonra ancak bu konu üzerinde konuşulabiliriz. Yani seçemediğimiz, içinde olamadığımız, içine giremediğimiz bir şeyin mesuliyeti adil olan Allah tarafından bize yüklenmiş olamaz. Böyle bir milliyet tanımı Kur’an ve Sünnet’te lanetlenen asabiyetten başka bir şey değildir. Allah, hidayeti dilediğine verir ve aynı zamanda insan bir şeyi seçer. Yani insan hangi milletten olduğunu söylerken aynı zamanda kendi derecesini ve derekesini de seçmiş olur. Bu seçimle aynı zamanda hidayeti isteyip istemediğini de söylemiş olur.
Türkiye için milliyet gibi dinin ete kemiğe büründüğü bir kavram öyle hale getirildi ki; bugün milliyetin derekesinden bahsetmek zorunda kalıyoruz. Bu topraklarda İstiklâl Harbi ile ortaya çıkan ama vasıfları İstiklâl Marşından başka hiçbir yerde net bir şekilde konulamamış, bünyesinde müthiş bir potansiyeli taşıyan, net bir kıymet ortaya çıktı. Ortada duran bu gerçeklik kimisini ürküttü, kimisini şaşkına çevirdi, kimi avanaklara da avuntu temin etti. Bu, her an ne yapacağı kestirilemeyen milli varlığın önü alınması gerekiyordu. Milliyet meselesinde önce Osmanlılık ve Türkçülük/Turancılıkla epeyce karışan kafalar, Cumhuriyetten sonra Milli Din Projesi ile bambaşka bir yöne kanalize edilmeye çalışıldı. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi uydurukça şeylerle kafalar iyice bulandırıldı, kavramlar yerinden edildi. Kafatasçılığından tutunda ulusalcılığına kadar, oradan Türk-İslâm sentezine kadar sağdan ve soldan cendereye alınmış bir milliyet tarifi yapıldı. Ve milletin önüne “derekelerden dereke beğenin” denilmek suretiyle bir yığın hurafe konuldu. Milliyet meselemize dini bir dereceden baktığımızda bunların hepsinin bidat ve hurafe olduğunu, Hadis-i Şerifte söylendiği gibi; “her bidatin dalalet olduğunu, bütün dalaletin de ateşte olduğunu” söyleyebiliyoruz. Yani yükseklerde esen dini derecenin sağladığı serinlik sayesinde aşağılardaki ateşin hararetini hissedebiliyoruz.
Milliyetin derekesini Türk olmadıkları halde, üzerlerinde Türklükten bir esame taşımadıkları halde milliyetten bahsedenler teşkil ediyor. Ömründe alnı secde görmemiş, ömründe iftar etmemiş adamlar Türklükten ve Türkçeden dem vurdular. Dem vurmak ne, şampiyonluğunu yaptılar. Yahudi Türkçüler ve Hıristiyan Şeriatçılar oldu ve halende fazlasıyla var. Türk Dil Kurumu’nun başına bir Ermeni, Türk Tarih Kurumu’nun başına yine bir ecnebi getirilerek milletin kökleriyle oynandı. Milliyet içinden çıkılması güç, anlaşılması zor bir mesele haline geldi. Turancılık, kafatasçılık, Türk-İslâm sentezi, ulusalcılık gibi akımların kime ve neye hizmet ettiği, derekelerinden gelen kokulardan hemen anlaşılıyor. Bu topraklarda doğmuş bir milliyeti idrak edemeyenlerin ortaya sürdükleri bu tezleri derecelendiremiyoruz. Çünkü yükseklikleri yok. Yani şu şundan daha ehvendir, Türk-İslâm sentezi daha yakındır gibi bir derecelendirmeye tabi tutamıyoruz. Ama derekelerini rahatlıkla görebiliyoruz. Onların cennet gibi bir vatanda yaşadığımızı söylemelerine bile aldırmıyoruz. Çünkü cennet gibi bir vatandan kasıtları; üç tarafı denizlerle çevrili, dört mevsimin aynı anda yaşandığı, dünyadaki bor madenlerinin bilmem yüzde kaçının burada olduğu gibi gerekçelerle sınırlı. Bu gerekçelerin hiçbirisi İstiklâl Marşındaki “cennet vatanı” izah etmiyor. En iyimser ifadeyle Yunus’un “isteyene ver sen anı” dediği elma-armuttan müteşekkil bir yeri izah eder belki. Milliyetin Hakk’a tapmakla mukayyet olduğunu söyleyen İstiklâl Marşındaki cennet vatan; İslâm’ın tek yaşayabildiği topraklardır. Ki bu toprakların ismi “cennet vatan” olarak konulduğunda, milletin yiyecek ekmeğe, giyecek çarığa muhtaç olduğu göz önüne alınacak olursa dindeki derecesiyle millet olmanın ne manaya geldiğini anlayabiliriz. Balçığı bu topraklarda yoğrulmuş insanların namaz kılışı bile farklılık arz eder. Bu topraklarda namazdayken gözler secde mahallinden ayrılmaz, bir yerini iki sefer kaşımak veya nohut büyüklüğünde ağızda kalan bir şeyi yutmak namazın bozulmasına sebep olur. Yani bu topraklarda namaz, asker gibi kılınır. Burada, bastığı yerlerin farkında olan insanların dilleri bile farklıdır. Konuşanlar aynı zamanda bir yerlere konuşlanırlar. Yani böylesi sebeplerle mümbit bir ülkede yaşadığımızı iddia edebiliriz. Mesela Bulgaristan’dan ve Romanya’dan gelen göçmenler geldikleri yerleri anlatırlar; (ben bir göçmen mahallesinde büyüdüm) şırıl şırıl derelerin aktığı, yemyeşil ovaların ve ormanların olduğu yerlerden, Konya’nın Çumra ilçesi gibi dikili tek bir ağacın olmadığı, yağış olduğu zaman bataklık, kurak mevsimlerde çöl gibi olan bir yere gelip yerleşmeyi tercih etmişler. Ama “Kan eksen can biter” gibi bir deyim söylenirmiş orada. Böylesi mümbit(!?) topraklara gelmişler. Kan eksen can bitermiş o topraklarda; çünkü ekilen kan da, biten can da yakinen görülmüş.
Millet ve milliyet tanımımız, hem ümmet anlamıyla hem de modern anlamıyla İstiklâl Marşı’nda ifade edilenden ibarettir. Tüm Müslümanların, tüm Ümmet-i Muhammed’in şerefini taşıyacak bir milliyet, dinen yüksek bir dereceyle açıklanabilecek bir milliyettir. Türk milletinin diğer Müslüman milletlerden farkı; dini nasıl kavradıklarıyla açıklanabilir. İstiklâl Marşı’ndaki tanımıyla “Hakk’a tapan millet” dine Allah’a kulluktan başka bir anlam yüklemeyen bir millettir. Diğer Müslüman milletlerin dini algılama tarzı belki bunu da içinde taşımakla birlikte daha ziyade manevi bir yönelişten ibarettir. Hal böyle olunca maniple edilmeye, başka şeylere tahvil edilmeye açık bir dini derece vardır. Bunu Osmanlının dağılma sürecinde rahatlıkla görebiliriz. İşte, Napolyon’un bildirilerine besmele ile başlayıp, kelime-i şahadet ile bitirmesi, mısır ulemasının onu desteklemesine sebep olmuştur. Öyle bir dini derece sayesinde bu iş mümkün olabilmiştir. Hakeza İngilizlerin işgal ettikleri bölgelerde “Türklere karşı, İslâm’dan yana” savaştıklarını söyleyebilmeleri aynı dini derece sayesinde mümkün olmuştur. Manevi bir yöneliş olarak kabul edilen din kolaylıkla maniple edilebilmiş, bir iktidar sevdasına, bir dünyevi çıkar hesabına tahvil edilebilmiştir. Türkiye’de buna benzer bir dini derece oluşması için din üzerinden oynanan oyunlar dini algının indirgenmesiyle yapıldı. Bunun için önce materyalizme ve ateizme karşı Yahudi ve Hıristiyanlarla işbirliği edebileceğimize dair bir kanaat yerleştirildi. Çünkü onların da güya bir Allah inancı vardı; ateizme karşı bu bir silahtı. Onlarında ahiret inancı vardı; materyalizme karşı bu da bir silahtı güya. Yahudilerle ve Hıristiyanlarla ittifak edilebileceği şayiası çok hızlı yayıldı. Daha sonra din ile milliyet arasında, özellikle Hıristiyan dünyada ki gibi bir ayrımın var olduğu anlayışı benimsendi. Ve böylece dünya sisteminin ayakta kalabilmesi için geliştirilen her planın oyuncuları arasında Müslümanlarda yer aldı. Türklük gibi bir rolü kendilerinden uzak tutanlara, ilahi bir ceza olarak “gâvurlara hizmetkârlık” rolü verildi.
Ayet-i Kerime’de mealen “Emanetin yerlere göklere ve dağlara teklif edildiği, onların bunu yüklenmekten kaçındığı, ama zalim ve cahil olan insanın o emaneti yüklendiği” söylenir. Bugün dünya hayatında, yaratılıştaki teklif edilen emanete karşı 3 tavırdan bahsedebiliriz: Birincisi; emanete ihanet etmek yani emaneti inkâr etmek. İkincisi; emanetin ağırlığının farkında olarak dağlar taşlar gibi, yerler gökler gibi teslimiyet içinde emaneti yüklenmekten kaçınmak –ki bu da Müslümanca bir tavırdır-. Üçüncüsü de; Türkler gibi emaneti taşıyabilmek için, istiklâl zemininde ayaklarımızın sabit kılınması için İstiklâl Marşı ile dua etmek. Ki Türkçenin ulaştığı zirveyi gösteren kelimelerden biri olan istiklâl kelimesinin “yüklenip götürmek” olduğunu hatırlarsak yüklenilen şeyin ta o yaratılıştaki emanet olduğunu da hatırlayabiliriz.
Milliyetin derekesi deyince akla ilk gelen şey biyolojik bir çağrışım; DNA’larla izah edilen, maymundan sivrisineğe kadar, hatta mikroorganizmalara kadar çıkan bir soy-sop zinciri. Bu ülkede insanlara “bu senin zincirindir” denilerek ve mitolojinin de imkânlarından yararlanılarak, insanları zincirleme işi mahirce yapıldı. Zincirin ucu Orta Asya bozkırlarına çakılarak Türkiye’ye ulaşamayacak uzunlukta da güzelce ayarlandı. Bu güdülebilecek güruha zincirlerinin uzunluğu kadar bir yerde, izin verildiği kadar otlama ve avlanma fırsatı verildi. Türkiye’de doğmuş bir millete illaki bir zincir ihdas edilecekse bu zincir 1071’den sonra Mekke-Medine’ye doğru kıvrılır, ele avuca gelmeyen bu zincirin ucu Kalu Bela’ya çıkar. Ancak böyle bir zincir tasvir edebiliriz.
Türkiye’de din ve milliyet konusunda sarih fikirler ortaya konamadı, bu konuda bir şeyler ancak geveleyerek veya kekeleyerek söylenmeye çalışıldı. Bu konuda zihinler kasten bulandırıldı. Osmanlının çöküş dönemi ile yeni bir kimlik olarak Türklüğün yükselişi beraber seyretti. İsmi konulamasa da yükselen kimliğin neleri ihtiva ettiği belliydi. Tıpkı İstiklâl Marşındaki gibi bütün vasıfları sayılan bir milletin adı telaffuz edilmemişti. Çünkü bu vasıfları taşımayan insanlar Türklükten ve Türkçülükten bahsetmeye başlamışlardı. Hâlbuki tarihi bir vakıa olarak yaşanan, olayın iliklere kadar hissedildiği bir sarahat, toplum hayatında vardı. Tıpkı bir balığın içinde yaşadığı suyu bilmemesi gibi bir durum var burada. Bugün sudan çıkmış balıklar olarak suyun ne menem bir şey olduğunu daha iyi kavrıyoruz. Hayatiyetimizi devam ettirmek için ihtiyacımız olan suyu bugün için bulandıran en önemli husus; sürekli pompalanan Osmanlılıktan başka bir şey değildir. Su öyle bulandırıldı ki yüzmek imkânsız hale geldi, balıklardan ziyade avcıların işine yarayan bir ortam oluştu.
Dinin derecesi ile milliyetin derekesi arasındaki fark bizi Türklük ile Osmanlılık arasındaki farka götürüyor. Bazı yerlerinde kesişmeler, birbirine geçişmeler olsa da mecrası çok farklı iki şey: Türklük ve Osmanlılık. Osmanlılık, içinde barındırdığı birçok rengin yanında, ana renk olarak Türklüğü görmek zorundaydı. Çünkü tarih sahnesine çıkışı bir gaza devleti olması sebebiyle idi. Varlığını devam ettirebilmek için ordu-millete ihtiyacı vardı. Osmanlının yedeğinde Gayr-ı Müslim unsurlar sürekli hazır beklediler. Bugün için tarihimize Osmanlı penceresinden baktığımızda, dünya sistemi lehine; Türklük penceresinden baktığımızda, millet lehine yani din lehine yani İslâm lehine bir tutumu benimsemiş oluyoruz. Olup biten olaylara “Osmanlıca” baktığımızda birilerinin oyuncağı oluyoruz ve derekeler içinde kendimize bir yer beğenmek zorunda kalıyoruz. Olup biteni “Türkçe” değerlendirdiğimizde ise derece derece kemale erdirilmiş dinin sancağı altında bir yerde kendimizi buluyoruz. Bugün Türkiye’ye kast edenler ısrarla Osmanlı’yı gündeme getiriyorlar. Sürekli “Osmanlıyı ihya düşüncesinin her derde deva olacağını” dillendiriyorlar. Ki bu dillendirenlerin başını Ermeniler çekiyor. Diğer etnik yapılarda o dili çok seviyor. Koskoca dünya tarihinin merkezinde yer alan, o olmadığı zaman tarihten bahsedemeyeceğimiz Türk Tarihini Osmanlı Tarihine irca ederek bizi dinin derecesinden milliyetin derekesine davet ediyorlar. Biz de İstiklâl Marşı Derneği olarak düşüklüğe yapılan bu daveti kabul etmediğimizi söylüyoruz.
Söyleyeceklerim bu kadar. Aslında bu konu dil ve şiir üzerinden daha iyi izah edilebilirdi ama benim yerim dar.
Sabrınızdan dolayı teşekkür ediyorum.
***
MUSTAFA TOSUN:
Selamün aleyküm. Bu selamıma sadece sizleri muhatap olarak görmüyorum. Şu anda yanımızda bulunan meleklerin de bu selamımı almalarını istiyorum. Ve yine istiyorum ki; Allah bu çabamızda bize meleklerini yardımcı olarak göndersin.
Konuşmama dereke kısmından yani milliyetten başlamak istiyorum. Bir defa millet kelimesine iki anlam verebilmek mümkündür. Bir yönüyle batı dillerindeki nation (ulus?) kelimesinin yerine geçecek şekilde bir anlama sahiptir. Bu manada nation kavramı Fransız İhtilali ile ortaya çıkmış bir şeydir.
Aslında Avrupa’da uzun bir süre Roma İmparatorluğu hüküm sürmüştür. Bu süre zarfında modern anlamıyla milletler de milli diller de henüz doğmuş değildir. Roma İmparatorluğu dağılışı sonrası ortaya bir çok feodal unsur ortaya çıkmıştır. Bu unsurlar bir çok yeni yerel dilin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Feodal dönemde henüz günümüz modern milletleri ve dilleri tam anlamıyla tebarüz etmiş değildi. Bu
manada Fransa, Fransız İhtilali’ne varan süreçte özel bir gelişim sürecine sahne olmuştur. Çünkü Fransa merkezi krallık yoluyla dil birliğini kurmayı başarmış ve bir şekilde milli pazarını işler hale getirmiştir. Bu surette şekillenen nasyonalizm Fransız İhtilali ile ideolojik bir kalıp kazanmak suretiyle dünyaya yayılmaya başlamıştır. Fransa’yı İngiltere’de iktisadi zorlamalar ve ada ahalisi olmak vasıflarına yaslanan bir İngiliz milletinin (nation) doğması takip etmiştir.
Bu Anglo-Fransız kalıba öykünerek; Almanya biyolojik temelli ırkçılık yapmakla, İtalya eski Roma İmparatorluğu’nu canlandırmak istemekle, Rusya’da ideolojik yaklaşımlarıyla bir millet (nation) oluşturmaya çabalamışlardır. Asya ve Afrika’nın ise batı modernizminin ve kapitalizminin ürünü olan millet (nation) kavramına hiçbir esasa dayanmayan kopyala-parçala-yapıştır metoduyla uydurulmaya çalışıldığı gözlenecektir. Daha yakınlarda İstanbul’da bir kısım insanların ellerinde Abhazya bayrakları ile sokaklara döküldüğüne şahit olduk. Bu olaylara Gürcistan- Rusya çatışması nedeniyle rastlanmış olması izaha çalıştığım durumu tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Yani modernliğe dayalı bir millet (nation) anlayışı değer düşmesini, dereke dereke aşağıya inişi ifade etmektedir.
Ama Millet kelimesi esas anlamıyla ümmet kelimesi ile etimolojik akrabalığı nedeniyle müslümanları ifade etmektedir. Bu manada Türk milleti dini bir vasfa sahiptir. Çünkü Türk milleti İslam’ın kılıçlığını, savunuculuğunu yapmakla ifade olunan bir tarihi rolü üstlenmiştir. Yani bizim mensubu olduğumuz millet ile diğer milletler arasında mahiyet farkı söz konusudur.
Derece ve dereke kavramlarını izahta sağlam bir ölçü temin edebileceğimiz bir sure olan Tin Suresi’ni size okumak istiyorum.
وَالتّ۪ينِ وَالزَّيْتُونِۙ وَطُورِ س۪ين۪ينَۙ وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَم۪ينِۙ
İncire ve zeytine andolsun, Sina dağına, Ve şu emin beldeye (güvenilir şehre).
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ
“Biz insanı en güzel suretle halkettik.”
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِل۪ينَۙ
Sonra aşağıların aşağısına çevirdik.
اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍۜ
Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır.
فَمَا يُكَذِّبُكَ بَعْدُ بِالدّ۪ينِۜ اَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَحْكَمِ الْحَاكِم۪ينَ
Öyleyse bundan sonra, hangi şey sana dini yalanlatabilir?
Allah hükmedenlerin hakimi değil midir?
Bu sureden anlaşılacağı üzere bizim derecemizi yükselten şeyler; imanımız ve salih amellerimizdir. Asr Suresi’nde de İman etmenin, salih amellerde bulunmanın, hakkı ve sabrı tavsiye etmenin hüsrandan kurtulmanın şartları olarak bildirildiğini hatırlatmak isterim.
Son olarak İstiklal Marşı’nın 9. kıtasına dikkat çekmek istiyorum.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, Her cerihamdan İlahi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-ı mücerret gibi yerden naşım, O zaman yükselerek Arşa değer belki başım.
İstiklal Marşı bize Harbi İstiklal Harbi’ni yapanların yüksek bir dereceyi hak ve temsil ettiklerini ifade ediyor. İstiklal Marşı Derneği üyeleri olarak burada bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. İnşallah bizlerde yüksek derecelere nasip oluruz. Bunun için diyebileceğim tek şey şudur:
La havle vela kuvvete illa billah
***
MUSTAFA KARANFİL:
Hepinizi saygıyla selâmlıyorum.
Önce şunu ifade etmemiz lâzım ki, burada yani bu çatı altında yani İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında ele aldığımız her konu dolaylı olarak değil, doğrudan İstiklâl Marşı'mızla alâkalı. ‘‘Dînin Derecesi, Milliyetin Derekesi’’ derken de direkt olarak İstiklâl Marşı’na gönderme yapıyoruz. Bu şimdiye kadar hep böyle oldu, şimdiden sonra da inşaallah böyle olmaya devam edecek.
Gördüğünüz gibi, konularımız gittikçe ağırlaşıyor, zorlaşıyor; Allah yardımcımız olsun. (Neyse ki, ustamız burada; bizden sonra konuşacak olmasından dolayı ‘ustamın dediği gibi’’ diyemesek de ‘ustamın diyeceği gibi’ deriz biz de.)
Konu başlığından da anlaşılacağı üzere dine sarılmanın insanın derecesini yükselttiğini, milliyete ve kavmiyete sarılmanın ise insanı derekeye ittiğini kolaylıkla anlayabiliyoruz. Hepinizin bildiği gibi, bizim dilimizde derece daha çok, bir yüksekliği ifade etmek için kullanılırken dereke sadece ve sadece alçaklığı ve bir düşüklüğü ifade etmek üzere kullanılır. Peki, neden dine sarılmak insanı yüksek bir yere taşır da milliyetimize ve kavmiyetimize sarılmak aşağılara götürür. Buna kısa bir cevap vermemiz gerekirse herhalde şunu söylememiz lâzım: Çünkü milliyetimizi kendimiz seçmiyoruz; bu, tıpkı boyumuz bosumuz gibi, rengimiz gibi bizim hiçbir dahlimizin olmadığı, sadece ve sadece Allah’ın bize verdiği bir şey. Yani bizim daha sonradan üzerine hiçbir şey eklemediğimiz bir şey. Dolayısıyla bununla övünmek zaten hiçbir şekilde insana yakışmayan bir durum. Ama din tabii ki böyle değil; insanlar dinlerini kendileri seçiyorlar. Bu yüzden Cennet var, bu yüzden Cehennem var. Allah insana her ikisinin de yolunu açıyor ve insan hangisini seçerse Allah da ona o yolu kolaylaştırıyor.
İstiklâl Marşı'mızın ‘‘Korkma…’’ diye başlaması, İstiklâl Harbi’ni verenlerin derecesiyle alâkalı bir şey. Nasıl ki, mağaradakiler yani Allah Resulü ve arkadaşı Allah’ın kendilerini kâfirden koruyup salâha erdireceğine iman etmişse, bu millet de bu vatanın Allah’ın izni ve yardımıyla kâfirin eline geçmeyeceğine ve dâru’l-İslâm olarak kalacağına iman etmişti. Bu insanların içinde bulunduğu şartlar göz önüne alındığında hakikaten bu çok yüksek bir derece. Belki kendileri şehit olacak, gazi olacak ama bu vatan küfrün hükümranlığı altına girmeyecekti. Nitekim Allah onların imanlarını boşa çıkarmadı. Allah, Hakk’a tapan yani kendisinden başkasına tapmayan bu milletten lütfunu esirgemedi.
Peki, bu millet kimlerden müteşekkildi? Burada söz konusu olan bir millet miydi, yoksa bir milliyet miydi? Burada bir kavimden, bir ırktan mı bahsediyoruz? İstiklâl Marşı'mızda sözü edilen ırk ya da millet bir milliyeti ifade etmez. Hani hatırlayacağınız gibi, ‘‘Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl’’ ya da ‘‘Kahraman ırkıma bir gül…’’ derken burada İstiklâl Marşı'mız bir kavme gönderme yapmaz. Orada sözü edilen İslâm ırkıdır, İslâm milletidir. İstiklâl Marşı şairinin bir Arnavut olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve yine hepimiz biliyoruz ki, şairin sözünü ettiği millet Arnavut kavmi değildir. Burasının dâru’l-İslâm olarak kalması için İstiklâl Harbi’ni verenlerin cümlesidir bu millet. Afganistan’dan, Hindistan’dan bileğindeki ve boynundaki ziynet eşyasını gönderip buradaki İstiklâl Harbi’ne yardım eden kadın da bu milletin bir ferdi, bir üyesidir.
Türk milleti İstiklâl Harbi’ni verenlerin cümlesinin ortak adıdır; çünkü bunların cümlesi kâfirle çatışmayı göze almışlardır. Kavmiyetçilik ya da milliyetçilik dediğimiz şey tamamen câhiliye âdeti ve küfürle eşdeğer bir sapkınlıktır. Geçen akşam -konuşacağımız bu konular üzerinde düşünüp kafa yorarken- ilk kavmiyetçinin / milliyetçinin Şeytan olduğu aklıma geldi. Hani Allah, ‘‘…Âdem’e secde edin…’’ diye buyurduğunda Şeytan, ‘‘Beni ateşten yarattın, ben ondan daha üstünüm…’’ mealinde bir söz söylemişti. Hâlbuki bu özellik de yine ona Allah’ın bahşettiği bir şeydi; onun sonradan kazandığı bir şey değildi. Âdem ise Şeytan’dan farklı olarak, hata yapmasına rağmen hatasında ısrar etmeyip, hatasında sabit kalmayıp tövbe ederek tekrar derecesini yükseltendir. İnsan öyle bir varlık ki, az önce Mustafa Tosun arkadaşımızın da bahsettiği Tin suresinde şu mealde bir ayet geçiyor: ‘‘Allah insanı en güzel bir şekilde yaratmıştır.’’ Yani en güzel ve en üst derecelere sahip olabilecek şekilde yaratmıştır. Ama insan, kendisi daha sonradan yaptığı seçimlerle dereceyi ya da derekeyi tercih ediyor.
İnsan, derece itibariyle en fazla imkânı elinde bulunduran yaratık. Hattâ meleklerden bile daha ileride. Neden? Çünkü günah işleme kabiliyeti ve yanlış yapma imkânı elinde olduğu halde, bilerek ve isteyerek salih amel yapma arzusuyla doğruyu tercih ettiği için burada meleklerden ayrılıyor. Allah insanı en güzel bir şekilde yani derece sahibi olabilecek şekilde yarattı. Ama bu yolu tercih etmeyenleri de aşağıların aşağısına yani derekelere yuvarladı.
Peki, din insanın derecesini yükseltir ya da bir dereceye eriştirir derken neden bahsediyoruz. Bir din sahibi olalım da hangi din olursa olsun mu diyoruz? Biz, birileri gibi Allah kelâmını eğip bükemeyiz. Hepimizin bildiği ayetler var:
‘‘Hiç şüphe yok ki, Allah katında din İslâm’dır.’’
‘‘Kim İslâm’dan başka bir din ararsa o asla kendisinden kabul edilmeyecek ve o Ahiret’te de hüsrana uğrayanlardan / kaybedenlerden olacaktır.’’
Dün akşam dernekte konuşurken Konya’daki arkadaşlarımızdan Halil Bey, Prof. Hayrettin Karaman’ın bahsettiği bir konuyu hatırlattı. Yıllar önce Prof. Süleyman Ateş ‘‘necat’’ meselesinden bahsetmişti. (İslâm itikadında ehl-i kitabın akıbetleriyle alâkalı olarak, onlar da Cennet’e girerler mi, giremezler mi diye bir konu var, buna necat meselesi deniyor.) Süleyman Ateş biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim’deki ilgili ayete dayanarak onların da Cennet’e gidebileceğinden, yani necatından bahsediyordu. Evet, Kur’an’da böyle bir ayet var ama bu ayet Allah Resulü’nden öncesini anlatan bir ayet. Yukarıda az önce de sıraladığımız ayetler ve benzerleri bu duruma yeterince ışık tutuyor. Zaten Allah Resulü’nün açıklamaları da bu minvalde. Üstelik o ayetleri neshedecek veya hükmünü geçersiz kılacak hiçbir şey yok. Bu konuyu son zamanlarda -sağ olsun mu diyelim, yoksa Allah affetsin mi diyelim, bilmiyorum- Hayrettin Hoca da açmış. Ben aslında dün akşam inanamadım; belki de Halil Bey bir başkasıyla karıştırıyor dedim ve dün gece internetten konuyu araştırdım ve gördüm ki, Hayrettin Karaman geçen Ağustos ayının sonundan başlayarak üç adet yazısını bu konuya ayırmış. Kendisi direkt olarak böyle bir şey söylemiyor ama ‘‘Şöyle söyleyenler de var, böyle söyleyenler de. Olabilir de olamaz da…’’ falan deyip böyle bir yolu açıyor. Bilmiyorum, böyle bir konuyu açmanın ne manası var?
Her neyse, konuyu şuraya bağlamak istiyorum: Bu ve benzeri durumlar benim kafamda bir şeylerin dank etmesine yol açıyor. Olan biteni daha iyi anlamamı sağlıyor. Genel başkanımızın zaman zaman bahsettiği ve dikkat çektiği bir husus var: Türkiye’de gayr-i Müslim özlerine ve asıllarına dönmek için can atan, bekleyen ve tetikte duran yüz binlerce insan var. Genel başkanım bunları söylerken konunun önemine binaen, biraz da bizim dikkatimizi daha fazla çekmek üzere acaba biraz abartıyor mu, diye düşündüğüm oldu. Ama bugünlerde ortaya atılan konuları ve tartışmaları görünce ben de bu sürecin hızlandığını düşünmeye başladım. Burada Türk milletine çok daha uyanık olmak, agâh olmak düşüyor diye düşünüyorum.
Burada yine bu konuyla alâkalı olmak üzere Fatiha suresini de zikretmeden geçmeyelim: Az önce, ayetleri eğip bükemeyiz demiştim. Her gün kırk sefer okuduğumuz, aynı zamanda ümmü’l-Kitab dediğimiz Fatiha suresini okurken şöyle dua ediyoruz: ‘‘Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet; mağdub-i aleyhim olanların (üzerine gazap indirilenler) ve dâllin (sapmış ve yoldan çıkmışlar)’in yoluna değil.’’ Ya Resulallah! Magdub-i aleyhim kimlerdir?’’ diye sorulduğunda, ‘‘Onlar Yahudilerdir’’ ‘‘Peki yâ Resulallah, dâllin kimlerdir?’’ diye sorulduğunda Allah Resulü (SAV) ‘‘Onlar Hristiyanlardır’’ buyurmuştur. Bu çok açık ve seçik bir durumken, bugünlerde eğilip bükülüyor ve bu açıklamayı yeni meallerde göremiyorsunuz. Gerekçe olarak da, "Yani tamam, Resulullah öyle söylemiştir belki ama sadece onları kapsamaz..." veyahut "Onların da içinde sapmış olanlar var, olmayanlar var..." denilmek suretiyle anlam sulandırılıyor. Bize düşen bu konuların önemini ve ciddiyetini anlamaktır.
İstiklâl Harbi'mizi verenler bu marşı yazıp gereğini de yaparak derecelerini pekiştirdiler. Şimdi konu biziz; ya istiklâlimize sahip çıkıp biz de derecemizi yükselteceğiz yahut aşağıların aşağısına düşeceğiz. Allah bizi böyle bir sondan korusun, diyorum. Amin.
Hepinize beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
***
MEHMET KENDİRCİ:
Merhabalar, hepiniz hoş geldiniz…
Nasrettin Hoca vaaz için minbere çıkmış;
- Ey cemaat, aklıma bir şey gelmiyor, demiş.
Oğlu da;
- Oradan inmek de mi gelmiyor, demiş.
Derece ve dereke, bu iki kelime ile ilgili aklıma ilk gelen hak ve batıl.
Müşrikler bir gün peygamberimize gelip; “Siz bizim dinimize girip bir süre kalın, biz de sizin dininizde bir süre kalalım” demişler.
Yani dinler arası diyalog istiyorlar. Bunun üzerine Kafirun suresi nazil oluyor.
1. Deki; Ey kafirler!
2. Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
3. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız.
4. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
5. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.
6. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.
Burada hak ve batıl birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.
1918 şartlarında milliyetin derekesi bu milleti ateşe atmışken, millet dinin derecesine sığınarak kendini bu ateşten korumuştur.
Osmanlı’nın çöküşü sırasında bazı aydınlar da bu durumdan kurtulmak için kurtuluş reçeteleri yazıyorlardı. Öne çıkan bir takım şablonlar olmuştur. Bunlardan biri Tevfik Fikret’in ‘Haluk’u, diğeri de Mehmet Akif’in ‘Asım’ın Nesli’ olmuştur. Tevfik Fikret’in Haluk’u daha sonra Hıristiyan olmuştur, Asım’ın Nesli sonraları ütopya olarak kaldıysa da, İstiklal Harbi’ni verenler bu ismin hakkını vermişlerdir. Sonraki yıllarda Nazım’ın Memet’i çıkmıştır ortaya.
Bayramın birinci günü misafirliğe gitmiştim. Yaşlı bir kadın babasının ölümünü anlatıyordu: Babam ölürken küçük çocuktum, başucunda oturuyordum. Babama sordular:
- Çocuklarını kime bırakalım?
O da; “Ben çocuklarımı Allah’a emanet ediyorum” dedi.
Nazım da bir şiirinde şöyle diyor:
“Memet yavrum
Seni, Türkiye Komünist Partisi’ne
Emanet ediyorum”
Dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
Selamünaleyküm!
İstiklâl Marşı Derneği, kurulduğu günden bugüne ilk defa kuruluş gayesinin kuvveden fiile geçmesi için gerekli toplantısını yapıyor.
Durmuş Küçükşakalak:
Oruç Özel:
Selamun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada Sınıf Bilinci mecmuamızın ikinci sayısının neşrolunması sebebiyle,