BİRİNCİ CELSE
Gökhan Göbel:
Es-selâmu aleyküm,
İstiklâl Marşı Derneği’nin tertip etmiş olduğu “Türk Olmak” paneline hepiniz hoş geldiniz. İstiklâl Marşı’nın ilk okunduğu yer olan Kastamonu’dayız. Hem İstiklal Marşı'nın ilk defa Nasrullah Camii'nde okunmasının hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin kuruluşunun sene-i devriyesindeyiz. Tabii ki Müslüman takvimine göre, hicrî takvime göre bu sene İstiklâl Marşı’nın Nasrullah Camii’nde okunuşunun 101’nci sene-i devriyesi. İstiklâl Marşı Derneği’nin de kuruluşunun 12’nci sene-i devriyesi.
İki hadise var. Birisi: panelimiz İsmet Özel himayesinde. Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel hastalığı sebebiyle burada değil, panelimizi gene o himaye ediyor ama burada değil. Yaklaşık bir ay evvel hastaneye kaldırıldı. Anjiyo yapıldı kendisine. Birkaç gün yoğun bakımda kaldıktan sonra servise çıktık. Taburcu olmayı bekliyorduk. Beyin kanaması geçirdi İsmet Bey. Servise çıkmıştık, taburcu olmayı bekliyorduk, beyin kanaması geçirdi İsmet Bey. Bir müddet de o sebeple yoğun bakımda kaldı. Servise çıktı. Şimdi taburcu oldu. Evinde, dinleniyor, iyileşiyor. İkinci hadise: iki senedir Nasrullah Camii’nde biz hem mevlid hem İstiklâl Marşı’mızı okuduk. Bu sene İstiklâl Marşı Derneği’nin İstiklâl Marşı’nın ilk okunduğu yerde on kıt ’asını asıl bestesi ile okunmasını yetkililer men etti. “Avluda okuyabilirsiniz” dedi. Biz de avluda okuduk. Ama menedildik bundan, camiinin içinde İstiklâl Marşı okumaktan devletin yetkililerince, kolluk kuvvetleri nezaretinde menedildik. Bu hem geçen seneden hem de İstiklâl Marşı’nın yazıldığı zamandan -yani 1921 Hristiyan yılına göre, bizim takvimimize göre 1339- çok daha kötü bir durumda olduğumuzu gösteriyor Türkiye’de. İşgal İstanbul’u vardı 1921’de. Ve İstiklâl Marşı Nasullah Camii'nde okunabildi. O şartlardan çok daha kötü şartlarda olduğumuzu gösteriyor bu hadise.
İstiklâl Marşı Derneği’ne İstiklâl Marşı’nın ilk okunduğu yerde, Nasrullah Camii’nde İstiklâl Marşı okutmamak! Bunun ayrıca panelimizle de alakalı bir kısmı var bence. Yani tevafuk oldu. “Türk Olmak” panelimizin ismi. “İstiklâl Marşı’yla Türk bayrağı altında dinini seç Türk ol.” Biz Türkler dini ve milliyeti yekpare insanlar olduğumuz için İstiklâl Marşı’nın meclisten önce ilk defa bir camide okunması bizim için en tabii şeydir. Dini ve milliyeti ayrı olan insanlar camide marş okunmayabilir, okunmasın fikrinde olabilir. Bunu devletin cebren okutmaması olarak da bugün yaşadık.
Bunların haricinde güzel haber de vereyim. Birincisi Sınıf Bilinci mecmuamız. İkinci merhalenin üçüncü nüshası Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in Münacat şiiriyle açılıyor. İsmet Özel Bir Yusuf Masalı’nı yayınladıktan sonra müsveddelerini yayınladığını, tekrar yazacağını ve bunların artık Latin harfleri ile değil Türk harfleri ile neşrolunacağını söylemişti. Ve Türk harfleri ile Münacat, Bir Yusuf Masalı ilk defa Sınıf Bilinci mecmuamızda görünüyor. İkinci güzel haber Ömer Seyfettin Hikâyeler. İstiklâl Marşı Derneği’nin hazırladığı ve TİYO yayıncılığının Mecburi Kıraat serisinin ilk kitabı Ömer Seyfettin Hikâyeler neşrolundu. Onu da burada temin edebilirsiniz. Onlar hakkında inşallah ben de ikinci celsede konuşacağım.
Panelimiz iki celseden müteşekkildir. İki celse arasında Hoş Sadâ-yı Eşref-i Milel - İstiklâl Korosunun konseri olacak. Şimdi birinci celsede konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel’i… Af edersiniz, İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ı kürsüye davet ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun aleyküm,
İstiklâl Marşı Derneği’nin 12’nci sene-i devriyesi, İstiklâl Marşı’nın yazılış ardından kabul edilişinin 101’nci sene-i devriyesi gerçi Recep ayındaydı, şimdi Şaban’dayız… Mutad olduğu üzere Kastamonu’da yapıyoruz sene-i devriyemizi. Sebebi de İstiklâl Marşı mecliste okunmadan önce Kastamonu’da bir gazetede ilk defa neşrediliyor ve Nasrullah Camii’nde okunuyor. Buna binaen biz iki senedir sene-i devriyemizde Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde mevlid okuyoruz, salavat ve tekbir okuyoruz, İstiklâl Marşı okuyoruz. Mevlid bizim İstiklâl Marşı’mızdı, ilk İstiklâl Marşı’mızdı. Daha sonra Buhurizade Mustafa Itri’nin bestesini yaptığı tekbir ve salavat bizim İstiklâl Marşlarımızdı. Bu topraklarda son doğan milli marş İstiklâl Marşı oldu. Milli marş! Biz bunların hepsini cem edip Nasrullah Camii’nde okuyor idik. Bugün o marşlarımızdan sonuncusuna sekte vuruldu. Bu hadise İkinci Başkanımızın da ifade ettiği gibi tam da panel başlığımıza çok güzel oturan bir şey oldu.
Türk olmak. Türk olmaktan bahsedeceğiz. Bugünlerde bir moda olarak herkes bahsediyor Türk olmaktan. Birçok tarifini bulabilirsiniz bu işin, bu meselenin. Alttaki sloganı eğer dikkate almazsanız sulandırılabilecek, bol bol farklı versiyonlarını bulabileceğiniz tanımlarla dolu bir şeydir Türk olmak. Ama “İstiklâl Marşı’yla Türk bayrağı altında dinini seç Türk ol!” dediğiniz anda iş bütün kirlerinden, paslarından arınarak temiz bir hale gelir. Bizim bu sloganımız Türklük iddiasında bulunanlara bir din teklifidir. Müslümanlık iddiasında bulunanlara bir milliyet teklifidir. Nezaketen teklif diyoruz. Bu tarihin tehdididir, icbarıdır aslında. Bugün önümüzde iki yol bırakan bir tehdit: Türk olmak, gâvur olmak; Türk olmak, Amerikalı olmak. Bu tarihin bizi getirdiği yer. Bunu herkes öyle veya böyle ömrü yetecek veya yetmeyecek ama herkes bunu kabul edecek. Aksi takdirde Türkiye diye bir ülke kalmayacak. Bu tarihin icbarıdır, tehdididir. “İstiklâl Marşı’yla Türk bayrağı altında dinini seç Türk ol!” teklifi ile, İstiklâl Marşı Derneği bir şey diyorsa bu teklifle diyor ve arı duru bir Türklük tanımı, Türklük tarifi yapıyor. Bu teklif veya tehditten kaçan kim olursa olsun, akıl sağlığı tehlikeye girmiş demektir. Çünkü insan zihnî birtakım tutamak noktaları, irtibat alanları olmadan düzgün çalışmaz. Türkiye’de insanlar sosyal yer bakımından, münasebetlerin idamesi bakımından, itikadî pozisyon bakımından hiçbir tutamak sahibi değiller. Bir insan ben şuyum diyemiyorsa akıl sağlığını kaybeder. Aklın başta olması için mutlaka bir yere rapt olması gerekir. O yerin sağlamlığına itimat edilmesi gerekir. Kıyasa müsait bir sabite olması gerekir. Yüzergezer bir akıl insanın ayağına dolaşır. Çünkü kelime kökü itibariyle akıl bağ demektir, yular manasına gelir. Bir hayvanı bir yere bağlamaya yarayan şeydir. Şimdi bize atılan en büyük kazıklardan biri, biz mücerret insan diye bir şeyin olabileceğini zannederek yaşamayı marifet biliriz. Mücerret insan diye bir şey olmaz. İnsan dediğin şey bağlarıyla, kurduğu irtibatlarla, kendini neye isnat ederek tanımladığıyla alakalı bir mahlûktur. Kurduğu bağlardan, hem sosyal, hem siyasi, hem itikadi, hem tarihi kurduğu bağlardan kopardığınız zaman insanla hayvan arasında hiçbir fark, hiçbir fark yoktur. Bütün fizyolojisi hayvandır. Davranışları da hayvandır. İnsanı insan yapan şey irtibatlarıdır ve vasıflarıdır. Allah insanları bir erkek ve dişiden yarattı. İnsan oluşumuzun en temelinde bu vardır.
İnsan diye bir şey yoktur. Herkes ya erkektir ya dişidir. Daha sonra bunlar ya mümin erkektir ya mümin dişidir veya kâfir erkektir, kâfir dişidir. Münafık erkektir, münafık dişidir. Müşrik erkektir, müşrik dişidir. Kur’an-ı Kerim’de bunları görürsünüz. Yani en temelde insanı tanıyabileceğimiz şey erkek veya dişi olmasıdır. Daha sonra Müslüman olması veya olmaması, iman etmesi veya etmemesi… Sıfatlarını, vasıflarını sıraladıkça… Türk olması veya olmaması, Türk olduğunda ise neye istinaden, kendini neye bağlayarak Türk olduğu… Bu vasıfları çoğalttıkça siz saf insana ulaşırsınız. Türk kadını, Türk erkeği, Türk çocuğu… Aksi takdirde mücerret insan diye bir şeyi tanımlayamazsınız. Hayvan gibi bir şeydir bu mücerret insan. Kimdi? İşte “Ben ömrümde hiç insan görmedim. Gördüklerim ya Türk’tü ya Fransız’dı ya Rus’tu…” diyen adam? Bağlarından soyutlanmış insan diye bir şey yoktur, gördükleriniz bir şeydir. Biz neyiz? Bunu bir an önce adını koyup yerine oturtmamız gerekiyor. Onun için insan hakları diye bir şey baştan sona saçmalıktır. Böyle bir hak olmaz. Yani o insan neyse ona göre bir hakkı vardır. Mücerreten insan hakları diye bir şey olmaz. Hayvan hakları bile, böyle bir şey olmaz. Yani eve girmiş bir akrebin hakkı ölümdür. Öldürürsün onu. Bunun başka bir hakkı yoktur. Öyle mücerreten hayvan hakkı diye bir şey olmaz. Atın hakkı başkadır, sığırın hakkı başkadır, farklıdır yani bunlar.
Şimdi, şu anda Türkiye’de “Türklük” iddia etmenin adı konulmamış iki şartı var. Birincisi: İstiklâl Marşı’na alenen veya saklı gizli olarak mugayir bir “Türklük” tanımlayabilirsiniz. Yani İstiklâl Marşı’na düşman olarak bir “Türk” olabilirsiniz. İkinci şart: mutlak surette o “Türk” tanımının içine, yapacağınız ve adına “Türk milliyetçiliği” diyeceğiniz şeyin içine Atatürk’ü katmak mecburiyetindesiniz. Türkiye’de adı konulmamış ama İstiklâl Marşı Derneği haricinde herkesin zımnen riayet ettiği “Türk” olmanın ve “Türk milliyetçisi” numarası yapmanın iki şartı var. Aynı zamanda bu iki şart dokunulmazlığı olan iki şart. İstiklâl Marşı’na mugayir olmak veya düşman olmak bir, ikincisi işin içine Atatürk’ü karıştırmak… Aksi halde sizin milliyetçiliğiniz geçerli değil! Mesela Mustafa Kemal’i işin içine katmadan Amerikan düşmanı da olamazsınız. “Amerikan düşmanı” olmanın şartı Atatürk milliyetçiliği sınırlarında gezinmek, yaptığınız milliyetçiliğin o tandansta yer alması. Yani anti-Amerikan bir tutuma Atatürkçülükle izin koparabilirsiniz! Yani Amerika’yı, emperyalizmi reddetmenin kefareti “Türk” olarak Atatürk’ü bilmekle ödeniyor. Buna bağlanmıştır şart. Bütün milliyetçilikler, yani İstiklâl Marşının tanımı dışında kalmış bütün milliyetçilikler aynı potada toplanır. O potayı da medeniyete bakış temsil eder. İstiklâl Marşı’nda diyor ki, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”. Atatürk milliyetçiliği diyor ki: muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak! O milliyetçiliğin böyle bir ülküsü var. Ülkücülerin bir şey dediği, savunduğu falan yok ama İstiklâl Marşı’nın canavar olarak telaffuz ettiği şeyi simge haline getirmekle mest oluyorlar. Yani İstiklâl Marşı’nda canavar olarak takbih edilen, değersiz görülen bir şeyi simge haline getiriyorlar. Yani işte ne bileyim Kangal köpeği veya Aksaray malaklısı falan gibi bir şeyler deseler diyeceksin ki yerli bir şeyden bahsediyorlar herhalde! Ama bu bildiğiniz canavar, kurt. İstiklal Marşı Derneği’nin dışında her millet tarifi, her milliyetçilik İstiklâl Marşı’na mugayirdir; giderek düşmanlıkla vücut bulur. İstiklâl Marşı’yla Türk bayrağı altında dinini seçip Türk olmayan herkes Türk topraklarını gözden çıkarmakla işini yürütür. Müslüman olmayan Türkçülerle, Türk olmayan İslâmcıların ve komünist bilinmekten köşe bucak kaçan solcuların ufku(!) birbirine çok benzer. Ziya Gökalp’in çizdiği haritada birleşirler: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan / Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” Bu mısralardaki Türk yerine ne koyarsanız koyun aynı neticeye varırsınız.
İstiklâl Marşı nedir? Türkiye’de gerek devlet organları olarak gerek milleti millet yapan hayatiyet veren her ne ise onlar olarak Türkiye’nin ellenmedik, oynanmadık, bellenmedik kalan tek yeridir İstiklâl Marşı. Yani İstiklâl Marşı Türk milletinin kulağının arkasıdır. Onun için İstiklâl Marşı Derneği kurulur kurulmaz 2007’nin şubat ayında Yalçın Küçük mesela çıkıp ortada hiç fol yok yumurta yokken -aslında fol da yumurta da vardı; İstiklâl Marşı Derneği kurulmuştu- dedi ki: İstiklâl Marşı’nda İslam kelimesi geçmiyor, Allah kelimesi geçmiyor, Türk kelimesi geçmiyor. Yani Şair İsmet Özel dernek kurmuş, İsmet Özel bunlarsız yapamaz; Allah, İslam, Türksüz yapamaz, ama İstiklâl Marşı’nda bunlar geçmiyor… İlk itirazı bu şekildeydi. Öyle bir hedef gözetmeksizin(!) bunu öyle demeç olarak yayınladı ve bu medyada bir yer buldu. Daha sonra bu tezlerini ilerletti. İstiklâl Marşı Mehmet Akif’in eseri değildir dedi. Kimin eseridir? Daha sonra bunu da ilerletti. Dedi ki iki Yahudi’nin eseridir: Adnan Adıvar’la Münir Ertegün. Ömründe hiç şiir yazmamış iki Yahudi’nin ismini verdi falan... Yani şunu demek istiyordu: Türk’ün, Türk milletinin, Türkiye’nin ellenmedik, bellenmedik kalmış olduğunu iddia ettiğiniz kulağının arkasını da biz aslında şey yaptık. Zaten adamın işi bu. Nerelerin Yahudiler tarafından ellenip ellenmediğini açığa çıkarmak. İstiklâl Marşı Derneği’ne ilk itiraz buydu. Onun için sloganımız çok önemli: İstiklâl Marşı’yla Türk bayrağı altında dinini seç Türk ol!
İstiklâl Marşı dışında bulacağımız kimliklerin hepsi, bilaistisna hepsi gayr-ı Müslimlerin işine yarar. İstiklâl Marşı bize öyle bir kimlik tanımı yapıyor ki Türk’ü vasıf vasıf bize öyle bir izah ediyor ki… Türk kelimesini hiç ağzına almadan İstiklâl Marşı bunu yapıyor. İstiklâl Marşı’ndaki Türk milleti diğer vasıflarının yanında temelde iki unsurdan teşekkül ediyor. Bütün metne bakarsanız Türk milleti iki unsurdan teşekkül eder. Bir: şehitler. İki: şehit oğulları. Türk milletinin üçüncü bir unsuru yoktur. Türk milleti dediğimizde ya şehittir, gömülüdür toprağın altında yahut da kendini o şehitlere nispet eden -illa ki biyolojik olarak, oğul torun olmasına gerek yok- kendini o şehitlere nispet eden insanlardır. İstiklâl Marşı bunun dışındaki bir millete “milletim” demiyor. Hatta bunlar o kadar bir millettir ki ırk olacak derecede yekpare bir millettir. “Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celal / Sana yok ırkıma yok izmihlal”. Evet, İstiklâl Marşı ırkçı bir metindir. Şimdi, bugün işte en Turancısı, ülkücüsü bile söze nasıl başlar? “Yanlış anlamayın ırktan bahsetmiyoruz, ırkçılık yapmıyoruz.” Hayır, İstiklâl Marşı ırkçı bir metindir. Giderek faşist bir metindir. Yani bu ne demek? “Sana yok ırkıma yok izmihlal.” Burada nasıl bir ırktan bahsediyor? Burada bahsettiği ırk şehitler ve şehit oğullarından müteşekkil, başka hiçbir kimseyi içine dâhil etmediği bir ırktan bahsediyor. Şehitler, aynı şey uğruna ölmüş insanlar bir ırktır. Bir ırk olmuştur. Aynı şey uğruna ölmeyi göze alan insanlar bir ırk olabilir. İstiklâl Marşı’nın bize yaptığı Türk tanımı budur. Onun için bunu gayet iyi biliyor gâvurlar. Sadece İstiklâl Marşı’na düşmanlıkla bir milliyetçiliğin önünü açıyorlar. İstiklâl Marşı’nı paranteze alarak ancak bir Türk tanımına, bir milliyetçiliğe izin veriyorlar. Aksi takdirde İstiklâl Marşı’nın tarif ettiği tanımın içine başta kendileri olmak üzere birçok insanın giremeyeceğini adları gibi biliyorlar. Mesela andımızda bir Türk’ten bahsediyor. Andımıza itirazları neydi? “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” Yani Müslüman görünen gâvurlar varlığını Türk varlığına armağan etmekten rahatsızlardı. Andımızdan rahatsız olanlar bunlardı. Değilse orada anılan Türk’ten o kadar rahatsız değiller. Çünkü o vatandaşlık bağıyla falan filan izah edilen, herkesin kafasını sokabileceği, herkesin kendine bir yer bulabileceği bir “Türk”! Ama andımızdaki tek itiraz edilen şey: niye varlığımızı Türk varlığına armağan edeceğiz? Böyle diyen bir insan şehit oğlu olmayı baştan reddetmiş demektir. Bu vatan Türk vatanı değilse, devlet Türk devleti değilse, dil Türk dili değilse, bir arada yaşadığımız insanlar Türk milleti değilse devlet için, millet için, vatan için öldüğü söylenen insanların şehitliği izah edilemez. Varlığını mücerreten de olsa Türk varlığına armağan etmeyen, etmesi yasaklanan bir insanın öldüğünde şehit ilan edilmesi kalabalıkları avutmaktan başka bir şey değildir. Dört beş ay önceydi benim hatırladığım, Cumhurbaşkanı’nın önüne konulan okuma metninde “İstiklâl Marşı’ndan başka bir and tanımıyoruz” yazıyordu. Okudu bu metni. Okuyan bilmeyebilir. Bir şey denmez. Ama o metni hazırlayanlar da bir şey bilmiyorlar. Dediğim gibi İstiklâl Marşı’ndaki bir ırk olmaya varacak şekilde, bir karakter türdeşliğine varacak şekilde yapılmış Türk tarifinin içine, millet tarifinin içine sadece şehitler ve şehit oğulları, yani varlığını Türk varlığına armağan edenler girebiliyor. Onun dışında kimse giremiyor içine, İstiklâl Marşı’nın millet tarifinin içine. Yani İstiklâl Marşı’ndaki tarifin içinde bunlara yer yokken andımızdaki tarifte herkes kendine bir yer bulabilirdi. Yine mesela “İstiklâl Marşı kırmızı çizgimizdir” yazdılar önündeki metne. Bu ne demek? Bu da tuhaf bir şey. Çünkü Anayasa’yı değiştirmek için beş altı sene uğraşan insanlar, Anayasa’nın dokunulmaz, dokunulmazlık zırhına bürünmüş maddelerini nasıl değiştirebileceğiz diye kafa yoran insanlar “İstiklâl Marşı kırmızı çizgimizdir” dediler.
Türk bayrağı altında Türk olabileceğiz. İstiklâl Marşı’yla, Türk bayrağı altında. Türk bayrağının eğer Rasûl-ü Ekrem’in sancak-ı şerifi ile aynı kumaştan olduğunu bilmiyorsak, tarihi olarak bunu göremezsek Türk bayrağı da diğer işte iki yüz küsur ülke bayrağı gibi bir bayraktır der çıkarız ve onun gölgesinin ne mana ifade ettiğini kavramamız zordur bu bakış açısıyla. Türk bayrağı dünyada kâfirlerin indiremediği tek bayraktır. Türk bayrağı haricinde bütün bayraklar kâfirlerin çektiği, göndere çektiği bayraklardır. Bunu özellikle İslâm ülkelerinin bayraklarına bakarsanız, yani oturup belki de bir adamın çalıştığı bayraklar olduğunu net bir şekilde görebilirsiniz. Kâfirlerin indiremediği tek bayraktır Türk bayrağı. Mesela ben hatırlıyorum 2009’da Avrupa’nın en genç ülkesi olarak lanse edilen Kosova bağımsızlığını kazandığında Kosovalıların elinde Amerikan bayrakları dalgalanıyordu, daha kendi bayrakları yoktu henüz. Kendi bayrakları yokken Amerikan bayrağı dalgalandırıyorlardı. Yani Amerikan bayrağı gölgesinde Kosovalılara bir bağımsızlık hediye edildi. Hakeza Kuzey Irak’ta Amerikan bayrakları dalgalanıyordu; bundan üç beş sene önce İsrail bayrakları dalgalanıyordu. Türk bayrağı haricinde bütün bayraklar kâfirlerin göndere çektiği bayraktır. İsmet Bey bahsetmişti, -Letonyalı olması lazım- Letonyalı bir şaire soruyor: “Bağımsızlık için ne yaptınız?” 90’larda bir toplantıda karşılaştıklarında. O Letonyalı şair de diyor ki: “Hiçbir şey yapmadık, gökten zembille indi.” Dünyada alnının akıyla, can havliyle İstiklâl Harbi vermiş tek milletiz biz. Onun için bizim eğer bir ülkemiz varsa, bir bayrağımız varsa, bunlara sebep olmuş bir İstiklâl Marşı’mız varsa Türk olmaktan, varlığımızı Türk varlığına armağan etmekten başka -eğer namuslu bir insansak- bir çıkar yol yok Türkiye'de.
Dinini seçmekle Türk olacağız. Nasıl olacak bu iş? Bu niye var bu sloganda? Çünkü Türk bayrağından en çok istifade eden, Türkiye’nin varlığından en çok istifade eden Yahudiler oldu bugüne kadar. Yahudilerde din seçmek diye bir şey yoktur. Yahudi bir anadan doğarsanız siz Yahudi’sinizdir. Ondan sonra istediğiniz dine de girebilirsiniz, istediğinizle de evlenebilirsiniz, fark etmez; anadan doğmuş olmakla Yahudi’sinizdir. Hıristiyan olmak: vaftiz olduysanız, o suya banıp çıktıysanız ruhunuz İsa’nın ruhuna mühürlenmiştir. Siz ondan sonra ne halt yerseniz yiyin, hangi dine girerseniz girin siz artık Hıristiyan’sınızdır. Din seçmek diye bir şey yoktur Hıristiyanlık ve Yahudilikte. Ama Türk olmak bile isteye Müslüman olmak manasına gelir: Kâfirle çatışmayı göze alana Türk denir. Bunun başka hiçbir manası yoktur. Şimdi en çok söylenen şey: işte gâvurların yaptığı bir Türk tarifini mi kabul edeceğiz? İşte batılılar Türk’ü böyle görmüş. Hıristiyan, Yahudi, Türk demişler işte! İnsan bu üç dinden birindedir. Batılılar gibi mi görüyoruz bunu? Şimdi batıda yapılmış iki Türk tanımı var. Birisi mağlup edilemez Türk varken, 1571’e kadar yapılmış ve oturmuş bir tanım. Kültürel ve psikolojik birçok boyutu olan Türk korkusuyla ortaya çıkmış bir Türk tanımı var. Bir de Türkler mağlup edilebilir olduktan sonra, özellikle devletlerinin ortadan kaldırılabileceğini batılılar gördükten sonra bize yutturmak için bilimsel bir tarih anlayışının da yedeğinde ikinci bir Türk tanımı yaptılar. İki Türk tanımı var. İkisini de biz batılılardan öğrendik. Ama birinciyi tercih edince batılılardan öğrenmiş oluyoruz, ikinciyi tercih edince bilimsel, olması gereken bu… İkisini de biz Batılılardan öğrendik ve ikincisini nedense görmezden gelmek çok kolay bir şey değil. Çünkü onun önü açıldı, bilimsellik zırhına büründürüldü. Birincisi bütün Batı için gayet tehlikeliydi, bizim için gayet ufuk açıcı, insanların geleceğini de etkileyecek şekilde kodifiye edilmiş bir tanımdı. Ama ikincisi batılıların işini kolaylaştıran bir şey… Orta Asya’dan geldik falan filan. Göçebeydik zaten! “Türkler göçebeydi onun için her yere göçerek dağıldılar, en son da bu toprakları işgal ettiler!” Daha sonra bu göçebelik hikâyesi çok sırıttı. Çünkü göçebe millet olur mu? Göçebe devlete devlet denir mi? Bunları sorduğunuzda tarihte kurulmuş şu kadar “Türk Devleti”, şu kadar “Türk milleti”ni koyacak bir yer bulamıyorsunuz. Saçma sapan bir şey ortaya çıkıyor. Onun için “konar-göçer” tabirini uydurdular. Bazen konuyor, bazen göçüyor bu arkadaşlar! İşin ilginç yanı bu tanım hoşumuza gitti! İşte biz Orta Asya’dan geldik, burayı işgal ettik! Eee? 1000 yıldır niye göç etmez oldunuz?
Türkleri mekândan koparmanın formülü göçebelik, konar-göçerlik olmuştur. Tarih mekândan kopuk bir şey değildir. Türk olmak ayağımızı bastığımız topraklar hakkında erdiğimiz şuurdan doğar. Yaşadığımız toprakların şuuruna varmadan kim olduğumuzun şuuruna varamayız. Yaşadığımız topraklar nasıl topraklar? Hıristiyan takvimine göre 1069 veya 1070 tarihinde yani 1071’den bir sene önce hilafetin merkezi Bağdat’ta ve Kâbe’de Sultan Alparslan adına hutbe okundu. Yani Sultan Selim 1517’de o toprakları fethettiğinde siyaseten o topraklar zaten Türk toprağı olarak sayıldı. Yavuz’un Hicaz ve Mısır seferi Türkleri arkadan, hem de kalbinden (Kâbe’den) vurmak için harekete geçmiş Portekizli kılığındaki haçlıları defetmek içindi. Tüm dünya Müslümanları ve tüm kâfirler tarafından o topraklar Türk toprağı kabul ediliyordu zaten. Yani bu topraklar Mekke ve Medine’nin muhafızı olduğu tescil edilen insanların dâr’ül-İslâm kıldığı topraklar. Yine biz o topraklarda en son halife adına hutbeyi okuyup çıkan milletiz.
1916’da Mekke’de, 1919’un ocağın sonunda ise Medine’de biz son hutbeyi okuyup bu topraklara çekildik. Yani şu anda mesela Mekke-Medine’de kimin adına hutbe okunuyor? Hutbe minberde, peygamber makamında okunan şeydir. Yani orada hutbeye çıkan adam peygamber adına konuşur. Onun için hutbelerde ayet ve hadis okunur başka bir şey okunmaz. Gevezelik yapılmaz yani hutbede. Orası peygamber makamıdır. Ama bugünkü hutbelerde ne mavallar okunuyor? Mesela bundan 20 sene önce eleştirilirdi Diyanet’in hutbeleri. Denirdi ki işte ot, çiçek, böcek sevgisi anlatılıyor falan filan. Keşke o olsa yani şu anda gazetecilerin konuştuğu televizyon programından farkı yok hutbelerin. Yani yaşadığımız topraklar kime ait? Bunu siz hutbelerden çıkaramazsınız şu anda. Ne zamandan beri? Yani en az bir 100 senedir biz Mekke-Medine’den çıktığımızdan beri… Yüzü Mekke ve Medine’ye dönük olmayan birine Türklük izafe edilemez. İtikadî olarak da tarihî olarak da edilemez. Şunu diyeceğim: Bugün bize Nasrullah Camiinde İstiklâl Marşı okutulmadı. Ama bugün hutbelerde okunan şeylerle İstiklâl Marşı’nı bir kıyaslayın. Anlatabildim mi? Eğer İstiklâl Marşı’nın camide okunması daha yukardan gelen bir emirle yasaklanmadıysa Müftülük dindarlık adına, Valilik laiklik adına yasaklamıştır herhalde!
Türk milleti dindar bir millet değildir, tıpkı laik bir millet olmadığı gibi. Şimdi son on yedi senede AKP iktidarıyla toplumsal olarak ne yapıldığına bakın: öyle bir dindarlık oluşturuldu ki… Dindar bir nesil oluşturuldu gerçekten! Hani Onuncu Yıl Marşı’nda “On yılda on milyon genç yarattık her yaştan” diyordu. On yedi yılda 85 milyon -Suriyelileri de katarsak- çocuk yaratıldı her yaştan gerçekten. Çocuğun bir saflığı vardır ama bu nesil büyümüş de küçülmüş gibi… Seksen yaşında insanlar çocuk gibi bugün. Çocukların elindeki oyuncaklara, telefonlara imreniyorlar. Hikmetli bir söz, nasihat beklediğiniz dedeler “Dünyaya erken gelmişiz!” diyorlar. Seksen yaşındaki adamdan duydum ben bunu. “Dünyaya erken gelmişiz, biraz daha beklemek varmış!” diyor. Dindar bir nesil yetiştirildi son on yedi senede, çok dindar. Hayırlı cumalar dileği hiç eksik olmuyor mesela. Hayırlı kandiller diliyorlar. Bundan on yedi sene önce siz böyle bir şey bulamazdınız. Mesaj olarak demiyorum yani insanlar hayırlı cumalar diliyorlar birbirlerine. Hayırlı kandiller diliyorlar. Bankada utanıp sıkılmadan selam veriyorlar mesela. Allah ve Rasûlüne savaş açılan mekânlarda selam veriyorlar, selam alıyorlar. Yani normalde meyhanede, kerhanede, günahla meşgul olana selam verilmez. Selam verilmez, bunu herkes bilirdi. Bankada gönül rahatlığıyla selam veren dindar bir nesil yetişti artık. Türk milleti dindar değildir. Türk milleti Müslüman millettir. Giderek Allah'ın askeri olmuş, tarih içinde Allah'ın askeri olmuş bir millettir. Tıpkı laik olmadığı gibi. Laiklik ve dindarlık Hıristiyanların ve Yahudilerin kendi aralarındaki problemleridir. Yani bir Hıristiyan veya Yahudi laik olabilir, dindar olabilir.
Şimdi biz Fatiha suresinde günde kırk sefer -sünnetlerini kılıyorsak eğer günde kırk sefer- diyoruz ki bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil. Yani Yahudilerin ve Hıristiyanların yoluna değil, nimet verilenlerin yoluna. Kim bu nimet verilenler? Başka bir ayette diyor ki kendilerine nimet verilenler nebilerdir, sıddıklardır, salihlerdir, şehitlerdir. Dört sınıf insandır kendine nimet verilenler. Biz namazda günde kırk sefer bu yolu istiyoruz. İşte Nasrullah Camii’nde okunan ilahide “Enbiyaya uğramaz ise yolun / Göçtü kervan kaldık dağlar başında” diyordu. Yani biz o yola uğramayı niyaz ediyoruz günde kırk sefer. Türk milleti o yolu adı gibi bilen bir millettir. O yolun nereden geçtiğini adı gibi bilen tek millettir. Ama o milletin dili kaybolduğu müddetçe hayatı da kayboldu. Bu salonda da iki tarafa ilk cumhurbaşkanı ve son cumhurbaşkanının resimlerini asmışlar. İsmet Bey benim yerim bunların fevkindedir diyordu. O kaybettiğimiz dili billurlaşmış bir şekilde bulabileceğimiz -lisan olarak bahsetmiyorum; bir mantık düzeni ve işleyişi olarak, bir bilgilenme mecrası olarak- bir kişi var dünyada: Şair Türk İsmet Özel. Diğeri, diğer mantık işleyişleri, diğer lisanlar hangi gruba giriyor? O da Donald Trump’un dili grubuna giriyor. Yani biz iki dilden başka bir şeyle konuşmuyoruz bugün. Şu anda dünyada İngilizce de konuşsak, Arapça da konuşsak, Türkçe de konuştuğumuzu iddia etsek fark etmez. Mantık düzeni bu ikisinden biriyle çalışır. Bu ikisi dışında bir mantık düzeni yok dünyada. Anlattığınız, yazdığınız şeyler tercüme edilip Donald Trump’un önüne konduğunda onun anlayacağı şeyler mi, değil mi? Mesele bu! Türk olmak yahut gâvur olmak; Türk olmak veyahut Amerikalı olmak! Bu Tarihin bir icbarı. Ama gönüllüce, seve seve buna geleceğiz ama başımıza felaketler geldikçe, fert fert ha böyleymiş diye diye gideceğiz.
Ben çok konuştum herhalde. Yarım saati geçti mi? Diğer arkadaşlar eksiklerimi tamamlar. Evet, ben konuşmamı bitiriyorum. Mîsâk-ı Milli esprisini en kolay anlayabileceğimiz husus türkülerimizdir. Bakın türkülerimize Mîsâk-ı Milli haritasını görürsünüz. Kerkük, Halep, Batum, Selanik, Varna, Hakkâri türküleri var. Türk olmanın işaretlerinden birisi de türkü çağırabilmektir, türkî çığırabilmektir, türkî yakabilmektir, söyleyebilmektir, dinleyebilmektir. Onun için şimdi İstiklal Korosu 5 dakika aradan sonra bize bol bol türkü dinletecekler. Selâmun aleyküm.
İKİNCİ CELSE
Gökhan Göbel:
Vakit çok geç oldu, kısa konuşacağım. Mevlid, Tekbir, Salavat, İstiklal Marşı Türklerin dini ile milliyetinin yekpare olduğunu gösteren şeyler. 6-7 Eylül hadiseleri oldu 1955 yılında İstanbul’da, Pera’da. O zaman Beyoğlu denmesi zordu, gayrimüslimler Pera dedirtiyordu oraya. 6-7 Eylül hadiselerinin ne olup olmadığı konusunda birçok rivayet var yani ama şöyle bir hadise vuku bulmuş: Necmi Rıza Ahıskan -hanende- orada aynı zamanda bir kumaşçı dükkanı var. O taşkınlık yapanlar onun dükkanının önüne de gelince Necmi Rıza Ahıskan kendi dükkanına bir şey yapmasınlar diye çıkıp mevlid okumuş dükkanın önünde ve onun dükkanına dokunmamışlar. Ama 6-7 Eylül’de hadiseler karışık. Mesela Ara Güler’in babasının dükkanına da dokunmamışlar. Başlığımızın aklıma getirdiği bir şey var İstiklal Marşı ve Türk Bayrağı mevzuunda. Kastamonu’dayız. Orhan Şaik Gökyay buralı diye biliyorum, Kastamonulu. Onun “Bu Vatan Kimin” isimli bir şiiri var. “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır” diye başlar. Bu ilk mısranın hikayesini anlatmıştı, bir mülakatında okumuştum. Bursa’da resmi bir yerde -karakol olabilir diyor Orhan Şaik Gökyay- bayrak direkte unutulmuş ve havada rüzgar yok, bayrak süzgün duruyor, dalgalanmıyor yani. Bu beni çok müteessir etti ve ilk mısraı orada kurdum diyor. “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır”. Yani İsmet Bey’in “ölen öldü” deyişini hatıra getirir bir şeydir. Dinini seçmek, Türk olmak, İstiklal Marşı, Türk Bayrağı… Hepsi yazıyla ancak temin edilebilecek şeyler. Türk bayrağının üzerinde Türk yazısıyla yazılmış bir yazı var. O da İstiklâl Marşı’nın bir mısraı.
Ömer Seyfeddin kitabından açılışta bahsettim. Kısaca bu kitabı hazırlama sebebimizden de bahsedip hemen konuşmayı devredeceğim Faysal Toprak’a. Son zamanlarda Ömer Seyfeddin hikayeleri aleyhine bir propaganda var. Ömer Seyfeddin hakkında, hikayeleri hakkında aleyhte propaganda yapanlar artık gemi azıya aldı. Ömer Seyfeddin otuz altı yaşında öldü Hıristiyan takvimine göre 1920 yılında. Ömer Seyfeddin hayattayken eserlerinin kahir ekseriyeti kitap olarak neşrolunmadı. Öldükten sonra da harf inkılabı oldu. İlk defa 1938 yılında, harf inkılabından 10 sene sonra neşredildi Ömer Seyfettin hikayelerinin toplu baskısı. O toplu baskıda Ömer Seyfettin’in yazdıklarının yarısına yakını yoktu. Terekesini edindiler Ömer Seyfettin'in; dergide yayınlananlar, yayınlanmayanlar... Elden geçirdiler ve birçoğu kayboldu Ömer Seyfettin'in yazdıklarının. Cesedi de kadavra olarak kullanıldı biliyorsunuz. Teşrih masasında fotoğrafı var. Gerçi biz Ömer Seyfettin kitabının tanıtımında cesedinin kadavra olarak kullanıldığını söyledikten sonra bazıları otopsi oldu ama kadavra olmadı diye yaygara yaptılar. Yani onu da bir fotoğrafa dayandırarak söylüyorlar anladığım kadarıyla. Ömer Seyfettin’in o teşrih masasındaki halini savunmak mı istiyorlar bunu yaparken? Yani Ömer Seyfettin teşrih masasında, başında talebeler var, doktorlar var. Adam çıplak zaten. Böyle bir fotoğraf verilmiş. Bu kadarı oldu ama kadavra olmadı? Cesedi kadavra olarak kullanıldı. Yazdıkları kaybedildi. Bugün de yazdıklarının aleyhinde propaganda var. Yani Ömer Seyfettin'in masonluğu bilinir; yazılmıştır, çizilmiştir. Ona rağmen bunlar vuku buldu. Bugün gemi azıya alanların yaptığı şey Türkiye’deki çocukların kendilerini Türk çocuğu olarak bilmelerine karşı ve bu bilgiyle kendileri için ne tedarik edeceklerse -mesela Ömer Seyfettin'in hikayelerinde o tedarik edeceği şeyler var- onlar aleyhine büyük faaliyetler yürütülüyor.
Mesela İlk Namaz hikayesi var bu kitapta. Ömer Seyfettin'in kitabı ilk defa toplu basıldığı zaman işte 38 yılında Hıristiyan takvimine göre İlk Namaz hikayesine yer vermemişlerdi. Onun gibi niceleri. İlk Namaz çok meşhur olduğu için… Çok meşhur bir hikaye; kitap çıkarmadan o kadar büyük şöhreti vardı Ömer Seyfettin’in. İlk Namaz hikayesini Türkiye'deki İslâm düşmanı cephe Ömer Seyfettin külliyatına koymamaktan çekinmedi. Sonradan İlk Namaz gibi çok meşhur olan hikayeler sonraki baskılarda külliyata dahil edilmiştir ama Ömer Seyfettin’in kıyıda köşede kalmış, yayınlanmamış, yarım kalmış hikayeleri, notları… Bunlara ne oldu bilmiyoruz. Yani İlk Namaz hikayesine ne olduğunu düşünürseniz, adamın cesedinin kadavra olarak kullanıldığını düşünürseniz yazdıklarının başına ne geldiğini anlayabilirsiniz. Biz burada hususen ilk defa doğruca ve yazının aslıyla Ömer Seyfettin yayınlama gayesiyle hazırladık bu kitabı. Mecmualarda yayınlanmış hallerini esas aldık, tashih ettik ve öylece neşrettik.
“Mecburi Kıraat” bu serinin ismi. Tanıtımında da söylediğimiz gibi biz yazıldığı şekliyle, Türk harfleriyle okumaya davet ediyoruz Türkiye’deki insanları ve bu davete icabeti de mecburi görüyoruz. Mecburi Kıraat o yüzden. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Türk toprakları, Türk varlığı bir şekilde varlığını idame ettirecek -biz söylüyoruz bunu- ve bunun yazımızı geri almaktan başka yolu yok. Dilimiz, lisanımız, lügatimiz… Bunlar olmadığı zaman bir milletin varlığından bahsedilir mi? Bahsedilemez. Ve bu üç şeyi temin eden yazımız. Üç şeyin bugün yok mesabesine gelmesinin sebebi de yazımızın elimizde olmaması.
Türk olmak bu yazıyla mukayyettir. Yani tarihte tasniflerde derler ki: Kavmi Devir Türk Edebiyatı, İslâmlık Devri Türk Edebiyatı, Medenileşme… Batı Tesirinde… Modernleşme Devri Türk Edebiyatı. Üç devirden bahsederler. Bu üç devirden birisi gene onların tespitiyle -herkes bunu tespit edebilir- gayr-i mektuptur, yazılı değildir. Kendi tasniflerine göre İslâm’dan önce bir Türk var ama bunun yazılı hiçbir metni yok. İslâm’dan önce var dedikleri Türk’ün bir tane yazılı metni yok. Mesela o yazılı dedikleri her şey Arap, İran, Çin, Moğol kaynaklarındandır. Bunu söylüyorlar zaten. Şehnamedeki Efrasiyap aslında işte Alp Er Tunga’dır diyorlar mesela. Ama Türkçesi yok bunun. Bir milletin destanları olur, hikayeleri olur. Kendi aralarında dolaşır. Yazıya geçmeden önceki devirden de olabilir, bunlar onların tasnifine göre. Ama sonra bunların hiçbirisi yazıya geçmemiştir. Türklerin şu destanları, şu hikâyeleri var dedikleri ne varsa onlar sonradan da yazıya geçmemiştir. Diyelim ki yazıya geçmeyen bir devirdi o. Ama mesela Finliler var dünyada. Onların meşhur kitabı ne? Kalevala. Bu kitap Finlilerin arasında dilden dile dolaşan destanları 19’ncu Hıristiyan asrında birinin toplaması neticesinde bütün dünyanın bildiği bir kitap oldu. Yani asırlardır Fin halkının birbirine anlattığı, okuduğu destanları Hıristiyan takvimine göre 19’ncu asırda bir Finli bunu topladı. Var böyle bir şey ama onların tasnifine göre İslâmlıktan önceki Türklüğün bir tane Türkçe metni yok. En eski metin diyorlar ki Orhun Yazıtları’dır. O yazıtları da ortaya çıkaran, okuyanların arasında bir tane Türk yoktur. İsveçli şudur, sonra Radlof’tur, sonra Thomsen’dir. Aralarında bir tane Türk yoktur ki bu da Orhun yazıtları dedikleri şey de Rasûlullâh’ın risaletinden sonradır, önce değildir. Yani onların verdikleri tarih de İslâm’dan önceki bir devir değildir.
Türklerin bu yazıdan başka bir yazısı önce yok. Sonra da yok. Hıristiyan takvimine göre 1928 yılında harf inkılâbı vuku buldu. Türk harfleriyle, Kur’an harfleriyle tahsil gören bütün edip, şair, muharrirler Türk harfleriyle yazmağa devam ettiler. Latin yazısıyla yazan ilk nesil mecburen sadece Latin yazısıyla tahsil almış nesildir. Mesela işte Atila İlhan, Metin Eloğlu işte Cemal Süreya, Turgut Uyar... Türk şiirinde mesela Latin yazısıyla yazılmış şiirler… Türk şiirinin seyri var. İşte Birinci Yeni diyorlar, İkinci Yeni diyorlar, Garip şiirine Birinci Yeni diyorlar. Orhan Veli Türk harfleriyle yazdı. Ben “İnkılaplar ne zaman niçin iflas etti?” diye bir yazı yazdıktan sonra bir okurumuz -yazıda Orhan Veli’nin Türk harfleriyle yazdığını söyledik, el yazısını da gösterdik- şöyle bir e-posta göndermiş derneğin sitesine; diyor ki: Yazıya bir katkım olacak. Orhan Veli’nin mektuplarında Orhan Veli’nin muhatabına şöyle dediğini zikrediyor, Hurşit mi Abidin mi hatırlamıyorum: “Hangi şiirimi beğenmiş?” diyor Orhan Veli, “İstanbul’u dinliyorum şiirini beğendiyse yandık demektir. Onu yeni harflere aktarmak çok zor.” Orhan Veli’nin söylediği şey bu. Orhan Veli 1914 doğumlu. Hıristiyan takvimine göre 28 ile 14 arasında on dört sene var. Yani bu adamın Türk harfleriyle tahsili toplam yedi seneyi geçmez. Ama yedi sene Türk harfleriyle tahsil gören adam bu yazıyı terk etmeyip sadece onunla yazıyor ve yazdığı en meşhur şiiri belki “İstanbul’u Dinliyorum”dur, “Onun Latin yazısına aktarılması çok güç.” diyor. Niye? İstanbul’u “din-”; oradaki dinlemekteki ن değil ك. Ayrıca biz bugün yazımızı kaybettiğimiz için “dinliyorum” diyoruz Türkçede “dinlimek” diye bir mastar yok “dinlimek” diyemezsin dinlemektir o. Sadece başlığı bile bu şiirin Latin harflerine geçmesine manidir, bunu söyleyen de o şiirin şairi. Orhan Veli’den sonra İkinci Yeni şairleri var; diyelim Atilla İlhan, Turgut Uyar… İşte 1925-1933 arasında doğmuş insanlar. Hepsi tahsilini Latin harfleriyle gördüler. Sonra zaten İsmet Özel var Türk şiirinde, 1960’dan sonra. Yani bu dediğim şairler de asıl etkinliğini 50-60 arasında gösterdiler. Sonra İsmet Özel’in yazdıkları var. Aslında Latin harfleriyle elde olan mahsul İsmet Özel’in yazdıkları. Ve İsmet Özel bugün neşriyatını Türk harfleriyle yapıyor. Yani tek mahsulü Latin harflerinin -istisnaları saydık- İsmet Özel'in yazdıkları ve İsmet Özel Latin harfleriyle buraya kadar diyor ve neşriyatını artık Türk harfleriyle yapıyor. Genel Başkanımız söyledi, iki şeyden biri seçilecek: ya Türklük ya Amerikalılık. Türklüğün yolu da İsmet Özel’in bütün ömrünce ortaya koyduğu, hala koymaya devam ettiği yoldur deyip, teşekkür ediyorum.
Faysal Toprak:
Selâmun aleyküm,
İsmet Bey Kastamonu programının bilhassa seçimlerden sonra yapılması gerektiğini bize söylemişti ama bir değişiklik olmadıysa seçimler hala bitmedi. Yani biz de programı yapmak zorunda kaldık. Çünkü İstanbul seçimlerinin ne olduğu hala belli değil. Gerçi biz en son seçimlerin 1957 yılında yapıldığını biliyoruz. Ama o zamandan bu zamana kadar seçimlerin sonuçları vardı. Yani bir şekilde kabul edilmiş sonuçları vardı. Şu anda seçimin bir sonucu yok. Yani buradaki ibarede “Dinini Seç Türk Ol” diyor İsmet Bey, muhakkak bunun seçimlerle alakasını da bunun üzerinden kurmuştu.
Şimdi, Türk olmak nedir diyoruz. Türklüğün ne olduğu neden bu kadar bulandırıldı? Genel Başkan konuşmasının başında bir şeyler söyledi bu konuda ama ondan önce şunu söyleyeyim, Nasrullah Camii’nden herkes bahsetti ben de bahsedeyim. Ara ara içeriye fotoğraf çekmeye gidiyorum, geri polislerin yanına geliyorum. Bir ara polislerden biraz yetkili olduğu anlaşılan birisi “İstiklâl Marşı okunmayacak!” dedi. Ben de gayr-i ihtiyari şekilde “Sen Türk değil misin?” dedim. O da yetkili bir sesle “Sen benim Türklüğümü sorgulayamazsın.” dedi. Biz “Türk Türk’e boyun eğmez.” diyoruz. “Türk Türk’ü sorgulayamaz.” demiyoruz. Onun kafasında nasıl bir Türklük var acaba? Tabi onu konuşmadık. Ama herkesin kafasında Türk olmanın ne olduğuna dair bir şeyler var. Birileri size bunun hissi bir şey olduğunu söyleyebilir, birileri kültürel bir şey olduğunu söyleyebilir, biri vatandaşlık bağıyla bağlı olmanın yeterli olduğunu söyleyebilir, biri Türkçe konuşmanın yeterli olduğunu söyleyebilir. Ama biz Türklüğün İstiklâl Marşı’yla kayıtlı olduğunu biliyoruz. “Türk olmak dinini seçmekle ilgili bir şeydir.” kimse demez. Dinin seçip Türk oluyorsun dediğimizde hiç kimsenin kafasında böyle bir şey yok. Bu neden yok? Bunu anlayabilmek için İstiklâl Marşı yazıldığı zaman insanların kafasında ne vardı, belki onu da bilmek lazım. Yani bir Osmanlıcılık cereyanı vardı, bir İslâmcılık, bir de Türkçülük. Bunların hepsi tıpkı Rusların matruşka diye bir bebeği var. Açarsınız içinden bir tane ona benzer bir şey çıkar. Yine açarsınız… Aslında batılılaşma hadisesinden sonra bunun içinden bir Osmanlıcılık çıktı. Bunun dayanaklarına baktığınızda, bu Fransız Devrimi’nden sonra yani Katolik olmayan bir Frank olabilir mi? Evet Fransız dersek buna olur dediler. Buradakiler de devletin çökmeye başladığına inandıkları için Fransızların çektiği numarayı biz de çekeriz, Müslüman olmayan biri Osmanlı olabilir diyerek işte ittihat-ı anasır diye bir şey tutturmaya çalıştılar. Belki zaman kazanmak için yaptılar bunu. Fakat bunun hemen arkasından bir İslâmcılık ortaya çıktı. Bu da aslında yani o zamanki metinlerin bir kısmına vakıfım ama modernist İslâm’ın çerçevesinden taşan bir şekli bulmanız biraz zor. Yani öyle bir İslâmcılık. Genelde Afgani-Abduh çizgisinden giden insanların devam ettirdiği bir şey var. Onun akabinde de Türkçülük denilen bir şey baş göstermeye başladı. Bunun da Almanlarla alakası vardı. Almanlar arkeoloji denilen şeyi bilim haline getiren insanlar. 19’uncu asırda bilhassa kendilerinin bir kökü olduğunu, bunun da sağlam bir şey olduğunu çok titiz bilimsel çerçevede ispatladılar. Yani öyle bir şeyin, ırka dayanan bir Almanlığın olduğuna dair dünya kadar çalışma yaptılar. Bunun üzerine burada birileri ırki bir şey üzerinden biz de gidebiliriz dediler. 1871 Alman birliğinin kurulduğu tarihtir. Aynı zamanda Almanların Fransızları yendiği tarihtir. Yani Avrupa’daki rüzgar 1871’den sonra Almanların tarafına geçmişti. Yani “Bu ırk meselesinde biz de böyle bir şey yapabiliriz. Hazır dünya kadar Türkolog da var. Biz de Orta Asya’yı dekor yaparak ırki bir Türklük ortaya atabiliriz.” dediler. Burada bu fikri sahiplenen insanlar çıktı. Bunlardan bir tanesi mesela “Vavlı Türk” denilen Necip Asım Bey. İlk defa Türk’ü و’la yazması Hıristiyan takvimine göre 1895 bildiğim kadarıyla. Yani 1908’den evvel bir zaman. Tabii orada sadece bir okutucu koymak değil maksadı. Direkt Türk kelimesine و koyarak başka bir Türk’ün olduğunu söylemeye çalışıyor. Bugün bazı otomobillerin arkasında runik yazıyla Türk yazdığı söyleniyor. Mesela “Pek Eski Türk Yazısı” diyerek o tarihte bu runik yazıyı gündeme getiren Necip Asım’dır. Ama otomobilinin arkasına bu yazıyı yazanların kaç tanesi o yazının da sağdan sola okunduğunu biliyor?
Şimdi ben Türkçülerden bir miktar bahsedeceğim. Bir ara Ömer Seyfettin’e de getireceğim sözü ki, bu işin içinde ne maksatla vardı bunu gerçekten ayırmak zor. Ama İstiklâl Marşı ortaya çıktığında fikirler bunlardı. Yani birileri Türkçüydü, birileri Osmanlıcılık hadisesini devam ettirmeye çalışıyordu. Birileri İslâmcı olduklarını söylüyorlardı.
Yani Orta Asya’da, yani Türkiye dışında bir Türk’ün olduğu fikri bir yerlerde kabul edilmeye başlandıktan sonra, bilhassa o dönemdeki metinlere baktığınızda, Türkiye Türkleri, Anadolu Türkleri, efendim Osmanlı Türkleri, Kuzey Türkleri, Batı Türkleri, Orta Asya Türkleri gibi ifadeler ortaya çıkmaya başladı. Böylece Türkiye dışında birtakım Türkler olduğu kabul edilmeye başlandı. Yani şimdi polis “Benim Türklüğümü sorgulayamazsın!” diyor ya, yani acaba kafasında nasıl bir şey var? Bunların kalıntıları var. Çünkü İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı. Ve Türk’ün ne olduğu dair İstiklâl Harbi’nden önceki tartışmaların tortularını birtakım insanlar kabullendi. Devlet bunların bazılarına sahip çıktı. Onlar yeni formlar kazandılar ve şu anda Türk olmak dinini seçmekle alakalı bir şey olarak insanların gündeminde değil. Şimdi mesela bu Kuzey Türkleri, Batı Türkleri bu tip bir şey çıkınca, aslında İstiklal Marşı üzerinden de bütün bunlara bakılabilir. Yani bütün bu argümanlara bakılabilir. Mesela “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” dendiğinde bu cennet vatandan bahsediyoruz. Bu dediğimiz şey sınırları belli olan bir vatandır. Yani öyle sınırları meşkuk bir turan değildir. Yani dolayısıyla Türkçülerin kafasındaki şey, belirsiz bir vatandır. Çünkü her yerde Türk vardır. Ama bu Türklerin bir şeyi yoktur. Ortak lisan meselesi kimsenin kafasında netleşmiş bir şey değildir.
Türkçülerin kafasında şöyle bir şey var, hala da bu var: Türk denilen şey -ki bunu açık açık söylemişlerdir-, biz daha önce bir Uzak Doğu, Çin medeniyetine dahildik. Sonra İslâm medeniyetine dahil olduk. Şimdi de Laik Batı medeniyetine dahil olacağız. Türkçülerin hepsinin ortak iddiası budur. Yani bir esas Türk kabul ederler. Bu bir yerlerde bir medeniyet geliştiğinde o Türk onun içine girer, esası bozulmaz. Şimdi de artık İslâm bir siyasi organizasyon, bir askeri güç olmak dışına itildiğine göre, biz de Batı medeniyetine geçmeliyiz derler. Böylece yani diniyle milleti bir olan şeyi Türkçüler, istedikleri kadar İslâmi argüman üretsinler en baştan itibaren bunu ayırmış olurlar. Yani bir Türk vardır bir de İslâm vardır derler. Şimdi İstiklâl Marşı’nda ise işte bir ırk kelimesi geçiyor ama Türk kelimesi geçmiyor. Çünkü o zamanlar eğer Türk kelimesi geçseydi hemen bu ırkla yapıştırılacaktı. Dolayısıyla ırk kelimesi elbette onların bahsettiği genetik manada bir ırk değil zaten.
Şimdi ben İstiklâl Marşı’nın kabulünden önce Türkçü, İslâmcı ve Osmanlıcı bazı insanların fikirlerini sıralayıp bitireceğim. Şimdi biz İstiklâl Marşı’nın bir ideologisi olduğunu söylüyoruz. Yani ideologi ancak bir grup insan tarafından inanılan bir şey. Tek bir insanın bir ideologisi olmaz. Dolayısıyla İstiklâl Marşı’nın bizi yönelttiği bir şey var. Fikrî olarak, idea olarak bize benimsetmek istediği bir şey var. İstiklâl Marşı metni ortaya çıktığında bütün bu fikirleri alaşağı edecek bir metin olarak da ortaya çıkmıştır. Çünkü bu insanların ne dedikleri, nereye bağlı oldukları... Hakikaten işin içinden çıkılabilecek gibi değildir. Fakat İstiklâl Marşı metni bize nasıl bir ayıklama yapmamız gerektiğini çok net bir şekilde gösterir. Şimdi mesela Mehmet Emin Yurdakul Hıristiyan takvimine göre 1897 yılında Türk-Yunan harbi olduğu zaman “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur” diye yazdı. Yani bu 1897’de Türk-Yunan harbinde yazılmış bir şey. Ama ona böyle milliyetçi şiirler yazmasını salık veren Cemalettin Afgani. Yani Mehmet Emin Yurdakul bir Türkçü ama ona böyle şeyler yazacaksın sen -zaten şeyhim diye bahseder ondan- diyen Cemalettin Afgani. Şimdi biri Türkçü diğeri mason olduğu bilinen bir İslâmcı. Diğer taraftan Mehmet Akif’in siyasi fikirlerinin de Afgani-Abduh çizgisinde olduğunu biliyoruz. Ziya Gökalp mütarekeden sonra diyor ki: “Bu iş olmayacak, bir Türk-Arap imparatorluğu kuralım.” Yani Arapları sevmeyen adam böyle bir şey söylüyor; ciddi ciddi bunu yazıyor. Yusuf Akçura -ki en azılı Türkçülerden biridir- işte Üç Tarz-ı Siyaset, işte Türkçüler onu manifesto falan kabul ederler... O mesela şöyle bir şey diyor: “Türkçülük Araplığın ve İslâmiyetin teyit ve takviyesine tevcih edilmiş bir cereyandır.” Yani Yusuf Akçura’ya kalmış bu işler. Şimdi Ömer Seyfettin de bir şeyler söylüyor çünkü Ömer Seyfettin de Türkçü bilinen bir adam. Ömer Seyfettin bir yazısında şunu söylüyor: “Yahudiler Hıristiyanlar davalarından vazgeçsinler, ben de Türkçülüğü mürkçülüğü bırakacağım, Türkçülük falan yapmayacağım” diyor. Ben bunu İsmet Bey’e söylediğimde “Müthiş bir şey!” demişti. Yani kim bu işin neresinde, hangi kafayla, bunu bize İstiklal Marşı gösterir.
Son olarak Süleyman Nazif’in de söylediğini söyleyeyim diyor ki: “Arap’ınkini Arap’a, Aceminkini Acem’e iade edersek elimizde uzun kollu bir hırkadan başka bir şey kalmaz.” O da meseleye böyle bakıyor. Bütün bu karışıklığın, bu tuhaflığın sonunda doğrudan doğruya cepheye, şehit oğluna yazılmış berrak bir metin olarak İstiklâl Marşı doğdu. Yani İstiklâl Marşı’nın bize teklif ettiği dava Türklük davasıdır. Yani seçimle başladık seçimle bitireyim; yani oyunu İstiklal Marşı’na vermeyen telef olur, bundan şüpheniz olmasın.
Gökhan Göbel: Ben de seçimle bitireyim; unuttum camideki hadise olunca. İstanbul’da iki taraf varmış gibi bir hadise var. İşin aslı bilinmeyen ama asırlardır devam eden bir şeyin yansıması bu. Ömer Seyfettin’in Nakarat hikayesinde -İsmet Bey hastanede eklemişti o hikayeyi bu kitaba- Türk zabiti bir Bulgar kıza kapılıyor, o kız hep bir şarkı söylüyor. Bu bizim Türk zabiti de bunun kendisine söylenmiş bir aşk şarkısı olduğunu sanıyor. “Naş, naş, / Çarigrad naş!” diyor şarkının nakaratı. Hikayenin ismi onun için nakarat. Türk zabiti bunun ne olduğunu öğreniyor hikâyenin sonunda. “Bizim olacak, bizim olacak, / İstanbul bizim olacak!” diyormuş Bulgar kızı. Bu bizim Türk zabiti de bunu günlerce aşk şarkısı sanıyor. Bugünün İstanbul hadisesi de bununla alakalı.
Kastamonu, 8 Şaban 1440
Böyle bir toplantının yapılmaması gerekiyordu. İki sebepten ötürü: Birincisi; ben bu kelimenin (ideoloji) “ideoloji” olarak telaffuz edilmesini doğru bulmuyorum.
Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz.
Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,
Muttaki Ünlü:
Selâmun Aleyküm,
İstiklâl Takvimimizin 1439 senesine ait nüshasının neşrolunması sebebiyle tertib ettiğimiz "Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek" serlevhalı panelimize hepiniz hoş geldiniz.
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.