Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoş geldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel, İstiklal Korosu konseri ve panelin ikinci kısmı şeklinde olacak programımız. Ben de İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilcisi olarak basın bildirisini okuyup arkasından kısa bir konuşmayla panelistlerimizi sahneye davet edeceğim. Şimdi size okuyacağım metin basın bildirisi, okundu dernekte. Burada tekrar ederek konuşmama geçeceğim.
"İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciliği Açılışına Hoş Geldiniz
Türkün mevcudiyet ve istiklâlinin muhteva ve mefhumunun yâre ve ağyara bir kere daha gösterilmesi zarureti Türk Milletine Merhum Türk şairi Mehmet Akif’in kaleminden İstiklâl Marşı'nı yazdırmıştır. Sakarya Meydan Muharebesinde Türklerin İstiklâl Marşı ile ettiği bu dua müstecâb olmuş, Hakkın vadi doğmuş / tahakkuk etmiş ve Allah (celle celaluhu) Türklere Türkeli’nde Kur’an devletini teşkil etme imkânı vermiştir. Bu teşkilatın dini, Din-i Mübin-i İslam’dır ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İslam Hukuku’nun/Şeriatın tenfizinden / tatbikinden mesuldür. Bu minval üzere açılan Büyük Millet Meclisi’nin açılışından sekiz gün sonra ele aldığı kanun meni müskirat/içki yasağı kanunudur.
Cephede kazanılan bu galibiyet ve yok olma korkusu atlatıldıktan sonra İstiklâl Marşı, güftesine ihanet eden bir beste ile devletin resmi törenlerinde şeklen tekrar ettirilen, devletin resmi kurumlarına asılan süs eşyası konumuna indirilerek, İstiklâl Marşı’nın bizim içtimai hayatımızı izah eden ve yön veren vasfı hiç kabul edilmemiş hatta bunun da ötesine geçilerek İstiklâl Marşı'nın tavsif ettiği fikri dünyanın aleyhine onlarca cürüm işlenmiş ve halen işlenmeye devam etmektedir.
İstiklâl Marşımız Türk’ün istiklâlinin İslâm’ın istiklâlinden ayrılmadığının ve asla ayrılmayacağının en sarih beyandır. İstiklâl Marşı’nın öncelik ve öncülük ettiği İstiklâl Harbi, İslam’ın hâlâ küfre karşı bir tavır ortaya koyabileceğini bütün dünyaya göstermiştir.
Ne etnisite olarak bir kavme mensup olmakla ne de kültürel vasıfları itibariyle bir insanın Türk olması mümkün değildir. Türklüğün en mümeyyiz vasfı tarih boyunca kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman olmasında mahfuzdur. Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’ın, yani Türk’ün İslâm’ın kılıcı olarak tarih sahnesine çıkışı iki harikulâde hadiseyle vuku bulmuştur. Bunların ilki Malazgirt zaferinden sonra bu topraklara yapılan Haçlı Seferleri’nin akim kılınması ikincisi ise Küçük Asya denilen bu toprakları Dâru-l İslam kılarak vatanlaştırmasıdır.
İslâm’ın mümessili olan Türk’ün bu tarihi rolünü/temsiliyyetini ifa edebilmesi dünyaları alsa dahi asla vermeyeceği Türkeli’nin istiklâliyyetine merbuttur. Türklerin, Türkeli dışında bir anavatanı olduğu vehmini sayıklayanlar İstiklâl Harbinde mağlup olan ve bu vatanda bir Yunanistan, bir Pontus; bir Ermenistan ve bir Kürdistan kurulamamış olmasının yarasını taşıyanlardır.
İstiklâl Marşı Derneği'nin, bu toprağın altında kefensiz yatan şüheda ahfadına daveti: “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diyen İstiklâl Marşı’nın hayatımızın yön verici metni olmasıdır. Ancak bu sayede Hakka tapan Türk Milleti, mabedine değen namahrem elin istiskalinden kurtulacak ve ezelden beri âşina olduğu İstiklâline kavuşacaktır."
Daha önceden yazılmış, hazırlanmış bir metin olduğu için bunu okumak kolay fakat konuşmak zihnimde defalarca konuştuğum için, bu konuşmayı yaptığım için bakalım nasıl olacak. Ama evvelinde bir hikayeyle başlamak istiyorum. İsmet Özel’den okuduğum, aklımda kaldığı kadarıyla hikayeyi tahkiye edeceğim. Çölde bir kasaba var ve bu kasaba yağmur sularıyla su ihtiyacını temin ediyor. Bir bilgeleri var ve bu bilge de o kasabadaki insanların iktisadi, içtimai, siyasi hayatını yönlendiriyor. Bir gün bu insanların tamamını topluyor ve diyor ki: “Mart ayında yağmurlar yağacak; sakın ola ki o yağmur sularını biriktirmeyin ve içmeyin. Ve daha önceki içecek sularınızı karıştırmayın. Eğer böyle yaparsanız akıl sağlığınızı kaybedeceksiniz” diyor. O sırada karısına da diyor ki: “Sen de o zaman geldiğinde bir kap su almayı unutma.” Aradan aylar geçiyor, Mart ayı geliyor; fakat insanlar bilgenin bu dediğini pek dikkate almamış olsalar gerek bu suyu hem içiyorlar. Hem de daha önceden mevcut olan kuyudaki sularına katıyorlar ve yavaş yavaş bu suyu içen insanlar tavır ve davranış bakımından birtakım değişiklikler içerisine giriyorlar. Bilge ısrarla bu tavır değişiklikleri hususunda bunları uyarıyor. Fakat değişen bir şey olmuyor. Artık iş o noktaya geliyor ki bunlar insanın iki ayağıyla yürüyemeyen, yürümeyen, yürümemesi gereken bir varlık olduğuna kanaat getiriyorlar. Ellerinin ön ayakları olduğunu düşünüyorlar ve artık ellerini de kullanarak hayvanlar gibi yürümeye başlıyorlar. Bilgenin bütün ısrarları, bunun yanlış olduğuna dair söylediği şeyler hiçbir netice vermiyor. Nihayetinde bu insanlar toplanarak bilgenin kapısına gelip diyorlar ki: “Sen akıl sağlığını yitirmiş bir insansın, sen ve ailen; çünkü insan dediğin varlık dört ayak üzere yürüyen bir varlıktır ve insan senin el diye bildiğin uzuvla yemeğini yemez, ağzıyla yer ve eğer sen de bizim gibi insan olmazsan seni ve aileni katledeceğiz.” Hikaye bu ya bilge karısına “O suyu getir.” demiş, alması gereken suyu.
Neden bu hikayeyi zikrettim? Şunun için: İstiklâl Marşı Derneği’nde söylenilen şeyler kime ne ifade eder ve biz hakikaten akıl sağlığı yerinde olan, doğru düşünen insanlar olarak mı kendimize kendi dinimize, kendi vatanımıza, kendi milletimize bakıyoruz? Yoksa birilerinin bize kabul ettirdiği, bizi bir şekilde tanımladığı, giderek hapsettiği yerden mi konuşuyoruz? İstiklâl Marşı Derneği bu konuda çok net. Türkiye’de yaşayan bizlerin maalesef Sakarya Meydan Muharebesinin hemen akabinde elde ettiğimiz o mükemmel galibiyete rağmen başkaları tarafından tanımlanan bir yerde olduğumuzu ifade ediyor ve İstiklâl Marşı Derneği neden kurulduğu sualine şu cümleyle cevap veriyor: Türk değilim ama benim de bu topraklarda hakkım var diyenlerin havalarını almaları için kurulduğunu beyan ediyor.
İstiklâl Marşı Derneği “Türk değilim ama benim de bu topraklarda hakkım var.” diyenlerin havalarını alması için var. Hemen ilave ediyoruz: O zaman Türk kim? İstiklâl Marşı Derneği'nin tarifi şu: Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman Türk’tür. Türk ona denir. Eğer İslâm’ı kabul ettiniz, Allah ve Rasulünün önüne hiçbir şey koymayacağınız konusunda bir zemine vardınız, ondan sonra Türk olarak bir tavır gösterebilirsiniz. Kafirle çatışmayı göze alacaksınız. Yine İstiklâl Marşı Derneği diyor ki bu tavır, kafirle çatışmayı göze alma tavrının bidayeti Tebük Harbidir. Biliyorsunuz Tebük Harbi Rasûl-ü Ekrem’in Bizans’a karşı düzenlediği seferdir ve Bizans Rasûl-ü Ekrem’in karşısına çıkamamıştır. Tebük Gazvesinin sebebine dair çeşitli rivayetler zikredilir ama bizim hadis alimlerinin sıhhati bakımından kabul ettikleri rivayet, Tevbe Suresinde "İslâm topraklarına en yakında olan kafirle harb edin" mealindeki ayet-i kerime nazil olunca Rasûl-ü Ekrem'in bu sefere hazırlık başlattığı ifade edilir. Yani ayet-i kerime İslâm topraklarına en yakın olan kafirle savaşılmasını emretmiştir ve bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem de Tebük Seferini düzenlemiştir. Tebük Seferinin bir çok ismi var. Hurmaların olgunlaştığı, havanın da sıcak olduğu yaz ayında olduğu için Gazvetü-l Usra, zorluk gazvesi denilmiştir. Ama bir ismi daha var, bu Türklüğün bidayeti ve İstiklâl Marşı Derneği’nin vurguladığı şey bakımından önemli: Gazvetü-l Fadiha. Bu ne demek? İfşa eden gazve. Tebük Gazvesi neyi ifşa etti?
Rasûl-ü Ekrem o zamana kadar katıldığı gazveler ve gönderdiği seriyyelerin nereye olduğuna dair bilgi vermiyor. Fakat Tebük Gazvesinde seferin kimlere karşı ve nereye yapılacağını beyan ediyor. Bu sefer vuku bulacak ordu Medine’nin hemen dışında Kuba yakınlarına bir yere gelince dört beş kişi Rasûl-ü Ekrem’e gelerek çeşitli sebeplerle, soğuk gibi, yaşlılık gibi, Mescid-i Nebi’ye gelip namaz kılamadıklarını, onun için de burada bir mescid bina ettiklerini, burada Rasûl-ü Ekrem’in de namaz kıldırmasını talep ediyorlar. Rasûl-ü Ekrem de sefer dönüşünde -rivayet o şekilde- namaz kıldırabileceğini beyan ederek sefere çıkıyor. Tebük Seferi vuku buluyor. Bizans Rasûl-ü Ekrem’in karşısına çıkamıyor ve Tebük Seferinde ayet-i kerimede emredilen, Tevbe Suresinde "Yahudi ve Hristiyanlarla onlar kendi elleriyle mahkûm bir şekilde cizye verene kadar savaşın." ayet-i kerimesi de nazil olmuş. Bu cizye meselesi de bu seferde tatbik ediliyor. O güzergahtaki Yahudi ve Hristiyanlar Müslümanlardan eman alarak cizye vermeyi kabul ediyorlar.
Dönüşte yine aynı yere gelindiğinde bu kişiler Rasûl-ü Ekrem’e gelip bu mescidde namaz kıldırmasını istiyorlar. Bunun üzerine ayet-i kerime ile bu mescidin Mescid-i Dırar olduğu ifade ediliyor. Biz kendi Türk lisanımızda “zarar” diyoruz. Aynı kelime, “”ı “ze” olarak telaffuz etmişiz. Ve o mescidi Rasû-lü Ekrem yıktırıp yaktırıyor. Şimdi bunu şunu anlamak için zikrediyoruz: Müslümanım deyip de kafirle çatışmayı göze almadan istikamet üzere bir tavır sergilemek mümkün değildir. Bugün Türkiye’de “İslâmi” gibi görünen birçok teşekkül CIA ile dünya kiliseler birliğiyle, Katolik Kilisesiyle, Gregoryen Kilisesiyle işbirliği içerisinde olabilen, bunu içlerine sindirebilen insanların mevcut olduğu yapılardır. İstiklâl Marşı Derneği Müslüman kalabilmemiz için kafire karşı bu tavrı takınmamızın itikaden yerini işaret etmektedir. Aksi takdirde başka bir zemine kayılacaktır ve Türkiye’de başımıza gelen şey de budur.
Eğer bu zemin hepimiz için müşterek bir zeminse buradan devam edebiliriz. Yani itikadımız gereği kâfirle çatışmayı göze almışız ve bunu bırakıp cihadı terk edip İslâm’ın emrettiği yine ayet-i kerimeyle sabit, mabetleri yapanlar da sadece Allah’a iman edenlerdir. Ama cihadı terk ederek bunu yaptığın zaman nifak içine düşmüş oluyorsun.
Dikkat edilmesi gereken husus budur. Bugün hem Türkiye’de hem de Müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalarda durum bundan ibarettir. Kâfirle bir şekilde uzlaşılabileceği, kâfirle bir şekilde kol kola olunabileceğini ifade etmektedir. Yine İstiklâl Marşı Derneği’nin diline doladığı cümlelerden birisi şudur: “İslâm’ın içerisinde en ufak bir nakısa, noksan, kusur yoktur. İslâm’ın dışında da en ufak bir iyilik, hayır yoktur.” Dolayısıyla imanla küfrün aynı beşikte olması gibi bir şey kabul edilemez bir şeydir. Bu tavır neticesinde Allah Türk milletine hem millet olmak, hem lisan sahibi olmak, hem de bir vatan nasib etmiştir. Bunun üçü de birbirinden ayrılamaz şeylerdir. Türk olduk, millet olduk. Bize lisan nasip eyledi Allah celle celaluhu, millet olduk ve arkasından bizim bir vatanımız oldu.
İstiklâl Marşı Derneği neşriyatına aşina olan bilir bizim neşriyatlarımızdan bir tanesinin ismi Türkün Dili Kur’an Sözü. Bu eserde Kur’an-ı Kerim’de mevcut olan bütün kelimelerin kök hali ve iştikaklarıyla beraber Türk lisanında mevcut olduğunu gösterdik. Yine aynı minval üzere diğer bir eser ise Rasulü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu. Burada da Hadis-i Şeriflerde geçen ve direkt lisanımıza aktarılmış otuz bine yakın kelimenin olduğunu gösterdik. Yine Türk lisanıyla ilgili samimi olan herkesi dikkatle düşünmeye davet eden son bir eser ise Bilenler Söylemez Söyleyenler Bilmez adlı İstiklâl Marşı Derneği neşriyatından çıkan bir eserdir. Ve bu eserde de Türkçe’nin -fiilleri de dâhil- Kur’an’ı Kerim’den ve Sünnet-i Seniyye’den nasıl tevlid ettiğini, doğduğunu gösterdik.
Ama yine başa dönecek olursam neden İstiklâl Marşı Derneği kuruldu çünkü İstiklâl Marşı Derneği’nin yazıldığı Türk yazısı bugün elimizde değil. Bugün Latin harfleriyle yazıyoruz. Bu yazı elimizden 1928’de kasten alındı. Bunu alanlar da bu yazıyı elimizden almalarının bahanesini açık açık söylediler Kur’an’la irtibatımızın kopması olarak ve İstiklâl Marşı Derneği bu yazının ele geçirilmesini bir milli hedef olarak Türk milletinin önüne koymaktadır. Bu yazıya dönülmelidir aksi takdirde Türk milletinin mevcudiyetini devam ettirmesinden bahsedilemeyecektir. Yine bu minval üzere İstiklâl Marşı Derneği takvim çıkarıyor. 10'a 2 Kala diye bu sene takvimle ilgili yaptığımız panelin ismini koyduk ve sekizincisi çıktı. Ve bu takvimde hem Türk yazısını öğretmek için metinler hem de Türk yazısıyla okunmak üzere metinler hazırlıyoruz. Yine İstiklâl Marşı Derneği’nin bu minval üzere yaptığı çalışmalardan bir tanesi de Sınıf Bilinci. Bu da Türk yazısıyla neşrediliyor. Hem kendimiz Türk yazısını öğrenmek -okumayı ve aynı zamanda yazmayı- ve öğretmek istiyoruz. Belki Türk yazsını okumak kolay bir şey ama yazmak çok gayret gerektiren hatta yıllar gerektiren bir husus. Bunu da İstiklâl Marşı Derneği bir milli hedef olarak Türk milletinin önüne koymaktadır.
Ben konuşmamı çok daha iyi özetleyebileceğini düşündüğüm Metin Eloğlu’nun “Toprak” adlı şiiriyle bitirip panelistleri sahneye davet edeceğim. Hatırlayabildiğim kadarıyla Metin Eloğlu’nun şöyle bir cümlesi de var: “Bir millete mensup olarak yapılan sanatta bir ağacın dalı olabiliriz. Aksi halde yapılan faaliyet mantar hükmündedir.” Eğer Türk milletine mensup ve giderek ait değilsen yaptığın şeylerin hiçbir hayrı olmayacak. Mantar hükmünde. İşte bu şairin toprak ismindeki şiirini okuyarak konuşmamı hitama erdireyim.
TOPRAK
Belki Ada’daki köşkü üstüne yapacak
Karısını kızanını peşkeş çekecek belki
Ayaklarına kapanacak şöylelemesine
Benim bildiğimse rüşvet teklif eder
Şölenler adar rakılı makılı
Kanma sakın
Ense köküne vur bir odun
Yüzükoyun kapaklansın deyyus
İnsanını hor gördüğü
Somununu haraca kestiği
Bağımsızlığına diş bilediği
Şu toprağı öpsün
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyor ve İkinci Başkanımız Gökhan Göbel, Umum Muhasip Oruç Özel ve İstanbul Şubesi üyemiz Seyfullah Köksal’ı sahneye davet ediyorum.
Gökhan Göbel: Biz de İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilcimiz Fikret Demir’e teşekkür ediyoruz.
Selâmun aleyküm,
Panelimizin ismi: "Niçin bu kitap vitrinde değil." Ama bu cümleyi iki soru halinde de ele alabiliriz. Eğer okurlar “Niçin bu kitap?” sualine bir cevap verebilirse bu aynı zamanda bu kitabın niçin vitrinde olmadığının da cevabı olacaktır. Hıristiyan takvimine göre 2018 yılındayız. İsmet Özel yedi senedir İstiklâl Marşı Derneği portalinde periyodik yazılar neşrediyor. Bu kitap bu yazılardan müteşekkil beşinci kitap. İlk kitap “Desem Öldürürler Demesem Öldüm” adıyla neşredildi. İkinci kitap “Küfrün İhsanı Olmaz”. Üçüncü kitap “Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı”. Dördüncü kitap “Dil ile İkrar” ve bu kitap da beşinci kitap oldu: “Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir”. Bu beş kitap aynı zamanda Türk yazısıyla neşrediliyor. Sadece ilk kitap olan “Desem Öldürürler Demesem Öldüm”ün ilk iki baskısı hariç hepsi hem Latin yazısıyla hem Türk yazısıyla neşredildi. İsmet Özel şimdi de “Tersinden Edebiyat Tarihi” başlıklı yazılar neşrediyor İstiklâl Marşı Derneği internet sitesinde. Biz de "Tersinden Edebiyat Tarihi Sözlüğü" neşrediyoruz. Latin yazısı ile değil Türk yazısıyla neşrediyoruz. “Dil ile İkrar” kitabı dördüncü kitaptı. Sonra “Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir” kitabı geldi. “Dil ile İkrar” kitabının son dört yazısının başlığı eğer dikkat ettiyseniz şöyledir: “Niçin şiir? Niye ben?", "Bakmaklar'dan Partizan'a", "Esenlik Bildirisi'nden Amentü'ye", "Dişlerimiz Arasındaki Ceset'ten Savaş Bitti’ye”. Şimdi de “Tersinden Edebiyat Tarihi”ni yazıyor İsmet Özel. Yani “Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir” mecburen araya girmiş bir kitap gibidir. Zaten bu kitabın ilk yazısının başlığı da “Etme Bihude Figan Vazgeç Gönül”'dür. Bir şarkının ismidir aynı zamanda bu. Bütün bunlar şiirle alakalı.
İsmet Özel kendine mahsus şiir yazma işini askıya aldığı halde bu yazıları neşrediyor. Yani başını örten kızlar felsefe bilmelidir diyor. Başını örten kızlar felsefe bileceğine şiir okusa daha iyi olmaz mı? Bu başlıklı bir yazı da var kitapta. Ama bir felsefi kıvam gerektiğinden bahsediyor İsmet Özel şiiri anlamak için. İsmet Özel'in niçin şiir yazmayıp da bu yazıları yazdığının -gerçi Allah nasip ederse inşallah Bir Yusuf Masalı’nı yazacağını söylemişti İsmet Özel- cevabı kitabın içinde var. Bu hususta yarım asır önceki bir hadiseyle misal veriliyor kitapta. Halkın Dostları dergisi çıkarken niçin bu dergiyi çıkarmak gerektiği konusunda Ataol Behramoğlu’yla beraber şuna karar verdik diyor: Şiir yazmakla iş bitmez, şair kendi şiirinin irtifaının bekçiliğini yapabilmeli, yapmalı. Mesela 1970’in martında çıktı Halkın Dostları'nın ilk sayısı. 1969 kasımında da yani 4 ay evvel de "Evet, İsyan" kitabı çıkmıştı İsmet Özel’in. Sansasyon yaratan bir kitaptı. Halkın Dostları'nda İsmet Özel "Tanrı Mezarını Isıtsın" başlıklı bir yazı yazınca, Cemal Süreya kendilerine laf geldiği için buna tepki göstererek dergi çıkaracaklarına şiir yazsınlar şiirlerini görelim diyordu. Halbuki "Evet, İsyan" kitabı yeni çıkmıştı. Cemal Süreya’ya da bir cevaptır aynı zamanda bunun izahı. Yani İsmet Özel şiir yazmakla şairini işinin bitmediğini aynı zamanda şairin yazdığı şiirin irtifaını savunması gerektiğinden bu kitapları yazıyor.
Bu kitaplar İsmet Özel’in önce İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı akabinde Fahri Genel Başkanı sıfatıyla neşrettiği kitaplar. Hem yazdığı yazılar, hem neşrettiği kitaplar. Aynı zamanda periyodik yazı yayınlaması diye bir şey var İsmet Özel’in. “Of Not Being A Jew” kitabıyla beraber en çok örtbas edilen, aleyhine tedbirler alınan kitaplar bunlar. Hem şekil hem muhteva itibariyle bu böyledir. Çünkü Türk yazısıyla neşrediliyor bu kitaplar. İsmet Özel yedi senedir İstiklâl Marşı Derneği’nin portalinde yazılar neşrediyor dedik ama bu zaman aralığında İsmet Özel hiç yazı neşretmemiş, şimdi de neşretmiyor gibi bir ortam var Türkiye’de. Mesela 20 sene önce İsmet Özel’in yazdığı bir yazı ortaya çıkarılıyor. Popüler bir yazı oluyor. Hatta İsmet Özel’in aleni düşmanları bak İsmet Özel ne demiş diye bu yazıyı epeyce meydana çıkartıyor. Nedir o yazı? İşte ekonomik kriz, dolar meseleleri falan dolayısıyla aynı gemideyiz teranesi çıktı. Ortalıkta güya çatışır görünen -ister AKP’liler olsun ister karşıtları olsun- çatışır gözüken tarafların ne söyleyecek bir sözleri ne de laf söyleyecek bir adamları olduğu için ve hepsi sırça köşkte yaşadığı için kimse birbirine laf atma cesaretinde bulunamadığından bakın İsmet Özel ne demiş diye mesela bu yazıları ortaya çıkarıyorlar. "Gemi battıktan sonra" İsmet Özel’in 20 sene önce yazdığı yazının ismi. Ama mesela kitapların birinde, muhtemelen ilk kitaptaydı. “Desem Öldürürler Demesem Öldüm” kitabındaydı, İsmet Özel “Dersim’de Olanlara Katliam Demeli Mi?” diye bir yazı yazdı. Her gün ekranlarda gazetelerde “Dersimdeki hadiseler katliam mı?” meselesi vardı, konuşuluyordu, ve bunun tarafları vardı güya. İsmet Özel’in yazdığı yazı satır satır okundu ama hiç kimse İsmet Özel’in böyle bir yazı yazdığından bahsetmedi çünkü İsmet Özel o yazıda Dersim’de katliamın da ötesinde, lisana sığmayacak bir canavarlık olduğunu söyledi fakat Türk olmayanların işine gelmeyecek bir şey söylediği için, bu hadisenin sebebini söylediği için bu yazıdan bahsedilmedi. Neydi o? Çünkü Dersim’de olan hadiselerin tarihi 1938, İkinci Dünya Savaşının başlama tarihi 1939. İsmet özel bu hadisenin tamamen Türklerin tarihi rolünü oynamaması üzerine yapılmış bir hadise olduğunu söylediği için bu yazı hiç kimse tarafından dile getirilmedi.
Ben gazete yahut mecmualarda İsmet Özel’in periyodik olarak yazdığı zamanlara yetişemedim. Yani yaşım belki tutuyordu ama İsmet Özel’i tanımıyordum o zaman. Periyodik yazı neşretmesinin de kıymetine değinmek istiyorum İsmet Özel’in. Gerçi kendisi haklı olarak bu yazıları keşke başkası yazsa da ben okusam der her zaman. Kendisi de bu yazıların okurudur. Burhan Felek’in bir yazısını hatırlıyorum. Matbuatta da şeyh’ül-muharririn olarak meşhurdu. 1970’li yıllarda şurada Türkçe eli yüzü düzgün cümle kurabilen 3-5 kişi kaldık diyor Burhan Felek. Şimdi ne matbuat ne de Türkçe cümle kurabilen muharrir… hiçbir şey yok. Yani şunun için söylüyorum, eğer okursanız, Türk okuruysanız, okunacak sarih, fasih müracaat edilecek bir yazı arıyorsanız İsmet Özel’in yazdıklarından başka herhangi bir yazıya rastlama imkânınız yok. Bunun da senedi olarak şunu söyleyeceğim size. Bu yazılar periyodik olarak yayınlandıktan sonra Türk yazısıyla da neşrediliyor. Türkçede imlaya gelmez diye bir tabir var. Bugün herhangi yazılan bir şeyin veya konuşulan şeylerin imlaya gelme imkânı yok. Çünkü ne dediğini bilmek ne yazdığını bilmek zorundasın. İsmet Özel ne dediğini ne yazdığını bildiği için bu yazılar imlaya geliyor. Ama Türkiye’de şu anda konuşulanların ve yazılan şeylerin imlaya gelme imkanı yok. Çünkü dediğim gibi bizim yazımızda eğer bir şey yazılacaksa, yazıya geçirilecekse orada ne dendiğinin belli olması lazım. Yani “sen öyle diyorsun ve öyle diyorum anlaşıyoruz” kafasıyla kurulan cümleler yazıya hiçbir şekilde geçmez. Hangi yazıya? Türk yazısına. İsmet Özel yazdığı yazılarda bütün kelimelere tek tek anlam yükleyerek yazıyor. Doldurma hiçbir şey yok. Yani hem lisanın ne söylediğine hem İsmet Özel’in kelimelere ne anlam yüklediğine dikkat ederek okumak lazım. Mesela karşılaşabilirsiniz, uydurma kelimeler de vardır İsmet Özel’in kitabında, ama mesela nasıl diyeyim size, yetke kelimesini görürsünüz o kelime menfi manada kullanılmıştır. Yani müspet manada kullanılan kelime salahiyettir. Necat kelimesini görürsünüz o müspet manadadır. Kurtuluşu ise menfi manada kullanır. Geçen Dil ile İkrar kitabının neşri dolayısıyla “Kalp ile Tasdik” diye bir panel yapmıştık. Orada da zikretmiştik. Bu kitaplardaki tabirlerin zenginliğine dair bir şeyler söylemiştik. Bu kitapta da bol bol var. Mesela artık pek işitmiyoruz ama rahmetli babaannemden işitirdim. “Dünyada mekân, ahirette iman” derdi ve bunu başını sokacak bir evi olması manasında söylerdi. Halbuki lisan konuşur, kendi adına konuşur. İsmet Özel hepimizden daha çok mensubiyetini aidiyete dönüştürebildiği için o tabirdeki dünyada mekânın vatan olduğunu o söylediği için anlayabiliyoruz. Biz sadece bu son beş kitap değil bütün İsmet Özel kitaplarındaki tabirleri inşallah tesbit ediyoruz. Büyük bir külliyat da hazırlayacağız, Türkçedeki tâbirlerle ilgili en mufassal kitap olacak.
Şimdi bu kitapta dikkat çeken yani benim husûsen burada zikretmek istediğim ve İsmet Özel’in temas ettiği Türkiye'de hiç düşünülmeyen, kafa yorulmayan olduğu gibi kabul edilen şeyler var. Bilhassa tarihçilerin üstünü örttükleri şeyler. Mesela akademi dün de böyleydi bugün de böyle. Türkler hakkında çalışılacak konular belli çalışılamayacak konular belli. Ne Batı medeniyetinin anti-Türk bir şey olduğu mevzuu dile getirilir, ne bizim bu toprakları dârü’l İslâm olarak vatanlaştırmamız hâdisesine çalışılır. Onlar sadece bizim aleyhimize olarak şu cümleye harç taşımakla meşguller: "Türkler gelmeden önce Anadolu, Anadolu’ya gelmeden önce Türkler." Sadece buraya çalışırlar. Buradan başka bir yere harç taşınması yasaktır, men edilmiştir insanlar bu hususta. Meselâ kimsenin dikkat etmediği bir şeye İsmet Özel dikkat ediyor, diyor ki: “Emevi Arapları, Abbasi Arapları denmiyor da niçin Selçuklu Türkleri, Osmanlı Türkleri deniyor?” Kimse Emevi Arapları demiyor, Emeviler diyor; Abbasi Arapları demiyor, Abbasiler diyor. Ama iş Türklere geldiği zaman Selçuklu Türkleri diyorlar, Osmanlı Türkleri diyorlar. Türkçeye Osmanlıca diyenler de yine bunlar. Yani Osmanlı’nın kuruluşunun tarihini veren,- 1299 tarihini veren- bunlar, Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 yılında -Hıristiyan takvimine göre - “Bundan sonra çarşıda, pazarda Türkçe konuşulacak” dediğini söyleyen yine bu tarihçiler, Türkçe’ye Osmanlıca diyen yine bu tarihçiler.
Yine felsefe bilmenin faydası olarak bu kitaptan benim öğrendiğim ve husûsen söylemek istediğim bir şey var. Biz Müslümanlar olarak yine bunu İsmet Özel’den öğrendik : “Bir deistten, teistten, Yahudiden, Hıristiyandan çok tanrıtanımaza yakınız.” İnsanlara İbrahimî gelenek, semâvî dinler numaralarıyla -Fikret Demir de açılış konuşmasında söyledi onlarla beraber ortak îtikad falan var- kandırılıyorlar. Halbuki bize tanrıtanımazlar onlardan daha yakındır sebebi de şu: teologik saha biz Müslümanlara tamamen yabancı bir sahadır. Biz Allah var-yok bunlarla uğraşmayız. Bu hiçbir zaman bizim meselemiz olmadı. La ilâhe İllalâh Muhammeden Rasûlullah. Biz tanrılar yok diyoruz. Allah bir diyoruz. Kelime-i tevhid, Allah'ı tevhid ediyoruz. Yani teologik meseleler hiç bizim sahamız değil. Dediğim gibi tanrı tanımayarak işe başlıyoruz, ve bizi aslında kâfirlerin oyuncağı olmaktan kurtaran da budur.
Bir şey daha husûsen öne çıkarmak istediğim yani bunları not aldım önceden söyleyeyim diye. Çünkü hiç dikkat etmediğimiz şeyler. “yumurtanın sarısı gitti çükümün yarısı” diye bir laf var şeylerde işte sünnetlerde falan söylenen. Bu asla bir Türk sözü değildir. Bunu da yine İsmet Özel söyledi de bildik. Bizim takvimimize göre konuşacaksak tam yüz sene evvel Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra Müslüman görünmek zorunda kalanların, onları böyle görünmek zorunda bıraktığımız için bizim değerlerimizi gözden düşürme çabası kastıyla söyledikleri bir laftır. Çünkü bir Müslüman öyle demez. Şimdi “sonradan görme” diye bir laf var, ama onun aslı şöyle : “Sonradan görme gavurdan dönme” yani sonradan görme değil sadece “sonradan görme gavurdan dönme “ Biz yine İsmet Özel’in yazısından öğrendiğimiz için öyle demiyoruz: “kusura sünnetçi bakar” diyoruz. Yani sünnetçi, kusurun icabına bakar. Aynı zamanda ben çocukluğumda işittiğim için biliyorum fazlalık derlerdi sünnetteki şeye. fazla çok demek değildir, fazla istenmeyen çokluk demektir… Efendim?
İsmet Özel: Onu da İsmet Özel’den öğrendik.
Gökhan Göbel: Onu da İsmet Özel’den öğrendik evet.
Şimdi, Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir. Bunu da şöyle bölebiliriz? Başını örten kız kimdir? Felsefe nedir? Bilmek nedir? Başını örten kız Türk kızıdır. İsmet Özel öyle söylüyor, kitapta var, “anası-babası ne derse desin ona, ben onu Türk kızı sayıyorum” diyor. Bunun da sebebi yalnızca Türklerin İstiklâl Harbi vermesi ve yine yalnızca Türklerin başına inkılâplar belasının gelmesi dolayısıyladır. Yani onun için başını örten kızlar Türk kızıdır. Sadece Türkler başının çaresine bakıp istiklâlini kopardı, sadece Türklerin başına inkılâplar belası açıldı. Meselâ Şapka İnkılâbı var ama Şapka İnkılâbı’nda kadınların kıyafetlerine dâir herhangi bir düzenleme yok. Yani inkılâpların arasında “kadınlar böyle giyinecek” diye herhangi bir hüküm yok. Şapka İnkılâbı olduğu zaman meselâ Osman Nuri Ergin diyor ki: “bazı kadınlar başlarını, bazı kadınlar yüzlerini açtı”. Şapka İnkılâbından sonra filozof Türklerin dediği gibi, İsmet Özel’in bu kitapta söylediği gibi “inkılâplar kadınların başlarını açtı” ve başını açmayan, yüzünü açmayan - çünkü Osman Nuri Ergin’in dediğine göre yüzünü açmayanlar da var, bazıları hiç açmadılar diyor- 27 Mayıs 1960’a kadar en tehlikeli insanlar kabul edildi idareciler tarafından. Kadınlar başlarını açtıkça idare kendini rahat hissetti, açmayanlar dolayısıyla idare kendini tehlikede hissetti. Şunu da söylüyor bu kitapta İsmet Özel: mütesettir kızla başını örten kızı karıştırmamız gerekir. Çünkü bazı kadınlar yüzlerini, bazı kadınlar başlarını açtı. Kitabın kapağındaki resimde de yaşmaklı bir kadın var. Gerçi bu Nedim’in söylediği gibi ince yaşmak. Tek kat, şeffafımsı yaşmaklara ince yaşmak demişiz. Tesettür değil dedik çünkü mesela Lady Montagu işte Türkiye Mektupları’nda -o kadar eskiye gitmeye gerek yok ama- hiç kimse karısını sokakta tanıyamazdı diyor. Biz de erkekler olarak meselâ mintan, potur giymiyoruz. Meselâ setre pantol diye bir şey var. Setre Tanzimat sonrası erkek kıyafetidir dizlere kadar gelen bir ceket. Namık Kemal, Avrupalıların frağı için öyle diyor: “hele ki biz Osmanlıların yamalı abasını Avrupalı dostlarımızın kuyruklu setresine tercih edenlerdeniz” diyor. Kuyruklu setre dediği frak. Yani biz de erkekler olarak Türk kıyafeti giymiyoruz ama “geçti Bor’un pazarı, bundan sonra böyle” de demediğimiz için bu konuşmayı yapıyoruz. 27 Mayıs’tan sonra ise siyasal İslâm diye bir şey çıktı. Bu kitapta İsmet Özel’in husûsen vurguladığı, adını koyduğu gibi siyasal İslâm’ın Türkçe sürümü aslında bu. Yine husûsen siyasal diyor siyasî demiyor, menfî mânâda kullandığı için -sal eki çünkü “uysal” ve “kumsal” harici Türkçede olmayan bir kelime. Siyaset kelimesi de tamamen Kur’anî bir kelime. Öztürkçe bir kelime de değil. Bu sal, sel eki Kur’anî kelimelerin yerine kelime koymak için uydurulmuş bir şey. Siyasal İslâm'ın Türkiye sürümü 1973’te başlatıldı. Meselâ Tunus’ta Raşid Gannuşi diye bir adam var o da kaç yaşında adam. Arap Baharı falan da Tunus'ta başladı biliyorsunuz. "Artık siyasal İslâmcı değiliz, Müslüman demokratız dedi". Siyasal İslâm’ın Türkiye sürümü de biz muhafazakâr demokratız diyor. Deyip ben yine konuşamadığım şeyleri söylemek için araya girerim. Şimdi Genel Saymanımız, aynı zamanda TİYO Yayıncılığın sahibi Oruç Özel’e sözü tevdi ediyorum.
Oruç Özel: Teşekkür ederim.
Selâmun aleyküm,
“Niçin Bu Kitap Vitrinde Değil?” diye bir başlık olunca dediler ki “Sen de konuş.” Çünkü doğrudan doğruya işi yapan Ercan Bilir’i saymazsak kitapların vitrine ulaşmasını sağlayan yegâne kişi yayıncı olduğum için benim.
Dokuz yaşındaydım Çıdam Yayınları kuruldu. Otuz dört yaşındaydım TİYO Yayınları kuruldu. Arada bir yirmi beş sene var. Çıdam Yayınları’nın faaliyetlerinin ticari olarak sona ermesi 1992, yayınevinin hukuken ortadan kalkması 1994. Yani Çıdam Yayınları beş sene kitap neşredebildi, ondan sonra kitap neşredemedi. Biz TİYO Yayınları olarak - açılımı Tam İstiklâl Yayıncılık Ortaklığı- Çıdam Yayınları’nın rekorunu geçtik, egale ettik, altı seneyi doldurduk, altı seneden daha uzun süredir devam eden bir yayınevimiz var, baş aşağı gitmiyor yayınevimizin durumu. Şimdi bunu niye söyledim, şu sebepten: Çıdam Yayınları Kur’an harfleriyle bir kitap neşretti veya iki kapaklı, çift taraflı bir kitap neşretti o da Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend'i. Fakat TİYO Yayıncılığın Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir kitabı bu nevide kitapların beşincisi. Bunun haricinde de hem Gökhan Bey’in hem de Fikret Bey’in zikrettiği derneğimizin neşrettiği başka kitaplar da var. Biz bunlara seri olarak Türkçeden İslam’a Giriş adını veriyoruz. Bunların adedi de on üç, hepsi de sadece kuran harfleriyle, Türk harfleriyle neşredilmiş kitaplar. Her ne kadar İsmet Özel kitapları ve derneğimizin neşriyatı haricinde kitap neşretmiyor olsa da yayınevimiz, kurulmasının yegâne sebeb-i hikmeti bu gördüğünüz kitabın neşredilebilir olmasıdır. Yani bu kitabın size ulaşmasının, Türkiye’de yapılan bir neşriyat olmasının sağlanabilmesi için bu yayınevi var. Mesela İrtica Elden Gidiyor kitabı ortada herhangi bir aksi durum olmamasına rağmen on üç sene neşredilmedi, sonra biz TİYO Yayınları olarak neşrettik. Şimdi burada İsmet Özel dinlemeye gelen arkadaşların bir kısmı çıktı, bir kısmı hala oturuyor biliyorum, ona göre konuşuyorum, konuşmaya gayret ediyorum. Baktılar “nasıl olsa İsmet Özel konuşmuyor o zaman niye dinleyeceğiz” dediler çıktılar, oturanların bir kısmı da bu niyette olabilir onlar da “bakalım ne diyecekler, bakalım nereye kadar sürecek” diye bekliyor olabilirler. İşte şu andaki durumla Türk Harfleriyle yayınlanan kitapların rağbet görme durumu müteradif, birbirinden ayrılmayan şeyler yani.
Desem Öldürürler Demesem Öldüm kitabı, TİYO Yayıncılığın ilk kitabıydı ve onu sadece Latin Harfleriyle neşrettik. Sonra ilk defa çift kapaklı çift yönlü kitabımız, sağdan Türk Harfleri ile soldan Latin Harfleri ile başlayan “Küfrün İhsanı Olmaz” kitabımız oldu. Sonra bu seriyi “Türk Olmadıysan Oldun Amerikalı” kitabı takip etti ve “Dil ile İkrar” dördüncü kitabımız ve bu da (Başını Örtmeyen Kızlar Felsefe Bilmelidir) beşinci kitabımız oldu. Bu kitabı neşrettiğimizde bunun gibi iki kapağı vardı bir tarafında Latin harfleri, bir tarafında da Türk harfleri olan iki kapağı vardı. Kitabı açtığınız vakit soldan sağa Latin harfleriyle gidiyordu birinci yazı, ikinci yazı şeklinde; sağdan sola da Kur’an harfleriyle yine birinci yazı ikinci yazı şeklinde devam ediyordu. Baktık ki insanlar kitabı ortadan ikiye ayırıyorlarmış Latin harfli kısmı muhafaza ediyorlarmış veya sadece o kısma bakıyorlarmış. Öbür kısmını kesip atan olduğu hakkında rivayetler kulağıma geldi, öbür kısma yani Türk harfleriyle olan kısma bakmıyorlarmış. Biz de bundan vazgeçtik ve kitabı aynı yazıyı önce Latin harfleriyle sonra kuran harfleriyle yayınlar hale geldik. Bu kitap da ve bundan sonra benzer şekilde diğer beş kitap da aynı şekilde neşredilmeye devam edecek. Bundaki maksadımız, gayemiz okuyucuyu Kur’an harfleriyle okumaya itmek veya yukarıya doğru çekmek. Elimizi uzatıyoruz yada uzattığımızı zannediyoruz, yukarıya doğru çekiyoruz okuyucuyu. Diğer yayınevleri böyle şeyler yapmıyorlar, bu bizim için övünülecek bir şey ama aynı zamanda başka imkanımızın da olmadığını düşündüğümüz bir şey. Yani Türkiye’de ilk defa telif edilmiş bir kitap, 1928’den -Hıristiyan takvimine göre- önce olmayan bir kitap Kur’an harfleriyle neşrediliyor. Bunu başkaları yapmıyor sadece biz Türkiye’de ilk ve devamlı olarak yapıyoruz. İsterim başka yayınevleri de yapsınlar ama tehlikeli buluyorlar ve bu tehlikeli bulmaları sebebiyle de zaten bu kitap vitrinde yok. Neyi tehlikeli buluyorlar? İstiklâl Marşı Derneği'nin siyasetine taraftar olmayı Türk Yazısının câri bir şey olması hususundan beri duruyorlar, bundan uzak durmaya çalışıyorlar. Bizse bunun aksini iddia ediyoruz ve bu beş kitabın neşredilmesi vitrine konması demek işte Taşları Yemek Yasak veya Erbain kitabının vitrinde olmasıyla aynı manaya gelmediğini kitapçılar da yayınevleri de ve internetten satış yapan siteler de biliyorlar. Yani Erbain çok popüler bir kitap, çok satıyor ama İsmet Özel kitabı diye bunu göz ardı edemiyorlar çünkü talebi var. Bu kitabın da talebi olmasını sağlamakla ilgili herhangi bir gayret gösterirse bunun İstiklâl Marşı Derneğine destek demek olduğu, Türk yazısına sahip çıkmanın veya Türk yazısını istemeye destek, taraf olduğu manasına geleceğini bildikleri için bundan beri duruyorlar. Bu kitabın vitrinde olmamasının yegâne sebebi bu. Elbette bu ve diğer kitapların. Konuya uzak insanlar. Kitabı bastıktan sonra biz bunların tanıtım metinlerine “Türkçe” yazıyoruz. Bu “Türkçe” mi diyorlar, “Osmanlıca” mı falan diye komik komik sorular geliyor. Çünkü kitabın dilini ben “Türkçe” diye yazıp gönderiyorum onlar “Osmanlıca” diye kendi tanıtım metinlerine veya web sitelerine o şekilde koyuyorlar. Çünkü aksini yapma durumunda değiller. Biz burada sizler kitap okuyucularımızsınız gözüyle bu konuşmayı yapıyoruz ve yazımızın geri alınması hususunda bizim tarafımızdan bir zorlanmaya itiliyorsunuz. Mesela Allah’tan bir mani gelmezse “Erbain”i ve “Bir Yusuf Masalı”nı da sadece Kur’an harfleriyle yayınlar hele getireceğiz. Biri “Bir Yusuf Masalı” okumayı arzu ediyorsa Türkçe okuyup yazmayı öğrenmek durumunda kalacak, yani aksi takdirde okuyamayacak. Biraz önce yine Fikret Bey Türkçeyi okumakla yazmak aynı şey değil okumak nispeten kolay yazmak yazmayı öğrenmek Fikret beyin dediği gibi uzun süren bir gayret. İşte taraftar toplamamız veya taraftar olmanızı sağlamak gibi bir gayemiz var bu neşriyatımızla. Biraz önce de bahsettiğim gibi bu kitaplar veya Asmai’nin “Yazımız” kitabı pek rağbet görmüyor. Bunlar basılabilsin diye bu yayınevi var. Başka türlü neşredilebilir miydi sorusu hep mevcudiyetini koruyordu. Biz de TİYO Yayınları’nı teşkil ettik işte ne diyeyim ticâri gaye gütmeden İstiklâl Marşı Derneği’nin Türk yazısı siyasetine fayda sağlamaya gayret gösteriyoruz. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Gökhan Göbel: Biz de Oruç Özel’e teşekkür ederiz. Bir hususu zikredip Seyfullah Köksal’a sözü vereceğim. İsmet Özel kitapta felsefe yapmaktan değil felsefe bilmekten bahsediyor. Türk felsefesinden bahsetmiyor. Filozof Türkler vardır ama Türk felsefesinden bahsetmiyor. Bizim bir Türk felsefesi icat etmemiz ne gerekli ne de mümkündür. Bunu da söylüyor. Çünkü başka milletlere benzemeyiz. Mesela Alman idealizmi diye bir şey var. Eğer Alman idealizmi olmazsa Almanlar olmaz ama Türkler için tek varlık sebebi İslâm. Bizim için bir Türk felsefesi üretmek ne gerekli ne de mümkün. Zaten bunca felsefeye bir de Türk felsefesi eklemek bizim işimiz değil. Çünkü İslâm’dan başka herhangi bir vasfımız yok. Bizim işimiz felsefe bilerek bütün dikkatimizi Allah’ın bize verdiği tarihe yani Asr-ı Saadete ve Hulefâ-i Râşidin devrine çevirmemizdir diyor aslında İsmet Özel bu kitapta. Allah bize bir tarih verdi. Biz felsefe bilirsek, ki bu da felsefe bilmek de yazımızın elimizde olmayışının mazeretidir, yani yazımız elimizde olmadığı için felsefe bilmekten bahsediyoruz. O yüzden he işin aslını mıncıklamak zorunda kalıyoruz ama yazımız elimizde olsa… Mesela Türk demeyelim diyenler aynı zamanda “gâvur da deme” diyor. Yani gâvur deme diyor ne de diyor mesela daha kibarcası güya "ecnebi" de diyor. İşte "ecnebi film" falan diyorlar. Hâlbuki ecnebi de -Türkçe bilse bunu söylemez- “cenabet, cünüp, gusülsüz” demek. Yani ecnebi de hiç öyle bir iyi bir şey değil. Asr-ı Saadet’ten bugüne ama bilhassa Tebük’ten bugüne bir tarihlendirme de verdi İsmet Özel bize bu kitapta. İlk defa Müslümanların merkezde olduğu bir tarihlendirme ve bunun kritik noktaları var ve bu ancak sınıf bilincine ererek erişerek temin edebileceğimiz bir şey. İstanbul Şubemiz üyesi Seyfullah Köksal bu hususta bir şeyler söyleyecek. Sözü ona tevdi ediyorum.
Seyfullah Köksal: Selâmun aleyküm,
Ben de sınıf bilincinden bahsedeceğim. Hem İsmet Özel’in az önce zikredilen kitapları hem de “Sınıf Bilinci” mecmuamızın ikinci merhale birinci nüshasının neşri münasebetiyle sınıf bilincinden bahsedeceğim. Şimdi biz sınıf bilinci dediğimiz zaman varlığını, mevcudiyetini tamamen Kur’an-ı Kerim ve sünnete borçlu olan yani mevcudiyetini tamamen İslâm’a borçlu olan bir milletten, Türk milletinden bahsediyoruz. Ancak sınıf bilincine erişerek hâkim millet olabileceğimizi vurgulamak istiyoruz.
Bizim tarih boyunca bir şiarımız oldu: "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir." Tarih boyunca bu şiarı benimseyerek biz hayatımızı idame ettirdik. "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir." Teşkilat-ı Esasiye kanunun birinci maddesi malum. Bu cümlede millet ve hâkimiyet beraber anılıyor yani millet-i hâkimeden bahsediliyor burada. Millet-i hâkime Türklerdir. Dar’ül İslam’da hâkim millet Türklerdir. Bu sınıf bilinciyle anlaşılacak bir şey. "Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir" şiarı bizim sınıf bilincimize tekabül eden bir şey. Bütün küfür âleminin karşısında tek başına bir sınıf olarak Müslümanlar, Türkler vardır. Sınıf bilinci budur aslında. Başını örten kızın ve onun felsefe bilmesinin Müslüman hâkimiyetinin sağlanmasında bir yeri vardır. Yani sınıf bilincine erişerek hâkim millet haline gelmemizde bir yeri vardır, başka da bir yeri yoktur zaten. İsmet Özel başını örten kızların Müslüman hâkimiyetinin habercileri olabileceğini söylüyor, tersinin de olabileceğini söylüyor. Yani burada başını örten kızın kimliği, sınıfı, sınıf bilinci bahis konusu. Bunu anlayabilmemiz için tarihe müracaat etmemiz gerekiyor. Tarihe müracaat edeceğiz, tarihimize müracaat edeceğiz ama tarihe İsmet Özel nokta-i nazarından bakarak müracaat edeceğiz. Yani tarihçiyim diye ortada dolaşan insanlar, televizyonlara çıkıp konuşmalar yapan, kitaplar yazan insanlar yine İsmet Özel’in tabiriyle “Bohçacı karı ağzıyla konuşan” insanlar. “Dil ile İkrar” kitabında söylemişti bunu. Onlar bohçacı karı ağzıyla konuşuyor. Onların dediklerine kulak verirsek, işte bir takım kronologik bir şeyler söylüyorlar. Bizim Türk hayatımızı sınıf bilincimizin üzerini örtmek üzere söylenen şeyler hepsi. Bunları bir kenara bıraktığımızda yani tarihe İsmet Özel nokta-i nazarıyla baktığımızda orada sınıfımızı, sınıf bilincimizi fark edebileceğiz. İsmet Özel kitaplarında tarih bilincinden bahseder. Yani biz millete mahsus tercihlerden, Türk varlığına mahsus tercihlerden anlaşılan şeye tarih gözüyle bakıyoruz. Şimdiye kadar böyle bir tarih yazılmadı. Sınıf bilinci esas alınmadan da yazılamayacak. Biz tarihe -yine İsmet Özel’in tabiriyle: “Tarihimiz talihimizdir” diyor İsmet Özel- talihimizi söküp alabileceğimiz bir şey olarak bakıyoruz. Bu nokta-i nazardan Türk tarihini okuduğumuzda varlığını başka bir şeye değil sadece İslâm’a borçlu olan bir sınıfı Türkleri, Türklerin yerini tespit edebileceğiz. Şunu bilmemiz gerekiyor: Tarihe, Türk tarihine İsmet Özel nokta-i nazarından baktığımızda ancak sınıf bilincini anlayabiliyoruz. Bunun için, sınıf bilincine erişebilmemiz için tarihimizden bazı noktaları, kritik noktaları işaret ediyor İsmet Özel. Mesela Müslüman hâkimiyetinin sağlandığı, kâfirlerin bir köşeye sıkıştırıldığı ve dünyaya geldiklerine pişman oldukları iki safhadan bahseder kitabında. Birinci safha Tebük Gazvesiyle başlayan, Malazgirt’e kadar devam eden safha. İkinci safha ise Türklerin birinci defa vatan sahibi olmasına tekabül eden safha. Tebük Gazvesinden az önce Fikret Demir bahsetmişti o yüzden fazla tafsilatına girmeyeceğim. Rasul-ü Ekrem’in Müslümanların nereye gideceklerini söylediği ilk ve tek sefer Tebük Gazvesi. Müslüman hâkimiyetinin birinci safhasının başlangıcıdır aynı zamanda Türklüğün. Türklüğün bidayetidir. Yani bu ikisi aynı kapıya çıkar. Rasul-ü Ekrem Tebük Gazvesinden döndüğünde kendisini Mescid-i Dırar’a davet edip namaz kıldırmasını isteyenlerin davetini kabul etmeyip o mescidi yıktırıyor. Yani Türklüğün bidayeti olarak kabul ediyoruz biz bunu. Aynı zamanda Müslüman hâkimiyetinin birinci safhasının başlangıcı. Bizim henüz Müslüman hakimiyetinin birinci safhasından itibaren bütün dünyada yerleştirdiğimiz bir şey var. Batılılar şöyle cümleler kurarlar konuşmalarında, kitaplarında: “İster Yahudi, ister Hıristiyan, isterse Türk olsun.” Bu, dünyada Karahanlılardan itibaren yerleşen bir şeydir. Karahanlılardan itibaren bize gelen ve hâlâ geçerli olan bir şey: “İster Yahudi, ister Hıristiyan ister Türk olsun”. Karahanlılar kimler? Şimdi o az önce söylediğim gibi bohçacı karı ağzıyla konuşanlara bakarsak Karahanlıların kökenine dair bir sürü faraziyeler var; Göktürkmüş, Karlukmuş, Uygurmuş… Kökenleri bunlardan oluşuyormuş veya hepsi bir araya gelmişler, Karahanlılar bir sentez olarak ortaya çıkmış. Meşhurdur Karahanlılar, İslamla anılır hep adı. İlk Müslüman Türk devleti diye anılır. Yani onlara kulak verirsek öyle, acaba İsmet Özel nokta-ı nazarından baktığımızda Karahanlıların yeri nedir? Karahanlılar, Râfizî isyanlarını bastıran gazilerden müteşekkil bir topluluk. Kaşgar, Buhara, Semerkant civarında yaşayan gaziler, bir sınıf teşkil edip Râfizî isyanlarını bastırıyorlar böylece Karahanlılar ortaya çıkıyor. Râfizîler kimler? Râfizîler de kelime kökünden gidecek olursak “terk edenler, ayrılanlar.” Terk ettikleri, ayrıldıkları şey İslâm. Kendilerini kötülükleri terk ettik diye savunurlarmış ama öyle değil. İbn-i Batuta Seyahatnâmesinde naklediyor. Sinop seyahati esnasında kendisinin Râfizî zannedildiğini söylüyor ellerini yana salarak namaz kıldığı için. Anlatmaya çalışıyor işte “Siz Hanefisiniz ben Malikiyim” ama inandıramıyor. Onu denemek için tavşan gönderiyorlar kendisine. İbn-i Batuta, bu tavşanı kesip afiyetle yedikten sonra bana ancak inandılar diyor. Yani Râfizîler; tavşan eti yemeyenler, Müslüman gibi görünen insanlar. Bunların karşısında bir sınıf olarak gaziler var, bunların isyanlarını bastırarak ortaya çıkan Karahanlılar. Yani ilk Müslüman Türk devleti dedikleri bundan ibaret.
İki safhadan bahsetmiştik. Bir tanesi Tebük'le başlayıp Malazgirt zaferine kadar olan safha. İkincisi ise bizim Türk Düzeni dediğimiz haçlı seferleriyle beraber başlayıp, 1571’e kadar, İnebahtı’da bizim donanmamız yakılana kadar devam eden safha. Bizim birinci defa Diyar-ı Rum’u Dar’ül İslam kılmamıza tekabül eder Türk düzeninin başlangıcı. Haçlı seferlerinin haçlıların püskürtülmesiyle bizim topraklarımız Dar’ül İslam kılındı. Yani bu Tebük’te başlayan Türk tarifinin ikmale ermesi demektir. İstiklâl Marşı Derneği’nin Türk tarifini Fikret Demir zikretmişti; “Kafirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir”. Bu tarif Haçlı Seferlerinin püskürtülmesiyle ikmale erdi. Topraklarımız Dar’ül İslam haline geldi yani Haçlı Seferleriyle beraber muteber bir saha haline geldi. Bizim topraklarımızda istediklerini alamayan Haçlılar, Türk hakimiyetinin zayıf olduğu, olmadığı yerlere yöneldiler, oralarda faaliyetlerini yürüttüler. Yani bu minvalde dünya tarihinin seyrini değiştiren bir şey oldu Türk hakimiyetinin başlaması. Haçlı seferleriyle beraber Diyar-ı Rum Dar’ül İslam kılındı ve Türkler tarih sahnesine millet-i hâkime olarak çıktı. Tarih sahnesine çıktığından beri de vatan bildiği yer Dar’ül İslam ’dan başkası olmadı. Dar’ül İslam yani Türk Milleti’nin Müslümanlar’ın birinci sınıf insan olduğu millet-i hâkime olduğu vatan. Vatan kıldıkları yeri Türkler, hangi cinsten gayrimüslim hangi sayıda olursa olsun onları zimmeti altına alırlar ve millet-i mahküme haline getirirler. Türkler millet-i hâkime gayrimüslimler millet-i mahkûme… Bu Asr-ı Saadet’ten gelen ve Hz. Ömer döneminde nizama bağlanan bir şey. Müslümanlar Dar’ül İslam kıldıkları yerde birinci sınıf insandır, diğerleri millet-i mahkûmedir. Osmanlı klasik düzeni de bu anlayış üzerine kurulmuştur. Milet sistemi, milletler ayrımını esas alan bir sistem kurulmuştur Osmanlı Devleti’nde. İstanbul’un fethiyle beraber netleşen bir sistem. Sunuf-u devlet var bir de reaya var. Sunuf-u devlet, devlet sınıfları; seyfiye, ilmiye, kalemiye. Bir de reaya bunlar yani yönetilenler. Kendi aralarında üçe ayrılırlar; Grekler, Ermeniler, Yahudiler en alt basamakta. Müslümanlar, Türkler yok. Bu sınıflandırmanın haricinde bir zümre Türk Milleti. Onlar beraya zümresi. Birinci sınıf insan beraya, devleti Müslümanlığı sebebiyle muaheze etme hakkına sahip olan bir sınıf. Tanzimat’a kadar böyle devam ediyor. Yani Dar’ül İslam’da birinci sınıf insanın Türkler, diğerlerinin millet-i mahkûme olması Tanzimat’la beraber ortadan kalkan bir şeydir. Tanzimat’ta bütün tebaanın eşit olduğu ilan edildi. Yani berayanın, millet-i hakimenin reaya üzerindeki tesirini ortadan kaldırmak üzere ilan edildi Tanzimat Fermanı. Tanzimat’la beraber millet-i hâkimenin yeri inkar edildiğinden dolayı bir bunalım yaşıyoruz. Millet-i hakimenin yerinin, Türkler’in yerinin reddedilmesi, diğerleriyle eşit kabul edilmesi kendisini iktisadi sahada gösteriyor. Zaten daha önce imzalanan Baltalimanı Anlaşmasıyla gayrimüslimler gümrüksüz olarak mallarını sokuyorlar topraklarımıza. Gayrimüslimlerin zenginleştiği bunun karşısında Müslümanların fakirleştiği bir iktisadi hayat, bir iktisadi saha ortaya çıkıyor Tanzimat’la beraber. Tanzimat dönemiyle beraber yani bir kimlik bunalımına girdik. Bu sınıf bilinciyle atlatabileceğimiz bir şey. Tanzimat’tan sonra bir kimlik bunalımına girdik ama elimizdeki imkanları kullanmaktan geri de durmadık. Yani gâvura gâvur denilmesi yasaklandı, biz yine onları küçümsemeye devam ederek gavurcuk dedik. Mehmet Akif’in Safahatı’nda geçer. Elimizdeki imkanları kullanmaya çalıştık. Şimdi bu kimlik bunalımının, Tanzimat’la beraber girdiğimiz kimlik bunalımının sonu olsun diye Sınıf Bilinci mecmuasını çıkartıyoruz. Sınıf Bilinci: Kimlik Bunalımının Sonu. Bu isimde bir panel de tertip etmiştik.
Sınıf bilinci mecmuasının ikinci merhalesinin birinci nüshası şu an elimde, neşredildi. Daha önce dört sayı neşretmiştik. Yani üç senelik bir program sınıf bilinci. Önce mevsimlik olarak dört sayı neşredeceğimizi ilan ettik sonra aylık olarak neşredeceğimizi, üçüncü merhalede ise haftalık olarak neşredeceğimizi ilan ettik. Bunun birinci merhalesini dört sayı tamamladık; güz, kış, bahar, yaz sayılarını neşrettik. Hepsi için bir panel de tertip etmiştik yine. Bir sene fasıla verdik, bir sene sonra ikinci merhaleyi, ikinci merhale birinci nüshayı neşrettik. İnşallah sekiz nüsha olarak neşredeceğiz. Birinci merhalede mecmuamız daha kalındı. Mevsimlik olduğu için mevsimlere mahsus bazı şeylerin anlatıldığı metinler yer almıştı. Yine Türk Edebiyatı’ndan, Türk Şiir’inden imlaya gelir numuneleri neşretmiştik, ideologik metinler neşretmiştik. Şimdi bir format değişikliğine gittik ikinci merhalede. Sınıf Bilinci mecmuamız üç kısımdan teşekkül ediyor. Daha sonraki sayılar da inşallah öyle olacak. Birinci kısım, “Hakikatli Yar İsen Mektubunu Sıkça Yaz.” Mektubun hayatımızdaki yerini inşallah yazıyla beraber öğretmeye, öğrenmeye çalışacağız. İkinci kısım, “Lafı Karıştırıyorsan Lafa Karışma.” Hanyalı Konya’da neşretmeye başlamıştık. Sınıf Bilinci ikinci merhalede bir kısmı bu metinler oluşturacak inşallah. Birbiri yerine kullanılan kelimelerin aslında birbiri yerine kullanılamayacağını anlatmaya çalışıyoruz; Lafı karıştırıyorsan lafa karışma. Mesela bu sayımızda; al ile kırmızı, ak ile beyazın aynı şey olmadığını göreceksiniz. Üçüncü kısmın serlevhası ise “Arif Olan Anlasın.” Kamus-u Türki’de kelimelere verilen karşılıktan sonra misal cümleler var. Onları aldık mecmuamıza. Yerimizin yettiği kadarıyla seçerek aldık. Üçüncü kısım da bundan müteşekkil diyerek bitireyim. Teşekkür ederim.
Gökhan Göbel: Biz de Seyfullah Köksal’a teşekkür ediyoruz. Oruç Özel’in ilave edeceği birkaç husus var.
Oruç Özel: Evet, cansız bir toplantı gibi oluyor diye biraz heyecanlı bir şeyler söyleyeyim. Biraz önce sizleri yani okuyucuları Türk Yazısı’nı okumaya icbar ediyoruz demiştik, aslında aynı zamanda yazmaya da teşvik ediyoruz. Nasıl teşvik ettiğimizi de daha önce de bir kere ilan etmiştik pek çoğunuz duymamışsınızdır diye tahmin ediyorum. “Sınıf Bilinci”nin arkasında bir ilan var. Burada “Reşat altınları hak edenleri bekliyor” diye yazıyor. Bu bir müsabaka. Biz Türk Yazısı’yla sizlerin veya her kim isterse onların yazı yazmayı öğrenmesi ve el yazısıyla İstiklâl Marşı üzerine metinler yazarak müsabakamıza katılmasını istiyoruz. Her sene derneğimizin kuruluşunun sene-i devriyesine kadar bu yazılan metinlerin gönderilmesini talep edeceğiz. Ve sene-i devriyelerimizde de -her sene- bu müsabakanın neticelerini ilan edeceğiz, kazananları tebrik edeceğiz. Ama sadece kuru kuruya tebrik etmeyeceğiz altın üzerinden, altın vererek birinciye ikinciye üçüncüye onları teşvik edeceğiz yazı yazmaya veya müsabakaya katılmaya. Sınıf Bilinci’deki ilandan da okuyabileceğiniz üzere birinciye 18 Reşat altını ikinciye altı, üçüncüye de üç Reşat altını olmak üzere mükafat vereceğiz. Ben bu ödülün ne olması gerekiyor hususunu tetkik etmemiştim, bu işler nasıl dönüyor kim ne veriyor diye bakmamıştım ama sonra baktım. Baktım ve gördüm ki ala u ala bir ödülümüz var. Yani devlet erkanının, belediyelerin falan verdikleri bunun onda biri, yirmide biri, ellide biri olduğunu da gördüm. İstiklâl Marşı Derneği bu noktada büyüklük gösteriyor diyebiliriz. Bunu ilan etmek istedim. Ezan-ı Muhammedi okunuyor, namaz için ara vereceğiz inşallah fakat bu başlıkla alakalı son bir şey daha söylemeden kürsüden inmek istemiyorum. O da şu: bu beş kitabın içerisinde talebi en az olan kitabın ismi “Küfrün İhsanı Olmaz”, Küfrün İhsanı Olmaz kitabının talebi en az. Eskimez yazıyla Türk yazısıyla da neşrettiğimiz ilk kitap olması ve bu serinin ikinci kitabı olmasına yani Hıristiyan takvimine göre 2013’den beri beş seneyi aşkın bir süredir neşrediliyor olmasına rağmen talebi az. Bu da biraz önce zikrettiklerime manidar bir şeydir diye düşünüyorum. Aynı zamanda işte mesela yani niye teşvik edilmiyor diye soruyoruz mesela kütüphanelere girmiyor. Çünkü devlet memurları bu kitabı ismi sebebiyle talep etmiyor. Adamlar “Küfrün İhsanı Olmaz” adlı bir kitabı kütüphanesine sokmaması gerektiği kanaatinde diyorum, hepinize teşekkür ediyorum.
Gökhan Göbel: Biz de teşekkür ediyoruz Oruç Özel’e. Akşam namazı için bir ara veriyoruz akabinde İstiklâl Korosu konseri olacak ve ikinci celseye geçeceğiz.
İKİNCİ CELSE
Bahadır Karadağ: Ben de bir giriş yapayım istiyorum. Buna, yani niçin bu kitap vitrinde değil sorusuna doğrudan Türkçe’nin asla Latin harfleriyle yazılamayacağını, aslen Kur’an harfleriyle -yani biz buna bilhassa Türk harfleri diyoruz- yazılabileceğini faaliyetlerimizin merkezine koyduğumuz için bu kitap vitrinde değil cevabını verebiliriz. Bir cümle kurdum; asla Latin harfleriyle yazılamaz aslen Türk harfleriyle yazılır dedim. Mesela bugün bu iki kelimeyi - asla ve aslen- sözlüklerde ayrı kelimeler olarak görebilirsiniz; fakat Kamus-i Türki’ye bakarsanız mesela, ikisinin aynı kelime olduğunu fark edersiniz. Aslen demek için, bunu tebarüz ettirmek için tenvin koyarsınız sonuna. Fakat aynı yazılır bunlar, asla ve aslen. Yani biz bir şeye “asla bu böyle değildir” dediğimiz zaman “aslen bu böyle değildir” deriz. Yani biz Türkler her şeyin aslına baktığımız için her şeyin aslını esas alırız.
Şimdi Türkçe bir İslam dilidir diyoruz buna bir örnek olsun diye bir parça okumak istiyorum size. Bu İkinci Abdülhamid zamanında Arapça- Türkçe bir sözlük neşri sebebiyle maarif vekâletinde vazifeli bir zatın yazdığı bir mukaddemeden; Mustafa bin Hafız Hüseyin isminde. Bir bölümde diyor ki - tabi dili kullanışına da dikkat çekmek istiyorum bunu okurken- : “Türk kavmiyse bir millet-i muazzama olarak bu saha-yı fâsiha-yı guberâda tuttuğu mevkii ve lisan ve ahlakını muhafaza ettiği gibi aktar-ı alemîn her kangı biri (herhangi birine) hâkimiyet-i siyasiyesini idhal etmiş ise hâkimiyet-i lisaniyesini birlikte götürmüşlerdir. Ve Türk unsuru bihamdülillah-i teala ikame-yi ahkâm-ı şeriyye ile bilcümle müluk-islamiyyeden mümtaz ve hilafet-i İslamiyye ile de mazhar-ı teşrif ve i’zaz olan saltanat-ı seniyye-i osmaniyenin mabel-kıyame ve'l-halet-i hazihi muamelat-ı resmiye ve umumiyesinde ve bittahsis enva-i müdevvenatda Türk lisanı lisan-ı şer’inin kaim makamıdır.” diyor. Türk lisanı lisan-ı şer’inin yani şeriat lisanının kaim makamıdır. Onun yerine geçer. Yani bugün biz bunu söylediğimiz zaman anlaşılmaz bulunması konuşulan Türkçeyle -artık Türkçe denebilecekse bu konuştuğumuza- bununla da alakalı bir durum.
Ben böyle bir girişin ardından asıl üzerinde durmak istediğim felsefe ve bilmek konularına geçeyim. Başını örten kızlar felsefe bilmelidir deniyor başlıkta. Kitabın ismi bu. Yani başını örten kız ifadesinde bir felsefi tavır olduğunu düşünüyorum çünkü bugün bu şekilde pek kullanılan bir tabir değil bu. İşte baş örtülü, kapalı falan deniliyor daha çok. Yani bir şey yapıyor olunduğuna işaret eden bir ifade başını örtmek. O fiili vurgulayan bir ifade. Felsefe bilmelidir. Bilme kısmından başlarsak; bir Nasrettin hoca fıkrası var onu nakledeyim. Hocaya sormuşlar bir gün güneş mi daha önemli yoksa ay mı diye. Nasreddin Hoca da ay daha önemlidir demiş. Neden hocam ay daha önemlidir diye sormuşlar. Hoca da demiş ki: güneş zaten gündüz ortaya çıkar, ay gece zuhur eder. Ay olmazsa ne yaparız, gecede kalırız demiş. Şimdi acaba komik duruma mı düşüyor Nasrettin Hoca yoksa bizden farklı olarak yani modern eğitimden geçmiş -burada hepimiz öyleyizdir- insanların zihninden farklı olarak bildiği başka bir şey mi var? Şimdi biz nasıl düşünüyoruz? İşte güneş ışık verdiği için gündüz oluyor; güneş ortadan kaybolduğu için gece oluyor. Yani gündüz ve gece bize böyle birer ışık hadisesinden ibaret bir şey olarak öğretiliyor. Böyle düşünüyoruz. Ama mesela Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teala diyor ki: Gece ve gündüz durmadan Allah’ı tesbih eder. Yani ay ve güneş, gece ve gündüz bunlar Allah’ın ayetleridir. Ay ve güneş nasıl birer mahlûksa; gece ve gündüz de öyle birer mahlûktur. Allah geceden gündüzü gündüzden geceyi çıkarır deniyor yine. Yani bizim bilmek dediğimiz şey nedir? Biz bilmekten ne anlıyoruz?
Kopernik Devrimi dedikleri bir şey var. Dünya aslında Güneşin etrafında dönüyormuş diye bize çocuk yaşımızda böyle söyleniyor. Aslında bu insani tecrübenin dışında bir şey. Yani bizim kendi şahitliğimiz olsun, lisanımızın şahitliği olsun güneşin fail olduğunu gösteriyor. Yani güneş doğuyor diyoruz, batıyor diyoruz, zevale geçti diyoruz vesaire… Yani Güneş orada özne ve bizim müşahedemiz de zaten bunun hareket ettiği yönünde ama bize daha çocukken bizim şahsiyetimizin, bizim şahsi tecrübemizin bir önemi olmadığı; bilgiyi bunun dışında bir yerden almamız gerektiği bir defa önümüze konuluyor. Biz de bunu kabul ederek hayata başlıyoruz. Yani daha baştan aslında bizim bilgiyle bağımız kopuyor. Bilginin şahsi bir şey olduğunu düşünerek yaşamıyoruz. Bilginin bizim şahsımızın dışında bir yerlerden bize verilecek bir şey olduğunu düşünüyoruz. Bilim dediğimiz şey yani. Kopernik Devrimiyle başlayan şeyin aslı da bu. Bu Türklerin varlığı sebebiyle böyle olmuş bir şey. Ve bu zihniyetin -bilimsel anlayış diyelim adına- bunun arkasını düşündüğümüz zaman bunun aslında daha çok Yahudi kafasıyla mutabık bir şey olduğunu fark edebiliyoruz. Yasaların keşfedilmesi, doğa yasaları dedikleri şeylerin keşfedilmesi ve bunun üzerinden bir hâkimiyet elde edilmesi saikini fark ediyoruz. Mesela bütün bilim felsefecileri -ben felsefe okumuş birisiyim, işte fena denilemiyecek bir bilim felsefesi dersi de gördüm ama İsmet Bey'in söylediği şeyi işitene kadar böyle bir bilgiden mahrumdum diyelim- bütün bilim felsefecileri Yahudi mesela. Karl Popper da Yahudi, Thomas Khun da Yahudi. Bunlar aralarında tartışıyorlar. Dikkatimi çeken şeylerden biri de gene son on senede iki tane kitap dikkatimi çekiyor. Bir tanesi tüfek, mikrop ve çelik diye bir kitap çok popüler oldu çok sattı falan. Son zamanlarda da “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” diye bir kitap çok revaçta olduğunu görüyorum. Bu ikisinin yazarına da baktım ikisi de Yahudi çıktı. Felsefe de, bu arada, hermeneutik üzerinden bilhassa; Hıristiyani bir zihin kuvveti sayesinde görünüyor, o haliyle görünüyor aslında. Yani böyle bir dünyada yaşıyoruz biz. Bilim ve felsefe -bilhassa hermeneutik- böyle. Onu da Kur’an’a uygulama ve Kur’an-ı Kerim’i bir hidayet rehberi olmaktan çıkarma operasyonu devam ediyor.
Felsefeden bahsedecek olursak yine İsmet Bey'in Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir başlığı altında neşrettiği yazılardan ben şahsen öğrendim ki felsefenin millet meselesiyle bir alakası var. Yani kelimelerle filozoflar, kelimeleri kullanarak bir şeyler söylüyorlar. Kelimeleri hususen belirli yerlerde belirli anlamlarda kullanarak filozoflar bir felsefe ortaya koyuyorlar fakat bu mensup oldukları milletin menfaati ile kesiştiği zaman bir şey oluyor. Yani hiçbir zaman kendi milletlerinin meselesi dışında bir varlık gösteremiyor aslında filozoflar. Yani bu sebepten bir Fransız rasyonalizmi, bir İngiliz emprisizmi, bir Alman idealizmi ve bir Amerikan pragmatizmi ortaya çıkıyor felsefe tarihinde. Mensup oldukları milletin neden bir arada olduğunu; bu insan topluluğunun bir araya gelmesini sağlayan şeyin ne olduğunu tespit etmeye çalışıyor felsefeciler. Filozoflar kelimeleri bununla birleştirebildikleri nispette bir şey ortaya koyuyorlar. Şimdi bu biraz önce saydığımız o felsefe tarihinde karşımıza çıkan unsurlar kendi toplumlarının varlığını birlikteliğini dinleriyle açıklamak değil de dinlerini bu anlamda merkeze almayarak bir izaha gayret ettikleri için zikrettiğim çeşitli kavramlar; rasyonalizm, empirisizm, idealizm gibi kavramlar ortaya çıkıyor. Ama bu eksende düşünürsek Türk felsefesi diye bir şey hiçbir zaman olmadığı gibi bundan sonra da olmayacak bir şeydir. Çünkü Türklerin dini yoksa kendileri de yoktur. Yani bu diğer örneklerdeki gibi bir varlığımız yok bizim. Bizim varlığımız İslâm'a merbut olduğu için; yani Türklerin kendilerinin var olup olmadığı önemlidir felsefelerinin falan değil. Türkiye'de felsefe, millet meselesinden apayrı bir yerde olduğu için -işte akademik camiaya bakarsanız- hatta buna mugayir bir durum arz ettiği için belki de o sebepten -çünkü Türk filozoflarından bahsediyoruz- yani Türk felsefesi değil.
Gökhan Göbel: Filozof Türk.
Bahadır Karadağ: Evet, filozof Türkler var yani, Türk Felsefesi diye bir şey yok. Ama Türk filozofu diye bir şey işte Nasrettin Hoca'yı bir Türk Filozofu addediyoruz. Kasketini secde eden bir insan olduğu için ters çevirenlere Türk filozof diyoruz. Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin aralarında ne fark olduğu sorulduğunda, kürsüden “Aynı fışkı; ortasından kağnı tekeri geçmiş” diyenleri Türk filozof addediyoruz. Çünkü bunlar Türk aklını yansıtan şeyler. Yani filozof tabirini mesela felsefe eğitimiyle meşgul insanlar kendilerine yakıştırmıyorlar. Felsefeci diyorlar, filozof demiyorlar. Bunun sebebinin de millet meselesinin karşısında olmalarıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. Ya da insanlar da onlara filozof tabirini yakıştırmıyorlar. Çünkü milli bir gayeyi benimsemiş değiller. Yani başını örten kızlar felsefe bilirlerse -çünkü buradan felsefe bilmediklerini anlıyoruz. Başını örten kızlar felsefe biliyor mu diye sorsanız herhalde bilmedikleri cevabını almanız kuvvetle muhtemel. Felsefe bilir bir görüntü arz etmiyorlar- Felsefe bilirlerse eğer; mesela başlarını örttüklerini de, yani bir şey yaptıklarını ve bunu niye yaptıklarını ve bunu yapmakla ne yaptıklarını… Pek çok şeyi düşünebilecek, fark edebilecek bir imkana kavuşabilirler. İşte daha önce konuşmalarda bahsedildi: iki defa biz kâfirlerin başlarına yıktık dünyalarını; bunun üçüncüsü olabilir eğer bu teklif bir karşılık bulursa.
Geçenlerde haberlerde görmüştüm ağustos ayında Anayasa Mahkemesi bir karar vermiş. Şöyle bir şey: başını örten bir kadın dava açmış işinden olduğu için vesaire; tazminat almış, kazanmış. Şöyle bir şey geçiyor kararın gerekçesinde, deniyor ki: “Kamu görevlilerinin başörtüsü gibi toplumsal çeşitliliği yansıtan bir dini açığa vurma vasıtasını kullanmasını toplumsal birliği tehdit eden bir unsur olarak görmek demokrasi ve çoğulcu laiklik anlayışıyla bağdaşmaz.” Yani başörtüsü gibi toplumsal çeşitliliği yansıtan bir dini açığa vurma vasıtası deniyor. Bunu İslâm'ın lehine anlayan insanlarla dolu yaşadığımız ülke. Yani İslam toplumsal çeşitliliğe katkı sağlayacak bir şey ise; bizim topluluğumuzun varlığının aslı değil de böyle bir şey ise; başını örten kızların niye başlarını örttüklerini düşünmeleri lazım. Bu duasını ettiğimiz, istediğimiz Müslüman hâkimiyetine hizmet edecek bir şey mi? Yoksa Türk varlığını gölgeleyerek, silikleştirerek kâfir hâkimiyetine hizmet edecek bir şey mi; bunu düşünmelerinin imkanı da felsefe bilip, bilmemelerine bağlı.
İsmet Bey bu kitabı oluşturan yazılarını yazmağa başladığında ilk yazının başlığı biraz önce de söylediğimiz bir şarkının sözü idi: “Etme bîhûde figan vazgeç gönül / Gel bu sevdadan hemân vazgeç gönül.” Son yazısında da şöyle bir ifade vardı: “Ortalık Türk olmayanlara mahsus ruh bozukluğuyla hangi zaman diliminde ne şekilde kaplandıysa kaplandı diye gerçeklerden vazgeçecek değiliz. Ben nasıl vazgeçmiyorsam sizin de vazgeçmediğinizi biliyorum.” Biz şarkı söylemekten de gerçekleri söylemekten de vazgeçmeyeceğiz. Teşekkür ediyorum.
Gökhan Göbel:Biz de Bahadır Karadağ'a teşekkür ederiz. Bahadır’ın konuşması dolayısıyla şunu zikredeceğim. Dünya çapında metinler İsmet Özel'in bu kitaptaki yazıları. Türkiye’de bir entelektüel sefalet olduğu için fark edilmiyor. Başını örten kızlar en azından epistemologinin iflas ettiğinin farkına varsaydı diyor bu kitapta İsmet Bey. Batı’da yükselen medeniyetin içinde epistemologidir düşünme heveslerini dışarı vurdukları şey. İsmet Özel bunu yazdıktan sonra , “Türkiye’de İsmet Özel, milletiyle gereken dili kuramamış.” Sözüyle bilnen Jürgen Habermas, “Türk Milleti İsmet Özel’i anlayacak bir millet değildir” de demiştir aynı Jürgen Habermas. Onu söylemezler. Habermas, 2018 Mayıs’ında verdiği bir mülakatta “Ne olacak bundan sonra felsefe, ne yapmalıyız?”a verdiği cevapta “Şunu sormalıyız.” diyor: “Ne bilebilirim? Ne bilmeliyim?”. Yani bu sorulara geri dönmeliyiz diyor. Çünkü ellerinde başka bir şey yok. Şimdi sözü konuşmasını yapmak üzere Genel Merkez Yönetim Kurulu üyemiz Faysal Toprak’a tevdi ediyorum.
Faysal Toprak: Selâmun aleyküm,
Buradaki hazırlıklar için salona biraz erken geldim. Namaz kılmak için binada mescit var mı diye sordum. Görevli “Arızalı” dedi. Tabii bir alışveriş merkezinde mescit olması arızalı da olabileceği ihtimalini kuvvetlendirebilir. Yani aslında bütün mesele dil meselesi. Eğer biz Türk Harfleriyle okuyor ve yazıyor olsaydık -belki arkadaş Karadenizlidir bilmiyorum ama- o bile bunu yapmayabilirdi. Şimdi ben de bu serlevha üzerinden bir şeyler söylemeye çalışacağım. Kendimi zorlayıp bir iki cümle yazmaya çalıştım. Ama ne kadar çabalasam da Orhan Pamuk kadar bozuk bir cümle yazamadım. Tahsin Yücel’in Orhan Pamuk hakkında yazdıklarını zaten biliyoruz bir miktar. Fakat Samim Kocagöz de ömrünün son demlerinde şöyle bir şey söylemiş: “Kara Kitap’ı okudum ama hiçbir şey anlamadım. Benim bildiğim roman, Ali geldi Veli gitti diye yazılır.” Yani Türkçe bilmeden zaten bir şey anlatmak da mümkün değil ama hani bir şey demek istemiş bile denilemeyecek bir durum var. Onlara yaklaşmaya çalıştığım iki cümle okuyayım: Şimdi ben, “Bu kitap vitrinde duran kitapların pabucunu dama atacak, birileri o yüzden korku içinde, o sebeple vitrinde değil.” desem sanki manalı bir şey söylemişim gibi gelebilir birçok insana. Veya: “Bu kitap vitrinde değil çünkü yurtta sulh cihanda sulh ilkesi yürürlükte.” Desem bu sefer de dediğimden pek bir şey anlaşılmaz. Çünkü bu sözlerin ne manaya geldiği konusunda bir bilgisizlikle malulüz. Bu sözlerin ilki Türk Düzeni ile alakalı sözdür. İkincisi de tamamen dünya sistemiyle kapitalizmle alakalı bir şeydir. Eğer esnaftan biri hileli mal satarsa, Ahi teşkilatına aidatını vermezse, adi bir iş yaparsa Ahi şeyhi gelir, -ki bunlara Ahi Türk de denirdi- dükkanına kilit vurulur, sonra pabucu dama atılırdı. Cümle aleme rezil rüsva olsun diye. Bir şekilde affa uğrar tekrar dükkanını açma imkanına kavuşsa bile pabuç damda kalırmış. Bizim Türk Düzeni boyunca böyle sağlam bir dayanağımız vardı. Yani bu gözden düşme tamamen helal ve haramla alakalı bir şeydi. Abdulbaki Gölpınarlı’dan öğrendiğimize göre Tanzimat’tan sonra fabrika mamulleri Türk Pazarı’na girince bu adet zaten bitmeye yüz tutmuş. Ama enteresan bir takvim veriyor o da. Hristiyan takvimine göre1908’de de son mümessilleri ortadan kalktı diyor. Biz Türk Düzenini tesis ettiğimiz zaman diliminde -defaatle İsmet Bey’in söylediği gibi- İtalyan Site Devletlerinde kapitalizm uç göstermeye başladı. Mesela ilk finansal monografiler orada yapıldı. O da nedir? Belli bir bölgenin ve zümrenin üzerinde sadece mal ve para akışını incelemek ve tabii olarak her şeyi ona göre ayarlamak için düzenlemen raporlar. Yani tamamen paraya dayalı bir sistemin ilk numuneleri İtalyan Site Devletleri’nde başladı. Akabinde yine Türk korkusuyla coğrafi keşifler başladı. Bu sebeple Avrupa’da o kadar çok sermaye birikti ki oradan Sanayi İnkılabı çıktı. O kadar parayla bir şeyler denediler ve o Sanayi İnkılabı oldu. Hatta şöyle bir şey var Hristiyan 19. asrına gelindiğinde yani- dört yüz sene öncesine göre altının kıymeti yedide bire kadar düşmüştü. O derece bir para birikmesi söz konusuydu. Şimdi zaten ulus devlet, modern devlet dediğimiz şeyler de bu sermaye bolluğuyla bazılarının: “Biz sizden ayrıyız.” Diyerek teşkil ettikleri şeylerdi. Yani, modern devletler, ulus devletler denilen organizasyonlar milli pazarlarını bu parayla teşkil edebildikleri için ortaya çıkmış şeylerdi. İşte başta zikrettiğim gibi, yurtta sulh cihanda sulh sloganı da 19. asırda ortaya çıkmıştı. Mesela bu Anatole France’ın Penguenler Adası kitabında aynen şöyle geçer: “İşte diye düşündü profesör. Sanayi ve ticaretle uğraştığı için savaş yapmaya gereksinimi olmayan bir halk! Yeni Atlantislilerin barışa dayalı bir politika izlediklerinden şimdiden eminim. Çünkü tüm ekonomistler de bilirler ki ‘yurtta barış dünyada barış’ ilkesi ticaret ve endüstrinin temelidir. Bu 19. Hristiyan asrına ait bir slogandı. Ekonomistlerin hepsinin bildiği bir slogandı. Yani birileri daha portakalda vitamin değilken bu söz söylenmişti.
Biz Hristiyan takvimine göre 1571 İnebahtı hezimetiyle Türk Düzeninden kopmaya başladık. Böylece pabucu dama atılanlara gün doğdu desem bu sefer herhalde bir şey söylemiş olurum. Veya yurtta sulh cihanda sulh ilkesi mucibince Misak-ı Milli’den vazgeçecekleri sözünü verdikleri için cumhuriyet ilan edilebildi desem yine bir şey söylemiş olurum herhalde. Yeri gelmişken kitaptaki Five Minutes Past Dokuzda Ataturk yazısı benim şahsen en sevdiğim yazılardan birisi. İnsanın bir şeylerin aslını bilme arzusunu kamçılıyor hakikaten. Mektep kitaplarında genelde ilk sayfalarına baktığım bir tahsil hayatım oldu benim. Oradan kalmış bir söz var aklımda: Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. Bu sözün menşeini şimdi anlatmayacağım ama başka bir yere gelmek istiyorum. Yani ben zamanla İsmet Özel’den öğrendim ki sanatsız kalmış bir milletin atan bir damarını bile bulmak mümkün değildir. Çünkü kitapta: “Fert olarak da millet olarak da canlılığımızı sanata, nöbet yerini terk etmemiş, nöbet yerinde uyuyakalmamış sanatçılara borçluyuz.” Cümlesi geçiyor. Bir de devr-i istibdatla ve devr-i cumhuriyetle ilgili bir şeyler var. Ben bu konuşmaya hazırlanırken, bahsettiğim şeyleri okurken bir şeye rastladım: Şeker Ahmet Paşa’nın Erenköy Civarında Tren İstasyonu adı verilen bir tablosu. Ben tabloyu biliyordum. Bu tablonun önceki hali -anlatabildiğim kadar anlatmaya çalışayım. Tablonun orta kısmı geniş bir çayırlıktır. Ve bu çayırlığın arka tarafında, sağ tarafında tren istasyonunu görürüz. Orada bir tren de vardır. Sol tarafta ise ağaçların arasında tek katlı bir ev ve Tablonun ön kısmında ise sınırları ayrılmış yeni ekilmiş bir alan vardır. Tren istasyonundan sonra da adaları görürüz belli belirsiz. Resim aşağı yukarı böyledir. Ve o çayırın ortasında da iki tane insan figürü, yine belli belirsiz istasyona gidiyorlarmış gibi resmedilmiştir. Dört sene önce resimle ilgili bir restorasyon çalışması yapılırken şu fark edilmiş: O iki insan figürü ve etrafı resme sonradan dahil edilmiş. Bunu mahir birisi yapmış. Ve bilhassa farklı bir boya, sulu boya kullanmış. Yani ilerde rahatça temizlenebilecek bir şey yapmış. Resme zarar vermemiş. İşte bu Şeker Ahmet Paşa’nın kayıp tablosu bulundu falan diye böyle sanat camialarında bir heyecana sebep olmuş. Ama bundan başka da bir şey zikredilmemiş. İki insan figürünün çevresi temizlendiğinde iki tane koç figürü ortaya çıkmış. Bu koçlardan bir tanesi istasyon tarafında birbirine yakınlar ama, biraz da irice çizilmiş. Yine perspektifle ilgili bir hususiyet var Koçlardan, istasyon tarafında olan koç, bize bakıyor. Hemen yanındaki koç ise, otluyor. Ben resme trene bakar gibi bakmadım. Bir şey olması lazım resimde dedim yani ve o iki koç figürü aslında o zamanki şartları da düşünürsek, biri devleti, öbürü milleti temsil eden koç olarak resmedilmiş.Üzerinde bulundukları geniş alan da, elimizde kalan topraklar. Kanaatimce birileri tabloyu ve belki de Şeker Ahmet Paşa’yı devri istibdatta veya devri hürriyette korumak gayesi ile bu işi yapmış. Tablo Hıristiyan takvimine göre 1902 senesinde sergilenmiş.Koçlardan birisi yani devleti temsil ettiğine inandığım koç, resmi yapana bakıyor. Resmi yapan da, ferikliğe kadar yükselmiş Şeker Ahmet Paşa. O da bir asker. Yani medeniye kurban edilmek üzere olan koçlar bunlar. Tabi bütün bunlar benim yakıştırmam olabilir. Kandinsky’nin bir sözü var; “Sanat eserleri kendi çağının çocuklarıdır”. Bir de, İsmet Bey’den öğrendiğim bir şey var. Onu belki birazdan değiştirerek söyleyeceğim. Bir manzara resmi, biz manzara seyredelim diye yapılmaz.
Kâfirler 20nci Hristiyan asrının başında, devleti de milleti de medeniyete kurban edemediler. Allah İstiklâl Marşı’nı bir sanat eseri olarak bize, kahraman ordumuza nasip etti. Bunun neticesinde İstiklâl Harbi verdik ve yok olmaktan kurtulduk. Akabinde, takvimimizi, ölçülerimizi, Türk harflerini elimizden aldılar. Yetmedi beğenmesek de ancak, kahraman ordumuzun gölgesinde ilan edilmiş cumhuriyetimizi de, 27 Mayıs müdahalesiyle ortadan kaldırdılar. Şimdi Siyasal İslâm eliyle, Türklerin tümünün öldürülmesinin mümkün olduğu günlerdeyiz. Bu kitap vitrinde değil çünkü vitrinler başını örten kızlarla dolduruldu. Dünya sistemi siyasal İslam eliyle, başını örten kızları vitrinlere tıkıştırdı. Bu kitap yazılmasaydı, çevremizde pıtrak gibi çoğalan başını örten kızların, ne demeye geldiğini, hangi mesuliyetle yüklü oldukları hakkında bir bilinç doğmayacaktı. Kitap vitrindeki kızları, esas yerlerine davet ediyor. Türk tarihinin onları icbar ettiği yere. Bizim kültürümüzde biliyorsunuz kız demek dokunulmamış demektir. Türk kızı dokunulmazlığını, üstünlüğünü, felsefe bilerek ele geçirebilecek. Kadınlar sahiden bu kadar güçlü mü diye düşünülebilir. Alphonse Daudet'nin bir sözü var: “Kadınlar ne istediklerini gözleriyle anlatırlar”. Yani bu kadar belirleyicidir kadınların yaptıkları. Bizim için bütün mesele başını örten Türk kızının, gözünü helale mi, harama mı çevireceği meselesidir.
Bir de felsefe denilen şey baş gösterdiğinden beri, filozofların bir merakı da insanları muayyen tiplere ayırmak olmuştur. Yani Platon’un bir Metaller Mitosu vardır. Doğuştan gelen özelliklere göre insanları sınıflandırır. Devletinde ona göre yer verir onlara. Bir çeşit kast sistemidir. Veya oradan tutun da Marks’ın, üretim ilişkilerinden doğurduğu insan tipleri vardır. Yani her devrin insan tipleri vardır. O sebeple her devirde tanımlar değişir. Fakat Türk milletinin başına gelenler, başına getirenler sebebiyle kendi kaderimizin cahili durumundayız. Biz ne tip insanlarız. Çağın bizden beklediği, istediği insan tipi olmaktan nasıl kurtulabiliriz? Bunu istiyor muyuz? Cevabımız evet ise, İsmet Özel’in hayat tecrübesine ve yazıya geçirdikleriyle kurulacak ünsiyet birinci vazifemiz olmak gerektir. İnsanların kaça ayrıldığını, ne işe yaradıklarını, biz Resulü Ekrem’in tasnifinden çıkarabiliriz. Eğer kendi kaderimize dâhil olmak istiyorsak. Hadis-i şerif şöyle; Allah'ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur kâh öyle bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı suyu kabul eder ve çayır ile bol ot yetişir. Bir kısmı da kurak olur, suyu üzerinde tutar da Allah onunla insanları faidelendirir. Onlardan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını suvarır, ekin ekerler. Bu yağmur diğer bir nevi toprağa isabet eder ki, düz ve kaypaktır; ne suyu üzerinde tutar, ne çayır bitirir. Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir.
Türk toprakları , Türk vatanı resul Allah vasıtası ile gelen hidayet ve ilmin suyu kabul eden, bereketli topraklarıdır. Bu topraklara yakışan insanlar olmanın, bu topraklara ait olmanın tek yolu duamızdaki şuurla mukayyet. Şair Türk’ü dua okur gibi okumak duasına ortak olmakla mümkün.
Gökhan Göbel: Faysal Toprak'a teşekkür ediyoruz. Ben de bir şiir okuyarak bitireyim paneli. Felsefi bir kıvama geldik her halde. Of Not Being A Jew kitabından:
MELEKSEN BAKIP TERLEME
Sen bize zayiat ordusuyuz bakma
Bize bakma kan yoğun vitrine bak
Bakı bak bakasın dövülen bakırda
Dindikçe dinik dinlenen sürahiye
Köknarlar kırında en kır
Dişbudak en porselen tabağı
İç çekiyor mu iç organı
Neler dişinden neler artırmış
Tırnağından borcu harcı sülbü
Evlatlığı hak mı nahak mı bak
Ornament firmament harçlığı
Akar fesat kurnadan
Çay kornalı bulgur
Pilavı kaçak
Yayvan günah çıngırak.
Zayiat ordusuyuz eğer olmasaydık
Lafzı cıcık ornamente bürüyemezdi
Yunağında sayfa baldırına cılız cılk
Semeri pırtık katırlar sürüyemezdi.
Ters teli zayiatız yüzden ordusuyuz Allah
Sevindirmek için biz tepsisi yorgun kulları
Yenin eskili yeni içliden dış eziyetle ferah
Yuhu hamak uykusu kıranta kınnap yuları.
"TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR" kitabının neşrolunması münasebetiyle İstanbul'da Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel himayesinde 2 Cemaziyelevvel 1441 Cumartesi günü İstanbul'da tertiplenen panelin tam metni:
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşı’nda, biri başlangıçta diğeri de daha sonraki bir kıtada olmak üzere iki yerde “korkma” sözü geçiyor.
Selâmün Aleyküm,
Bize, İstiklâl Marşı Derneği’nin Şanlıurfa şubesini açmayı nasip eden Allah’a hamdolsun. Bu, dünya tarihinde dikkate alınacak bir andır. İki şeyi söylemek için buradayım:
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.