Merhaba,
Selâmün Aleyküm,
Etkileyici bir panel dinlediniz; ben şahsen etkilendim konuşmacılardan. Şimdi, ‘‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak, Bir Alanın Açılımı Olarak, Bir Biçimin Sunumu olarak İstiklâl Marşı’’ konusunda ben de birkaç söz edeceğim. İstiklâl Marşı’nın doğuşu ile başlayan bir çağ var.
Üstelik; bu çağla, İstiklâl Marşı’nın doğuşuyla başlayan çağla şimdi içinde bulunduğumuz zaman dilimi arasında bir de mütekabiliyet var.
Yani dönüp dolaşıp, İstiklâl Marşı’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 1921 yılında kabulü üzerinden seksen sekiz sene geçtikten sonra, -bir ay sonra seksen sekiz sene olacak- dönüp dolaşıp aynı yere geldik. İstiklâl Marşı’nın yazılması ve meclis tarafından kabulü ‘‘bir çağın başlangıcı’’ idiyse şimdi, o aynı çağın yeniden başlangıcı söz konusudur. Yaşadığımız günleri görüyorsunuz, değil mi? Kriz olduğu söyleniyor, bir iktisadi kriz olduğu söyleniyor ve hatta bu krizden Türkiye’nin etkilenip etkilenmediği /etkilenmeyeceği tartışılmakta olan bir şey. Bunlar, İstiklâl Marşı’nın yazılması ve Türk milletinin milli marşı olarak kabul edilmesi ile başlayan çağın bu günlerle hangi bakımdan benzerlik taşıdığını gösteren şeylerdir. Batı Medeniyeti adı verilen şebekenin akıbetiyle ilgili şeyler bunlar. İnsanlık durduğu yerde durmuyor, bir halden bir hale insanlık tabii ki geçiyor; ama bazı haller var ki, bunlar helezoni gidiş seyri içinde aynı yere denk geliyor. İnsanlık acaba bir cyclique / çevrimsel / dairevi bir şekilde mi bir macera yaşar, yoksa insanlık bir çizgisel / lineer bir hat üzerinde bir macera mı yaşar? Bu konularda zıt görüşler var ama bir uzlaştırıcı görüş de insanlığın ne devrevî, ne düz hat üzerinde; ama helezonî olarak seyrettiği yönünde bir yaklaşımı izhar eder. O yaklaşım çerçevesinde de insanlığın bir gelişmesi -bir değişmenin birbiri ardına gelmesi hadisesi- vardır ama bu değişim belli noktalarda önceki diğer dönüşün hizasına gelir. Helezonî olarak dönüldüğü için bir yerde aynı hizaya gelir. İşte biz bugün öyle bir hizadayız. İstiklâl Marşı Derneği’nin de ehemmiyeti bu sebeple büyük. Yani Türkiye, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yıl bir buhran içindeydi, şu anda da bir buhran içindedir.
Biraz önce dinlediğiniz panelde yanılmıyorsam Durmuş Küçükşakalak kimlikten bahsederken, bir takım hanelerden bahsetti. Türkiye’de insanların taşıdığı hüviyetteki hanelerden bahsetti; bu arada dini hanesini de zikretti. Fakat o sırada benim sıramın arkasında oturmakta olan Muhammet Altaytaş, dedi ki: ‘‘Yeni tertip edilen kimliklerde ‘‘din’’ hanesi kaldırıldı.’’ İşte bu, Türkiye’nin tam da 1921 yılında yaşadığı bunalımın daha derinini yaşadığını gösteren bir işarettir. Çünkü biz bir vatanımız olmasını, bir millete mensup oluşumuzu Müslümanlığımıza borçluyuz. Bu vakıayı vurgulamaktan imtina eder etmez tepetaklak oluruz. Biz bir vatanımızın olmasını, bir millete mensup oluşumuzu Müslümanlığımıza borçluyuz; başka hiçbir şeye borçlu değiliz. Başka hiçbir şeye, başka hiçbir kimseye borçlu değiliz. O yüzden şu anda Türkiye 1921’de yaşanan tehlikeden daha büyük bir tehlike karşısında ve 1921’de yaşanan buhrandan daha ağır bir buhran içinde Türkiye. Onun için burada sizlerin bulunması bir mana ifade ediyor. Sizlerin bir mana ifade etmeniz de burada bulunmanızla alakalıdır; yani burada bulunmasaydınız bir mana ifade etmeyecektiniz. Yani burada bulunmayanlar bir mana ifade etmiyor, Türkiye bakımından / Türk milleti bakımından. Türkiye’nin idamesi, Türk milletinin tekevvünü bakımından.
Şimdi, bir nizam altında yaşıyoruz; insan olmak demek iyi-kötü, doğru-yanlış, eğri-büğrü veya muntazam, düzgün bir nizam altında yaşamayı bilmek demektir. Nizamilik bilinci insan olmayı hayvan olmaktan ayıran özelliktir. Yani insanların bir nizamı kabul etmeleri, bir nizama bazen gönüllüce boyun eğerek, bazen hayranlıkla itaat ve bazen de mecburiyetle inkıyad ederek sahip olmaları onların nebat ve hayvan alemine mensup olmadıklarının işaretidir. Bu yüzden insanlar ister istemez bir yaşama tarzı üretirler. Kendine mahsus tarzı olmayan bir insan hayatı yoktur. Şimdi, böyle çok mücerret hadiseleri bir tarafa bırakalım; İstiklâl Marşı’nın ‘‘bir çağın başlangıcı olarak’’ ne manaya geldiğine müşahhas ve kolayca fark edilebilir bir yerden başlayalım: I.Dünya Savaşı’nın sonu, 1913 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Federal Reserve kurulmuş, 1914 yılında dünya savaşı çıkmış ve bu savaş dört yıl devam etmiş. II. Dünya savaşının sene olarak zamanı daha fazla; 1939’da çıkıyor, 1945’te bitiyor; yani altı sene, öbürü dört seneydi. Fakat I.Cihan Harbi II.Dünya Savaşı’ndan daha belirleyici bir savaş, daha tayin edici bir savaş. Neye göre? II.Dünya Savaşı’na nispeten I.Dünya Savaşı daha tayin edici bir savaş. Yani yükselen Batı medeniyetinin insanlığın ümidi olup olmayacağı konusundaki testin, gerçekleşen sınavın -test demek sınavdan daha çok yakışıyor… Yani bir sınama yapılmadı. Ne diyelim, yarışma da değil bu; milletlere mahsus bir iddia, I.Dünya Savaşı iddiaların bir çarpışması idi. İnsanlığın çarpışması, insanlığın test edilmesi değildi. Batı medeniyetinin akıbetinin ‘‘medeniyet’’ elinde mi olduğu, yoksa ‘‘kultur’’ elinde mi olduğu yönünde bir karşılıklı iddialaşma vardı ve I.Cihan Harbi insanlığın akıbetine karar vermenin medeniyet elinde olduğu iddiasının zaferiyle sonuçlandı. I.Dünya savaşını kazanan medeniyet oldu. Medeniyet I.Dünya Savaşı’nı kazandı; kultur kaybetti. Bu kelimeyi Fransızca ‘‘kültür’’ –culture- şeklinde telaffuz etmiyoruz: çünkü kaybeden, ‘‘kultur’’idi; culture değil. Ve ‘‘Medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar’’ şairane bir perişan söz değil. O zaman iddia da, iddianın sonuçları da bilinen bir şeydi. Sual açık ve seçikti: ‘‘Türkler müstakil bir devlet kurmaya müstahak mıdır?’’ Ya da ‘‘Türklere bu fırsat tanınmalı mıdır?’’ sorusuna medeniyet müdafileri ‘‘Medeniyet düşmanı Almanların yardakçısı Türkler mi?’’ ‘‘Hayır, onlara bu hakkı tanımamalıyız’’ cevabını veriyorlardı. Medeniyet düşmanı Almanların yardakçısı Türkler, onlara devlet kurma hakkı tanımamalıyız. Fakat bu görüş, kimin kime hangi hakkı tanıyacağı meselesi olarak ortayı kaplayamadı; Türkler İstiklâl Harbi’ni İstiklâl Marşı’nın desteğiyle kazandılar. Çünkü İstiklâl Marşı yazıldığı sırada Türk istiklâlinin karşısına bir engel olarak dikilebilecek Ermeni meselesi bertaraf edilmişti, Türk istiklâlinin sıfırlanmasını temin edecek Yahudi entrikası etkisiz bırakılmıştı. Bir tek karşımızda Büyük Yunanistan problemi vardı ve bu problemin Türkler lehine halledilmemesi halinde atlatılan diğer iki belanın üzerimize çökeceği bariz idi. O yüzden bir bunalım, öyle bir buhran içinde yazıldı İstiklâl Marşı. Eğer ideolojisini İstiklâl Marşı’nın temin ettiği, İstiklâl Harbi kaybedilecek olursa, dünyada Türk varlığından söz etme imkân ve ihtimali kalmayacaktı bu bir; ikincisi, dünyada Müslümanların sözünün geçtiği bir toprak parçası kalmayacaktı. Yani dünyada Müslüman bir zümrenin ‘‘Biz bunu böyle istiyoruz, biz bunu böyle yapıyoruz’’ diye kendi kendilerine tercihte ve uygulamada bulunabilecekleri bir toprak parçası İstiklâl Harbi’nin kaybedilmesi halinde mevcut olmayacaktı.
Böyle olmadı. İşin bizi yani millet olarak biz Türkleri dünya tarihinden tardetmek isteyenlerin başarısızlığı bakımından ilgilendiren kısmı budur. İşin bir diğer kısmı vardı. Bir de dünyada kendi selâmetlerini bizimkinden farklı yerde arayanların meşguliyetleri vardı. Yani ahiret hayatı diye bir şeyden kendilerini arıtmış, ahiret hayatı anlayışından kendilerini tamamen ayrı tutmuş insanların dünya nizamı hakkında telakkileri, tercihleri, uygulamaları vardı. Bu insanların yani ahiret bilmeyen insanların dünyada kendilerine ellerini kollarını pervasızca sallaya sallaya yaşayacakları bir nizam temin etme çabaları vardı. Bunun bir adı da kapitalizmdir. Kapitalizm, gücünü muhafaza edebilmek için zaman zaman büzülmeyi ihtiyaç saymıştır. I.Dünya Savaşı sonunda bu ihtiyacı şiddetle hissetti. Yani bir şekilde büzülmek, müstakbel kazançları, başarıları bakımından işine yarayacaktı.
Şimdi, nasıl anlatalım bunu? Kapitalizm dediğimiz şey aynı zamanda dünya sistemi dediğimiz şey. Bu, dünya sistemi dediğimiz şey doğrudan doğruya Türklerin Akdeniz havzasına hâkim olmaları sebebiyle sermaye gücünün ihtiyarını bir saçak altı, bir güvenlik alanı olarak tesis etmesiyle doğmuş bir şeydir. Yani, parayla iş gördürmenin birilerine –burjuvalara- hayat hakkı tanıması meselesidir. Bu hem önce dünya sistemi olarak doğmuştur hem de sonradan buna bazıları ‘‘kapitalizm’’ adını takmışlardır. Birileri işlerini parayla gördürebildikleri zaman kendilerini güven içinde, teminata kavuşmuş, iktidar sahibi olarak kabul ettiler. Bu tutum, bu bakış tarzı, bu işleyiş bir sistem oluşturdu ve sistem, işlerin parayla -sadece parayla- gördürülebildiği yeri metropol, bu paranın temin edildiği yeri de periferi olarak adlandırdı. Bahsini ettiğimiz işleyiş, XIV. asırda İtalyan site devletlerinde temellerini attı bu sistem, XVII. asırda yani Türklerin mağlup edilebildiğinin kesinlik kazandığı çağda -bu zaman farkı ihtiyaç duyulan bir periyodu ifade etmez; yani XIV. asırdan XVII. asra kadar kapitalizm yavaş yavaş gelişti falan, öyle bir şey yok. Fakat kapitalizm denilen şey, XVII. asırda- Türklerin mağlup edilebileceği kesinlik kazandıktan sonra önünde herhangi bir engel kalmadığı görüşüyle büyüyen bir şey. Nedir o? Piyasa ekonomisinin mutlaklığı. Bu piyasa ekonomisinin mutlaklığı –şuna sebep oldu; buna sebep oldu- gele gele I.Cihan Harbi’nin ilânına geldi. I.Cihan Harbi ilan edilinceye kadar ‘‘kultur’’ diye tutturanlar bilhassa İngiliz kolonilerinden para kazanıyorlardı. Anlatabiliyor muyum? Çünkü dünyada en kolay para kazanılan, başka bir deyişle ilk birikimin sağlanabildiği yer orasıydı. Onun için Amerikan Doları, Kanada Doları, Avustralya Doları, Hong Kong Doları var, -efendim- Yeni Zelanda Doları var. Bakın, bunların hepsinin paralarının adı Dolar; Sterlin değil, İngiliz dominyonları buralar. Buralarda Dolar düzeni var. İşte bu düzen, Almanlar, piyasa ekonomisinin mutlaklığı sayesinde,‘‘Biz hem kendi başımızın çaresine bakarız hem de dünyaya hakemlik yaparız’’ şeklinde bir iddiaya sahip oldukları zaman, bu sistem içinde bir çatlak oluşturdu ve bunlar –sistemin asıl patronlar ile onların gücüne talip olanlar- aralarında kapıştılar. İşte bu kapışmanın sonunda gene metropolün asıl sahipleri savaşı kazandılar; medeniyet Birinci Dünya Savaşı’nı kazandı. İşte dananın kuyruğu o zaman koptu. Bu sırada, bütün bunlar cereyan ederken, biz Türkler ne olduk? ‘‘Var mıyız, yok muyuz?’’ sorusuna muhatap olduk. Kendine Türk olmaktan başka isim beğenen herkes Türk’e "Sen yok olacaksın" dedi.
Lâkin bizim aramızdan birileri, ‘‘Niye yok olacakmışız; ne pahasına olursa olsun var olacağız’’ dedi. Ve var olmak için bu iddiayı ortaya attıkları zaman, var olmak için imanlarından başka hiçbir şeyleri olmadığını o zaman fark ettiler. “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar? / Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar” o. Yani, “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” başka da bir şey yok zaten. Başka bir şey yok. O zaman anladı insanlar. O zaman bir çağın başladığı Türkiye’de bazı insanlar tarafından anlaşıldı. Ama dünya açısından başlayan başka bir şey vardı. Sermaye düzeni daha savaş bitmeden, -sonradan yemek üzere- bir Sovyetler Birliği üretti. Bu, bütün bu işlerin başından beri yapılan şeydir; yani insanlar yılbaşında kesecekleri hindilere ceviz yutturuyorlar ya. Ya da işte öyle bir şey yapıyorlar; yani sonunda iyi yiyebilmek için bir şeyi besliyorlar. İşte o 1917 yılında Rusya’nın başına gelen şey buydu. Yani büyük sermaye düzeni Rus ihtilâlini finanse etti… ‘‘Uyduruyorsun İsmet Özel’’ diyeceksiniz. Hayır, uydurmuyorum; Rockefeller’e Sovyetler Birliği hakkında ne düşündüğünü sorduklarında şöyle bir cevabı olmuş: ‘‘Dünya Sovyetler Birliği’nde Rockefeller’in iyi bir adı olacak.” Şimdi, daha fazla açılırsa sistemde doğacak arızayla baş edemeyeceğini gayet iyi bilen kapitalizmin büzülme programının ilk maddesi Sovyetler Birliği oldu. Dünya sisteminin işleyişi itibariyle ilk olarak dünyada, sonradan yemek üzere beslenen topraklar, Sovyetler Birliği’nin teşkiliyle ortaya çıkan topraklar oldu. İkincisi Türkiye’dir. Yani Türkiye, “Şimdilik böyle bir kuruluşun, bir toparlanmanın gerçekleşmesine engel olamıyoruz ama biz ne yaptığımızı biliyoruz; ileride onu halledeceğiz” fikriyle tertibine yol verilen ikinci ülkedir. Zaten bunun böyle olduğu bütün metinlerde, belgelerde falan hissedilir. İngiliz başvekili İsmet Paşa’ya der ki: “Yarın bu devleti ayakta tutmak için bir şeyler yapmak zorunda kalacaksın, onlar için paraya ihtiyacının olacak. Para da bir bende, bir bunda var’’ diyor, Amerikalıyı gösterip. ‘‘O zaman, burada, masada sana verdiklerimin hepsini senden geri alacağım, benden para istediğin zaman ’’ diyor. İşte bu bağlamda döndük dolaştık, oraya, kast-ı mahsusla seçtiğimiz ifadenin mânâsına geldik.
Bir çağın başlangıcı… Bu başlayan çağı, Türk olarak bir şekilde görebiliriz; gâvur olarak başka bir şekilde. Eğer görebilirsek. Bu bir kapasite meselesi. Bu kendi başına bir keyfiyet. Bu göze alınacak ve gönül verilecek bir şahsiyet inşaı. Yani bir çağ İstiklal Marşı’nın yazılmasıyla beraber başladı, bir çağın başlangıcını idrak ettik. Ama aynı zamanda bu, bütün gâvurlar için de bir çağın başlangıcıydı. Yani başlama esas alınırsa, İstiklal Harbi’nin galipleri için de mağlupları için de aynı şey söz konusuydu. O anasır da tıpkı İngiliz gibi, “Gün gelecek, kaybettiklerimizi geri alacağız” diyordu. İşte bugün, din hanesine adlarını yazdırmamayı başardılar. Yani gâvurun gâvur olduğunu resmi evraklara dayanarak ifade edemeyeceksiniz. Zaten şimdiye kadar bir yolunu bulup kimliğini saklıyor, gâvurluğunu fâş etmiyordu; şimdi saklama mecburiyetiyle falan uğraşmayacak.
Meseleyi bizim, kendi bakımımızdan anlamamız hayırlı bir neticeye vesile olur, bir çağın başlangıcı, bizim çağımızın başlangıcı çünkü; çünkü İstiklal Marşı’nın yazılmasıdır bize İstiklal Harbi'ni kazandıran ortamın temayüzünü temin eden. Gel gör ki, İstiklal Marşı’nın yazılması üzerinden iki sene geçmeden İstiklal Marşı rafa kaldırıldı, donduruldu. Yani İstiklal Harbi’nin kazanılması İstiklal Marşı’na kulak verilmemesini birilerine temin etti. İstiklal Harbi’nin galipleri bir yol tutturdular İstiklal Harbi’nin mağlupları başka bir yol tutturdular. Dünyada da birçok şeyler olup duruyordu. Ne oldu? Sovyetler Birliği kuruldu ve 1925 yılında Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı. 1923’te Cumhuriyet ilân edildi; 1925 yılında Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı. On yılda bir kendiliğinden, otomatik olarak yenilenmek üzere, eğer tarafların itirazları yoksa. Sovyetler Birliği’nden ve Türkiye Cumhuriyeti’nden sonra 1928 yılında bir Faşist İtalya doğdu. Bu da dünya sisteminin yılbaşında kesmek üzere ceviz yutturduğu hindilerden biriydi. 1928, Adolf Hitler, Mussolini’ye hayrandı. Ve hayran olduğu adamın istikametinde bir iktidara seçim kazanmak suretiyle sahip oldu. 1933’te de Hitler iktidara geldi. Böylece ceviz yutturulan hindilerin sayısı dörde çıktı. Fakat bu son hindi, böyle, “Kabaramazsın kel Fatma” diye ona tempo tutulduğu zaman çok güzel kabardı ve öyle bir kabardı ki, II. Dünya Savaşı patladı. Yani bu sonuncu hindi kendini bıçağa bırakmamak için bir hamle yaptı ve NAZİ-SOVYET Paktının ardından Polonya’ya saldırdı. Bu hamlenin İngilizler tarafından cevaplandırılmasının adına II. Dünya Savaşı diyoruz. Dünyadaki malî sermayenin en çok biriktiği ve en çok merkezîleştiği ülke olan ABD, bu savaşta bir öncekinden daha çok vardı. II. Dünya Savaşı’nda ABD, Almanlarla Atlantik'te, Japonlarla Pasifikte çarpıştı. Sonuç olarak tabiatıyla 1945 yılına geldiğimiz zaman hindilerden ikisi kırt kırt gitti; yılbaşı gelmişti çünkü. Şükran Günü, geldi deyin isterseniz. Hangisi gelmiş olursa olsun, bu, Faşist İtalya ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın sonu demekti. 1945 senesinde Japonya’nın payına düşen atom bombasıydı. Ama bir tane hindi bayağı semirmiş bir şekilde varlığını devam ettiriyordu. Onun için dünyada süper güçlerden bahsediliyordu. Meğer o hindi sahibini de haklayabilecek bir hindiymiş! Bu yalanı hepimiz yuttuk; ben de yuttum. Mesela 80’li yıllarda yazdığım yazılardan birinin başlığı “Süper Güçler Süper Korku Vermesin” idi. Ben biraz meseleyi sezer gibiydim ama ortada iki süper güç olmadığını akıl edecek kadar ferasetim yoktu. Hepimizin gördüğü gibi 1990 yılında Sovyetler Birliği çöktü. Onun 1917 yılında, yılbaşında kesilmek üzere alınmış bir hindi olduğu böylece ancak ortaya çıktı. Ve Sovyetler Birliği bir haftada çöktü, hatırlayanlar vardır. Bizim devletimiz Türkiye Cumhuriyeti kâfirlerin “Tabii ki, icabı halinde keseceğimiz hindidir” gözüyle baktıkları bir devletti. Ama onların bize bakış sebebiyle bizim kendimize nispet ettiğimiz varoluş sebebi birbiriyle örtüşmüyordu; biz bir varlık endişesi içinde İstiklal Harbi’ne girmiştik ve bu endişemizi de endişe olmaktan cumhuriyetin ilânıyla çıkardık. Biz, Osmanlı devlet idaresinin fütursuzca harcadığı, feda ettiği şeyi 1923 yılında gâvurların elinden geri aldık. Biz Türkler, 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlayan ve “Müslüman’ın artık en kıymetli insan varlığı olduğu” kaziyesini reddeden belayı cumhuriyetin ilânı suretiyle defettik. 1839 yılına kadar bu topraklarda Müslüman, “Daha kıymetli insan yoktur” dediğimiz kişiydi. Ama padişahın tebaalarının eşit olduğunun kabulüyle beraber, Müslüman en kıymetli insan olmaktan çıktı. Ve bundan da Türklerin tarihten silinmesi hadisesine imkân veren bir süreç başlatıldı. Bugün bu süreç tam meyvesini vermiş durumdadır; yani büyük bir Kürdistan olduktan sonra, büyük bir Ermenistan olduktan sonra, büyük bir Yunanistan olduktan sonra Türkiye’ye ihtiyaç yoktur. Bugün Türkiye’de yaşayan temel ideoloji budur, merkezi ideoloji budur: “Büyük bir Kürdistan olacak, büyük bir Ermenistan olacak ve büyük bir Yunanistan olacak.” Dolayısıyla Türkiye diye bir şeyden bahsetmeye lüzum yok. Kürdistan, Ermenistan, Yunanistan (veya Pontus) heveskârlarının hevesini kursaklarında bıraktıran Türkiye Cumhuriyeti’nin fiilî varlığıdır. Bu fiilî varlıktan elbet güç devşiriyoruz. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, biz, biz Türkler 1923 yılında cumhuriyetin ilanıyla beraber, Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun ikinci maddesini şu şekilde değiştirdik: “Türkiye devletinin dini, din-i İslam’dır.” Biz, biz Türkler, 1923 yılında, 1921 yılında yazılmış olan ve kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesini “Türkiye Devleti’nin dini din-i İslâm’dır” şeklinde değiştirdik. Bunun manası şuydu: Yine bu topraklarda en kıymetli varlık Müslüman’dır ve Müslüman’dan daha kıymetlisi Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yoktur. Bunun sonucu ne oldu? Bunun sonucu, ‘‘Ben bu ülkede yaşayacak ve numaramı çekeceksem eğer, ‘Müslüman’ görünmeliyim’’e vardı. Bunun sonucu bu oldu, merak etmeyin! Onun için Türkiye toprakları cumhuriyetin ilanıyla beraber İslâmlaştı. Yoksa cumhuriyetin ilanına kadar Türkiye topraklarında Müslümanlar, nüfusu en kalabalık azınlık idiler; yani gayr-i Müslimleri topladığınız zaman, Müslümanların sayısını geçiyor idi, cumhuriyet ilân edilinceye kadar. Ama ne zaman ki Türkler Müslümanlığın yegâne ‘‘geçer değer’’ olduğunu dayattılar, Lozan’da Türkiye’ye düşman olanlar, ısrarla Kürtlerin azınlık statüsüne kavuşması hususunda bastırdılar. Fakat bilhassa Rıza Nur’un gayreti sonuç verdi ve Türkiye’de vatandaşlığın Müslümanlıkla mukayyet olduğu, Türkiye düşmanlarına kabul ettirildi. Ve bu durum Müslüman olmayanların mezheplerinin, cemaat isimlerinin, etnisitelerinin zikri bahis konusu olmaksızın -yani sadece gayr-i Müslim olmakla- azınlık haklarına sahip olma durumunu doğurdu.
Yani Lozan’a göre azınlıklar dediğimiz zaman, sadece gayr-i Müslimleri kastederiz, Türkiye’de Arnavutça konuşan milyonlarca insan olsa bile. Arnavutça konuşması onun azınlık olmasına yol açmaz; azınlık olabilmek için Türkiye’de Lozan Anlaşması’na göre Müslüman olmamak, gayri-Müslim olarak bilinmek şartı vardır. Onun için, İstiklâl Harbi’nin mağlupları oyunlarını gayet güzel ve usuldan usula devreye soktu. Zamanla Lozan’da tasdik edilen millet anlayışını ters yüz ettiler; yani Müslüman olmamayı hak sahibi olmaya dayanak haline getirdiler. Her neyse… Ama biz -dediğim gibi biz Türkler- 1839 yılında kaybettiğimiz şeyi 1923 yılında geri aldık. Dolayısıyla fark yaratan “bir çağın başlangıcı” idi daha 1921 yılında, henüz 1923’ e gelmeden, 1921 yılında. ‘‘Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli’’ Bu, 1921 yılında söylendi. ‘‘Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” Kimin yurdunun üstünde? Yani ezanın okunduğu yer benim yurdumdur. Benim yurdumsa eğer orada ezan okunmasına mani olamazsınız. Eğer orada ezan okunmasına mani oluyorsanız, siz benim yurdumun bir birimi değilsiniz. Benim yurdum burası. “Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.” Şimdi, konumuzun hamasetle ilgili olmadığını panelistler gayet güzel bildirdiler. Ben de kimsenin ayranını kabartmaya hevesli değilim. Ama bu başlangıç “bir çağın başlangıcı” bir alanın açılımını gerektiriyor idi; bir çağ başlamıştı. Bu, gâvurların yılbaşında kesmek için ceviz yutturdukları hindi değil idiyse, bir şey olması lazımdı, değil mi? Aslında bu direnişin farkına varan ecnebi insanlar gayelerine hizmete yarayan yumuşak bir geçiş yaptılar. Neydi o? Ceviz yutturup semirtmek istedikleri bu hindinin ceviz yutmaya müsait bir kümesi de istediği gibi kullanabilmesini kabul ettiler; “Tamam, kümes senindir” dediler. Cevizi benden, ama sen kümeste istediğin gibi ne yaparsan yap, kimi gagalarsan gagala. İşte buna biz yirmi yedi yıllık tek parti yönetimi diyoruz; kümes hindinindi. Bunun daha bilimsel ifadesi şu: Tarım ürünleri aracılığıyla dünya sistemine entegre olan Türkiye Cumhuriyeti. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin iktisadi mevcudiyeti sanayileşmemesi ve sisteme tarım ürünleri bakımından destek olması şartına bağlanmıştı. Biz bu zamanı işte böyle geçirdik. Biliyorsunuz, mekteplerde çocuklarımıza yurdumuzun tahıl ambarı olduğunu falan filan, bir şeyler söylüyoruz. Fakat nasıl rakı şişede durduğu gibi durmuyorsa, tarih de olduğu yerde durmadı. II. Cihan Harbi patlak verdi. I. Cihan Harbi sonunda kümese sokulan hindilerden biri terslik yapmıştı ya, işte o arbedenin sonucunda o hindilerden ikisini (Fascism & Nazism were crushed) boğazladıktan sonra bu hindici -Kastamonu Sinop tarafında “ibi” derler hindiye, hindiciye de ‘‘ibici’’ derler- işte bu ibici ne yaptı? “Madem bu dünyanın tamamı benimdir, kümese soktuğum iki tane hindiyi kestim, kesmediğim diğer hindiler de içinde bulundukları kümeste benim rahatça girip çıkacağım bir ayarlama yapacaklar.” İbici dedi ki: “Bu ibi kümesini hindi kadar ben de kullanacağım, her ne kadar ben burada ibi olarak, yerli olarak bulunmayacaksam da.’’
Onun için Türkiye çok partili hayata geçti. Yani ibici dedi ki: ‘‘Böyle olmaz; biz sana burayı, bu kümesi bıraktık ama… Yani eğer benim bu kümese rahatça girip çıkmam seni rahatsız ediyorsa, kendine başka bir kümes ayarlamaya çalış sıkıysa’’ dedi. O zaman biz de ‘‘Yok abi, biz bu kümesten vazgeçmiyoruz, sen de gel git, ne yaparsan yap’’ dedik. İşte bu uzlaşma, Türkiye’de çok partili hayat manasına gelir. Şimdi 1964 yılında Türkiye, İngilizler tarafından başına sarılmış bir belayı kendi lehine hal yoluna sokmak üzere 1964 yılında Kıbrıs’a çıkartma yapmak istedi. Kıbrıs bildiğiniz gibi Misak-ı Milli sınırları içinde değildir. Ama İngilizler Yunanlılarla olan meselelerini daha iyi halledebilmek için Türkiye’yi yönetenleri, ‘‘bu mesele sizin de meseleniz’’ şekline soktular. Ayrıca neler olduğunu neler olmadığını bilmiyoruz. Yani Selanik’teki Mustafa Kemal’in doğduğu evi bombalayanın kim olduğunu, 6 - 7 Eylül olaylarında kimin İstanbul sokaklarının tedhişe bulaşması için tahrikte bulunduğunu, bunları zaten bilmiyoruz. Ama Türkiye’de bu parelelde bir Kıbrıs meselesi çıkarıldı ve Türkiye’deki Silahlı Kuvvetler de, ‘‘Ne var lan; burayı alırız biz zaten’’ deyiverdiler. Hakikaten de alabilirlerdi, fakat Kennedy’nin ölümünden sonra, onun başkan yardımcısı olduğu için Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanlığını yapmakta olan Lyndon Johnson ne yaptı? Bir mektup gönderdi Türkiye’ye ve bu mektupta dedi ki: ‘‘Yok öyle çıkartma-mıkartma... Havanızı alırsınız. Ben size bir takım uçaklar silahlar verdimse bunu benim istediğim yerde kullanasınız diye verdim; benim istemediğim yerde bunu kullanamazsınız’’ dedi. Ve Türkiye kala kaldı. Türkiye kala kaldı ve o günlerde milli şefimiz İsmet İnönü artık başbakandı sanıyorum, üçüncü koalisyon hükümetinin başbakanıydı ve şu ifadeyi kullandı: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır.” Bu, -ben o zaman 20 yaşındaydım- hepimizi Türk olarak son derece gururlandıran bir yaklaşım olarak görüldü. Yani ‘‘helal olsun!’’ Hâlbuki ben İsmet İnönü’ye olan güvenimi tamamen kaybetmiştim. Neden biliyor musunuz? Onun bu meydan okuyucu sözü söylemesinden önce kaybetmiştim. Okuduğum gazetede kendisi başbakan iken, başbakanlığa gitmeden önce bankaya uğrayıp hesabından para çektiği yazılıydı. Uğradığı bankanın adı da yazılıydı: Osmanlı Bankası. 1963 yılında bunu gazetede okuduğum zaman dedim ki, bir ülkede milli şeflik yapmış bir adam parasını Osmanlı Bankası’nda tutuyorsa, demek ki bu şahış tıpkı torununun Amerika’da doğmasını temin edenlerin ruh durumuna sahiptir. Ama hepimiz millet şerefi açlığı içindeydik. Bu açlık içinde “madem adam bu lafı söyledi, helal olsun” demek de bize düşüyordu. İstiklâl Marşı’nın yazılmasıyla yeni bir çağın başlangıcına hazırlanmıştık. ‘‘Yeni bir Türkiye kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır.’’ Bu söz hazırlığımıza denk düşüyordu. Ama yıllar sonra, yirmi yıl sonra, bir dişçi bekleme odasında emekli Amerikan büyükelçisinin hatıralarını okurken şu beyana rastladım: İsmet İnönü o lafı söyledikten hemen sonra, -o zamanlar teleks vardı- teleksle Washington büyükelçiliğine haber veriyor ve diyor ki, “Amerikan yetkilileriyle derhal temasa geçin, bu söylediklerim retorikten ibarettir, kesinlikle arkasında hiçbir iddia yoktur.”
Bir çağın başlaması mutlaka gerekiyordu. “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” Biz, millet isek sınırımızı imanımızla çekmiş bir millet idik. Dolayısıyla istiklâlini temsil ettiğimiz toprakların dünyadaki diğer topraklar karşısındaki pozisyonunu biz tayin etmeliydik, edecektik. Ama daha önce de dediğim gibi bu beklentiyi konjonktüre göre şekillendirenler, yapa yapa dünya sistemine tarım ürünleri yoluyla entegre olan bir Türkiye yaptı. Ne zamana kadar? Çok partili hayatın başlamasına kadar. Çok partili hayatın başlaması 1946 yılıdır. Hepinizin bildiği, şaibeli bir seçim olmuştur. Ama 1950 yılında bir muvazaa partisi olan Demokrat Parti iktidara geldi. Yani Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi karşısında bir rakip parti değildi. Demokrat Parti siyaset yapan bir parti değildi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin varlığına zarar vermemek şartıyla kendisine siyaset yaptırılan bir partiydi. Ama biliyoruz ki, bu topraklardaki insan varlığı sadece siyasi organizasyonları ayakta tutan eşhastan ibaret değil, bu topraklarda aynı zamanda bir millet, daha doğrusu bir milletleşme ümidi var. Dolayısıyla millet ümidi taşıyanlar Demokrat Parti’yi bir karakter sahibi olmaya icbar etti. Yani Demokrat Parti, milletin istediğinin tersini yapamayacak bir parti olmak mecburiyeti altında kaldı. Bu mecburiyet ise onun sonunu hazırladı.
Şimdi, konuşmamız gereken şey ne? Bir çağın başlangıcı… Dünya sistemi ve dünyada olup bitenler bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bir çağın başlangıcıdır. Ama onlar açtıkları o çağı istedikleri zaman kapatabiliyorlar. Türkiye’de bir çağın başlangıcı söz konusu olması lazım. Biz, Türkler olarak kendi çağımızı yaşayan insanlar olmayı hem akıl etmemiz hem buna heves etmemiz gerekiyor. Bunu nasıl yapacaktık? ‘‘Gâvurlar yaptırmıyor’’ deyip bir kenara çekilen ya da ‘‘Gâvurlar bunu yaptırıyor’’ deyip, o aldıkları talimatı yerine getiren insanlar var Türkiye’de. Ama bir de acaba ‘‘Hem gâvurların itirazını tesirsiz kılabiliriz hem de bizim işimiz yoluna girer’’ diyen insanlar çıktı mı? Hayır, bu kadar netlikle değil. Fakat Türkiye 1950 - 1960 yılları arasında bir alanın açılımının mümkün olduğunun hissedildiği bir dönem yaşadı. Bir alanın açılımının mümkün olduğunun hissedildiği bir on senedir o 1950 ile 1960 yılları arasında kalan zaman. Bir alan falan açılmamıştır; ama ağır basan hissiyat şudur: Bir alan açılabilir…
Bu hissiyat bir sonuç doğurmak üzere, ümidin hiçbir şeye bağlanmaması sonucunu doğurmak üzere 27 Mayıs 1960 sabahı kilitlendi. Yani bir alanın açılımı meselesi alenen birilerine, ‘‘Avucunu yalarsın, havanı alırsın’’ şeklinde bildirildi. Ondan sonra ne oldu? Ondan sonra, madem bizim kendimize mahsus bir alan açılımına sahip olamayacağız; o zaman -dediğim gibi- gâvurun itiraz edemeyeceği ama aynı zamanda bizim de işimizin yoluna gireceği bir şey yapaydık bari. Bunu Türkiye’de sosyalist bir dönüşüm gerçekleştirerek yapabileceğimiz fikri bir gizli ma’şeri vicdan olarak… Böyle bir fikir doğdu; gizli ma’şeri vicdan… Vicdanın diğer tarafı başka türlüydü; yani gerek dünya sisteminin gerekse Türkiye’nin içinde yaşayan gâvurların hevesleri, beklentileri başka türlüydü. Vicdanın diğer tarafı cüzdandı. Yine de Türkiye’nin gizli ma’şeri vicdanı, imkânları milletin doğmasını hızlandıracak bir şekilde zorlamaya müsait ortamın doğabileceği fikrini besledi. Şimdi bu, dünya siyaseti bakımından bir şekilde, Türkiye’nin geleceğini kurma bakımından başka bir şekilde anlaşılabilinir. İlk kümese giren hindi hangisiydi? Sovyetler Birliği. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin ne kadar semirmiş olursa olsun kesilip yeneceği bir gün gelecekti. O ülkenin yöneticileri biliyorlardı bunu. Onun için büyük bir gayretle siyasi başarılar elde etmeye çalıştılar. Bu siyasi başarıların başında bizzat Sovyet ekonomisinin kapitalizme entegre olabilecek şekle sokulması geliyordu. Bizim, başımıza ihtilâlin geldiği yıl 1960 yılı, aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin sosyalist ekonomi içinde kâr motifini kabul ettiği yıldır, anlıyor musunuz? Yani hindiler meselesi hep. O hindi de başını bıçaktan kurtarmak için, diyelim ki ‘‘gulu gulu’’ sesini çıkarmak yerine horoz gibi ötmeyi tercih ediyor, anlatabiliyor muyum? Yani acaba çaktırmasam, hindi olmadığımı, horoz olduğum intibaı uyandırsam acaba beni kesmezler mi diye. Öyle uğraşıp durdu onlar. Bu uğraşın mühim bir parçası da Türkiye’nin Finlandiyalılaştırılmasıydı. Dolayısıyla Türkiye’de sosyalist bir dönüşüm istikametinde yapılan şeyler ister istemez Sovyetler Birliği’nin kendi ömrünü uzatmasıyla Türkiye’nin bıçağa uzak kalması arasında bir irtibat kuruldu. Çok mu karışık? Değil herhalde; biraz böyle şakayla karışık anlaşılıyor. Bunun bizim açımızdan önemi şuydu: Yani şimdi biz bir çağı başlattık ama bir türlü alan açılmıyor. Yani yirmi yedi sene süren tek parti yönetiminin alan falan açtığı yok. Demokrat Parti’nin on senesi, ‘‘Ah, açılsa ne iyi olur’’la geçiyor. Şimdi bir alanın açılımı sahici bir dayanak buldu. O ne demek? Türkiye’de bir sınıf probleminin ciddiye alınması gerektiği meselesi önem kazandı. Yani bu sosyalist dönüşüm nasıl olacak? Karl Marx falan diyorsun işte, toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir, bilmem ne, işte, falan filan. Hâlâ mesela bugün de birileri ne diyorlar? “Milletler arası savaşa, sınıflar arası barışa hayır.” Öyle diyor bazıları şimdi, cılız bir ses; ama böyle bir ses var: “Milletler arası savaşa, sınıflar arası barışa hayır.” Şimdi bu meselenin, yani alanın açılımı… Acaba biz Türkiye’de 1839’da kaybettiğini 1923’te kazanmış; 1921’de bir çağın başlangıcını temin etmiş millet olarak acaba 1960’dan sonra bir alanın açılımını temin edebilir mi idik? Evet, edebilirdik. Nasıl? Kur’an’ın emirlerine, ‘‘Kur’an’ın emirlerine uyuyoruz’’ demeden uymak. Anlıyor musunuz? Bunu anlamanızı bekliyorum. Türkiye’de milletin anlayabileceği sosyalizm batılılaşmanın vicdan azabı sayılırdı. Türkiye’nin sosyalist dönüşüm beklentisi bu istikamette idi. ‘‘Kur’an’ın emirlerine uyuyoruz’’ demeyeceğiz; ama Kur’an’ın emirlerine uyacağız. Yani her işi, o işin ehli yapacak, işe her koyulan yaptığının mükâfatını, yapamadığının cezasını görecek. Anlatabiliyor muyum? XIII. asırda Türk toprakları böyle doğmuştu. Dar-ül İslâm haline gelerek Türklerin vatanı olan topraklarda câri olan düstur bu idi : Her işi ehli olan yapacak, yaptığının mükâfatını, yapamadığının cezasını görecek.
Belki, şimdi siz bana burada hadiseyi ters-yüz ettiğimi söyleyecekseniz; bilin ki hadiseyi benim tasvirimde sadakatten bir parmak inhiraf bile yoktur. TBMM’ne “Kula kulluk yetsin artık” şiarıyla giren Türkiye İşçi Partisi’nin programında, iktidara gelindiği taktirde Türkiye’de üretim araçları üzerinde şahsi mülkiyetin muhafazasının 30 yıl müddetle devam edeceği yazılıydı. Buna mukabil TİP Genel Başkanı, iktidara gelir gelmez, daha geldikleri ilk gün, iktidara geldikleri ilk saatte bankacılığı ve sigortacılığı devletleştireceklerini ilân etmişti.
Şimdi bakalım: Kula kulluk yetsin artık, ne demek? Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğiz demek. Otuz yıl şahsi mülkiyete ilişmeyeceğiz, ne demek? Mal mülk sahibi olmaya düşman değiliz; küfrün sömürü düzenine alet olmayan herkes olabildiği kadar zenginleşebilir demek. Husumet -karşı propagandanın ısrarla vurguladığı hilâfına- servet karşısında değildir. Duyulan husumet servetin gayri-millileşmesinedir. Peki, bankacılığa ve sigortacılığa alelacele el koymak niçin? Dananın kuyruğu burada kopuyor. Üzerinde yaşadığın toprakların mahiyeti ne? Birlikte yaşadığın insanlar senin neyin oluyor? Bütün bu sorular ancak Batı karşısında bir inanç muhtariyetine sahip olanlar tarafından doğru biçimde cevaplandırılabilirdi: Mâlî sermayenin tayin ediciliğinden arınmak ve değişim değerinin millî vasfını üstün kılmak.
Türkiye’deki sosyalist dönüşüm özlemlerinin Müslüman karakteri fark edilir edilmez hemen Türkiye’deki sosyalist dönüşüm özlemleri devletin tayin ettiği elemanlar eliyle yüksek siyasetin bir versiyonu şekline sokuldu. Yani artık Amerikan Komünist Partisi’yle -Amerikan Komünist Partisi!- Sovyet Komünist Partisi arasındaki ilişki Türk siyasetinin belirleyicisi oldu, anlatabiliyor muyum? Yani hepsi ‘‘sol’’ ya, o Amerikan komünisti o da Sovyet komünisti. Öyle ortalıkta dolaşan, bağırıp çağıran gençlerin bunları bilmesine lüzum yoktu; ama işi götürenler bu şekilde götürdüler ve Türkiye’de sosyalist dönüşüm imkânı sıfırlandı. Böyle bir imkân sol, solcu siyaset eliyle ortadan kalktı. Fakat bir alanın açılımı özlemi daha da şiddetlendi; yani Türkiye’de sosyalist bir dönüşümün imkânları ortadan kalktığı zaman bir alanın açılımı özlemi daha şiddetlendi. Buna da ne diyoruz? İslamcılık. Yani bir dönem sonra, ‘‘Türkiye’de iyi bir işin ortaya çıkmasını istiyorsan bunun İslam dışında bir dayanağını bulamazsın’’ fikri samimi veya gayrı samimi bütün insanlar tarafından kabul gördü. Yani bu şekilde insanlar hem harekete geçirildi hem de bundan siyasi rant temin edildi. Bugün de tam bunun göbeğindeyiz. Şimdi, mühim olan, Türkiye’nin yaşadığı bu tecrübenin yani sosyalist dönüşüm ve İslami dönüşüm beklentileri dolayısıyla yaşanan tecrübelerin ne manaya geldiği ve bize kaça mal olduğu meselesidir; yani bu tecrübeler yaşandı, biz buradan bir şey kazandık mı, kaybettik mi, ya da bunların gerçekte mânâları neye tekabül ediyor? Bunu anlamamız lazım.
Toplum olarak kayıplarımızın neler olduğunu fark etmemiz lâzım. Fırsatlar doğdu. Sosyalist dönüşüm beklentileri dolayısıyla biz Türkiye’de insan ilişkilerini düzene sokan bağların neler olduğu konusunda bilgi ve bilinç sahibi olmalıydık. Yani Türkiye’de sınıf farkı eğer var idiyse bu acaba Batı Avrupa’da veyahut Amerika kıtasında veyahut Avustralya’da, Yeni Zelanda’da olduğu gibi bir şey mi, yoksa bilhassa Türkiye’ye mahsus bir şey mi? Tabiî ki, bir takım sosyal farklar var, işleri döndürenler var ve işler birilerinin lehine, birilerinin aleyhine dönüyor, bir şekilde dönüyor. Acaba bu, bütün dünyada sosyoloji derslerinde öğretilen şeyleri doğrulayan bir yapıya mı sahip Türkiye’deki işler, yoksa Türkiye’nin hakikaten eşi benzeri başka ülkede olmayan özel mekanizmaları mı var? Siyaset çabalarının bunu anlamamıza yol açması beklenirdi. Ama neden yol açmadı? Çünkü Türkiye’nin sosyalist dönüşüm geçirmesi halinde bundan istifade etmeyi düşünenler aynı zamanda Türklerin ve Türkiye’nin selâmetini düşünen insanlar değil, anlatabiliyor muyum? Onun için biz sosyalist dönüşüm beklentileri sebebiyle ne Türkiye’de mekanizmanın tabiatı konusunda bilgi edinebildik, ne de bilinç edinebildik. Bilakis yanlışlar ve habis şartlanmalar kemikleşti. İkinci fırsat olarak tüm toplumca muhatabımız olan husus neydi? Sosyalizm yolunda dönüşüm beklentileri akabinde İslamî dönüşüm beklentileri geldi. Her iki beklentinin doğurulmasının arkasında neler olduğu ayrıca konuşulabilir; ama bu ülkenin insanları olarak bize hangi mükellefiyetin düştüğünü hesaba katmamız lâzım. İslâmi dönüşüm beklentileri, bu dönüşüm vuku bulsun veya bulmasın, bizlere içinde yaşadığımız mücavir beşerî varlığın hüviyeti, şahsiyeti, kimliği, karakteri konusunda her birimize bilgi ve bilinç vermesi gerekiyordu. Yani İslamî dönüşümün sağlanmasının bu ülkede kimin ne olduğu meselesini su yüzüne çıkardığının yanı sıra, o konuda doğmuş müspet değerlerin pekişmesini de sağlaması gerekiyordu. Yani Türkiye’de Türkiye için bir şeyler yapılacak, bu, Türkiye için yapılacak şeyleri yapacak olanın tıyneti İslamî dönüşüm beklentileri içinde tebarüz edecekti, tebeyyün edecekti. Bu da olmadı. Dolayısıyla biz bir çağın başlangıcı hakkında olur olmaz bir fikre sahip olsak bile bir alanın açılımı bahis konusu olduğunda burada ileri adım atamadık. Neden? Çünkü Sosyalist dönüşüm istiyorum diye ortaya çıkan insanlar sosyalist dönüşüm istemiyorlardı. Ne istiyorlardı? Eğer bir gün Türkiye Sosyalist bir yönetime kavuşacak olursa kendilerine iyi bir pozisyon lazımdı, onu istiyorlardı. Peki, ‘‘İslamî dönüşüm gereklidir’’ diye laf üretenler bunu istiyorlar mıydı? Yani var mıydı İslamî bir dönüşüm istiyen kul Türkiye’de? Benim 1978’de alenen sorduğum suali işiten bir Allah’ın kulu var mıydı? Neydi benim sorum? Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız; yoksa güçlü bir topluma kavuşup onun Müslümanlaşmasıyla mı uğraşacağız. Beni ne işittiler, ne de istediler. Beni işitip istemedikleri bugünkü hallerinden besbellidir. Üstelik onlar ayrıca, ‘‘Eğer gâvurlar bize yamuk bir İslamî düzen kurmaya müsaade ederlerse, bu gavurların müsaadesiyle kurulan İslamî düzende en kral adam ben olurum, olayım bari” düşüncesindeydiler. Bu düşüncenin kuvveden fiile çıkmasına çalıştılar; ama gâvurlar onlara dedi ki: “İslamî düzene falan gerek yok; ben seni gene kral adam yaparım” dedi, dediğini yaptı. Şimdi bir biçimin sunumuna geçelim artık, bu kadar yeter; epey konuştuk.
“Bir biçimin sunumu…” Öz-biçim tartışmaları öteden beri yapılır. İstiklâl Marşı aslında o ideal biçimin sunumunu ortaya çıkmak suretiyle yapmıştır. Yani bizzat İstiklâl Marşı büyük eserdir, bir edebiyat şaheseridir; yani Türk şiiri Divan Edebiyatı da dâhil olmak üzere bu kadar dolgun bir metin ile karşılaşmadı. Ayrıca belirtmemiz gerekir ki İstiklâl Marşı’ındaki biçim başarısı Mehmet Akif’in başarısı falan da değildir; bu, doğrudan doğruya Allah’ın bize bahşettiği bir şeydir. Zaten biliyorsunuz bunu, hepiniz gayet iyi biliyorsunuz, Mehmet Akif: “O şiiri kimse yazamaz; ben bile yazamam” demiştir. Çünkü o şiir, yaşanan o günlerin mahsulüdür, bu bir. İkincisi, İstiklâl Marşı Mehmet Akif’in şiir ve fikir dünyasını aksettiren bir metin değildir. Yani Mehmet Akif, İstiklâl Marşı’ı yazarken Mehmet Akif olarak kalsaydı “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraını yazmazdı; Mehmet Akif’in ne modernist İslâmcı ideolojisi ne de edebî geçmişi buna müsaittir, anlatabiliyor muyum? İstiklâl Marşı’nın kendisi bir biçimin sunumudur. Yani ‘‘Türkçe belâgat nedir?’’ diye sorulduğunda biz, “İstiklal Marşı’na bakın” deriz / dememiz gerekir. Dediğimiz zaman yüzümüz kara çıkmaz. İstiklâl Marşı milletin ruhunun Mehmet Akif’in bedenini kullanarak ortaya çıkardığı bir şeydir. Milletin ruhu nasıl oldu da Mehmet Akif’in bedenine girdi? Bu sualin cevabına nail olursanız; Türk toplumunun mayasının niçin İslâm olduğunu da anlarsınız. Bu büyük gerçeği doğru anlamak için de bizim Türkiye topraklarını ikinci ve son kez vatanlaştırmamızın mânâsını kavramamız zaruridir. Türkiye toprakları ilk kez XIII. asırda Türklerin vatanı oldu. Türkler bu toprakları vatanlaştırdılar. Ve tecelli odur ki, bizim ilk vatanlaştırdığımız topraklar son vatanımız oldu aynı zamanda. Yani hem bugünkü sınırlarımızın doğusunda, kuzeyinde, güneyinde kalan topraklar eskiden vatan toprakları olarak bilinen topraklardı hem de batı. Namık Kemal ne diyor? “Git vatan; Kâbe’de siyaha bürün.” Namık Kemal yaşarken vatanımızdı orası. Şimdi değil mi? Şimdi de vatanımız; ama vatan toprakları şartlarını tekrar konuşmamız gerekiyor. Yani bu aynı zamanda ‘‘O halde Budapeşte de bizim vatanımız’’ dememize mümasil bir cümle değil. Budapeşte’yi biz Türkler kaybettiğimiz zaman bir türkü yakmıştık: “Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i” diye. Bir zamanlar tabii ki böyle bir vatan tasavvurumuz vardı; ama bizim ilk vatanlaştırdığımız toprak son vatanımız oldu. İlk vatanlaştırdığımız topraklardır bize Beytullah’ın hadimi olma şerefi kazandıran. Bunun bir mânâsı var. Bunun her bakımdan mânâsı var. Çünkü bu aynı zamanda insanlık tarihinin mânâsıyla geçişme halinde; örtüşme halinde değil geçişme halinde. Yani Âdem (a.s.) balçıkla vücut arasındayken hakikat-i Muhammedî yaratıldı. Yani bizim dinimiz bazı salakların sandığı gibi tekâmül sonucu ulaşılmış en son din değildir; bizim dinimiz insanlığın ilk dinidir ve Allah Adem (a.s.)’dan Resul-i Ekrem (s.a.v.)’e kadar peygamberler, nebiler, resuller gönderdiyse bu, ilk dindeki zikrin imkânını kaybetmeyelim diyedir…
Bir biçimin sunumu dediğimiz zaman bu ifade, insan hayatının biçimi, aynı zamanda toplumun biçimi gibi şeyleri içine alarak bir zihin alanı açıyor. Bir zihin alanının açılması kalbin göreceği yerin varlığının fark edilmesidir. Kur’an furkandır. İstiklâl Marşı metni ne kadar edebi, sanatkârane bir metin ise, bir o kadar da insana dair, topluma, millete dair biçimin toparlanmasına fayda veren bir zihin alanı metni, yani fikrî bir metindir. İstiklâl Marşı metni içinde Türk kelimesi, İslâm kelimesi geçmiyor. Doğru, pek doğru. Bunun sebebi şartların zorlaması sebebiyle Türk’ün ve İslâm’ın fail vasfına gölge düşeceği korkusudur. O dönemde Türkçülük iddiasında olanlar Bolşeviklere yakın duruyorlardı ve İslâm denildiği zaman Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarından başka bir şey -siyaseten- anlaşılmıyordu. Millî ve dinî kimliğimizin kaynaşıklığını muhafaza için bu susuş, Türk ve İslâm kelimelerinin İstiklâl Marşı’nda telâffuz edilmeyişi zorunlu idi.
Bizim dinimiz Allah katında ‘‘din’’ olan dindir. Allahu Tealâ Adem (a.s.)’dan Resul-i Ekrem (s.a.v.)’e kadar resuller, nebiler gönderdi. Bunlar insanların İslam dışında bir din hevesine kapılmaları karşısında onları İslam’a çekmek üzere gelmiş olan resuller, nebilerdir. Dolayısıyla bu, yani İslamiyet kendinden önceki dinleri düzelten bir din değildir. Sadece dinin aslını kim olursa olsun hatırlatan, dinin zikrini mümkün kılan dindir. O yüzden bizim vatanımızın, Türk toprakları oluşunun mânâsı zenginleşiyor. Nasıl? Biz bu toprakları vatanlaştırmak suretiyle Türk toprakları haline getirirken bir mukaddesat ortamı tesis ettik. Yani Türk toprakları dediğimiz yerin dârü’l-İslam haline gelmesi gerçekleşirken Adem (a.s.)’dan ilk işareti kavramış olan peygamberden, peygamberliği mühürlemiş olan Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’e kadar ne sayıda “gelenek” fark edilmişse, hepsinin sağlam yanı Türk yönetiminin uhdesindeydi. Başlangıçtan itibaren Küçük Asya ve çevresinde yaşayan insanlarda İslam konusunda fasih, sahih, sarih ne kalmış idiyse bütün bunlar, bu toprakları dârü’l-İslam haline getirenlerin söyledikleriyle tanışıklık kurmada başarılı oldular. Bu yüzden, bugün Türkiye adını taşıyan toprakların İslamlaşması çok kolay oldu; çünkü Adem (a.s.)’dan beri gelen gelenekler içinde -diyelim, İslam’ın aslına vakıf olmuş olan- herkes tanıdığı şeyi burada buldu. Ama itikadî zenginlik boyutu güdük kaldı. Çünkü işin içinde kılıç, gazâ, fetih olduğu için mesele ister istemez güçlü olanın gücünden istifade etmeye vardı. Düzen bir hayat alaşımı esasına dayanılarak kurulmadı. İktidar alaşımı düzenin esasını teşkil etti. Bu da bugüne kadar yaşadığımız ve çözüm yolunu bulamadığımız problemlerin çıkış yeridir. Yani Türkiye dârü’l-İslam haline gelirken bir itikadî hayatiyetin gürleşip yeşermesi, bir itikadî zenginliğin meyve vermesi tarzında bir hadise vuku bulmadı. Ne oldu? Bunlar (Türkler) geliyorlar, haklı olduklarına kimse itiraz edemiyor, dolayısıyla bunların yanında görünmek ekmek teknesi, böyle gitti yedi yüz sene. Bir biçimin sunumu, öyle havada bir şey değil; şimdi biz XVIII. yüzyılda Aydınlanma Çağı’nda düşünürlerin yaptıkları periyodizasyona uygun olarak işte, ‘‘Arkaik Çağ, Antik Çağ, Ortaçağ ve Yeniçağ’’ diyoruz. Bu doğrudan doğruya Avrupalıların kendi kültürlerini ve medeniyetlerini bir yere oturtabilmek için yaptıkları bir zaman bölümlemesidir. Ama bizim bu toprakları dârü’l-İslam ve Türk vatanı haline getirişimizde bu meselenin, yani bu periyodizasyonun nereye oturduğunu anlamamıza yarayan bir değeri var. Şimdi, biz bilhassa 1453 yılında Bizans’ın ortadan kalkmasıyla beraber, -bilhassa öyle- Antik Çağ’dan itibaren yaşama düzeni arayışlarına verilebilecek en uygun cevabı vererek bir sistem oturttuk. Bu, ideal bir sistem değildi, İslamî bir sistem hiç değildi; ama Antik Çağ’dan itibaren arananın bulunabilecek en iyisiydi. Dolayısıyla dünya tarihine bakın: Osmanlı İmparatorluğu’ndan yavaş çöken bir devlet bulamazsınız. Yani bir devlet çökmeye başladıysa patır patır yıkılır gider. Roma da böyledir, hepsi böyledir. Ama Osmanlı İmparatorluğu bakıyorsun dört yüz senede çöküyor. Böyle şey olmaz, böyle mantıksızlık olmaz. Demek ki burada bir biçimin doğmasına imkân veren elemanlar oluşmuş. Çok kabaca yani bizim Türk olmamız, gâvur olmamamız / olmayışımız bu biçimi tanımaya bizi icbar ediyor. Çünkü Türk hâkimiyeti altındaki gâvur bu biçime razı; ama biçimin varlığından rahatsız, Frenk haydi haydi rahatsız. Şimdi, mesele şöyle: İnsan ilişkileri ile iktidarın gücü arasındaki irtibat meselesi. Türklerin Avrupalıları yaşadıkları o verimsiz, iklim şartları kötü alana hapsetmeleri sebebiyle doğan insan ilişkileriyle, onları oraya hapsettikten sonra kendi işine bakan sistemin insan ilişkileri birbirinden farklı; bir bakıma birbirine zıt. Nasıl? Şöyle: Yani biz çoğu zaman Türkiye’nin orijinalitesini işaret etmek üzere şunu söyleriz, söylememiz tabiidir ve yerindedir: “Türkiye bir feodal geçmişi olmayan ülkedir” deriz. Bunu sonradan bazı toplumbilimciler Asya, Asyetik toplum bilmem ne, böyle yapısal şeylerin Afrika’da da olabileceği falan. Hiç bu böyle anlaşılamaz… Gâvurların kendilerine seçkin bir yer ayarlamak için başvurdukları tahlillerle hiç alâkası yok aslında; bu, doğrudan doğruya, birinci derecede Doğu Roma- Batı Roma ayrışmasından etkilenmiş ama 1453 İstanbul’un fethiyle bir şekilde kemikleşmiş bir toplum biçimi. Şimdi, Avrupa’nın bir feodal geçmişi var. Ne demek feodal geçmiş? Şu: Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra -ama Batı Roma yıkıldıktan sonra- Avrupa’daki otorite boşluğunu derebeyleri doldurmuş. Onun için Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra feodal siyasi-ekonomik birlikler ortaya çıkmış. Bu feodal birliklerin ana mekanizması, bey ile kölesi arasındaki hür sözleşme; yani iki taraf var: Bir taraf üretimi yapıyor, öbür taraf düzeni temin ediyor. Yani feodal bey köylülerinin can ve mal güvenliğini… Filmlerde falan görürsünüz, bir hücuma uğradıkları zaman hayvanlarını kalenin içine koyarlar; çünkü feodal bey can ve mal emniyetini temsil eder, buna mukabil de tabii aynı zamanda can ve mal emniyetini temin ettiği için hukuku da o (feodal bey) düzenler. Onun için birinci gece hakkı vardır derebeyinin. Yani evlenen her gelin önce beyin yatağından geçer. Bunun bütün feodal birliklerde geçerli olduğu iddia edilemez ama çoğunda böyleydi. Ama bu, köylü ile bey arasındaki serbest sözleşmeye dayanır. Yani bir taraf (senyör) diğerine bir şeyi vermeyi tekeffül eder. Öbür taraf da (köylü) ürününün yarısını beye verir; çünkü bey olmasa elinde hiç kalmayacak; en yakın haydutlar gasp edecek. Bu feodal yapı, daha Fransız İhtilâli’nden önce, -Türkler mağlup edilebilir fikri Avrupa’da kabul gördükten sonra Fransa’da, bugün çok moda olan tabirle- bir ‘‘ulus devlet’’ şekline girmiştir. Yani Fransa ticaret kapitalizmi yoluyla merkezi krallığın esas olduğu fakat feodal beylerin gücünün önem taşımadığı bir birliğe gitmiştir. Dolayısıyla Fransa’da XIV. Lui zamanından itibaren başlayan yapı sonra diğer milli birlikler tarafından taklit edilmiş. Tabii, her toprağın kendine mahsus özellikleri var, her insanın kendi alışkanlıkları var. Bunlar farklar doğurarak Avrupa’da böyle bir süreç başlamıştır. Ama ister feodal dönemde olsun, ister burjuvazinin doğuşuyla beraber kapitalist dönemde olsun Batı’da esas olan şey, gücü elinde tutanla -onun tayin ettiği şartlarda- çalışan münasebeti var. Oysa 1453’ten itibaren Türkiye’de kemikleşen düzende bunun zıddı bir şey var. Gücü mutlak bir biçimde elinde tutan taraf yani merkezi otorite, uyruk içinde zaafa uğramış elemanların himayesini üstlenmediği zaman gücünü elinde tutamıyor. Önce, Bizans döneminde imparator kısmen, ama daha sonra padişah tam olarak mahalli despotlara karşı savunmasız insanların garantisidir. Bu, dünyada başka bir yerde olmamış bir şey. Bizim memleketizde, insanlar onun için “Allah devlete zeval vermesin” derler. Çünkü devlet geldiyse, zaafa uğramışı mutlaka düştüğü yerden kaldırır… Ben her zaman söylüyorum, yazdım da bunu: Topkapı Sarayı’na denizden baktığınız zaman, en yüksek bina Adalet Kulesi’dir. Bunun mânâsı “Eğer oraya kadar ulaşabiliyorsan, hakkını mutlaka alırsın” demektir. Oraya bir Adalet Kulesi dikilmiştir. Bu Osmanlılar çok mu adalet tutkunu idiler? Hayır! Bu yaptıkları devlet olmalarının ön şartıydı. Bunu yapmadıkları, güçleri bunu yapmaya yetmediği zaman hiçbir şey olamayacak, hiçbir şeye hükmedemeyeceklerdi. Ve bu aynı zamanda İslâm’ın temsilcisi olmalarını da zorunlu kılıyordu; çünkü Osmanlı Devleti, temeli gazâ ile atılmış bir devletti. Yani Osmanlı Devleti’nden gazâyı çektiğiniz zaman ‘‘hiçbir şey’’ kalmıyor. Gazâ beylikleri Anadolu topraklarını vatanlaştırmışlar, Türk toprakları haline getirmişler. Bunların içinden en uyanık olanı da parsayı toplamış: Buna Osmanlı demişler. Siyaset gereği Osmanlı hiçbir zaman din müdafii olmaktan kendini uzak tutamaz, o zaman kendisi olmaz. Çünkü esas olarak ortada bir devlet varsa, ortada bir sistem varsa bunu gayr-i Müslimlerin geriletilmesine borçlular. Gayr-i Müslimlerin geriletilmesi fikrinden vazgeçtiğiniz zaman kendinizden vazgeçmiş oluyorsunuz; “Ben yokum” diyorsunuz, anlatabiliyor muyum? Böyle bir sistem.
Şimdi, bu biçimin sunumu bizim 1923’te, 1839’da kaybettiğimiz şeyi geriye almamız durumunda acaba nasıl bir biçim bize uygun sayılacaktı? Bunu seksen sekiz sene söz konusu etmedik. Biz madem dinimizi geri aldık, öyleyse nasıl bir biçim için uğraşacağız? Yani biçimimiz ne olacak? Bilâkis biz seksen sekiz senedir biçimsizliği bir güvence, bir sigorta saydık. Dikkat ederseniz, çok söylenen bir şey: “Türkiye, halkı Müslüman olan fakat devleti lâik olan bir ülkedir, dolayısıyla bütün, halkı Müslüman olan diğer ülkelere örnek olmalıdır.” Böyle demiyorlar mı? Bu ne demek? “Biz, biçimsizliğimizi paraya dönüştürebiliriz” demektir. Yani ‘‘Bize biçimsizliğimiz yüzünden birileri kıyak geçer, bu biçimsizlikte ısrar edelim” demektir. Ama İstiklâl Marşı bir biçimin sunumu. Değil mi? İstiklâl Marşı diyor ki: ‘‘Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”. Demek ki biz, Âdem balçık ile vücut arasındayken yaratılan şeyin ne olduğunu anladığımızda biçimimiz olan bir milletiz. Ve bu, aslında böyle nevzuhur bir şey değildir. Türk adı bir kavmin, bir ırkın, bir toplumun adı değildir; Türk adı, bir karakterin adıdır. Onun için bizim, karakterimiz konusunda bir biçim netliğine kavuşmamız gerekiyor; dünyada ‘‘Türk’’ diye bir ırk yok, dünyada Türk toplumu diye bir şey yok, dünyada Türk kavmi diye bir şey yok; dünyada ‘‘Türk’’ var, Âdem (a.s.)’dan beri. Türk, töresi olan demek. Macarlar hâlâ Türk derken ‘‘Török’’ diyorlar. Macarca Türk demek için Török demek zorundasınız, töresi olan. Çünkü bir zamanlar, o Asya bozkırlarında bazıları Türk, bazıları Tat idiler. Tat, yani töresi olmayan ya da töreye uymayan. Türkler daha bu adı aldıklarından itibaren insan olmanın gereğini yerine getirenlerdir. Yani insan olmanın gereğini yerine getirene ‘‘Türk’’ deriz. İnsan olmak nedir? İnsan olmak, süfli ile ulvi arasındaki lâtif noktayı işgal etmek demektir. Akıl ile şehvet arasındaki yeri tutmak insan olmaktır. Ne, saf akıl olmak, ne, saf şehvet olmak; böyle bir teraziyi tutturmak insan olmak mânâsına gelir. Dolayısıyla bizim bir biçim aramamız, ‘‘biz’’ olmayı başarmamızın açıklamasıdır. Yani şu topraklarda yaşayan insanlar, İstiklâl Harbi sırasında bunu telaffuz etmediler; telaffuzu İstiklâl Marşı’dır. Ama lisan-ı hâl ile şunu söylediler: “Biz Türk’üz ve kendimize bunu yaptırmayız.” Ne idiyse? İstiklâl Marşı’nda “Sen şehit oğlusun; incitme yazıktır atanı” diyor. İstiklâl Harbi sırasında neyin mücadelesi verildi? ‘‘Biz, sizin bize layık gördüğünüz muameleyi reddediyoruz” ; işte bunun mücadelesi verildi. Ve bu meydan okuma, bir blöf, bir siyasi manevra falan filan değildi. Bu, doğrudan doğruya bir ilkeyi karakter haline getirmeye mâtuftu. Yani I. Cihan Harbi’ni kazananların bizi maruz bırakmak istedikleri ne idiyse onu reddetme ilkesi, bizi bu güne kadar şöyle veya böyle getirdi. Bundan sonra da bir yere götürecekse bu ilkeyi tanımamız gerekiyor.
Ne olur? Yani ne yapabiliriz? Ne yapacağız da bütün bu belalar savulacak? Bu, o kadar dolambaçlı bir şey değil; “Biz kendimiziz” demek kifayet eder. Yani, “Bize zarar vermek istiyorsanız, bize zarar vermeye yeltenen kişi, aramızdan sadece birine zarar vermeyi denesin” dediğimiz zaman hiçbirimize zarar veremezler. Ama biz “Şunları yiyebilirsiniz” diye canavarın ağzına kendimizden bir şeyler attıkça tabii ki sonunda koruyacağın yer kalmaz netice itibarı ile, ne atacak bir şey kalır; ne de canavarın seni yemesine engel olabilirsin. Sonunda belki de canavar yemez seni. O kadar kirlenmişsindir ki, böylesine pis bir şeyi “medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ağzına atmayacaktır… Nasıl olur da böyle bir sonucu imkânsız kılacak bir yola girebiliriz diye düşünebilir insanlar. Bu yol tabii, göl maya tuttuğu zaman âyân olacak bir şey. İstiklâl Marşı Derneği göle maya çalıyor. Ve birileri de diyorlar ki: “Göl maya tutmaz.” Sana ne tenbihlenmişse onu tut. Ondan sonra, sonrası Allah’ın bize gösterdiği ile alâkalı. Yani, eğer Asr-ı Saadet’te Müslümanlar, “Bir gün gelecek, dünyada iki buçuk milyar Müslüman olacak. Onun için gel Müslüman ol” teklifine muhatap olsalardı herhalde bu netice hatırına Müslüman olmazlardı, değil mi? Ne lüzumu var yani… Ne yapalım ileride şu kadar insan Müslüman olacaksa? Ama böyle bir şey teklif edilmedi onlara. Resulullah’a, “Bütün bunlar karşılığında elimize ne geçecek” diye sorduklarında, -çünkü canını ortaya koyuyorsun- tek kelimelik bir cevabı var onun: “Cennet.’’ Yani Resulullah mesela diyebilirdi ki: “Kardeşim bak, biz önce şuraları fethedeceğiz, dört halife devrinde şuraya kadar gideceğiz, ondan sonra Emeviler döneminde şuralar, Abbasiler döneminde ‘ooo!’ nereler bizim olacak” deseydi, acaba insanlar Müslüman olurlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Ben tarih kitaplarındaki haritalarda Abbasiler dönemindeki İslam hâkimiyet alanına bakıyorum, görüyorum ki dünyanın hepsi. Bize kâfir eğitiminin yutturduğu şey biz Müslümanların insanlık tarihinde marjinal kaldığıdır. Halbuki Müslümanlar insanlık tarihinde yalnızca bazı dönemlerde değil; bütün dönemlerde merkez mevkidedir. Biz yaşamanın ve ölmenin ne için olduğu konusunda kendimize hiç soru sormamışsak tabii önümüze istatistikler, ansiklopediler falan filan çıkarılır. Ama isteğimiz o doğrultudaysa istatistiksiz, ansiklopedisiz bir aslî bilgi ulaşmış olabilir bize. O bilgi yardımıyla bir biçim kazanabiliriz. O bilgi, hilkatte kusur olmadığı bilgisidir. O bilgi, Allah’ın insanlara asla zulmetmediği, insanların insanlara, insanın kendisine zulmettiği bilgisidir. Çünkü bu bilgiden uzak olan ne diyor? “Sarı saçlı yar mı verdi / Nem alacak felek benim” diyor, değil mi? Nedense bu aslî bilgiden uzak olduğun zaman sevgilinin saçlarının sarı olmasını istiyorsun. Yeter konuştuğum, değil mi? Saat beşi yirmi geçiyor. Aslında daha söylenecek şeyler olabilir. Ama sanıyorum bu başlığa girizgâh olabilecek bir şeyler söyledim. Çünkü hakikaten bu bir girizgâhtır. Benden önce konuşan arkadaşların ne kadar esaslı şeyler söylediklerine siz de şahitsiniz. Ve bir şekilde İstiklâl Marşı Derneği, esası önüne almış, esasla meşgul olan insanların derneği olma yolunda ilerliyor. Ne diyelim? Bizi izleyin! (Gülüşmeler, alkışlar…)
"TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR" kitabının neşrolunması münasebetiyle İstanbul'da Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel himayesinde 2 Cemaziyelevvel 1441 Cumartesi günü İstanbul'da tertiplenen panelin tam metni:
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.
"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli İstanbul'da yapıldı.
İstiklal Marşı Derneği’nin birinci sene-i devriye merasimine hepiniz hoş geldiniz. İstiklal Marşı Derneği 6 Şubat 2007 tarihinde kuruldu. Dernek olarak bir seneyi geride bıraktık.
Selâmün Aleyküm,
Bize, İstiklâl Marşı Derneği’nin Şanlıurfa şubesini açmayı nasip eden Allah’a hamdolsun. Bu, dünya tarihinde dikkate alınacak bir andır. İki şeyi söylemek için buradayım: