14 Kasım 2009 Cumartesi günü Şanlıurfa Şubemizin açılışına mutakiben yapılan panel:
AHMET DEMİREL:
İstiklal Marşı Derneği, Şanlıurfa şubesiyle birlikte bünyesi için gerekli gördüğü azalarına kavuştu. Bir görünüm hâsıl oldu, bir şey tamamlanmış oldu. Bundan sonrasını panelin de konusunu teşkil eden “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” terkibine sadakat tayin edecektir. Bu ifade aynı zamanda, bugün burada neden bulunduğumuzu izah eden yegâne hakikatimizdir.
İstiklal Marşı Derneği’nin varlığını devam ettirmesi, günden güne tesirini artırması, sahasını genişletmesi hususu, kendini kendinden ve Rabb’inden bilen şahsiyetlerin mesuliyetine bakmaktadır.
Dolayısıyla “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” ifadesinin kendini bilmek kısmının üzerinde bir miktar durmak gerekiyor. Kişinin kendini bilmesi, kendi olmasıyla ilişkilidir. Kendi olma, kendini bilmekten önce gelir. Hepinizin bildiği gibi “kendini bil” ilkesi antik çağın temel düşüncelerindendi. Bu ilkenin yanında “ kendine dikkat et, kendine özen göster, kendinle ilgilen, kendinle meşgul ol” gibi yan düşünceler de vardı. Sıraladığımız bu umdeler, insanın titizlik sahibi yani ahlâk sahibi olmasını temin eden hususlar olarak, kişinin kendi olmasına dolayısıyla kendini bilmesine giden yola işaret ediyordu. Bu sayede kendini bilmenin değerinin fark edilebileceği/edilebildiği fikri vardı.
Sonrasında Müslümanlar bu ilkeye bir şey ilâve etmeksizin itikatları gereği şunu söylediler: “Kendini bilen Rabb’ini bilir.”
Biz bugün bu ifadeden ne anlamalıyız? Kendimizi bilmeye nereden başlamalıyız? Neleri bilirsek, ne kadarını bilirsek kendimizi biliyor sayabiliriz? Kişi -varsa tabii- dostunu görse kim olduğunu hatırlar mı? Lisana, tarihe baksa kim olduğunu anlar mı? Nerede bulunduğunun, niçin bulunduğunun, hangi zamanda nelere şahit olduğunun üzerine düşünse, unutulanı hatırlasa, kendi içine yönelse, inzivaya çekilse bunlar dolayısıyla kendini bilmiş olur mu? Bunlarla birlikte burada asıl olan şey, bize verileni yakinen bilip ona sadakat husule gelmedikçe, kendimizi bilmiş olmayız. Sadakat, kendini ve Rabb’ini bilmenin ilk işareti, ilk merhalesidir.
Bahis konusu olan bilmek, hem ilme’l-yakini hem ayne’l-yakini hem de hakka’l-yakini ihtiva edicidir. Bu manada insan, ancak kendini bilebilir. Kendi dışındakilerin hemen tamamı hakkındaki fikri, onun için zandan ibarettir. Hiçbir şey, insanın kendisinde olup bitenin ona verdiği sarahatin yerini alamaz ve de onun kıymetinde olamaz. Bundan dolayı insan eşref-i mahlûkattır. Bu şerefli yer ona, Rabb’i ile arasındaki irtibat dolayısıyla verilmiştir. Bu husus varlıklar içinde yalnız insana bahşedilmiş olmalı.
İnsanın kendini ve Rabb’ini bilmesi hususunda :“Allah Âdem’i kendi suretinde halk etti/yarattı.” hadisini zikredebiliriz. Yine “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmez.” hadisi de aynı şekilde kişinin kendini bilme şuuruna ermesiyle Rabb’ini bilme derecesine yükseleceğini söyler. Kendi yaradılışını izleyen, Allah’ın takdirine razı olan, O’nun terbiyesiyle terbiye olan, bunlar dolayısıyla kendini bilen, tanıyan kişi, bunları ve daha fazlasını ona Rabb’inin öğrettiğini de bilir. Böylece, sadece kendini bilenin Rabb’ini bilebileceğini/tanıyabileceğini söyleyebiliyoruz.
Ayrıca “Hiç kimse Rabb’i hakkında kendi benliğinin vermiş olduğu şeyden başkasını bilemez.” deniyor. Buradaki benlik ifadesinden de onu kendisi yapan şeyi anlayabiliriz. Dolayısıyla söz konusu olan, verilmiş olanlarla inşa olunan şahsiyettir. Yani insan, Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla insan olur ve kendi olur. Böylece bir derece sahibi olur. Bu mertebeyle de kendini bilen ergen bir bilinç meydana gelir. Neticede hâsıl olan şey bizim kul, Rabb’imizin Allah olduğunu bilmemizden ibarettir.
Panelin konusu için neden böyle bir ifadenin seçilmiş olduğunu tekrardan düşünmek lazım.
Konuyu etraflıca konuşmak üzere panelistleri buraya davet ediyorum.
ADEM YILDIRIM:
Hayırlı Akşamlar,
Günümüzde konuşulan Türkçeyle hiçbir ciddi meseleyi konuşamıyoruz. Daha doğrusu bugün gerçekten konuşabileceğimiz bir Türkçeye sahip olmadığımız için ve bir de derdimizi öz Türkçe kelimelerle anlatalım derken aciz, ucube bir dil ile konuşmak ve meramımızı anlatmaya çalışmak durumunda kalıyoruz. Nefs, irfan gibi tamamen Türkçe kelimeleri söylememek için ıkınıp durmamız gerekecek. (Kaldı ki, günümüzde söylenmek istenenler İngilizceden alınma kelimelerle açığa kavuşturulmak isteniyor. Siyak ve sibak denmiyor da “bağlam” deniliyor ama parantez içinde de context yazılıyor.)
Bu söz üzerinde de konuşabilmek için asıl Türkçeye müracaat etmemiz gerekiyor:
“Men arafe nefsehu fekad arafe rabbehu”
Marifet ile ilim arasındaki farkı gözetirsek doğru tercümenin “Nefsinin arifi olan, Rabbinin de arifidir.” ya da en azından “Nefsini tanıyan Rabbini de tanır.” şeklinde olması gerekmektedir.
Hucurat Sûresi’nde (49/13) “Ey insanlar biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sonra sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız.” (li tearafu) diye geçiyor mesela. Ya da Bakara Suresi’nde “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Peygamberi) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir takımı bile bile gerçeği gizlerler.” (ya’rifûne) şeklinde geçmektedir.
“Sözde mana, kastedilendir.” gerçeğinden hareket edersek eğer “Kendini bilen Rabbini bilir.” sözünü eğer yukarıdaki kelimelerin anlamlarına vakıf olarak söylüyorsak bir sorun yok.
Türkçemize “kendini bilmez” deyimi muhtemelen bu söz dolayısıyla geçmiş olsa gerektir. Haddini bilmektir, kendini bilmek... Buna en iyi örnek Şeytan’ın durumudur. Şeytan Rabb’i hakkında bilgi sahibidir; ama nefsini yani kendini bilmez. Kendini bilseydi, yaratılan olduğunu bilmiş olacak ve kendine emredileni yapacaktı. Kendini bilmediği -kendini bilmez biri olduğu- için Rabb’ine asi olmuştur. İsyanı -hâşâ Allah’ı yok sayarak değil- kendi yaratılmışlığını göz ardı ederek vuku bulmuştur.
Allah diğer varlıkların arasında veya onların hizasında değildir. Sen hiçbir şey değilken seni var eden, varlığını devam ettiren Rabb’in hakkında, yaratılanlar hakkında konuştuğun gibi konuşamazsın. Mesela O’nun emirlerini sorgulayamazsın. O, Allah’tır; sen ise O’nun “ol!” emriyle olan ve O’nun dilemesiyle var olarak kalansındır. Bu varlık sıralaması o kadar önemlidir ki, “Bana, ana ve babana şükret.” denilmektedir. Zira sen anne ve babanla da aynı hizada olamazsın. Onlar vesile kılınarak yaratıldın. Onlar sana baktı, altını temizledi, karnını doyurdu ve konuşma dâhil birçok şeyi onlardan öğrendin. Onlar karşısında kendi yerini buna göre takdir etmen gerekir.
Bir damla sudan yaratılan, anne karnında şekilden şekle sokulan, ölümü kaçınılmaz olan, yemek su, hava ve sair şeylere sürekli muhtaç olan insan nasıl kendini ilah görebilir. Yaratılmış olmak, sürekli muhtaç olmak demektir. Gani olan Allah’tır.
Teşekkür ederim.
DURMUŞ KÜÇÜKŞAKALAK:
Selamün Aleyküm! Cümleten Merhaba!
“Kendini bilen Rabb’ini bilir” tercümesi ile meşhur olmuş bir Hadis-i Şerif'in Şanlıurfa'da konu başlığı olarak konulması tam isâbet olmuş. Çünkü Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra girdiğimiz kimlik bunalımında kendini bilen, kim olduğunu ilk cevaplayan şehirlerden birisi Urfa. Yani kimliğini çabucak bulan, tanıyan şehirlerden biri. O günlerden çok daha kötü bir kimlik bunalımı yaşadığımızın ayan beyan ortaya çıktığı bu aylarda, bu günlerde İstiklâl Marşı Derneği'nin Şanlıurfa'da bir şube açması ve bu başlık altında bir program yapması kelimenin tam anlamıyla yerli yerinde olmuştur. Ama tabii o gün “bizim kimliğimiz budur” diyen o tıynette insanların bugün de yerli yerinde duruyor olması lâzım. Değilse Urfa'nın tarihte yaptığı o şanlı iş güme gitmiş olur. “Kendini bilen Rabb’ini bilir” Hadis-i Şerif’i tasavvufî ıstılahta genişçe işlenmiştir. Bazı büyük mutasavvıfların nirengi noktası olarak gördüğü Hadis-i Şeriflerden biri. Ama biz tasavvufî ıstılahtan ziyade İstiklâl Marşı Derneği ıstılahında bu konu nasıl anlaşılır ona bakmaya çalışacağız. Çünkü tasavvuf bir hal ilmi olmaktan çıkalı epeyce zaman oldu. Artık tasavvuf enstitülerinden sonra tasavvuf endüstrisi diyebileceğimiz bir şey ortaya çıktı. Hadis-i Şerif'in tercümesi her tercümede olduğu gibi biraz noksan; “bilen” olarak tercüme edilen kelime, orijinalinde “arafe” olarak geçer. Arafe lûgatda “inkâr”ın zıddı olarak izah ediliyor. Hadisi tercümesiyle anlamaya çalıştığımızda “bilen”in zıddı cahilmiş gibi akla geliyor ama değil. Cahilin zıddı âlim, cehâletin zıddı ilim. Burada geçen arefenin zıddı ise inkâr. Arifin zıddı ise münkîr olmuş oluyor. Yani “Arif olan anlar” sözünden “münkîr olan anlamaz” sözünü rahatlıkla istihraç edebiliriz. Dikkat edersek “emr-i bil mâ'ruf nehy-i ânil münker” mükellefiyetinde de mâ'rufu emretmek ve münkerden nehyetmek vardır. Bir de bu mülâhazalardan sonra Hadis-i Şerif’e bakacak olursak şu çağrışımı beraberinde taşıdığını görürüz: “Kendini inkâr eden Rabb’ini inkâr eder.” Ya da bunun biraz yumuşatılmış hâli, Türkçede deyimleştiği şekliyle: “Aslını inkâr eden haramzâdedir.” Yani aslını inkâr eden -nesebi ne kadar sağlam olursa olsun- gayr-ı meşru olmuş olur. Bir de “arafe” kelime kökü olarak koku mânâsına geliyor... Kokusundan yola çıkarak irfanla, mâ'rufla, marifetle irtibat kurabiliyoruz. Yani somut deliller, elementer bilgilerle kendini bilme hadisesi gerçekleşecek diye beklemek, yanlış durakta beklemektir. Orası hem o durak değil, hem de o hat, dolmuş hattı. Dolduruşa gelmeden, dolmuşa binmeden kendini bilme hadisesine yaklaşabilmek lâzım. “Marifet iltifata tâbidir.” sözünde de bu koku var. Yani o, aslı kokuyla irtibatlı olan şey (marifet) letâfetle ortaya çıkıyor. Çünkü koku letâfetle yayılır. Kesif koku kötü kokudur. “Leş gibi kokuyor” deriz meselâ. Bir de “hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır” diye bir şey var. Böyle bir kokudan bahsetmiyoruz elbette. Yani arafeden “zâtî” olarak, “zâtını” bilemediğimiz bir şeyin fiillerinden ve eserlerinden yola çıkarak bir bilme faaliyetini anlıyoruz. Biz kimiz, neyiz dediğimizde somut olarak vereceğimiz sıhhatli bir cevap bulamayız. Ama etkilerimizden, etkilenmelerimizden yani fiillerimizden dolayı takındığımız sıfatlarımızdan yola çıkarak kendimiz hakkında bir şeyler söyleyebiliriz, kendimizin kim olduğunun farkına varabiliriz. Hacı Bayram-ı Veli bu konuyu bir dörtlüğünde özetleyivermiş, çok güzel formüle etmiş. Demiş ki:
Kim bildi ef'âlini
Ol bildi sıfâtını
Anda gördü zâtını
Sen seni bil, sen seni.
Allah’ın zatını düşünmek şirktir. Ya aklı ermez çocuklar Allah'ın zatını düşünür ya da aklı başında biri düşünürse zındık olur. Allah'ı Esma-ül Hüsna'sı ile biliriz. Esma-ül Hüsna ise zatî ve subûtî sıfatlar olmadan bilinmez. Allah'ın her ismi bir sıfatıyla bilinebilir, bir sıfatına dayanır. İnsanları ve milletleri yaratan da Allah olduğu için insan ve millet hadisesi de bu şekilde bilinebilir. Tüm varlıklar kulluk için yaratılmıştır. Bu kullar içinde “isteyerek veya istemeyerek gelin” çağrısına isteyerek geldik diyenlere Müslüman ismi verilmiştir. Yani zâtımız kul olarak yaratılmış. Bu kulluğu isteyerek kabul edene de Müslüman ismi verilmiş. Ama bu zâtı görebilmek için, Müslüman ismini taşıyabilmek için “sıfatımızı bilmek” olmazsa olmaz. Çünkü sıfatsız bir zâtı görmek mümkün değil. Yani nasıl kul olunacak, Müslüman ismi nasıl taşınacak soruları bizi sıfatımıza götürür. Bu bir dilbilgisi kuralıdır aslında. Çünkü dilleri de yaratan Allah’tır. Sıfat olmadan isim meçhuldür. Sıfat kullanmadan “yaprak” dediğimizde bu yaprağın neyin nesi olduğunu bilemeyiz. Yerde midir, ağaçta mıdır, yoksa bir defter yaprağı mıdır bilemeyiz. Ama “yeşil yaprak” dediğimizde bu yaprağın bir dalda olduğunu, aynı zamanda canlı ve yaş olduğunu anlayabiliriz. O halde sıfatımız ne? Hacı Bayram-ı Veli'nin fetvasınca fiillerimizi bildiğimizde sıfatımızı da bilmiş oluruz. Ve zatımızı sıfatımızda görebiliriz. O halde tarihin içinde fiillerimize, vakıalarımıza bakabilmek lâzım. Ama ben yeterince bakamadığımdan deyimlerle değinip geçeceğim. Hâlbuki tarih içinde fiillerimizin ne olduğunu kavradığımız zaman gerçek mânâda mensubiyetimizi ve giderek aidiyetimizi kavrayabiliriz. Yani reflekslerimiz, karakterimiz, hareket tarzımız, tepkilerimiz ne menem şeylerdir? Deyimlerimizin birçoğu bu konuda işimize yarayabilir belki. Deyimler, atasözleri gibi karışık çorba değildir en azından, bize ait refleksleri ifade ederler. Meselâ tüm dünyada makbul sayılanın tersine ne söylendiğinden önce kimin söylediğine bakarız. Ne işe yarayacağını bilmediğimiz bir icada “gâvur icadı” der çıkarız. Bizim sağımız solumuz belli olmaz. İlkokulda bir elimize soğan bir elimize sarımsak verseler bile sağı-solu öğretemezler bir türlü. Allah’tan başka kimseden kokmayanlarımız vardır. Şeytanın yattığı yeri bilenlerimiz vardır. Aklımız hep sonradan gelir ve nâmüsait zamanlarda gelir. Ama bir işin de dört başı mamur olanını severiz. Canımıza tak ettiğinde canımızı dişimize takarız. Kızdığımız zaman Allah yarattı demeyiz. Namazda imamın durduğu yere de mihrap deriz meselâ. Yani harp alanı. İlâ ahir… İşte Türkiye’de yaşayan insanlar olarak eylemlerimize, fiillerimize biraz dikkatli baktığımızda ilk dikkatimizi çeken şey fiillerimizin hiç de bilimsel olmadıklarıdır. Milletleri yaratan Allah fiillerini de yaratır. Her milletin seciyesine göre fiillerini yaratır. Bu topraklarda, fiillerini bu vasıflarla yapanın bir de sıfatı olur. (Kim bildi efâlini / Ol bildi sıfatını) Türkiye'de bu sıfat tarihî bir tanım olarak bu topraklarda ortaya çıkmış olan Türk’ten başka bir şey değildir. Yani Türk sıfatının yapıştığı yeri kazırsak altından Müslüman’dan başka bir şey çıkmıyor. Müslüman bir isim, Türk bir sıfat. İşte bugün, kapitalizmin hükümran olduğu, bir sistem halinde hayatımızı kuşattığı bu zamanda nasıl kul olunabilir, nasıl Müslüman kalınabilir dediğimizde karşımıza müşahhas olarak Türk sıfatı çıkıyor. Önce çok mücerret gibi duran kendini bilme meselesi fiillerimiz dolayısıyla sıfatımızı bilmekle gayet müşahhas bir şekilde karşımıza dikiliyor. Yani bugün Müslümanlığından memnun olmanın, Müslümanlığında ısrar etmenin tek formülü Türklük olarak karşımızda duruyor. Geldiğimiz noktada bugün kâfirlerin oyuncağı olmamak için, bilakis kâfirler karşısında izzetli durabilmek için, Müslüman kalabilmek için Türk sıfatıyla sıfatlanmaktan başka bir formül yok. Bugün bu formülün farkında olanlar İslâm düşmanları ve bir de İstiklâl Marşı Derneği. İslâm düşmanları bir taraftan sıfatsız Müslümanlığı teşvik ediyorlar, diğer taraftan tarihî olarak Türk'ten başka çekindikleri hiçbir şey yok. Bu, öyle kuru bir böbürlenme, bir hamaset falan değil. Lozan'da açıkça ifade edilmiştir. Lozan’da İngiliz yetkililere itiraz ediyorlar: “Türklere Lozan'da verilenler fazla olmadı mı” babında. İngiliz diplomatın verdiği cevap şu mealde: "Lozan'da Türklere kısmî bir bağımsızlık verdiğimiz doğrudur; fakat Lozan'da öyle bir şey yaptık ki, Türkler bu verdiğimiz bağımsızlıkla gerçek anlamda bağımsızlıklarını yitirdiler. Bugüne kadar Avrupa'nın başına bela olan Türklerin Lozan'da ruhunu yok ettik." Bu mesele çok açık aslında; ama bu açıklık meseleye nereden baktığımızla alâkalı. Müslüman olarak her şeye önyargılı bakmak lâzım. Özellikle bugünlerde daha bir önyargılı bakmak lâzım. Koyun gibi önyargısız, objektif bakmaya çalışırsak soluğu kasap dükkânında alabiliriz. Kimlik meselesi hayat-memat meselesi dedikleri o meselenin başı; çünkü kim olduğumuzu bilmeden Rabb’imizin kim olduğunu bilmek imkânsız. Kim olduğumuzu bilmeden yaptığımız her şey ya doğrudan doğruya batıl, Ya da Hakk'ı batıla bulamak suretiyle dolaylı batıl. Kendini bilmenin bir mükâfatı, kendini inkâr etmenin de bir cezası var. Ve “ceza ve mükâfat amel cinsindendir” diye de bir fıkhî kaide var. Bu kaide çok fonksiyonel, çok pratik sonuç veren bir kaide; nereye koyarsak orada anında net sonuç veriyor. Bu kaidenin hem dünyada hem de ahirette hükmü bâkî. Meselâ kasten adam öldürenin cezası yine ölümdür. Oruç bozanın cezası yine oruç tutmak ya da şu kadar fakiri doyurmaktır. Herkesin dünyada yaptıklarına mümâsil cennetler veya cehennemler vardır... Bu “ceza ve mükâfat amel cinsindendir” kaidesi kimlik meselemizde de sonuçlarını hemen görebileceğimiz netlikte hükmünü devam ettiriyor. İşte bugün Türkiye'de, adı “Türkiye” olarak konulmuş olan bu ülkede, bu topraklarda yaşayıp da öyle veya böyle bir Türkçe konuşup da Türk kimliğinden rahatsız olanların, Türk sıfatından imtina edenlerin önüne ceza olarak Çingeneliğe kadar varan bir yol açıldı. Çünkü “Türkiye'de Çingene Olmak” diye başlık atmaya kadar vardı iş. Bugün Türkiye'de “Ben Müslüman’ım ama Türk değilim.” diyenler, insan hakları emperyalizminin sultası altında Çingene kimliğine varıncaya kadar İslam’a mugayir bütün kimlikleri savunma işiyle cezalandırılıyorlar. “Ben Müslüman’ım ama Türk değilim.” diyen birisinin -sıfatı olmadığından dolayı- kim olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla sıfatsız birinin fiillerini kendi hesabına yapmasına imkân yok. Sıfatsız birinin kendini bilmesine de imkân yok. Yani kendini inkâr eden Allah'ın terbiyesi altına giremeyeceği için terbiyesiz kalıyor. Bunun dahası da var, Kur'an-ı Kerim'de Yahudilere verilen nimetler uzun uzun anlatılır: Âlemlere üstün kılınırlar, peygamber üstüne peygamber gönderilir, gözlerinin önüne mucizeler serilir, gök sofraları açılır.... Allah yeryüzünde adalet numunesi olacak bir millet yaratmak murat eder. Fakat Yahudilerin ayak diremesi karşısında en sonunda “aşağılık maymunlar olun!” denir. “Aşağılık maymunlar olun!” ibaresi bir mühürdür. Ve kimin veya hangi topluluğun üzerine o mühür vurulmuşsa onun artık iflâh olma imkânının kalmadığı anlamına gelir. Bu hâdise tarihte kalmış hoş bir anekdot falan değil. Kur'an-ı Kerim'in her ayeti gibi bu ayetin de kıyamete kadar hükmü bakidir. Ayette, Yahudilere vurulan “aşağılık maymunlar olun!” mührünün akıbettekiler için bir ders ve bir nasihat olması için zikredildiği söyleniyor. Onun için öğüt almamız lâzım. Bu mühür bugün Türkiye'de yaşayan bizlerin tepesinde dolanıyor. Belki de tek tek veya fevc fevc insanların üzerine vuruluyor. Bu mühürle mühürlenmemek için modern zamanda mahiyeti değişen “millet olma” hadisesini anlayabilmek, buna akıl erdirmek lâzım. Sıfatımızı bir an önce bulmak lâzım. İşte biz de Allah'ın bu mühründen yine Allah'a sığınmak için İstiklâl Marşı'nda kendimizi buluyoruz. Çünkü İstiklâl Marşı bu ülkenin kimliğidir. İstiklâl Marşı'nda fiillerimiz, vasıflarımız, karakter özelliklerimiz, rolümüz... Yani sıfatımız var İstiklâl Marşı'nda. İstiklâl Marşı'na bakınca zatımızı görüyoruz. Şerefle göstereceğimiz kimlik kartımız. Sen kimsin, diye sorana “aha, işte ben buyum” deyip gönül rahatlığıyla gösterebileceğimiz bir kimlik kartı. Elimizdeki tek ve son kart bu. Tüm kredimiz bu kartta. Ve bu kartın çok önemli bir özelliği var: Türkiye'de yaşayıp da ikinci bir kart taşıdığımız anda bu kart hükümsüz kalıyor. Söyleyeceklerim bu kadar…
MUSTAFA TOSUN:
Kendini bilmesi konu edilen insanoğlu nasıl bir varlıktır. Öncelikle buna ilişkin birkaç söz etmek gerekecek: İnsanoğlu, dünyadaki hayatının uzun veya kısa, ancak bir müddet devam edebildiğini anlayan, yani ölümlü olduğunu bilebilen yegâne yaratıktır. Bu yaratık kendisinin bir ömrü olduğunu ve bu ömrünün sonunda öleceğini bilmesine rağmen başka hayatları kurtarma girişiminde bulunmaktan da geri durmaz. Çünkü insanoğlunda soyut ve mutlak olanı üstün tutmak, bunu yapabilmek için de somut ve indî olandan vazgeçmeyi göze almak gibi bir eğilim var. İnsanoğlu Rabb’ini tanıyabilecek imkânlarla donatılmıştır. Yine insanoğlu âlem-i sagîr (küçük âlem – mikro kozmos) olarak tarif edilir. Çünkü her insanda bir âlemin bütün vasıfları vardır. Bu vasıfların bazıları yerine yahut zamanına göre tebarüz ve tebellür eder, bazıları ise saklı durur ve şeklini bulmamış halde uykudadır. Ancak her halükârda her insan kendi başına bir kâinat, bir âlemdir ve Allah âlemlerin rabbidir. İnsanoğlu, Allah tarafından en güzel şekilde (ahsen-i takvim) yaratılmış olup, kendisine eşref-i mahlûkat olmak ile esfel-i sâfilin olmak arasında seçim yapabileceği bir alan tanınmıştır. Bu haliyle insanoğlunun dünyevi yurdu yer ile gök arasındadır. İnsanoğlu ulvî olanla süflî olanın kesiştiği noktada bulunan bir kıstaktır. Dünyevi yurdunda vereceği imtihanı, ahiret yurdundaki durumunu yani ahirini belirleyecektir. Çünkü insanoğlunun dünya hayatındaki yapıp etmelerinin, amellerinin hesaba çekileceği bir din günü ve ahiret hayatı kendisini beklemektedir. Dünya hayatı bir oyundan, oyalanmadan ibarettir; ama Allah amellerimizi oyun olsun diye yaratmamıştır. Bu noktada ahiret hayatının varlığının yadsınması ve hemen arkasından ulaşılabilecek dünya nimetlerinin ahiret hayatından ve onun nimetlerinden daha hayırlı olduğunun kabullenilmesi insanın istiğnaya ve isyana sürüklenmesine sebep olur. Yani insanoğlunun kendisine ahiret hayatını hesaba katıp katmamak hususunda seçme hakkı verilmiştir.
İnsanoğlu ölünce ahiret hayatının künhüne varma bakımından uyanır, ayıkır. Bu öylesine bir uyanıştır ki; uykusu, baygınlığı sırasında ahiret yurdunu özleyip özlemediği hususunun ölmeden önce bile üzerinde nasıl etkinlik göstermiş bulunduğunu anlar. Ahiret yurduna uyanan insanoğlu, kendisinin tevhid akidesine bağlılığının yani kendisine Allah’tan gayri rabler edinip edinmediğinin, dünya yurdunda bulunduğu bir müddet boyunca sınandığının ayırtına varacaktır. Tevhid akidesini kazanmak ise kulluğu ancak Allah’a has kılmakla ve Allah’tan gayrisine kulluk etmemekle gerçekleşir. Tevhid akidesinden uzak düşmek istemiyorsak, putperestliğin gündelik hayatımıza nasıl müdahale ettiğini anlamamız ve putperest duruma düşmemek hususlarında hassasiyet göstermemiz gerekmektedir. Tevhid inancı bize hayatta fiilen alacağımız yeri de gösterir. İslâm düşüncesinin şirk tehlikesi karşısında gösterdiği hassasiyet yalnızca düşünce ve inanç dünyamızı ilzam etmekle kalmaz; çünkü her günkü işlerimizi görürken de toplum hayatının tevhid akidesine göre nerede bulunduğunu hesaba katmak zorunda kalırız. Kendini bilmenin çok hayatiyet kazandığı nokta burasıdır. Bir toplumda öne çıkan ve karar sahibi olan ister bir ruhban sınıfı, ister siyasi iktidarı kullanan zümre ve isterse mali imkânları çoğunluğu baskı altına alabilecek kadar şişkin tabaka olsun ortaya korkan ve korkutan, ümit veren ve ümit bağlayan insanlar çıkmışsa orada tevhid akidesinden uzaklaşılmış, bir tür putperestlik yürürlüğe girmiş ve dolayısıyla insanların insanlara kulluğu kabul görmüş demektir. Bu da Allah’tan gayrisinin rabler edinildiğini gösterir. Yaşamakta olduğumuz modern zamanlarda şirk artık gizlenecek daha fazla mekân bulabiliyor ve putperestlik bizim onu kolay tanıyamayacağımız kılıklara bürünmekte zorluk çekmiyor. Bu arada insanın insana kulluğu da gün geçtikçe daha nazik, daha kibar hale geliyor. Yerleşik toplumların sırayla birinden diğerine tarım ağırlıklı, sanayi ağırlıklı, elektronik ağırlıklı olarak dönüşmesi aynı zamanda insanların insanlara kul oluşlarının biçiminde de bir dönüşümün yaşanması demektir. Bu noktada yaşadığımız hayatın meşruiyeti hakkında kendimizi ciddiyetle muhasebeye tabi tutma ve rabbimizi bilebilmemiz için öncelikle kendimizi bilme meselesi ile karşı karşıyayızdır. Her bir insanoğlu Ben kimim? Neredeyim? sorularına cevaplar aramalı ve bulmalıdır. Kendini bilenin Rabb’ini bildiği gerçeği bizi aynı zamanda Rabb’ini bilenin kendini bildiği gerçeğine götürmez mi? Hayır, götürmez. Giderek tersi olma ihtimali yüksektir, yani rablerini bilmeyi öne alan kimseler kendilerini unutma akışında ilk sırayı doldururlar. "Rabbim Allah, kitabım Kur'an" diyenler müstesna. Bu nedenle hal-i hazırda kimin terbiyesi altında bulunuyorsak (bir zamanlar bulunmuşsak değil) rabbimiz odur. Ne ile terbiye edildiğimiz hakkında edineceğimiz her malumat rabbimizi tanıma yönünde bir miktar ilerlememize sebep olacaktır. Terbiye edeni de bir terbiye eden vardır, diye düşünmekten kendimizi alamayız. En iyisi bir başkasının terbiyesi altında olmayanın terbiyesi altına girmektir. Bu nedenle kendini bilen, diğer terbiye edici olarak edinilen putları; bunlar ister nesneler, ister düşünceler, ister kişiler olsun terk edecek ve kulluğunu âlemlerin rabbi olan Allah’a hasredecektir.Kendini bilme ameliyesi, bilgi ile kurulan irtibatla yol alır. İnsanoğlunun bilgi ile irtibatı ancak bu dünyada (beş duyuyla algılanabilen bir dünyada) bulunuşu ve fakat öte dünyaya (duyuları aşan bir dünyaya) ait oluşuyla kurulabilir. Bu yüzden bilgi edinmek veya hakikate ermek dediğimiz şey herhangi bir pratik fayda gözetmeksizin gerçekliği fark etmek anlamına gelir. Hakikati dile getirenler ait oldukları öte dünyanın gerçekliğine dair bir ifşaatta bulunur. Öte dünya hesap dışı bırakılarak ortaya getirilen her beyan bilginin aslını inkâra varır. Aslını inkâr eden ise haramzâdedir. Kendini bilme yolunda yol alan kendi ruhuna ve aslına özen göstermiş olur ve bu suretle kendini bilme yolunda yol alan, kendi ruhuna özen gösteren diğer bir kişiyi de tanıyabilecek kıvama gelir. Bu şekilde kendini bilenler bir ümmet oluşturacak mikyasa ulaşırlar. Kendini bilme yolunda yapılan muhasebe sonucunda insanoğlu kendini verili bir kültür alanı içerisinde bulur. Bu sebeple kültürün kökeni bizi ilk elden ilgilendirir. İnsan-kültür ikilisinden yön verme gücüne sahip olanı insandır; çünkü insan, başka şeyler hakkında olduğu gibi, kendi hakkında bilinç sahibi olabilen, bu yüzden de mükellefiyet altına giren bir yaratıktır. Buradan kalkarak aldığımız terbiyenin Türklüğümüzün derecesini de belli ettiğinin farkına varırız. Bu noktada insanoğlu kendisini mutlaka tarihin varılan bir noktasında bırakılmış olarak bulur. O bulunduğu noktada dünya bir şekle bürünmüştür. Dünyanın aldığı son şekil karşısında insanoğlu bir tercih ile karşı karşıyadır. Ya bugün dünyanın aldığı şekil ve insanoğlunun vardığı noktayı kaçınılmaz gelişme olarak kabul edecektir ve “Modern çağlarda dünya öyle bir form kazanmıştır ki, bu form insanoğlunun kaçınılmaz olarak yürüyeceği yolun formudur...” diyerek şu anda yaşadığı hayatı vardığı esas nokta kabul edecektir. Ya da dünyanın sahip olduğu bugünkü şekli daha önce de insan topluluklarının vardığı noktalardan biri olarak kabul edecektir. Bu kişiler, içinde bulunduğumuz dünyanın imkânlarını, dünyanın tehlikeleri olarak görecek ve bunları Ad, Semûd ve Lût kavimlerinin vardıkları noktaların benzeri olarak anlayacaklardır. O zaman, içinde bulunduğumuz durumun yeni açılımlara varabilecek özellikte olduğu ve belli şartlar yerine getirilirse, belli bir takım sonuçların elde edilebileceğinin farkına varacaktır. Bu şekilde gerekli tedbirler alınırsa, başka bir dünyanın, Kur’an ve Sünnet’e uygun müslümanca bir hayat tarzının inşa edilebileceği anlaşılacaktır.Bu ikinci gruptaki insanlar kendilerine yalnızca İslam kaynaklarının açtığı imkânı gerçek kabul edecekler, dünyanın verdiği yaşama biçimini alt edilebilir, içinden has değerlerin seçilebildiği bir alan olarak kabul edeceklerdir. O zaman bu medeniyetin türetmiş olduğu maddi ve manevi değerler yaptırım gücünü kaybedecek, müminler “Güvenilir kuvvet olarak Allah yeter!” inancına yeniden sarılabileceklerdir. Modern hayatın imkânlarına, “hayatlarını kurtaran” kendilerine hayat veren unsurlar gözüyle bakmayacaktır. Çünkü İslam kaynaklarına mutlak bir teslimiyette bulunacaklardır. Modern hayattan bahsetmişken, modern çağ başlamadan önce de kâfirler kendilerini müstağni saydıkları için azmışlardı. Kendi emniyetlerini kayalarda oydukları meskenlerde aramış, ellerinden sadır olanın kendilerini kurtuluşa erdireceğine güvenmişlerdi. Modern çağda ise sözü edilen istiğna yalnızca devasa boyutlar edinmekle kalmadı; bir de sermaye ve teknoloji ittifakı yüzünden insan hayatının her anına musallat olabilecek yaygınlığa kavuştu. Hatta modern çağda istiğna, sistemleşerek kapitalist bir çark eşliğinde hüküm sürdürmektedir. Batı medeniyetinin kurduğu bu sistem her dönen çarkın, kendi dişlilerine bir yerden bağlanmasını kaçınılmaz sayar. Tahammül edemeyeceği ise bir başına dönen, dönebilen çarktır. Tüm bunlara rağmen dünyanın aldığı son şekli bir veri olarak kabul edenler, istiğna ile gerçekleştirilen değişmeleri ve ika edilen haksızlıkları birer oldubitti sayanlar intikamı hem imkânsız, hem de lüzumsuz göreceklerdir. İntikam kelimesi kimin içinde bir huzursuzluk doğurursa, anlamalı ki o suç ortaklığından kaynaklanan bir azaptan endişe etmektedir. Bunlar karşısında kendini bilmek mükellefiyeti taşıyan insanoğlu kim olduğunu ve nerede yaşadığını bilmek zorundadır. Birbirinden ayrılarak sorulamayacak olan “kim olduğumuz” ve “nerede yaşadığımız” soruları tek başına bir insanın çaresizliği sebebiyle doğmuş sorular değildir. Bu sorulardan herkes ve her yer nasibini almıştır. İnsanın kimliği takbih ettiği şeyler dolayısıyla tebellür etmez. İnsanın nerede yaşadığı, hariçte bıraktıklarından anlaşılmaz. Kim olduğumu billûrlaştıran beğendiklerim, güzel bulduklarımdır. Dâhil olduğum yerde yaşıyorumdur. Tek başıma bir şeyi, birçok şeyi, her şeyi reddedebilirim; ama neyi kabul edeceksem edeyim artık tek başıma kalmayacağım demektir. O halde kim olduğumun ve nerede yaşadığımın açıklaması mutlaka benimle olan bir (veya birçok) benden başkayla olur. Bana kendiliğimi veren, kendime ait, kendimden yetişmiş, kendimi besleyen unsurlardan oluşmuş ortam nerede yaşadığımdır. Bir yerde bulunmak orada yaşamak değildir. Bana kendiliğimi vermeyen, bana ait olmayan, benim yetiştirmediğim, beni beslemeyen bir yerde bulunabilirim; ama bu benim orada yaşadığımı göstermez. Yaşamak bulunduğun yere dâhil olmaktır. Giderek bulunduğun yeri kendine dâhil etmezsen orada yaşayamazsın. Bu noktada millet düşüncesi önem kazanır. Çünkü din düşüncesiyle millet düşüncesini birbirinden ayıramazsınız. Bu demektir ki, hangi din sorusu aynı zamanda hangi millet sorusu yerine geçer. Dolayısıyla insan teki olarak bizler dinimizi tercih etmekle milletimizi de tercih etmiş oluruz. O zaman Türk kime denir ve Türkiye neresidir? Türk, müstağnilerden intikam alıcı olarak teşhis olunabilir.Türkler kafirle çatışmayı göze alma vasfını Müslümanlığına eklemlemiş bir millet olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Türkler bu vasıflarını tarihi rol olarak benimsemek suretiyle tarih sahnesinde bir eksen teşkil etmişlerdir. Türkiye Türkleri, Türkler Türkiye'yi meydana getirmiştir. Türkler vatanlaştırdıkları toprağı kültürel bir yüceltmeyle donatma başarısına ermiş nadir milletlerdendir. Türkler Türkiye'yi vatan kıldıktan sonra İslâm kültürüne mahsus birçok itibar alanı "Türk yurdu" lehine yer değiştirmiştir. Türkler irtibatlı oldukları devlet yapısı itibariyle modern dünya sisteminin hiçbir zaman dışında kalmamış ve asla içine tam olarak girmemişlerdir. Bu onların özgünlüklerinin önemli bir kültürel parçasıdır. Türk özgünlüğünün siyasi parçasını bağımsızlığa kıskançlıkla tutkun oluşlarında görürüz. Tarih boyunca hiçbir çağda kolonileştirme politikası gütmeyişleri, Türkleri ancak ve sadece kolonileştirilemeyen bir toprak üzerinde yaşayabilen bir millet haline getirmiştir. Dünyada kendini böyle bir dokunulmazlıkla donatmış ikinci bir millet yoktur. Bu haliyle biz Türkler henüz kendinde (ansich) bir millet olmamız ve ancak daha kendisi için (für sich) bir millet olma aşamasına ulaşamamış olsak da bu böyledir. Açıktır ki, Türkiye’ye gösterilecek hassasiyet birinci elden geleceğimizle bağlantılıdır. Çünkü toprağın insan dolayısıyla, insanın toprak dolayısıyla duydukları kaygıya verdiğimiz isim gelecek zamandır. Kaygıdan arınmanın verdiği sonuç gelecekten mahrum olmaktan başka bir şey olamaz. Toplum hayatı içinde herhangi bir insan kendine mahsus bir bilince sahip olmaksızın ve sadece kendi varlığına ilişkin bir gaye gütmeden ömrünü geçirebilir. Oysa bir toplum veya belirgin bir insan topluluğu diğer topluluklar, diğer toplumlar arasında hususiyetini koruyarak yaşamak mecburiyetindedir. Eğer o topluluğun üyelerinin her biri bir yandan kendilik bilinci geliştirememişlerse ve bunun yanı sıra şahsen güttükleri gayeleri mensup oldukları toplumun veya topluluğun gayesiyle koşut hale sokamamışlarsa sözünü ettiğimiz topluluğun varlığı zihinde doğmuş bir hayalden ibarettir. Böyle bir toplum gerçeklik alanında sınanmaya gelmez. Bilinçsiz ve gayesiz toplum diğer toplumlar içinde erimeye mahkûm olduğu yetmezmiş gibi diğer toplumların avı durumuna düşmekte gecikmez. Bütün bunlar Türklerin dünyadaki binlerce millet arasında herhangi bir millet, Türkiye’nin yerküre yüzeyini kaplayan yüzlerce ülke arasında herhangi bir ülke olmadığını düşündüğümüz zaman anlam sahibidir. Türk ve Türkiye arasında ne gibi bir münasebet bulunduğu ancak derin bir varlık endişesinin sonucu olarak anlaşılabilir. Eğer bu çabaya girilmez ise, ben Gaza Beyliklerinden İstiklal Harbi’ne, oradan da günümüze uzanan süreç içinde hangi uğraklarda bulunduğumu fark edememişsem; benliğim, kişiliğim hakkında yeterli bilince ulaşamamışım demektir. Bu noktada âlemlerin Rabb’i olan Allah’ı bilmek maksadıyla, yüce Rabb’ini en iyi bilen insanoğlu olan Peygamber efendimizden aktarılan bir hadis-i şerifi zikretmek istiyorum. Peygamber efendimiz her namazın arkasından selâmdan sonra, “Allah’tan başka ibadete layık tanrı yoktur. O’nun şeriki yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kadirdir. Havl ve kuvvet ancak O’nun inayetiyledir. Allah’tan başka ibadete şayan bir ilâh yoktur. Biz yalnız O’na ibadet ederiz. Mazhar olduğumuz nimet ve fazlu kerem O’nundur. En güzel medh ü sena O’na yaraşır. Dini yalnız O’na tahsis ederiz, kafirler istemeseler bile.” mealindeki senayı okurdu. Tüm yapıp etmelerimize karşılık olarak gelecek en güzel söz “şahit olarak Allah yeter” ise vicdanen müsterih olanı ararken gerçekte kendimizi aradığımız fark edilir... Kendini bilmek, hakikate şahitlik etmektir. Bu nedenle konuşmamı şehadetle sonlandırmak istiyorum: “EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RASÛLUHU.”
HAMDİ ÖZYEL:
İstiklal Marşı Derneği'nin Şanlıurfa şubesinin hayat bulduğu bu günde kendini bilmenin Rabb'ini bilmek olduğunu söylüyoruz. Bunun mânâsı nedir? İstiklal Marşı Derneği'nin Şanlıurfa'da bir şube açmasının ve bu açılışı "Kendini bilen Rabb'ini bilir" başlığı altında idrak etmesinin mânâsı nedir? Ne demek istiyoruz? Ne demek istediğimizin anlaşılması için neye kulak verdiğimizi, daha doğrusu kulağımızı neyi duymaya ayarladığımızı kendimize mesele edinmemiz gerekir. Kendimizi mesele edindiğimiz takdirde kim olduğumuzu idrak etmemize imkân sağlayacak bir sıhhat alanını fark edebiliriz. Bu sıhhat alanı sınırları istiklâl ameliyesiyle yani yüklenip götürmek ameliyesince çizilmiş bir alandır ve bu alana Türk olmakla dâhil olunur. Türk olmanın ise İslam'ı sırtlanıp götürmeye talip olmak dışında bir tarifi yoktur. Kendini bilmek Türk olup olmamaya karar vermektir. Selametimizi nerede arıyoruz? Selametimizi Türklükte arıyorsak Rabbimizi bilme derecesine ermemizin yolu açılmış demektir. Bu yol din ve milletin bir olduğu hakikatinin açtığı yoldur. Şöyle deniyor mızraklı ilmihalde: Din ve millet birdir. Resulullah'ın Allah'tan itikada müteallik getirdiği şeylere millet denir. Din ve millet demek; iman, marifet, tevhid ve şeriat üzerine oluncaya dek daim olmaktır.
Din ve milletin, bu ikisinin aynı şey oluşunun bize sunduğu mânâ çerçevesi içerisinden baktığımızda bugün bize millet olmanın unsurları diye yutturulan şeylerin milletin aslî anlamına hayat sağlamamak üzere yani Türk milletini tarihten silmek üzere devreye sokulduğunu görmemiz lazım.
Mesela adına sosyoloji denilen bilimin içtimai hayatı ve dahası onun kemikleşmiş biçimi olan milleti anlama ve izah etme endişesinin neticesinde ortaya çıktığı yalanı hepimize yutturuldu. Oysaki sosyolojinin varlık sebebi iman, marifet, tevhid ve şeriat üzere oluncaya dek ısrar etme şuurundan doğan Türklüğün etkinliğini yok etmektir. Türk milleti tarih sahnesinden silinecek mi? "Dost olarak Allah bana yeter" diyor muyuz?
MUSTAFA KARANFİL:
Selâmün Aleyküm, Oflu Hoca ölüm döşeğindeymiş. “Ah ömrüm, vah ömrüm diye yazıklanırken oğlu, “Baba!” demiş, “Niye hayıflanıyorsun? Ölümden korkmaması gereken birisi varsa o da sensin. Biz şahidiz ki, sen ömrünü Allah yolunda geçirdin ve hep hayırlı işler işledin...” Oflu Hoca cevaben, “Aaah oğlum ah, ben kendimi bilirim.” demiş.
İşin latifesi bir yana yine zor bir konu başlığıyla karşınızdayız. Üzerinde konuşulması en zor konulardan biri olmasına rağmen bu konuda daha önce de birçok şey söylendi ve yazıldı. Biz de kendi anlayışımız çerçevesinde bir şeyler söylemeye çalışacağız:
Önce, “Neden zor bir konu?” onu anlamaya çalışalım. Bu hadisin aynı zamanda bazı mutasavvıflar elinde vahdet-i vücut nazariyesini savunmak için dillendirildiğini biliyoruz. Belki İbn-i Teymiyye sırf bu yüzden hadis-i şerifin mevzû yani uydurma olduğunu söylemiştir. Bir kısmı bu sözü Hz.Ali’ye nispet etmişler, bir kısmı hadisin zayıf olduğunu söylemişler vs. Biz bu sözün Hz. Ali’ye ait olması durumunda da zayıf hadis olması durumunda da kıymetinden bir şey eksilmeyeceğini düşünüyoruz. Meselenin zor yanlarından biri de bu söz anılırken çok kere takdim te’hir yapıldığına da şahit olmamızdır. Yani “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” denileceğine “Rabb’ini bilen kendini bilir.” denilebilmektedir. Her neyse...
Öncelikle, “Kendini bilen...” sözünü nasıl anlamamız lâzım? İsterseniz sözün orijinaline yani Arapça aslına birlikte bir bakalım: “Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehû.” Neredeyse tamamı Türkçe diyebileceğimiz kelimelerden oluşuyor; irfan, nefis ve Rabb. Burada üzerinde durulacak kelime “arafe” kelimesi ki, bunun masdarı irfandır. Yani tanımak. Türkçeye -daha çok- tanımak şeklinde tercüme ederiz. Bilmek şeklinde çevirdiğimiz de olur, beraber kullandığımız da. Filanca için, “Tanıdım, tanıdım; bildim...” deriz. Yani irfan tanımak ve bilmektir. Bilmiyorum, bu ayrıntıyı zikretmek ne kadar işimize yarayacak? Bir de “irfan” kelimesinin “iman” gibi bir anlamı olduğunu bilmemiz gerekiyor. Nasıl iman sadece inanmak değilse, irfan da sadece bilmek hatta tanımak değildir çoğu kere. Bu durumda bu hadisi şöyle anlamamız gerekecek: Kim kendini bilip tanırsa ancak o Rabb’ini Rabb olarak tanır yani onun terbiyesini ve hükümranlığını kabul eder. Daha önceki bir panelde de aynı örneği vermiştim, olsun; burada da aynı örneği vereceğim: Hani Şeytan Rabb’ini tanımayarak kâfirlerden olmuştu. Hâlbuki Şeytan Rabb’ini biliyordu. Ama Şeytan’ın bilmediği bir şey vardı, o da haddi idi. Buradan nereye gelmek istiyorum? Kendini bilmenin haddini bilmek demek olduğunu, Rabb’ini bilmenin ise onun rabliğini tanımak ve kabul etmek demek olduğunu söylemeye çalışıyorum. Çünkü bir insanın Allah’ın varlığına inanması onu aynı zamanda Rabb’i olarak tanıdığını göstermez; inançlı olduğu söylenen nice insanın Rabb’ini ve onun hükmünü tanımadığını biliyoruz. Adem ve Şeytan örneğine dönersek, Adem'in farkı “Abdullah” yani “Allah'ın kulu” olduğunun farkında olması idi, diyebiliriz. Ve bu kulluktan da memnundu. Şeytan ise kendini bilmediğini kul olduğunu unutarak ortaya koydu. Yetmedi; kafa tuttu. O da yetmedi; hatada ısrarını sürdürdü. Nihayetinde tövbe de etmedi ve kâfirlerden oldu. Peki, insan önce kendini mi tanımalı yoksa Rabb’ni mi? Her şeyden önce şunu söylemeliyiz ki, burada bizim zannettiğimiz manada bir sıralama söz konusu değildir. İnsanın kendini bilmesi Rabbinden ve Rabb bilgisinden bağımsız bir hadise midir ki böyle bir sıralama olsun. Yani Rabb’den habersiz birisinin kendinden haberi olması zaten muhaldir. Şimdi de kendini bilen ve bilmeyen insanların neyi yapıp neyi yapamayacağı ile ilgili bir-iki örnek verelim: Mesela, “Kendini bilen kul hiç günah işlemez.” diyemeyiz ama iddialı da olsa rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: “Kendini bilen asla mahlûkatın genleriyle oynamaz, oynayamaz.” Yine aynı şekilde, “Kendini bilen güzelleşmek ve estetik için ameliyat olmaz, olamaz.” Bir de “Kendini bildiğini söyleyen insan Rabbini de mutlaka bilir.” diyemeyiz belki; ama kendini bilmeyenin Rabbini hiç bilmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendini bilmek, kendi kıymetini de bilmektir. Kendini bilen, Türkiye’nin niçin vatan olduğunu da bilir. Ve yine bilir ki, kendini bilmek ancak dua ile mümkündür. İstiklâl Harbi yıllarını hatırlayacak olursak, her şeyin bittiğinin sanıldığı bir zamanda Türk milleti kul olduğunu bildi, kul olduğunu hatırladı. Ve yine bildi Rabb'inin kendi duasını karşılıksız bırakmayacağını. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar/Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” diyerek kendinde olanı yeniden keşfetti. Kendini yeniden tanıdı, yeniden bildi. Ve dua niyetine İstiklâl Marşı'nı yazdı. Yani duası İstiklâl Marşı şeklinde tecelli etti. Ve tabii Rabbi de kulunun duasına icabet etti: bize bu vatanı bağışladı. Ama öyle anlaşılıyor ki, sonrasında kendimizi yine unuttuk ve bugünlere geldik. Millet olarak kendimizi bilmenin ve kendimize gelmenin zamanı çoktan geldi, diyoruz. Kendimize gelmenin ve kendimizi bilmenin yolu da millet olarak tekrar İstiklâl Marşı’mıza kulak vermekten ve tekrar ona sarılmaktan geçiyor. Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
Devam edecek...
Selâmün aleyküm. Burada gerçekten dostlarım arasında olduğumu hissediyorum. Bartın’a ilk defa geliyorum ve benimle beraber gelip de burada misafir edilen ve bir de İstiklâl Marşı Derneği’nin Bartın Şubesi açılmadan önce de Derneğimizin üyesi olan arkadaşlar dışında kimseyi tanımıyorum;
Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,
“Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı” ifadesi 1921’de doğmuş o günlerde karara bağlanmış bir hükmün beyanıdır. İstiklal Marşı kabul edilmiş bir duadır.
Bugün beşincisini gerçekleştirdiğimiz panelimizin konusu önceki konularımız gibi itikadîdir.
"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli İstanbul'da yapıldı.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.
İstiklal Marşı Derneği, Gaziantep Şubesi’ni açmakla önemli adımlardan birini daha atmış bulunuyor.