"İstiklâl Harbi Bitmedi" serlevhalı seminerimiz 18 Rebiülahir 1444 Pazar günü İstanbul'da yapıldı.
Teşrik tekbiri, salat-i ümmiye ve İstiklâl Marşı'nın 10 kıtasının okunmasından sonra seminerin 1. Celsesine geçildi. 1. Celsede Genel Başkanımız Durmuş Küçükşakalak, Abdülhamit Sağır, Bahadır Karadağ, Yusuf Ay ve İlker Çokgör konuşmalarını yaptı.
Seminerin 2. Celsesine geçilmeden önce İstiklâl Korosu bir konser verdi.
Seminerin 2. Celsesinde ise İkinci Başkanımız Gökhan Göbel, Oruç Özel, Muammer Parlar, Seyfullah Köksal ve İbrahim Kesgin konuşmalarını yaptı.
Durmuş Küçükşakalak:
Selamun aleyküm.
“İstiklâl Harbi bitmedi” hükmü İstiklâl Marşı Derneğinin vücut sebebidir. Tabii kurulduktan sonra dile gelmiş bir vücut sebebi. Elbette İstiklâl Harbi’nin bitmediğini Savaş Bitti şairinden öğrenecektik. Çünkü mevzu bahis olan eğer savaşsa, bir harpse, o harbin ne olduğunu, anlamının, manasının nereye oturduğunu biz Türkler iki sınıf insandan öğreniriz: Birincisi şairlerdir, ikincisi kime karşı ve kimin için savaştığını bilen askerlerdir. Tabi bulabilirseniz ikincisini. Aslında tüm haberleri, bilgileri biz iki şekilde alırız: Ya şairlerin usullerini ve tasnif şekillerini benimseyerek bir olaya, bir hadiseye bakarız. Yahut da kâfirlerin tasnif şekilleri ve usullerinden başka elimizde bir şey kalmaz; onların usullerini benimseyerek bir meseleye, hadiseye bakabiliriz. Biz Türkler için gerçek haberler şairlerden ve kestiğini yiyeceğimiz asker vasıflı Müslümanlardan sadır olur. Aksi takdirde yalanlar içinde bir ömür tüketiriz de haberimiz bile olmaz.
“İstiklâl Harbi bitmedi” dediğimizde devam eden bir şeyden, Lozan Anlaşması’yla bittiği kabul edilen -resmi tarih anlayışı içerisinde Lozan Anlaşması’yla bittiği kabul edilen- o harbin bitmediğini deklare ediyoruz ve bunun nerelere değdiğini, bunun cephelerinin neler olduğunu izah etme sadedinde bir seminer tertip ettik. Bu seminer malumâtça zengin olacak diye tahmin ediyorum. Ben genel bir çerçeve çizip daha sonra diğer arkadaşlara sözü bırakacağım.
Türkçe’de “bitti” kelimesi “oldu” manâsında kullanılır; onun için “oldubitti” deriz. Hatta Latin yazısıyla bu ifade bitişik yazılır. Olan bir şey bitmiştir. Bitki de böyle bir şeydir. Rahmetli Lütfi Hocadan öğrendik: Nakıs Fiiller üzerine bir yazısı vardı, ilk kitabında olması lazım. Kur’an kökenli bir fiilden; “bâte” kökünden bitmek, batmak, batının… oralardan nasıl geldiğini izah eden bir yazısı vardı. Yani tohum toprağa düşer, tohum olmaktan çıkınca tohum bitmiştir. Biz işte ekinler bitti deriz. Yani o artık tohum olmaktan çıkmış, bir “bitki” olmuştur. Biten bir şeyin cesametini, neticesini görmemiz gerekir. 1923’ten sonra bu topraklarda evet birçok şey bitti, fakat bazı şeyler bitmedi. Harbin başlamasına sebep olan, harbi başlatma gayesini neticeye erdirecek, o gayeyi ileriye götürecek şeyler bitmedi. Genel manada birçok başka şey bitti. Meselâ istifade edeceğimiz bitkilerden daha fazla yabanî otlar bitti. Yani mugaddi olmayan, besleyici olmayan, yenilemeyecek, kimseye bir faydası da olmayan bitkiler bitti. Akasya ağacı bitti meselâ. Cumhuriyetten sonra akasya ağacıyla tanıştık. İlginç bir bitki; hem bulunduğu, ekildiği bölgeyi çoraklaştıran, meyvesi olmayan, çiçeği kokmayan, kerestesi elverişsiz, odun yapacağız deseniz kalorisi düşük, gölgesinden istifade edemeyeceğiniz; ala bula gölgeli bir ağaç. Meselâ bu cumhuriyetten sonra tanıştığımız bir ağaç çeşidiydi. Bu topraklarda bu şekilde birçok “bitki” bitti. Hatta AKP döneminde top akasya diye bir akasya türü de bitti bu topraklarda.
İstiklâl Harbi Bitmedi, çünkü İstiklâl Harbi’ni başlatan insanların niyetleri hiçbir zaman niyetlendiği gibi sonuçlanmadı. “İstiklâl Harbi bitti” dediğimiz anda kendimizi Türkiye’de olan biten her günahın, işlenen her suçun, içine girilen her melanetin ortağı, savunucusu, militanı haline geliriz. Bugün İstiklâl Marşı’nın yazılmasına sebep olan hiçbir husus aşılmış, geride bırakılmış değildir. Ne siyasi olarak, ne içtimai, ne iktisaden ne de itikaden… İstiklâl Marşı’nın altında imzası olan şair 1926’da burayı terk etmek zorunda hissetti kendini, kaçmadı. Yani Türkiye yaşanamayacak bir hale gelmişti, sadece ölmek için 1936’da, 10 sene sonra tekrar bu topraklara geldi. Biz dediğim gibi bir savaşın nasıl başladığını, bitip bitmediğini veya sadece savaş meselesi değil, bir haberin, bir bilginin aslının ne olduğunu, nasıl olduğunu, ona nasıl bakılacağını gazetelerden, televizyonlardan, -tabi bunlar eski tabir- internetten, sosyal medyadan veya bilim dünyasından öğrenemeyiz. Yani İstiklâl Harbi’nin her yerini didik didik didseniz, akademik olarak ortaya koysanız, şairlerin ve dediğim gibi o askerlerin, o savaşı ne için yaptığını bilen askerlerin söylediklerine ulaşamazsınız. Meselâ Çanakkale Harbi’ni, ne mana ifade ettiğini Mehmed Âkif’in Çanakkale Şehitlerine şiiri olmadan anlamamız nakıstır, eksiktir. O şiir olmadan Çanakkale Harbi’ne bakan herkes şuna kapılacaktır: Ki bunu da söylüyorlar, “Ne oldu yani Çanakkale’de bu kadar şehit verildi, 4 sene sonra İstanbul işgal edildi.” 3,5 sene sonra İstanbul işgal edildi. Evet, tarihe baktığınızda, sadece tarihe baktığınızda bu gayet mantıklı, aklı başında bir şeymiş gibi gelir ama siz Çanakkale Şehitlerine şiirinden, Çanakkale Harbi’nin nereye oturduğunu öğrenebilirsiniz, bunun başka bir yöntemi yoktur. Bunu yazan şair de ne Çanakkale Cephesi’ni görmüştür… Sadece orada o harbe katılmış birilerinden dinlemekle bu şiiri vücuda getirebilmiştir. Kemal Tahir Devlet Ana’sında Yunus Emre’yi romana soktuğu kısım var; Yunus Emre bir kafile içinde elinde sazıyla görünür ve orada der ki: “Gezgin ozanlar sık sık görünmeye başladı mı bir ülkede kımıldanma başladı demektir.” Yani ortalık karışacak ve bir şeyler başlayacak demektir, der. Evet, bu böyledir, bu her zaman böyle olmuştur.
İstiklâl Harbi bitmedi! Durduk yere bir savaş mı istiyoruz? Evet, Müslüman’ın hayatı cephede olmasa bile kâfirlerle savaşarak yaşanan bir hayatsa bir anlamı vardır. Hangi sebeple çıkmış veya çıkarılmış olursa olsun savaşlar şu işe yarar: Savaşlar hem fert olarak hem de toplum olarak şahsiyetin, hüviyetin parladığı, görüldüğü, gösterildiği zamanlardır. Yani her savaş bir kimlik savaşıdır aslında. Savaş en başta kimlik verir insana, bütün savaşlar istisnasız, sadece bizim savaşlarımız için değil hangi milletin savaşı varsa; ortada aslında bir kimlik savaşı vardır. Yani o millete ya kimliğini verir ya kimliğini değiştirir ya kimliğini alır; ortada savaş varsa kimlik savaşıdır bu en başta. Rasulü Ekrem Hendek Harbi’nde düşman orduları Medine ufkunda göründüğünde buyuruyor ki: “Ey insanlar” diyor, “düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin ama karşılaşacak olursanız sabredin, cennet kılıçların gölgesi altındadır.” diyor. Yine başka Hadis-i şeriften öğreniyoruz ki: “Gaza etmeden ve gönlünden gaza etmeyi geçirmeden ölen nifak üzere ölür.” Eğer biz Müslüman hayatı diye bir şeyden bahsediyorsak, üstelik Müslüman’ın “medenî” hayatı diyecek olursak bu tamamen savaşa endeksli bir hayattır. Rasul-ü Ekremin “medenî” hayatına bakın, 9 senede 27 gazve 38 seriye vardır. Yani sene başına 3 gazve düşer, 4’den fazla seriyye düşer. Her şeyiyle, iktisadî ilişkileriyle, toplum ilişkileriyle savaşa endeksli bir hayattır. Zaten “Ben rahmet ve savaş peygamberiyim.” diyor. Savaş bu şekildedir… Yani savaş istenmez ve fakat savaşsız bir toplum gittikçe dejenere olan, bozulan, kokuşan bir şeydir. Evet acıdır, masraflıdır ama bu insanlık tarihi boyunca olan ve olması gereken şeydir.
İstikâl Harbi bitmedi çünkü İstiklâl Harbi’nin başlamasına sebep olan hiçbir unsur zaferle sonuçlanmadı, zafere ermedi. İstiklâl Harbi’ni Medine’de başlatmayı biz seviyoruz, çok da işimize geliyor. Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaa’sıyla İstiklâl Harbi başlamıştır demeyi ben çok seviyorum açıkçası. Eğer İstiklâl Harbi bitseydi Medine, Mekke olmasa bile Medine’de sonuçlanması gerekirdi, başladığı yerde sonuçlanması gerekirdi. Şimdi Medine’de İstikâl Harbi başladı derken rastgele bir şey söylemiyoruz. Medine’de 13.000 askerimiz var, 13.000 asker! Demir yolu hattını müdafaa etmek için, o demir yolu hattının bozulmasına mani olmak için aralıklarla müfrezeler var 1200-1300 km boyunca. Onların sayısı da 17.000. Toplam 30000 asker. Bizim yaklaşık 1 seneden fazla böyle bir haritamız var, 1200-1300 km uzunluğunda bir demir yolu ucunda 13.000 askerin nöbet tuttuğu bir Medine! Yani toplam 30.000 asker, bu bir ordu demek! Medine dediğiniz şehir o zaman olsun 20.000, zannetmiyorum o kadar da değildir belki, bilmiyorum. Ama burayı muhafaza etmek için 30.000 asker seferber ediliyor. Şimdi bu askerlerin bir kısmı Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra naklediliyor, tahliye ediliyor. Yaklaşık 5000 küsür asker kalıyor Medine’de, yani 13.000’den çıkarırsak yaklaşık 7000 küsür 8000 asker tahliye ediliyor, bu topraklara geliyor. Nereye geliyor? 1. Dünya Savaşı’ndaki bütün cepheler o cepheye en yakın yerlerden asker temin etti. Bugün bakın Çanakkale Harbi’nde en fazla şehit veren yer Balıkesir, Bursa, Kastamonu, Kütahya… Çanakkale’ye yakın bölgelerdir. Ege ve Marmara bölgesi, en fazla şehit veren askerlerin olduğu yerler buralardır. Kafkas Cephesi’ne bakarsanız; Trabzon, Kars, Erzurum, Erzincan… Doğu Anadolu’nun bir kısmı, oralardan insanlar yoğunluktadır. Yine başka yerlerden de vardır ama ekserisini o cepheye yakın bölgede yaşayan askerler oluşturur. İşte bizim Yemen’den başlayıp daha sonra Mekke’ye çekilen, oradan Medine’ye çekilen askerlerimizin ekseriyeti Halep vilayetindendi. Bugün Maraş, Urfa, Antep buralar sancaklarıydı Halep vilayetinin, buralardan gelen askerlerdi. Yani Güney Doğu, Doğu Anadolu, Adana, Osmaniye, Mersin, buralardan toplanan askerlerdi büyük çoğunluğu. Bunun Yemen’de bile, Yemen cephesinde bile izlerini, mezarlarını görebilirsiniz... Yani o Yemen’i geride bırakmış, Mekke’ye gelmiş, Mekke’den geri çekilmiş, Medine’ye gelmiş 7000 küsur askerle bu topraklara bir şeyler naklolmuş olması lazım diye düşünüyorum. Onun için İstiklâl Harbinin yaşadığımız topraklarda kıvılcımı, ilk çete harpleri Maraş, Urfa, Antep, Adana… başlayabildi. Mekke ve Medine’nin İngilizlerin elinde kalmasının acısını hisseden insanlar başlattı bugün bitmediğini söylediğimiz harbi.
İstiklâl Harbi’nin şekli unsurlarını bir dinleyelim, ondan sonra tekrar sırayla bakalım söz nereye gelecek. Şimdi Yusuf Ay bize İstiklâl Harbi’nin genel hatlarını çizecek. Buyrun, söz sizde.
Yusuf Ay:
Teşekkür ederim. Selamun Aleyküm.
Divan Edebiyatı’nın tarihini yazan İngiliz asıllı Gibb bu tarih kitabını yazmadan önce bir makele neşrediyor. Bu makalesinde Türk Edebiyatı’nın kaynaklarını Fars Edebiyatı, Kuran-ı Kerim ve Orta Asya gelenekleri diye üçe ayırıyor. Orta Asya gelenekleri dair herhangi bir şey söylemiyor. İlk kaynağı Fars Edebiyatı olarak gösteriyor. İkincisini ise Arap Edebiyatı olarak göstermeyip Kuran-ı Kerim olarak gösteriyor ve Kuran-ı Kerim’den bahsederken şöyle bir şey söylüyor; bu öyle bir kitaptır ki Türkler hiçbir şeyden korkmadıkları kadar bu kitaptan korkarlar ve aynı zamanda yeryüzünde hiçkimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri yapma hususunda bu kitaptan cesaret alırlar. Bizim İstiklâl Harbimizin de cereyanı bu şekildedir. Kuran-ı Kerimden güç olan insanların verdiği bir harptir. Bunun derneğin çatısı altında yapılmış bazı konuşmalarda İsmet Özel’den de duymuşsunuzdur. Fevzi Çakmak Sakarya Meydan Muharebesi cephesinde Kuran okuyor. Kuran okuyarak orada bulunuyor. Askerler yanına geliyor, Kuran’dan başını kaldırıyor bir konuşma cereyan ediyor sonra Fevzi Çakmak tekrar Kuran okumaya devam ediyor. Ve aynı şekilde Fahri Paşamız var bizim, yine başkanımız bir giriş yaptı. Aynı zamanda biz İstiklâl Harbi’ni diğer kuram ve kuruluş veya tarihçilerin aksine Medine Müdafaası ile başlatırız. Çünkü şöyle bir durum da söz konusudur. Harbin sonunda “Hakimiyet bila kayd u şart milletindir” kaziyesi vardır. Bu kaziyeye de münasip bir başlangıç gereklidir.
1916 yılında Şerif Hüseyin’in ve İngilizlerin destekledikleri diğer Arap kabilelerinin ayaklanacağına dair haber dolayısıyla Fahrettin Paşa Medine’ye gönderiliyor. 1916 yılının Mayısında gönderiliyor Fahrettin Paşa. Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül bu dört aylık süre zarfınfa Mekke, Cidde ve Taif Şerif Hüseyin ve ekibi tarafından işgal edilmiş oluyor. Sadece Medine bu dört boyunca işgal edilemiyor. Fahri Paşa ve Mehmetçikler dolayısıyla, onların gösterdiği MÜNASEBET dolayısıyla. Mekke geri alınmasına dair bir program düzenlenirken haber gönderiliyor, o sırada Filistin’de 4. Kolordunun başında Cemal Paşa var, Cemal Paşa’ya haber gönderiliyor. Fahrettin Paşa’nın “azim ve metanet sahibi olmadığı” gerekçesiyle yerinin değiştirilmesi gerektiği söyleniyor. Bunun üzerine Cemal Paşa bir telgraf çekiyor buna cevaben ve telgrafta şöyle söylüyor, Fahrettin Paşa’nın da durumunu göstermesi açısından da okumak istiyorum “Fahri Paşa’nın değiştirilmesi ancak yerine birinci sınıftan bir zat gelmek şartıyla münasip olacağı cihetle Hicaz Kuvve-i seferiyyesi kumandanlığına 4. Kolordu Kumandanı Miralay İsmet Bey’in tayin edilmesini; Fahri Paşa toprak üzerinde yatmakta, yaralıları kucaklayıp taşımakta ve en ileri hatta bizzat ateşe iştirak etmek de olup müşarunileyh bu gibi evsafıyla askerin kalbini kazanmış olduğunu binaenaleyh İsmet Bey gibi bir zat gönderilmezse Fahri Paşa’yı ibka etmek zaruri olacaktır.” şeklinde bir cevap gönderiliyor. Bunun üzerine türlü bahanelerle İsmet Bey bunu kabul etmiyor, buraya gelmeyi ve Mustafa Kemal’e teklif ediliyor. Mustafa Kemal de kabul ediyor oraya gitmeyi ve tahliye kararı alıyor bu süre zarfında Medine’yi. Ordu komple Filistin cephesine çekilecek. Mustafa Kemal de “madem bu zamana kadar orayı biri savundu tahliyesini de aynı kişi yapsın” diyerek gitmeyi kabul etmiyor. Fahrettin Paşa bütün itirazlara rağmen, baskılara rağmen, ikna etmeye gelen insanlara rağmen orada kalıp Medine’yi müdafaa etmeyi sürdürüyor mehmetçikle beraber ve yine kendi beyanı var “ben vazgeçsem de mehmetçik vazgeçmez” diyor. Ve yine Fahrettin Paşa’nın da onlara çektiği bir telgraf var onu da okumak istiyorum “Medine’nin anavatandan bilhassa Filistin’den ayrı görülmesine ve demiryolunun birkaç yerde tahriplere uğramış olmasından başka bir sebepten haberim olmadığı için böyle aniden boşaltmaya karar verilmiş olmasına mütehayyir ve katiyyen muhalifim” şeklinde. 1919 Fahri Paşa Medine’yi boşaltmaya icbar ediliyor ve kılıcını İngilizlere teslim etmiyor. Kılıcını Resul-i Ekrem’in kabrine bırakıyor. O şekilde dönüyor. Oradan Mısır’a İngilizler tarafından getiriliyor. Oradan da Malta’ya savaş suçlusu olarak getiriliyor. 1 yıl da orada kalıyor. Oradan esirlik süresi bittiği zaman Anadolu’ya geliyor. Burada o sırada İstiklâl Harbi devam ediyor. Millet adına inisiyatif kullanmış bir insan Medine’de. Burada da farklı inisiyatifler kullanarak faaliyet sürdürebilecekken Afganistan’a gönderiliyor. Ve Misak-ı Milli’de Mondrostan önce ve sonra Türk askerinin bulunduğu yerler Türk toprağı sayılmıştır. Bizim de o sırada Medine’de Türk askerimiz vardı. Fahrettin Paşa da oradaydı. Anlaşmadan 4 ay sonrasına kadar orayı müdafaa etmiştir. Bugün baktığımız zaman aslında Medine de Misak-ı Milli sınırları içerisindedir ve Türk toprağıdır. Bir de kutsal emanetler bahsi vardır. 92 veya 97 parça olduğu söylenir. Mesela kutsal emanetler içerisinde 15 20 adet kuranı kerimden bahsedilir. Yani Fahrettin Paşa Kuran-ı Kerim başkalarının eline geçmesin diye, gayrimüslimlerin eline geçmesin diye kutsal emanetleri İstanbul’a getiriyor. Bizim oradaki harbimiz de müslümanla-müslüman arasında değildir. Müslümanla-gayrimüslim arasındaydı. Ve zaten o da hepimizin bildiği bir şey. İngilizler hem Şerif Hüseyin’i destekliyorlardı hem de Suudileri destekliyorlardı. Şerif Hüseyin krallığını ilan ettiği zaman Suudilerle arasında bir savaş başladı.
Kuran-ı Kerim 23 yılda nazil oldu. 13 yılı Mekke’de geçti 10 yılı da Medine’de. 10. yılı Rum suresi nazil oldu. O sırada Bizans ve İranlılar savaş halindeydi. Bizans kaybetmişti İran kazanmıştı. Müslümanların lehine olan durumsa Bizansın kazanmasıydı o şartlarda. Ve zaten ilk ayetlerden haber veriliyor. Bir kaç yıl sonra Bizans galip gelecektir. İran yenilecektir ve emrin Allah’ın olduğu söyleniyor. Son ayette de “Sabret! Allah’ın vadi hakdır. Buna yakinen inanmayanlar seni hafifletmesin” denir, Resul-i Ekrem’e buyurulur. Biz de yani müslümanlar olarak da ayetin ilk kısmındaki bahsedilenler ve ikinci kısmında bahsedilenler olarak ikiye ayrılırız. Sabredenler ve Allah’ın vadine inananlar ve onu gözütenler ve ikinci kısmında da bu konuda gevşek davrananlardır. “İstiklâl Harbi Bitmedi” dediğimiz zaman kafirlerle müslümanların savaşından da bahsetmiş oluyoruz aynı zamanda. Allah’ın vaadini gözeten insanların verdiği bir harpten de bahsediyoruz.
Biz aynı zamanda şiirden güç alan bir milletiz. İstiklâl Marşı bunu tek başına da izah eder. Yazılış sebebi, talebi, mısraları hepsi bir bütün olarak da buna işaret eder. Çünkü cephede okunmak için yazılmıştır ve talep de edilmiştir bu şekilde. Bir de ben Antep’de cereyan eden bir hadiseden bahsetmek istiyorum. 1960’lı yıllarda anlatılıyor bu hadise. Bir gazetecinin iki gaziye bir şeyler anlatması hususunda ısrar etmesi üzerine biri Koçum Hanifi idi gazilerin, biri nakıp Ali’ydi. Şahin Bey’in şehit edildiği yerde bir seher vakti bir çarpışma devam ediyor Fransızlarla Türkler arasında. Daha ortalık aydınlanmamış ve karanlıktan bir ses geliyor. Bir kadın sesi ve şunu söylüyor;
Zahide gözünü aç sahraya bak da ibret
Bu direksiz kubbe-i semaya bak da ibret
Kalk seher vakti akan deryaya bak da ibret
Var musallada yatan mevtaya bak da ibret al
Ve başlarını kaldırdıkları zaman “Köşker Habbası” adında maruf bir kadının olduğunu görüyorlar. Kadın cephedeki Türk askerine su taşımak için orada bulunuyor. Yani bir ateş hattındalar, belki birkaç dakika sonra bir kaç saniye sonra ölecek ama bu durumda şiirden güç alarak orada bulunuyor diyerek teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Abdülhamid Sağır bizlere hitap edecek. Buyrun.
Abdülhamid Sağır:
Selamün Aleyküm.
Benim konuşma başlığım "Sevr Anlaşması ölü mü, diri mi? Cari mi değil mi?" başlığı altında olacak. Sevr Anlaşması diri ve cari. Niye diri ve cari? Çünkü İstiklâl Harbi Bitmedi. Peki İstiklâl Harbi niçin bitmedi? Böyle soru soru gidiyoruz ki biraz izahımız kolay olsun diye. Çünkü Türk Vatanı dediğimiz bu toprakların ne olacağının, akıbetinin ne olacağı belli değil. İkincisi de bu topraklarda yaşayan insanların nasıl bir insan ilişkisine sahip olacağı da belli değil. Yani bu da bir netliğe kavuşmadı. Kimin açısından netliğe kavuşmadı? Harbe katılan iki taraf açısından. Hem Türk Milleti, hem gayrimüslimler bakımından. Türkler açısından netliğe kavuşmadı çünkü Misak-ı Milli sınırlarımızı alamadık. Hal-i hazırda Misak-ı Milli sınırlarımızın gerisinde bir yerdeyiz. Misak-ı Milli sınırlarımız derken de en az kabul ettiğimiz yerler yani vatanımızdan verebileceğimiz en fazla tavizin sınırları Misak-ı Milli olduğunu beyan ediyoruz. gayrimüslimler için de bitmedi çünkü Türklerin ellerinde bir Türkiye, bir vatan var. Geçmişte yaptıklarını tekrar yapma ihtimalleri var. Peki insan ilişkileri bakımından niye bitmedi? Bunun izahında istiklâl ve Türk kelimelerini biraz izah etmek gerekiyor. Sürekli açıklıyoruz, izah ediyoruz ama yine de burada da izahta fayda var. İstiklâl kelimesi Arapça'da "قَلَّ" kökünden gelir. İstif'al استفعال babındandır. Modern Arapça sözlüklere bakarsanız, bizim kullandığımız anlamda manalar verirler. İşte bir kimsenin işlerini düzenlemede kendi başına hareket etmesi. Bir devletin işlerini düzenlemede, harici veya dahili işlerini düzenlemede hiç kimseye boyun eğmeden kendi başına karar alıp devam ettirmesi manası vardır. Ama eski Arapça sözlüklere baktığımız zaman, mesela Okyanus -Mütercim Asım'ın tercümesi, bu bir Arapça sözlüğün tercümesidir: El-Kamusu'l-Muhit isminde Fîrûzâbâdî'nin sözlüğünün tercümesidir. Orda bu manayı göremezsiniz. Orda daha çok kelimenin yükselmek, bir şeyi yüklenmek, büyümek anlamlarına geldiğini görürsünüz. İstiklâl kelimesine kendi işlerini kendisi düzenleme manası veren biz Türklerdir. Yani istiklâl. Niçin İstiklâl Harbi'ne İstiklâl denmiştir? Çünkü Türkler istiklâlini kaybetmiştir o devirde. Yani İstiklâl Harbi'nin olduğu dönemde. Dış basında da zaten bu şekilde yazılır çizilir. Peki Türk dediğimiz zaman neyi kast ediyoruz? Çünkü bu tanımın anlaşılması gerekiyor ki, Türk'ün anlaşılması gerekiyor ki söylediklerimiz bir yere otursun. "Türk kimdir?" dediğimiz zaman bu soruyu cevaplandırabilmek için tanımını yapmamız lazım, yani "Türk nedir?" sorusunu sormamız lazım. Çünkü Türk kelimesi genel bir isimdir. Mantık ıstılahıyla konuşursak külli bir kavramdır. Yani bunun tanımını yapmadan işte bu Türk'dür diyemezsiniz. Tanımı da yaparken nasıl yapıyoruz biz bu tanımı? Kur'an-ı Kerim'de üç ayette, üç farklı ayette münafıklar ve Yahudiler'in bir hasletinden bahsediyor Allah, buyuruyor ki: Onlar kelimeleri yerlerinden ettiler. Onlar kelimeleri konuldukları yerlerinden ettiler. Dolayısıyla kelimeleri yerine koyan, manasına koyan Allah'tır. Ve o manayı keşfetmek biz insanlara düşer. O manayı keşfettikten sonra onu yerinden etmemek gerekiyor. Türklerin tarih sahnesine çıkması Müslümanların, çoğunlukla da Arap Müslümanların, Abbasi devletiyle birlikte gayrimüslimlerle ortak bir hayatı, onlarla aynı hedefi aynı güzergahı paylaşma gayretleri sonucunda, Allah tarih sahnesinde Türk Milleti'ni yarattı. Ve biz bu minvalde "Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk deriz." diye tanımlıyoruz. Bu tarihte ortaya çıkmış bir şey. Allah'ın yarattığı bir kavram, tanım. Şimdi burada iki kelimeye dikkat çekmek istiyorum: Kafir kelimesi ve çatışma. Kafir kelimesi Arapça'da İsm-i Fail'dir. İsm-i Failden iki şey anlaşılır: Bir zat anlaşılır, kişi anlaşılır; ikincisi de eylem, fiil anlaşılır. Hep öne çıkartılan kişidir. Eğer sadece kişiyi, zatı öne çıkartırsak, eylemi geri plana itersek ortada bir çıkar kavgası vardır. Mesele olan aynı zamanda eylemi de öne çıkartmaktır. Yani çatışma hem kişiyle hem eylemle olmak zorundadır. Yani hayatımızda küfre götürecek bütün unsurları uzaklaştıma gayretinde olmalıyız. Ve hayatında küfre götüren bütün yolları kendisine açık bulunan kimseye de cephe almalıyız. Çarpışma da, çarpışmayı göze almak, şimdi niye böyle söylüyorum çünkü günümüzde zaten bütün müslümanların düştüğü en büyük dert bu, gayrimüslimleri güçlü kuvvetli görmeleri. Ve gayrimüslimlerle çarpışmaya gücümüzün yetmeyeceğini kabul etmeleri. Asırlardır belki çektiğimiz sıkıntıların temelinde yatan etkenlerden bir tanesi bu. Dolayısıyla siz gayrimüslimlerle çatışmaya gücümüz yetmediğini gördüğümüz an, böyle bir kabulümüz olduğu zaman Allah'ın gücünden kudretinden ister istemez şüpheye düşmüş oluyoruz. Dolayısıyla Allah'ın gücünden kudretinden şüpheye düşmüyorsak kafirle çatışmayı da göze almamız lazım. Çünkü niye? Yani hayatımızdan da küfrü uzaklaştırmamız lazım. Yani bu nasıl insan ilişkileri tesis edeceğimizle alakalı bir husus. Çünkü yaşadığımız hayat, Türklerin yaşadığı hayat biliyorsunuz Kapitalizm dediğimiz şeyin zıttına bir hayattır ve bunu dünyada gerçekleştiren tek toplumdur. Aslında Seferberlik I. Dünya Harbi bittiğinde gayrimüslimler bu işin bittiğini zannediyordu. Bunu şöyle de görebilirsiniz, bütün savaşa katılan diğer unsurlarla, diğer devletlerle yaptıkları barış anlaşmaları Macaristan hariç 1919 yılında bitmiştir. Türklerle, Osmanlı'yla diyelim haydi, Sevr Anlaşması 1920 10 Ağustosu'na kalmıştır. Niye, çünkü artık Türklerin kımıldayacak mecali kalmadığını düşünüyorlardı. Hatta basınlarında Türkler istiklâlini kaybetti, hatta işte Türkleri mezara gömdük cinsinden cümleler kullanıyorlardı. Ama bu işin böyle olmadığı görüldü çünkü Ocak ayında 1920'de Meclis-i Mebusan toplanarak Misak-ı Milli'yi ilan etti. Maraş, Urfa, Antep, Adana'da insanlar çete harbi vererek gayrimüslimleri vatanlarından memleketlerinden kovdular. Ve bunlar Maraş ve Urfa'daki kovulma Sevr Anlaşması'ndan öncedir. Dolayısıyla Sevr Anlaşması'yla işi biraz araya almak istediler. Yani hiç toprak vermek niyetinde olmayan gayrimüslimler Misak-ı Milli yemininden sonra güney cephesinden sonra bize işte Orta Anadolu'da bir parça... Buna da razı olmadık, ama şu anda cari. Cari olduğunu iki açıdan görebiliriz. Birincisi dedik vatanımız konusunda. Bunlarla ilgili çok basit iki tane misal vereyim yani bugün basından takip ederseniz, etmişseniz görmüşsünüzdür. 3-4 ay önce Türkiye'deki bir kurum Ankara'da, Türkiye'deki bir kuruma, Anıtlar Genel Müdürlüğü'ne Sultanahmet'teki hipodromun aslına uygun şekilde tekrar ortaya çıkarılması için müracaat etti. Yani Bizans'da yapılan bir hipodromun. Yani burada Türkler yaşıyor mu, orada Sultanahmet Camii var mı, buralardaki insanlara ne olacak dediği yok. Ve bunu Türkiye'nin bir kurumu başka bir kurumuna müracaat edebiliyor. Yani buna cevap hayır desen ne olur evet desen ne olur. Yani bunu etme cesaretini gösteriyor sen de bunu kabul ediyorsun yani. İkincisi bunun cari olduğunu bilenler vardır muhtemelen, her yıl Bizans Kongre'si düzenlenir, bu seneki düzenlenen kongre de İtalya'da Venedik'de düzenlendi 24ncüsü. Ve gelinen nokta Google Earth ve Zoom Earth üzerinden Türkiye toprakları üzerindeki Bizans'ın bütün eserlerini canlandırmak. Bunları bitirmiş adamlar. Oraya girerseniz haritadan bulursanız artık... Ve buna da tabula diyorlar. Buraların Bizans'ı canlandırma, adam bunu açık açık söylüyor bunu yapan insanlar. Bunun bariz bir şekilde olduğunu görürsünüz. Hadd-i zatında Amerika Birleşik Devletleri'nin yurtdışında 800 tane üssü var, bu üsslerin acaba kaç tanesi Türkiye sınırları yakınındadır? Bir bir saymak lazım Türkiye içindekilerle beraber. İşin vehameti buradan da görülebilir. Vatan konusunda böyle yani ya Misak-ı Milli sınırlarımızı alacağız ya da Türkiye diye bir yer kalıp kalmadığı gerçekten çok şüpheli bir durumda. İkinci mesele ise Türkiye'deki insanların nasıl bir insan ilişkisini meydana getireceği meselesi. Bu deminki tanımla alakalı bir şeydir. Çünkü buradan dönüyor iş. Yani eğer... Savaşın çıkma meselesi de buradan, bütün diğer başımıza gelen meseleler de bundan. İnsan eylemleriyle bir isim kazanır. Bizim eylemlerimiz bizi bir yola sevk eder. Eğer Türkiye'deki insanlar tekrar isimlerine sahip çıkarsa Türk Milleti olarak dünya yeni bir yön bulma imkânına sahip. Çünkü dünyanın şuanda geldiği aşamada Kapital sistem mutlaklığını ilan etmek istiyor. Her şeyde paranın döndüğü, insan ilişkilerinde, ama her şeyde paranın döndüğü bir ortam tesis ettiler. Ve bunu yıkacak tek toplum Türkiye. Gerçekten böyle. Çünkü tarihte bir defa yapılmış ikinci defa da yapılabilir. Şöyle söyleyeyim size, asıl geldiğimiz noktayı. Maraş’ta olan bir hadise, her yerde oluyordur. Bina, biliyorsunuz daire fiyatları yükseldi. Daire sahipleri işte bundan 10 yıl önce, 15 yıl önce hasbelkader daire alan adamlar dairesini sattı 2 milyona 1,5 milyona. Ve adam götürüyor bu parayı bankaya koyuyor. Ve bankadan aylık 2 milyon koyduğun zaman 45 bin lira faiz verenler var. Aylık. Yani bunu sıradan bir vatandaş yapıyor. Siz geliri yüksek olanın neler yaptığına bakın. Bu bunlarla alakalı bir şeydir. Yani tesis edilen insan ilişkilerinin bunlarla ne alakası var? Bire bir alakalıdır. Yani Türkiye'deki insanlar nasıl bir hayat tarzı istiyor? Demin söylediğim bizim tanımımıza niçin karşı çıkıyor insanlar? Çünkü bu hayatı yaşamak istiyorlar. Yani kafirlerin sunduğu bir hayatı yaşamak istiyorlar. Biz bunu reddediyoruz. Sevr Anlaşması'nın cariliğini ortadan kaldıracağız inşallah. Çünkü böyle istiyoruz çünkü eğer biz Türkler olarak bunu yapmazsak zaten Allah bizim dışımızda bir toplum yaratıp o kafirlerin yine dünyadaki hükümlerini sonlandıracak ama bunun biz Türk Milleti tarafından yapılmasını istiyoruz. Yani aslında zihnimi toparlayamıyorum. Bu kadar diyelim, kusura bakmayın.
Durmuş Küçükşakalak:
Estağfirullah. Abdülhamid Sağır'a teşekkür ederiz. Onun hatırlattığı bazı şeyler, çağrıştırdığı bazı şeyler söyleyeyim. Nazım Hikmet herhalde 1950lerdedir işte bir şiirinde: "İnsan olan vatanını satar mı?/ Suyun içip ekmeğini yediniz." diyor. Yani düşünün bir yabancının Türkiye'ye gelemediği, turist olarak asla gelemediği, bir işi varsa polis eşliğinde gelip işini gördüğü bir zaman diliminde Nazım Hikmet bunu söylüyor. Yani siyaseten satıyorsunuz. Yani toprak olarak filan yabancının kuş bile uçuramadığı bir yer Türkiye. Böyle bir ortamda Nazım Hikmet diyor ki, insan olan vatanını satar mı? Şimdi bugün bu iş nasıl? Yani Sevr Anlaşması cari mi, değil mi? Şu anda 8 sene veya 10 sene oldu tam bilmiyorum avukat arkadaşlar daha iyi bilir, bir mütekabiliyet kanunu çıktı. Bir yabancı şahıs olarak bir ilçenin onda birini alabiliyor, şahıs olarak. Şirket ise, yabancı bir şirket ise tamamını alabiliyor. Sınırsız toprak alma yetkisi var. Yani yabancılara konut satışı falan filan bu gözümüzün önüne perde çekmek için yapılmış bir gündem. Neticede bizim hayvan barınağı yapacağımız yerleri alıyorlar. Öyle bir şey değil bu. Asıl mesele, şu anda Ege ve Trakya'da Çukurova'nın bir kısmında, Konya'nın bir kısmında çiftçilerin arazilerinin %95'i bankalarda ipotekli. %95'i. Türkiye genelinde iki milyon küsür çiftçi var, 4'te 3'ü, %75'inin arazileri, bağı, bahçesi, tarlası bankalarda ipotekli. Yani biz bankaların rehin aldığı topraklardan kursağımızı doyurabiliyoruz şu anda. Ve dediğim gibi bunun kanuni altyapısı hazırlandı 8-10 sene önce. Ufak bir şeyde. Yani çiftçilerin mallarının para etmediği bir senede, birkaç sene içinde iş bambaşka bir şeye dönüşebilecek vaziyette. Bu sadece bir örnek. Yani İstiklâl Harbi'nde askeri olarak yapılamayan şey, şuanda çok çok fazlası siyaseten, iktisaden, itikaden zaten yapıldı. Bir çok bakımdan Sevr Anlaşması'nın çok daha ötesine geçildi. İsmet Bey'den sık sık duyduğumuz bir söz işte Türkiye Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olmasıyla yarı bağımlı bir ülke olmaktan kurtuldu. Yani yarı bağımlı bir ülke nedir? İşte çevresi kötüdür, arkadaş çevresi kötüdür yani. İşte onlardan uzaklaşsa bağımlılıktan kurtulabilecektir. Öyle bir tedaviye ihtiyacı olmayan bir şeydir. Yani çevrsinden dolayı o haldedir diyebileceğiniz bir şeydir. Yani yarı bağımlı bir ülke olmaktan kurtuldu Turgut Özal'la. Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasıyla ise tam bağımlı bir ülke olmaktan kurtuldu Türkiye. Şu anda komada yani tam bağımlı bir insan, uyuşturucu müptelası, ne yapar eder, kırar döver, anasının babasının boğazına çöker, o müptela olduğu maddeyi bulur bir şekilde. Hatta hayret edersin yani. Bu insanlar nasıl yaşıyorlar? Nasıl temin ediyorlar? Maddi olarak bunu nasıl karşılıyorlar diye hayret edersin. Yani tam bağımlı budur. Ama komaya girdiyse bir ülke onu ancak onun ayakta kalmasından istifade edecek birisi gelip damardan enjeksiyon yaparsa o ayapa kalkabilir. Şu anda biz evet tam bağımlı bir ülke olmaktan kurtulduk artık. Şimdi Bahadır Karadağ bize hitap edecek.
Bahadır Karadağ:
Selamun aleyküm.
İstiklâl Harbi bitmedi. Bunun anlaşılabilmesi için istiklâl kelimesinin ne manaya geldiğini anlamamız lazım. Abdülhamit Ağabey de biraz bahsetti istiklâl kelimesi az olmak, azlık anlamına gelen kıllet kelimesiyle akraba bir kelime (kaf lam lam) sülasi kökünden ve lisanımızda da mesela ekalliyet diye bir kelime var, şimdi azınlık denilen. Yine “la ekal” diye bir tabir var, en az anlamında. Hatta Kâmus-ı Türkî‘ye bakılırsa orada istiklâl kelimesinde ilginç bir misal cümle var: “Kendisine tayin olunan maaşı istiklâl etti” diyor. Yani az buldu. Fakat az bulunan anlamında nadir kullanılmıştır istiklâl kelimesi. Ekseriyetle biz bugün anladığımız anlamda istiklâl kelimesini kullanmışız.
Peki istiklâl kelimesinin az olmakla nasıl bir anlam ilişkisi olabilir? Şöyle: İstiklâl, aslında bir nesneyi kaldırıp yüklenmek anlamına geliyor. Başka anlamları da var yükselmek gibi ve bir nesneyi azımsamak anlamı da söz konusu. Yani buradan anlaşılıyor ki yüklenmek üzere kaldıracağımız şeyi azımsayarak bunu yapıyoruz. Yani gözümüzde büyütmeyip onu azımsıyoruz. Bunun tedai ettirdiği şöyle bir şey var: “Evelallah ben bunu yüklenip götürebilirim” gibi bir ruh halini düşünebiliriz. Belki aynı zamanda az bulmakla da ilişkilendirilebilir bu kelime. Yine az sayıda olmakla da -ekalliyette olduğu gibi- ilişkili düşünülebilir. Bütün bu anlam ilişkileri aslında İstiklâl Harbine uyar.
Dolayısıyla istiklâl demek bağımsızlık demek değil. Aynı şey değil. İstiklâlin kendine mahsus bir anlamı, bir manası var. Bizi bu manadan kasten uzak tutuyorlar. İstiklâl Marşı’na İstiklâl Marşı diyoruz hâlâ, onun adı İstiklâl Marşı ama İstiklâl Harbi’ne böyle denilmiyor. Bağımsızlık savaşı ya da kurtuluş savaşı deniyor bugün daha çok. İstiklâl kelimesinde, manasında bir niyet söz konusu. Yani niyet ederek, bile isteye bir yükün altına girmek söz konusu. Bunu bu şekilde kullanmıyorlar, İstiklâl Harbi demiyorlar çünkü Türk milletinin bir yükün altına girmesini istemiyorlar.
İstiklâl Harbi vererek biz bir yükün altına girdik. Bu yük neydi? Bu yük Misak-ı Milli'ydi. İstiklâl Harbi’nin Doğu ve Güney Cephelerindeki Türk mücahedesi İstiklâl Harbi’nin eli ayağı diye düşünülebilir. Fakat İstiklâl Harbi’nin kalbi Sakarya Meydan Muharebesi oldu çünkü orada var olmakla yok olmak arasında bir yerdeydik. Ben, Zeki Sarıhan’ın, Mondros’tan Lozana kadarki kronolojik olarak derlediği günlükte fark ettim: gün be gün o dört seneyi tararsanız Sakarya Meydan Muharebesi’nin anlatıldığı o 22 gün başkadır. Orada hissiyatın çok yükseldiğini görürsünüz adeta kalbin attığını hissederseniz.
Sakarya Meydan Muharebesi cereyan ederken memleketin muhtelif yerlerinde destek mitingleri yapılıyor. Buralarda insanlar dua edip, mevlîd okuyup bir şeyler söylüyorlar. Onların söyledikleri şeylerden kısa derleme okuyacağım:
“Önceki gün Mardin’de yapılan mitingden sonra bugün Viranşehir’de yapılan mitingde Misak-ı Milli’nin hiçbir noktasından vazgeçilmeyeceği söylendi.”
“Trabzonda bir miting yapılarak orduya güven belirtildi. Misak-ı Milli gerçekleşinceye kadar savaşmaya yemin edildi.”
“Erbaa’da yapılan mitingde de Misak-ı Milli’ye bağlılık kararı alındı bu uğurda tek bir kişi kalıncaya kadar savaşılacağı belirtildi.”
“Dersim’de yapılan mitingde orduya destek ve Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesi için sonuna kadar çalışma kararı alındı.”
“Sivas’ta hükümet konağı önünde toplanan binlerce kişi tekbirler getirilerek yapılan mitingde Misak-ı Milli’nin gerçekleşmesine kadar çarpışmaya and içti, orduya selam ve bağlılık yemini edildi.”
“Tarsus’ta binlerce kişinin katıldığı bir mitingde Misak-ı Milli gerçekleşinceye kadar mücadele etmeye ayrıca orduya bir gönüllü müfreze gönderilmesine karar verildi.”
“İskilip’te yapılan bir mitingde Misak-ı Milli gerçekleşinceye kadar savaşa devamın farz olduğu kararlaştırılarak “ya istiklâl ya ölüm” dendi.”
Bu şekilde gidiyor, yani bunlar Sakarya Meydan Muharebesi cereyan ederken insanların söyledikleri şeyler. İstiklâl Harbi’nin ne için verildiği açıktır. Misak-ı Milli’nin ne idiği ve ne olduğu da ortada. Misak-ı Milli’yi son Osmanlı Mebûsan Meclisi kabul etti ve daha sonra bunu yaptığı için İngilizler tarafından dağıtıldı. Yani bir yükün altına girilmişti. Bu yük millete tevdi olundu. Ankara’daki meclis bu yükün altına bile isteye girmiş değildir, üstüne kalmıştır bu yük Ankara Meclisinin. Bunu ikinci başkanımızın “Tarihin Türkçesi” panelindeki konuşmasında sarahetle gördük. Mustafa Kemal’in böyle bir ifadesi varmış gizli zabıt ceridesinde: “Keşke yazılmasaydı başımıza büyük belalar açtık” diye söylüyor Misak-ı Milli için. Ama Misak- Milli denildiği zaman ekseriyetle Türkiye’de insanlar Mustafa Kemal’in ilan ettiği Misak-ı Milli falan diye konuşurlar.
Benzeri bir şey Sakarya Meydan Muharebesinde de var. Aslında Yunan Ordusu bizim ordumuzu tamamen yok etmek üzere harekete geçiyor, sonrasında da Ankara’yı yok etmek istiyorlar. Kendi davalarına yarayacak hareket tarzının bu olduğunu düşünüyorlar. Bu fikre muhalif olanlar da var Yunanlılar içinde ama bu düşünce galip geliyor ve taarruz ediyorlar üzerimize. Biz zaten Eskişehir- Kütahya hattından çekilmişiz Sakarya’ya. Yani çekilme zaten var. Tabii Yunan Ordusu’nun oradaki kadar rahat olmadığını söyleniyor, askeri strateji açısından, münakalat açısından. Bozkır şartlarında yolların Eskişehir- Kütahya hattındaki kadar gelişkin olmamasının da bir payı olduğu söyleniyor Yunan ordusunun mağlubiyetinde. Zaten beklendiği gibi oluyor taarruzun ilk günleri. Yani böyle bir şey bekleniyor zaten, o çekilme devam edecek diye. Kimse böyle bir zafer ihtimaline, bir direnişe ihtimal vermiyor. Zaten ilk 3-5 gün beklenildiği gibi geçiyor, hemencecik Mangal Dağı’nı vesair yerleri alıyorlar. Yunan ilerlemesi sürüyor fakat işte ilk on günün sonlarına bir şeyler değişiyor. İsmet Paşa mesela Fevzi Paşa’ya askeri geri çekmeyi söylediği zaman Fevzi Paşa bunu kabul etmiyor ve yine aynı günlerde -ertesi gün olabilir- Mustafa Kemal, Refet Paşa’ya telgrafla meclisin taşınmasını emrediyor. Önce Keskin’e taşıyacaklar sonra Kayseri’ye. Hatta arşivleri taşımışlar. Ankara’daki arşivler taşınmış. İnsanlar da Ankara’yı terk etmeye başlamış. Böyle bir manzara var. Fakat o gün Fevzi Paşa yine ordunun direneceğini, her çekilinen yerde çabucak siperler kazılarak karşı taarruza geçileceğini bir hareket biçimi olarak söylediği zaman, ertesi sabah da Yunan taarruzunun durdurulduğunu haber verdiğinde bu kararını geri çekiyor Mustafa Kemal, başkentin taşınma kararını. O meşhur sözünü de orada, aynı gün söylüyor: “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır” sözünü. “O satıh bütün vatandır.” Sonunda da “her birlik çekildiği yerde yeni cephe oluşturarak savaşmayı sürdürecektir” şeklinde bir sözü var. Yani Fevzi Paşa’nın yaptığı şey aslında bu.
İstiklâlin ne olduğunu bilen, istiklâl için hareket eden çok az insan olduğunu görüyoruz. İstiklâl kelimesinin de bizatihi ifade ettiği gibi. Fevzi Paşa’dır bu direnişi elde etmememizi sağlayan isim. Başka komutanlar da aynı şeyi söylüyorlar Fevzi Paşa’ya, askeri geri çekmekle ilgili. Çünkü Ankara’ya gelmesi bekleniyor Yunanların ama böyle olmuyor. Bu da “Evelallah biz bunu kaldırır yüklenebiliriz” diyenlerin varlığıyla alakalı. Yani istiklâl böyle bir şey. Şartlara göre hareket etmekle ilgili değil.
Bizim bunlardan da haberimiz yok. Bu şekilde yaşıyoruz. Çok yakın zamanda başımıza gelmiş şeyler var, işte son bir asır içinde mesela. Ama bunların hiçbiri yerli yerine oturmamış. Üniversitede hiçbir bölümden mezun olamıyorsunuz bugün, Atatürk İlke ve İnkılapları dersini vermeden. Bizim başımıza daha son asırda neler gelmiş ama bize Türk tarihi diye böyle birtakım masallar anlatıyorlar. En akademik olanını açarsanız Türk tarihinden bahseden kitapların, 2000 yıldan falan bahsi açarlar. Sonra işte bu 3000, 5000, 7000 çık çıkabildiğin kadar, 40000’e kadar götüren var.
Durmuş Küçükşakalak:
Milattan önce.
Bahadır Karadağ:
Yani 40000 yıllıkmış mesela, 30000 yılıkmış Türk tarihi… Son bir asrı biz anlayamıyoruz, bize böyle fantastik şeyler söylüyorlar. Ve bunu söyleyenlerin de hıristiyan takvimi kullanmamızla ilgili herhangi bir itirazları yok.
Bir fıkra var: Turistin birisi Mısır’a ehramları görmeye gitmiş. Oradaki güvenlik görevlisi gibi birisine
“Bunlar kaç yıllık biliyor musunuz?” diye sormuş.
Adam da “4001 yıl 3 ay 10 günlük” demiş.
Tabii turist şaşırmış “Nasıl bu kadar kesin bir tarih verebiliyorsunuz?” diye sorunca adam “Vallahi, ben işe girdiğimde 4000 yıllık diyorlardı” demiş.
Bize piramit tarihi gibi Türk tarihi anlatıyorlar.
İlker Çokgör:
Selamun aleyküm.
Sine-i millet mefhumundan bahsedeceğim biraz. Fakat öncesinde “sine-i millete dönmek” olarak bildiğimiz bir ıstılah var. Ondan biraz bahsedeyim. Türk siyasi hayatında kendine mahsus demokrasimiz adına önemli bir kavram: Sine-i millet, milletin sinesi. Bu kavram aslında şiirde ve dolayısıyla türkçede kullanılagelmiş. Fakat biz bunu daha ziyade Demokrat Parti’nin söylemiyle tanımışız. “Sine-i millete dönmek” böylece bir ıstılah halini almış. Meşruiyetini yitirdiği düşünülen siyasi ortamda haklarından feragat edip milletle bütünleşmenin amaç edinilmesine “sine-i millete dönmek” diyoruz. Dahası İsmet Bey’den öğrendiğimiz şekliyle, -yine demokrat parti’nin sine-i millete dönüşüyle alakalı- Demokrat Parti şöyle söylemiş oluyor: O zaman biz aradan çekiliriz, yani biz kendimizi milletin sinesinde sayar, sizi milletle baş başa bırakırız; o zaman siz hesabınızı millete vereceksiniz.” demek oluyor sine-i millet.
1946 seçimleri açık oy gizli tasnif usuluyle yapılıyor. Bu sebeple 1946 seçimleri akabinde büyük illerde mitingler düzenleniyor. Bunlardan ilki ve en etkilisi İzmir’deki miting oluyor 25 temmuz 1946’da. “Biz seçmedik, istemiyoruz. Bu seçimi tanımıyoruz.” yazılı levhalarla protesto ediliyor seçimler. Ardından Ankara’da Demokrat Parti merkezinde seçimlerin ve dolayısıyla meclisin gayrı meşru sayılması gerekliliği ve sine-i millete dönüş fikri Demokrat Parti’liler tarafından konuşulmaya başlanıyor. Fakat Celal Bayar ve Adnan Menderes bu fikre soğuk bakıyorlar. Sine-i millete dönüşün ilk gündeme gelişi bu, 1946’daki hadise. Henüz demokrasiye yeni geçilmişken hatta tabii daha geçilememişken ortaya çıkan bir kavram: Sine-i millete dönmek. Bu bakımdan manidar. Milleti temsil etmesi beklenen bir siyasi sistem içerisinde o sistemi tehdit etmek üzere yine milleti öne sürmek.
Yine 1946 yılının sonunda bütçe görüşmeleri sırasında -1947 senesinin bütçe görüşmeleri sırasında- patlak veren bir psikopat hadisesi, psikopat krizi var. Başbakan Recep Peker’in Adnan Menderes’in konuşmasından sonra, bütçeyle ilgili eleştirilerinden sonra açıkça mecliste söylediği “Psikopat bir ruhun ifadesi” sözleri sonrasında Demokrat Parti milletvekilleri meclisi terkediyorlar ve dokuz gün boyunca da bütçe görüşmelerine katılmıyorlar. Gazeteler günbegün yazıyorlar: Bugün katılacaklar, yarın katılacaklar, falan... Ve artık sine-i millete döneceği yazılmaya başlanıyor gazetelerde bu dokuz günlük süre zarfında.
Bir de 7 Ocak 1947’de Demokrat Parti Birinci Büyük Kongresini gerçekleştiriyor. Bu kogrede hürriyet misakı raporu kabul ediliyor. Buna göre anayasaya uymayan kanunların kaldırılması, devlet ve parti reisliğinin bir zat uhdesinde birleşmesi eleştriliyor ve tabii hukuksuz işleyen seçim sistemi iyileştirilmezse sine-i millete dönmekle tehditte bulunuluyor. Bu fiilen gerçekleşmiyor hiç. Fakat bu tehdit bile bir sonuç alınmasını sağlıyor. Çünkü böyle bir sineden bahsedebiliyoruz. Bir millet var ve onun sinesi var. Her an teyakkuzda olan agah bir millet var ortada. Eğer 1960 darbesi olmasaydı biz kendimize has bu demokrasimiz içerisinde belalardan salim kalacak bir hayatı yaşayabiliyor olacaktık. 1950 yılından 1960 yılına kadar verdiğimiz, kimlerin başımızda olmaması gerekliliği kararıyla en azından başımıza belalar gelmesine mani olarak yaşayabildik. 1950’den 1960’a kadar sürdü bu.
Sine-i millete dönmek ıstılahının siyasi tarihteki serencamı bundan ibaret. Sonrasında zikredilen sine-i millete dönmek fikri sadece popülist bir manevra olarak kalıyor. Bugün nereye sine-i millet diyeceğimizi bilmiyoruz. Pek muğlak kalıyor artık bu ifade. Milletin sinesi neresidir. Bunu bugünün insanıyla ve bugünün meseleleriyle cevaplama imkanımız bulunmuyor. Fakat bir yanıyla da her an temas edebileceğimiz bir şeyler var milletin sinesine dair. Bunun için nesillerin diğer nesillere ne aktardığına bakmamız gerekiyor. Yine İsmet Bey’in sine-i millet bahsinde yazdığı şeylerden iktibas edecek olursam: Her milleti o milletin bir neslinden diğer nesline ne akıtılmış, ne aktarılmışsa odur çürüten ve/veya sağlam kılan. Burada sağlam olan, sahici olan ne? Bunu görebilmemiz gerekiyor. Mesela resmi tarihten sadır olan şeyle sine-i milleti kavrayabilir miyiz? Sahici olanı görebilmek için sanat eserlerine bakmamız gerekiyor. Türk topraklarında sanat dediğimizde de karşımıza şiir ve musıki çıkıyor. Türküler bu bakımdan bize epey malzeme temin ediyor. Türkülerde sine-i milleti müşahhas halde görebiliyoruz. Tarihi, resmi ve gizli tarih olarak ikiye ayırırsak eğer ve gizli tarih üzeri örtülmüş bir şeyse ona sıhhatli bakışımız, o örtüyü kaldırarak bakışımız ancak sanat eserleriyle mümkün.
Peki türkülere bakacaksak bunu nasıl sağlayacağız. İlk halk müziği derlemelerini bu topraklarda Ermeniler bizden neredeyse 35 sene evvel başlatıyorlar. Kütahyalı bir ermeni olan Gomidas Vartabed tarafından 1892 yılında kendi şahsi girişimiyle türkü derleme çalışmaları başlıyor. Gomidas Vartabed bu çalışmalarıyla bugün ulusal ermeni müziğinin kurucusu sayılıyor. Kütahyalı bir ermeni bu. Darülelhanın ise ilk türkü derlemeleri 1924 hatta ilk fiili saha çalışmaları 1926 yılında başlıyor. Dediğim gibi 35 sene sonra. Maarif vekaletince tertip edilen derleme çalışmaları var bir de. Ki en önemlisi ya da en çok türkü derlenileni. Bunlar 1937 ve 1952 yılları arası. Meşhur Muzaffer Sarısözen ve Halil Bedii Yönetken gibi isimlerin Türkiye’yi karış karış dolaştığı ve türküleri kayıt altına aldıkları o derleme gezileri 1937 ve 1952 yılları arasında gerçekleşiyor. Bizim bugün türkü olarak bildiğimiz şeyler 1937 ve 1952 yılları arasında derlenmiş olan türküler. Sonrasında tabii bugüne kadar devam ediyor türkü derleme çalışmaları. Ama otantik haliyle ne kalabildiyse o tarihlerdeki türküler kalabiliyor. Bu yüzden savaşı konu edinen, bilhassa İstiklâl Harbi’ni, Balkan Harbi’ni konu edinen türkülerimiz çok fazla repertuvarımızda. Kahramanlık türküleri, serhat türküleri, zeybekler repertuvarın önemli bir kısmını teşkil ediyor.
Biz Misak-ı Milli'yi de türkülerde görüyoruz, harflerimizi de. Bu üzerimizde taşıdığımız harita aynı zamanda türkü coğrafyamızdır. İstiklâl Marşı’nın “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” dediği bu topraklarda çıkmıştır türküler. O yüzden sınırlarımızı belirleyen şeyler türkü üretilen yerlerdir de aynı zamanda. Türkülerin sıhhatine dair şunu da söyleyebilirim: Mustafa Kemal’den bahseden türküler de var mesela. Ama ona baktığımız zaman, gerek Mustafa Kemal’den gerek diğer paşalardan, İsmet Paşa, Enver Paşa, Fevzi Paşa; kafirle çatışan biri vardır ondan bahseder türküler. Bunun haricinde bir Atatürk resmi yoktur türkülerde.
Harflerimizin bizim harflerimiz olduğuna delil yine türkülerimizdir. Sivas şarkışlalı bir kaynak kişi var pek çok türküye de kaynak kişilik etmiş 1935 doğumlu bir kadın: Medine Köseoğlu. Ondan derlenen bir türkü var. Türkünün sözlerinde şöyle geçiyor:
“Bir kuş saldım İstanbul'a öttü mü
İzinliler sılasına getti mi
Selam söylen İsmet'inen Fevzi'ye
Redif askerinin günü yetti mi
Ayağına giymiş bir kara dizge
Allah'ı seversen gurbette gezme
Mektup yazarısan latince yazma
Latince yazıyı okuyan olmaz.”
Diyor. Bunun tersi istikamette bir şey bugün söylenemez; bugün dahi söylenemez. Dediğim gibi bugüne kadar türkü derleme çalışmaları geliyor. Bugün de derleniyor. Türkü kılıfında müzikler oluyor onlar; türküler olmuyor ne yazık ki. Ama bugün dahi böyle bir şey bir halk ozanı tarafından zikredilemez. Herkes latin harfleriyle okuyup yazıyor ve çok az kişi kendi harflerimizi biliyor. Buna rağmen bunun aksi istikamette bir şeyi söyleyemeyiz. O şeyi duysak bunun ne kadar sakil duracağını hayal edebiliriz en azından.
Milletin sinesinde neyi taşıdığı, neyi biriktirdiği ve bu birikmiş olanla kurduğu münasebet o millete gidilecek yolu tayin edebilir. Müstemleke olmayışımızın sebebi, İstiklâl Harbi verebilmemizin sebebi milletin sinesine rücu edebilmemizdir. O sine İstiklâl Marşı’nın “İman dolu göğsüm.” diyerek tasvir ettiği sinedir.
Teşekkür ederim.
Gökhan Göbel:
Selamun Aleyküm.
İlk celsede biraz bahseldildi. Yani masal haricinde İstiklâl Harbi’ne dair elimizde iki vesika var. Bunlardan birisi İstanbul Meclisi’nin kabul ettiği Misak-ı Milli, bunun metni var. İkincisi Ankara Meclisi’nin kabul ettiği İstiklâl Marşı. İstiklâl Harbi hakkında bir şey söylemek için elimizdeki iki vesika aslında budur. İstanbul Meclisi, Meclis-i Mebusan Misak-ı Milli’nin ilanından sonra kapatıldı ve Ankara Meclisince kabul edilen İstiklâl Marşı İstanbul’da gizlice basılıp, dağıtıldı. Öyle bir haldeydi İstanbul ve ekalliyetler işgal kuvvetlerinin bayram gününde, mesela 14 Temmuz’da Fransa’nın milli gününde “la marseillaise’’ söylüyorlardı, İstanbul o durumdaydı. Bu iki metne göre İstiklâl Harbi’nin bitmediği ortadadır yani Misak-ı Milli sadece sınırlar meselesi değildir. Orada adlî, idarî, iktisadî hiçbir kaydın kabul edilmeyeceği şartı vardır.
Lozan Anlaşması’nı savunanlar kapitülasyonların kaldırılması sebebiyle Lozan Anlaşmasını savunur, savunabilir. Kapitülasyonların kaldırılması ne demektir? Onun hakkında bir şey söyleyeyim. 1933 yılında Reşad Nuri’nin -henüz Güntekin olmamış, soyadı kanunu yok- bir piyesi var mektep temsili olarak yazdığı. Piyesin ismi “İstiklâl.” Bu piyeste haksız yere bir Türk’ü öldüren kendisi de Osmanlı tebaası olarak bilinen şahıs kapitülasyonlara sahip devletlerin güçlerince aleni idam edilecekken kurtulur. Yani onlar gelir kaymakamın, idari kuvvet neyse o insanların elinden o adamı alır idam ettirmez. Böyle bir durum vardı yani. Kapitülasyonların kaldırılması konusunda Lozan’ı savunanlar böyle bir şeyi savunuyorlardı, doğruydu da bu. Yani Osmanlı Devleti 1862’de Duyun-u Umumiye’nin kurulması dolayısıyla iflas etmiş bir devletti. Hiçbir gücü yoktu, bir devlet vasfı taşımıyordu. Bütün yatırımlarına Duyun-u Umumiye karar veriyordu, yapıyordu ve bununla beraber devletin kendi gücü olmadığı için kapitülasyonlardan yararlanan devlet istediği sonucu gayri kanuni şekilde de olsa alabiliyordu. Mesela bir hadise var, bu hadiseler çok az anlatılır, yer bulur o tarih kitaplarında. Hıristiyan takvimine göre 1903 senesinde, 319 Manastır’ında oldu derler buna Rumi takvime göre. Bir Rus konsolosu Manastır’da Türk karakolunun önünden geçiyor. Karakolda nöbet tutan askerin ona selam vermemesi sebebiyle sinirlenip Türk askerini kırbaçlıyor, bir rivayete göre tokat atıyor. Orada Türk askeri -nöbet esnasında zaten- silahını çekip konsolosu vuruyor, öldürüyor orada. Ve bu asker Osmanlı Devleti’nin hemen müdahalesiyle olay çıkmasın diye aleni şekilde idam ediliyor. Yani normalde zaten o suç bile olsa kanuni cezası idam değil ama aleni olarak hemen idam ediliyor, başlarına bir şey gelmesin diye yapıyorlar bunu. Halbuki adam şerefimizi kurtarıyor yani millet devletin bilgisine sahip değil. O nöbet tutan asker devletin ne durumda olduğunu bilmiyordu.
Kapitülasyonlar kaldırıldı Lozanla beraber ama şu da var. Bu söylenmez. İktisat kitaplarında geçer ama manası hakkında konuşulmamıştır. Kapitülasyonların kaldırılmasıyla beraber Türkiye Cumhuriyeti devletine Lozan’da 5 sene süreyle gümrük tarifesi belirlememe şartı koydular. Yani biz kapitülasyonlardan kurtulduk ama Türkiye Cumhuriyeti devleti Lozan Anlaşması’na göre 5 sene kendi gümrük tarifesini belirleyemeyecekti Yani şimdi Lozan’ın gizli maddeleri üzerinden insanlar birbirileriyle böyle münakaşa ediyorlar, böyle açık bir maddesi var Lozan’ın. 5 sene boyunca Türkiye Cumhuriyeti gümrük tarifesi koyamayan bir devlet. Bu nasıl bir devlet oluyor? Bunun ne olduğunu anlamak için geriye bakmak lazım. Bizim istiklâl davamız bir şekilde aslında Baltalimanı Anlaşmasıyla başlar. Tanzimat, Baltalimanı’nın tasdik edilmesi ve tatbik edilmesi hadisesidir. Yani Baltalimanı’nda bütün yabancılara gümrük serbestisi getirilip Türklere ekstra gümrük vergisi kondu. Yani bizim bugün yaşadığımız bütün ekonomik meselelerin temelinde o Baltalimanı Anlaşması vardır ve sonra işte Lozan’a kadar devam eden bir süreç var. Kapitülasyonlar, borçlanmalar, Duyun-u Umumiye kuruldu, Osmanlı Devleti çok çeşitli imtiyazlar verdi, inhisarlar verdi. Biz işte Lozan’da Cumhuriyetin ilanıyla beraber kapitülasyonlardan kurtulduk dediğimiz zamanda gümrük tarifemizi belirleyemeyecek durumdaydık. Hatta şöyle bir şarttan da bahsediyorlar. Eğer bir İngiliz sterlini 10 Türk Lirası durumuna gelirse o Lozan’daki gümrük kaydı kendiliğinden fesih olunacaktır. Fakat 1929’un temmuzunda kaldırıldı gümrük kaydı. O güne kadar 9,99’a kadar çıktı sterlin, hiçbir şekilde 10 lira olmadı. Ondan sonra bakın 1930 sonrası sterlinin çok büyük bir artış gösterdiğini görürsünüz Türk lirası karşısında. Çünkü bütün kontrol gümrük tarifelerine devletin müdahale edememesi dolayısıyla yabancı şirketlerdeydi.
Kapitülasyonları kaldıran Lozan maddesi dolayısıyla peki biz yabancı şirketlerden ve yabancı inhisarlardan kurtulduk mu? Bu da bir sualdir. Yani kapitülasyonların adli tarafını söyledik. Gerçekten de insanlar o durumdan bu duruma geldiler. Yani ama peki yabancı sermaye ve inhisar konusunda kendi Türk parası konusunda Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir hamlesi oldu mu? Yani dikkat edin gümrük tarifesinin bittiği tarih 1929 temmuz. Bugün başımızda olan bela diyebileceğimiz inkılapların kısm-ı azamı 1929’dan önce yapıldı. Siz bir devlet olarak kendi ticaretinizi yönetemiyorsunuz, gümrük tarifesi koyamıyorsunuz ama bütün inkılapları yapabiliyorsunuz. Burada insanların görmesi gereken bir şey olması lazım. Sana o hakkı vermiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası 1931 yılında kuruluyor “Cumhuriyet Merkez Bankası” adıyla. Çünkü dediğim gibi Türk parasının değeri falan... 1930 yılına kadar böyle bir şey tanınmıyordu. Önce “Türk Parasını Koruma Kanunu” çıkartıldı sonra “Cumhuriyet Merkez Bankası” kuruldu. O da dışarıdan hem ismi hem parası gelen bir kurumdur. Yani onun için adı “Cumhuriyet Merkez Bankası.” Yani “Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası” değil. O ismi de teklif edenlerin ismi falan yazılıdır yani kim olduğu bellidir. Ve Osmanlı’dan sonra yabancı şirketler, inhisarlar aynen devam etti. Bir kısımdır bizim bildiğimiz bugün Türkiye Cumhuriyeti devletince devletleştirilen inhisarlar yani tekel dediğimiz şey. Bunun başlıcası tütündür, bugün de olmayan bir şey. Tütün inhisarı ve tuz inhisarı haricinde bütün inhisarlar yabancı şirketlerdeydi ya da onların payları vardı. Ve bu şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi iktisadi planı programı olamadı, olmadı.
1931’dir devletçilik ilkesinin Cumhuriyet Halk Fırkası’nın parti tüzüğüne girişi. O da yani çok net ifade edilmemiştir. İsmet İnönü’nün o zaman itidalli devletçilik dediği şey 1931 yılındadır. Bu dediğim meseleler hakkında da şahsen benimsemeyeceğimiz diyelim bir programı teklif eden bir hareket çıktı ortaya. Yani yabancı sermaye, ekonomi, iktisat; bu meselelerde Türkiye Cumhuriyeti’nde Kadro dergisi diye bir şey ortaya çıktı. Onun da tarihi 1932’dir. Çünkü madem gümrük tarifesinden kurtulduk kendi bankamızı kurmaya çalışıyoruz, ama ecnebi şirketlerin elinde bir ülkenin gelişmesi na-mümkündür, bunlar bir şekilde kapitülasyonları geri getirecek şeylerdir tezleriyle bir şeyler söylediler. Bizzat Mustafa Kemal’in emriyle Kadro dergisi kapatılmıştır. Ki çıkaran Yakup Kadri’dir, imtiyaz sahibi Yakup Kadri’dir. Yani bu meselelerin konuşulduğu bir dergi de ancak 1932’de çıkabilmiştir. O da ömrü 2 sene olmuştur ve Yakup Kadri zoraki diplomat olarak sanırım Tiran’a gönderilmiştir. Cumhuriyetten sonraki imtiyazların Osmanlı’daki imtiyazlara nazaran bir farkı var. O fark şu: Önceki tecrübe bilindiği için şunu dayatabilmişler yalnızca: İnhisarlarda, ecnebi şirketlerde çalışan insanların bir kısmı Türk olacak. Yani Türk vatandaşı değil çünkü Türkiye’ye vatandaşlık bağıyla bağlanan herkes Türk’tür ama işte bunların çoğu gayrimüslim olabiliyor ki o şirketlerde öyleydi. Ve devlet inhisarlarda, ecnebi şirketlerde Türk çalışan olması şartını koştuğunda da 1930 yılında şu haberler vardır gazetelerde: “Ecnebi şirketler kapitülasyonlar varmış gibi hayatlarına devam ediyorlar, Türk çalıştırma şartını da şöyle hallediyorlar” diyor. Bütün bankacılık, sigortacılık işlerinde, inhisarlar... O şirketlerin hepsinde sadece kavas, kapıcı, odacı, bekçi olarak Türk çalıştırıyorlar diyor, ben kotamı doldurdum diyor. O insanları çalıştırıyorlar Türk olarak ve bütün Osmanlı’dan kalma işler aslında devam ediyor.
İstiklâl Harbi’ni verenlerle İstiklâl Harbi’nin kaymağından istifade edenler aynı insanlar değil diyoruz. Yakup Kadri anlatıyor, Cumhuriyetin ilanından sonra bu inhisarlar dolayısıyla ve diğer işler mesela taahhüt işleri, komisyonculuk, arsa spekülasyonu saydığı işlere dikkat ederseniz bütün piyasa, ekonomi yabancı şirketler üzerinden döndüğü için Türkiye Cumhuriyeti’nde o sırada etkili insanların hepsi yabancı sermayeye hangi aracılık işi gerekiyorsa güçlerini kullanarak onu yapıyorlar ve oralardan zengin oluyorlar. 1930 tarihi aynı zamanda Serbest Fırka’nın kurulma tarihidir. İnkılapların tutup tutmadığı meselesi, yani bunun test edilmesi meselesidir ve Fethi Okyar -Mustafa Kemal’in kendi arkadaşı, kendi kurduruyor partiyi, bizzat parti tüzüğüne falan kendi müdahale ediyor- İzmir gezisi sırasında yani hınca hınç beklenmedik bir kalabalıkla karşılaşıyor ve hatta önüne vurulan bir çocuğu da atıyorlar, bu ilk kurbandır diye. Neyse orada ve Serbest Fırka’nın kendi programında ve o gün insanlar içindeki en büyük şikayet “inhisarlardan bizi kurtarın!” Yani mesela Abidin Daver bir yazı yazıyor, diyor ki “köydeki kadın dahi inhisarlardan şikayet ediyor.” Yani çünkü mesela Polonya firmasına ispirto inhisarı verilmiş. Belçika firmasına başka bir inhisar verilmiş. İsveç firmasına, Amerika firmasına başka bir inhisar verilmiş ve bunlar çok kötü malları sunuyorlar Türkiye’deki insanlara. Biliyorsunuz birinci mecliste men-i müskirat kanunu vardı, 1924’te -içki yasağıydı yani bu- kaldırıldı. Polonya şirketine ispirto ve alkollü içki inhisarı verildi ve o zaman işte içki içen insanlar var ve diyorlar ki ispirtoyu getiriyor, üstüne biraz üzüm somasıyla anason ekliyor, bunu satıyor diyor. Yani bu dediğim gibi alkollü içki meselesi... Ama şeker inhisarı mesela yani halkın bizatihi temel maddesi. Mete Tunçay’ın kitabında Serbest Cumhuriyet Fırkası’yla ilgili 1930’da bir Konyalı aşığın yazdığı şikayetnameyi gördüm, Fethi Beye durumu şikayet ediyorlar. Yani birçok şikayet var ama inhisarlar da onun içinde onu size nakledeyim
"Fethi Bey de sözlerime bakaydı,
Gaz yağı da ucuzlayıp akaydı,
Şeker kibrit inhisarı kalkaydı,
Millet size duacıdır Fethi bey.’’
Kibrit inhisarı mesela o da yabancı bir şirkette. Şimdi yani bu ortamda bir istiklâlden bahsetmek söz konusu değil. O gün başlayan şey bugün fazlasıyla devam ediyor. Ve biz bize yapılan şeyle ilgilenmeyerek kafirlerin bize dayattığı gündemle kendi tarihimize bakıyoruz, kendi varlığımız konusunda da baskılar altında yaşıyoruz. Mesela bunlar bilinmedik şeyler değil. Benim bu söylediğim şeyleri gazeteler yazıyor. Ama bunlar konuşuluyor mu? Yani kapitülasyonların kaldırılması konuşuluyor fakat bu bahsettiğim hadiseler konuşuluyor mu? Peki bu neyin istiklâli dendi mi?
Neyi konuşuyoruz? İşte 1915’te Ermenilerin başına gelenler, 1942’deki varlık vergisi, 1955’teki 6-7 Eylül olayları. Bu bahsettiklerimi o varlık vergisi hadisesinden de çıkarabilirsiniz. 1942’de çıkarılıyor varlık vergisi. Ne diyorlar? Gayrimüslimlerden aldılar paraları diyorlar. Çünkü paralar onlardaydı. Aynı yıl mesela bakarsanız ilkokul çocuklarına yiyecek-giyecek yardımları cemiyetleri kuruluyor. Yani 42’de savaşın ortasında ilkokul çocuklarının yiyeceği-giyeceği yok ve bunun için hususi cemiyetler kuruluyor ama 1942’de varlık vergisi çıkarıldı diye, gayrimüslimlerden fazla para alındı diye...Hatta şöyle; adamlar parayı vermeyi reddedip Aşkale’ye taş kırmaya gidiyorlar, biz de onu konuşuyoruz. Varlık vergisi koymuşlar bir de adamları Aşkale’ye taş kırmaya göndermişler diye konuşuyoruz... Türk milletinin başına ne gelmiş? Bunlarla ilgilenmiyoruz ve Osmanlı’daki şeyin devam ettiğini görmüyoruz. Yakup Kadri’nin dediği şey yani komisyonculukla, arsa spekülasyonuyla, taahhüt işleriyle parayı buluyorlar diyor. İsmet beyin naklettiği bir söz var, Fransızca’da var, Fransızlar “paşalar kadar zengin” diyor. Yani bu Fransızların dilinde var... Devlet batıyor paşalar zengin oluyor. Yani onun için var bu laf. Bütün elçilerin paşaları var, hangi elçiliğin hangi devletin dediği yapılacaksa o işleri ayarlayacak paşalar var ve bunlar zengin oluyorlar ve bunun cumhuriyetle beraber kalkması lazım. Eğer bir İstiklâl Harbi verdiysek biz, bu istiklâl içindiyse bunun ortadan kalkması lazımdı. Kalkmadı.
Kendimiz hakkında bir şey bilmiyoruz. Bugün Türkiye’ye dış müdahale olsun diye kimyasal silah meselesini ortaya çıkarıyorlar. Ama mesela ben yeni öğrendim. 1914 yılında dediğimiz gibi bu devlet yok artık. Yani 1914’te Osmanlı Devleti diye bir devlet yok. Doğu ve güneydoğuya Avrupalı müfettişler atanmış 1914 yılında savaş başlamadan önce. Devletin en büyük amiri neyse ondan üstün olarak biri Hollandalı biri Norveçli bilhassa Ermenilerin yaşadığı bölgelere iki tane müfettiş atanıyor ve bütün kararları onlar alıyorlar. Müfettişlerin atanmasından kısa bir zaman sonra Ermeni meselesi çıkıyor. Yani zaten orada işleri halletmişler. Devlet yok ortada ve birileri Ermenilere bütün şartları hazırlayacak anlaşmaları yapmışlar o gün. 6-7 Eylül olayları... Ben 6-7 Eylül olayları ile ilgili ilk ve son başvekilimize rahmet dileyeceğim bu sebeple. Adnan Menderes’in bir sözünü nakledeceğim. Ben de aklım erdiğinden beri işte televizyonlar, gazeteler dolayısıyla başımda 6-7 Eylül olayları baskısı ile yaşıyorum, hepimiz yani... Başvekilin bir sözü var, diyorlar ki başvekile 6-7 Eylül olaylarında Adnan Menderes’e, “bütün silahlar çıkarılmıştı, bütün ağır silahlar hazırdı. Siz bu silahların devreye girmesi için, niçin emir vermediniz? Başvekil de buna cevaben diyor ki “o silahlar düşmana karşı kullanmak içindir. ” Rahmetle anmamın sebebi bu kadar.
Mehmet Akif’in bir beyiti var:
Samatya Lordu müfettiş; Tatavla Kontu müdir ,
Zavallı milletin efrâdı orta yerde esîr!
İşte o cumhuriyette devam eden şey… Yani dikkat edin biri Tatavla diyor biri Samatya diyor. Bu ikisi de İstanbul’da gayrimüslimlerin semtiydi. Mehmet Akif bunları yazdığı zaman Tatavla’ydı, Tatavla’nın ismi cumhuriyetin ilanından sonra Kurtuluş olarak değişti. O yüzden de Türkçe ezan dedikleri şeyde de her şey Türkçedir “haydin felaha” kısmı muhafaza edilmiştir çünkü “haydin kurtuluşa” demek durumunda kalacaklardı.
Benim aslında konum edebi cepheydi, İstiklâl Harbi’nin edebi cephesi. Biz Mehmet Akif’in kitabını basıyoruz Türkçe, Türk yazısıyla. Safahat’ı 7 kitap olarak basacağız inşallah. İlkini bitirdik ikincisi matbaaya verilmek üzere. 7 kitap olarak neşredeceğiz bunu. İşte biliyorsunuz inkılaplar dolayısıyla Mehmet Akif şair sayılmadı. Bunun numune cümlelerini kuranlar çoktur. Bir tanesi Nurullah Ataç’tır yani Mehmet Akif’i şair saymamakla başlar şiirden anlamak der Nurullah Ataç. Mehmet Akif geri bile değildir, durgundur der. Turgut Uyar Nurullah Ataç’la aynı zemini paylaşmadığını söylese de o da Mehmet Akif’i şair saymaz. Buna mukabil Nazım Hikmet “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabından bir bölümde şimdi ama işte ilk yayınlandığı zaman “Kurtuluş Savaşı Destanı” idi. Orada Mehmet Akif’ten, "Akif büyük şair, inanmış adam" olarak bahseder. Bu 1965’teki ilk baskıda vardır. Ondan sonraki baskılarda ve bugünkü baskıda da yoktur. 1965’ten itibaren Nazım Hikmet’in kitapları basılıyor ve bugün de hala öyle. Bunun hakkında mesela sonra insanlar bir şeyler yazdı ama bunu İsmet Özel’den başkasının da çok öne çıkarmaması dikkat çekici bir şeydi. 1965’te basılan Kurtuluş Savaşı Destanı’nı bir tek İsmet Özel okumadı ama orada yazdığı halde sonra koyulmayan kısmı defalarca İsmet Bey dile getirdi. Üstelik Nazım Hikmet kendi sesiyle okduğu şiirinde “Akif büyük şair, inanmış adam" diyor. Şairin sesine rağmen bugün bu kısım sansürlüdür. Yani İstiklâl Harbi bitmedi deyişimize bu da dahildir. Bunu Nazım Hikmet’e bir paye vermek için yapmıyorum çünkü Nazım Hikmet'in zaten şöhretiyle Türk şiirindeki yeri aslında tam uyumlu değildir. Yani şöhreti ondan fazladır. Ama işte bir Türk şairi olduğu için, Safahat’ı yazan adamı “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı yazabilen birisi büyük şair saymak zorundadır, böyle bir hadise vardır. Ama işte Türkiye’de bir gayrimüslim edebiyat cephesi var ve bunlar duruma hâkim ve bugün mesela bakın basılmıyor, işte yani Akif’e büyük şair dedirtmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Şimdi o cephenin dümen suyunda ilerleyen insanlar şiir hakkında, Türkçe hakkında, edebiyat hakkında onların dümen suyunda ilerleyen insanlar Necip Fazıl’ın “Sakarya” şiirini küçümserler çünkü derler ki işte Necip Fazıl’ın asıl önceki şiirleri iyidir derler, yukarıdadır derler. Bu tamamen o cephenin dümen suyuna gitmek anlamına gelir. Çünkü onlar Necip Fazıl’la “yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” dediği için dalga geçiyorlardı, sabık şair diyorlardı. Yani Türkiye’de bunu kabul eden Türk okur yazarları ciddiye alınabilir insanlar olabilir mi sualini tevcih etmek lazım. Ben gene aklıma gelince konuşurum, teşekkür ederim. Şimdi konuşmalarını yapmak üzere genel sekreterimiz Seyfullah Köksal’a sözü veriyorum.
Seyfullah Köksal:
Selamun Aleyküm.
İstiklâl Harbi, “Ya istiklâl ya ölüm” diyen bir avuç Müslüman tarafından verildi. Yani sayıları çok değil, bir avuç Müslüman! Ya istiklâl ya ölüm demek “sıfır” ile “bir” arasında bir tercih yapmak demekti. Biz biri tercih ettik sonra bu “bir”in, birliği tesis edip etmeme meselesi önümüzdeydi. Hâlâ önümüzde, yani biten bir şey yok. Bizim üzerinde yaşadığımız toprakların, Türk topraklarının; varlığı İstiklâl Harbi’yle tescil ettirilen ve sadece Müslümanların birinci sınıf insan olarak bulunabildiği toprakların varlığı hakkında, asıl kimliği hakkında bir şuur doğmuş değil. Biz “İstiklâl Harbi Bitmedi” derken bu şuurun doğmasını bekliyoruz. Varlığını Kur’an ve sünnete borçlu Türk milletinin vatan edindiği topraklarda kimler meskun? Eğer bir birlik sağlamak hadisesi hâlâ önümüzdeyse bu Türkiye’de kimlerin yaşadığıyla birebir alakalıdır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte demografik olarak bir İslamlaşma vücut buldu. Yani nüfus, Müslümanlaştı. Nüfus homojenleşti. Müslümanların çoğunlukta yaşadığı bir toplum ortaya çıkmış oldu. Bazıları da İslamlaşmaya mecbur kalmıştı, canını tehlikeye atmamak için, malını mülkünü koruyabilmek için, “İhtida ettik biz, Müslüman olduk.” dediler.
Demografik olarak İslamlaşma, bu nüfusun homojenleşmesi nasıl sağlandı? Büyük ölçüde göçler ve mübadele yoluyla sağlandı. Bize içe yönelik göçler olarak anlatılır, Osmanlı’nın Viyana önlerinden başarısızlıkla geri dönmesi neticesinde içe yönelik göçler ortaya çıkıyor. 1783’te Rusya’nın Kırım’ı işgaliyle bu göçler artıyor, kitlesel göçlere dönüşüyor ve 1853-56 Kırım Harbi’nden sonra büyük kitleler Türk topraklarına geliyor. Bunların bir kısmı Balkanlara yerleşiyor ama orası onlar için aslında bir uğrak yeri haline gelmiş oluyor çünkü o topraklar da elden çıkınca veyahut oradan çıkarılmaya zorlanınca onlar yine Anadolu topraklarına gelecekler. Sonra Kafkaslardan göçler başlıyor, 1862-1864 yılları arasında Şeyh Şamil’in Ruslarla mücadelesinin sona ermesiyle birlikte yine oradan göçler oluyor. Sonra 93 Harbi, bizim 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi büyük kitlesel göçlerin başlangıcı denilebilir aslında. Çok işitiriz onlar “93 muhaciri” diye yani sayıca en fazla olanlar onlardır. Bilindiği gibi Ruslar 93 Harbi’nde doğuda Erzurum’a, Batıda Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdi. Bu Robert Kolej öğrencileri Bulgar ve Ermeni Robert Kolej öğrencilerinin yol göstermesiyle, onların mihmandarlığında gerçekleşmiştir. Ve ağır bir mağlubiyete uğradık, çok yerler kaybedildi 93 Harbi’nde. Neticede kaybedilen yerlerden 1 buçuk milyon insanın göç ettiği söylenir, 93 Harbi sebebiyle. İşte Acaralı, Çeçen, Abaza, Çerkes… Türkiye’de bugün birçok kaza, nahiye bu göçten sonra ortaya çıkmış. Gönen mesela, Ömer Seyfettin’in memleketi. Sonra Balkan harpleri... Bu iki harp arasında göçler durmuş değil devam ediyor ama büyük, yine kitlesel göçler Balkan Harbi’yle başlıyor. Yani şuraya gelmeye çalışıyorum: Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusun 12-13 milyon olduğunu söyleyenler var, 11 milyon olduğunu söyleyenler var, 12 milyon diyelim. Bu 12 milyon nüfusun 8 milyonu göçmen. Cumhuriyet ilan edildikten sonra da göçler devam ediyor Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu üzerinden. Şimdi buraya kadar bahsettiğimiz insanlar, bizim muhacir dediğimiz insanlar. Yani bulundukları yerde gâvur hâkimiyeti altında yaşamamak için, gâvurların arasında kalmamak için göç etmeyi tercih etmiş insanlar. Müslümanca bir hayatı idame ettirebilecekleri topraklar, bu topraklar olduğu için göç etmiş insanlar. Yani kalsalardı ve yahut Müslümanlığımızı terk ettik deyip orada kalsalardı daha rahat bir hayat sürebileceklerdi ama onlar tercihlerini göç etmekten yana kullandılar, o yüzden biz onlara muhacir dedik.
Nüfusun homojenleşmesini sağlayan bir diğer unsur: Mübadele. Mübadiller... Mübadil diyoruz onlara, muhacir demiyoruz. Yani biz demişiz geldiklerinde ama onlar kendilerinin muhacir olmayıp mübadil olduklarını söylemişler yani muhacirler gibi bir tercihte bulunmayıp zorla topraklarından kopartılan insanlar olarak kendilerini mübadil olarak isimlendirmişler.
Lozan’da imzalanan belgelerden bir tanesidir mübadele protokolü. Tarihi 30 Ocak 1923. Lozan’ın, Lozan görüşmelerin başlama tarihi Kasım 1922, Anlaşmanın imzalandığı tarih Temmuz 1923. Yani daha işin başında bu mübadele işine karar veriliyor, bir anlaşmaya varılması için bu nüfus meselesinin halledilmesi şart yani. Bu mübadele protokolüne göre topraklarımızda yaşayan Rumlar Yunanistan’a göç edecek, orada yaşayan Türkler Türkiye’ye geleceklerdi. Mübadeleden hariç tutulanlar var İstanbul’da mukim olan Rumlar. Sayısının 130 bin olduğu söyleniyor. Bir de batı Trakya Türkleri. Bunlar haricindekiler mübadeleye tabi tutuluyor, kıstas ise dinleri. Girit’ten buraya hiç Türkçe bilmeyen, Rumca konuşan Müslümanlar geliyor mesela. Buradan da Karamanîler var, Karamanlı Ortodoks Rumlar, onlar da Rumca bilmiyorlar. Türkçe biliyorlar, ibadetlerini Türkçe yapıyorlar. Grek alfabesiyle Türkçe yazıyorlarmış, nasıl oluyorsa! Bu insanlar da mübadeleye tabi tutuldu. Mübadeleye gelene kadar İstiklâl Harbimizin bizim zaferimizle neticelendiği, neticeleneceği artık anlaşılınca zaten çok sayıda Rum, bizim topraklarımızdan göç etmişti, onların da sayısının 1 milyon olduğu söylenir. Henüz mübadele vuku bulmadan yaklaşık 1 milyon Rum’un Türk topraklarını terk ettiği söylenir. 1923-24 seneleri içerisinde yaklaşık 400 bin mübadil Türkiye’ye geliyor. 1925’te yani 2 sene içerisinde diyelim sayısı 550 bini buluyor. Giden Rumların, bizim topraklarımızı terk edip Yunanistan’a giden Rumların sayısı resmi olarak 1 milyon 200 ama Rumlar bu sayısının daha çok olduğunu söylüyor, 2 milyon Rum’dan bahsediliyor. Yunanistan’dan Türkiye’ye göç edecek olanlar Müslümanlardı ama bir de Selanikli dönmeler vardı onları da atlamamak lazım. Onlar göç etmek istemediler, en azından büyük bir çoğunluğu, hatta “Biz Yahudiyiz aslında, gizli Yahudileriz, bu yüzden mübadeleye tabi tutulmayalım” dediler ama onlar da mübadeleye tabi tutuldular yine. Bugün Türkiye’nin dört bir tarafında dönmeler var. Çok değişik rakamlar var fakat Cumhuriyetin ilanının sonrasındaki birkaç yıl içerisinde 2 milyonu aşan muhacir veya mübadil Türk topraklarına geldi. Bir de bunu yanında ihtida hareketleri var, nüfustan bahsetmiştik az önce, 12 milyon nüfusun 8 milyonu göçmendi. Geriye kalan 4 milyonu Türk vatanının selameti için çalışan insanlar mıydı, hayır onların da hiç azımsanamayacak bir kısmı canlarından, mallarından olmamak için, ihtida etmiş gibi görünen Ermeniler, Rumlar, Suryanilerdi. Daha kimler var, başkaları da var, bunlar en öne çıkanları. Sayılarını bilmiyoruz ama Müslüman olduk dediler, ihtida ettik dediler ama 1960’dan sonra “Biz Müslümanız dedik ama tekrar Ortodoks olarak bilinmek istiyoruz, resmiyette böyle görünmek istiyoruz” diyen insanlar oldu. Onlar, o ihtida edenler bunlardı işte.
Demografik olarak İslamlaşmanın bir diğer unsuru cumhuriyetle birlikte devlet kadrolarında Müslüman olmayanlara, gayrimüslimlere yer verilmedi. Mesela 1926 senesinde bir memuriyet kanunu çıkıyor, bunun 4. maddesinde herhalde: Türk olmak şartı var. Cumhuriyetten evvel Osmanlı’nın son dönemlerinde açılan meclislerdeki gayrimüslim oranlarına bakarak cumhuriyetten sonrasıyla bir mukayese yapabiliriz. Mesela ilk Osmanlı meclisinde 69 Müslüman; 46 gayrimüslim varmış. 2. dönemde mecliste 56 Müslüman; 46 gayrimüslim varmış. Cumhuriyet döneminde böyle bir şey mümkün olmuyor. Bağımsız aday olarak katılabilirler seçime ama aday bile seçilemiyorlar. 1935’e kadar bu böyle devam ediyor. Mecliste gayrimüslim yok. Bir kişi meclise girebilmiş, o da ihtida ettiğini söyleyen bir Ermeni, daha önce de Ermeni vekili olarak meclise girmiş, mebus olarak. Cumhuriyetten sonra 1935’e kadar meclise girebilen tek kişi o, Münip isimli birisi. İhtida ettiğini söylüyor güya, o şekilde meclise girebiliyor. Ancak 1935’te meclise gayrimüslim vekiller girebilmiş. Daha önce 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın azınlıkları tekrar siyasette etkin kılma gibi bir düşüncesi, bir görüşü var onun için belediye azalığına gayrimüslimleri aday gösteriyor ve matbuatta geniş yankılar uyandırıyor bu. Yani belediye azalığına dahi istemiyorlar. Türk topraklarında nüfusun homojenleşmesi, demografik olarak İslamlaşma bu şekilde tesis edildi. Şimdi buradan Türk toprakları lehine bir şey çıktı mı, 100. yılına çok az kalan -Hıristyan takvimine göre- cumhuriyetin tarihi bir yükselişin tarihini resmetmedi. Tersi oldu. Bu da, burada yaşayan insanların kim olduklarını anlamadan anlaşılabilecek bir şey değil. Göç eden insanların göç yolunda çektiği sıkıntılardan, gittikleri yerlerde başlarına gelen problemlerden, ticareti nasıl etkilediklerinden, kültürü nasıl etkilediklerinden falan bahsedilir ama Türkiye’nin nereden nereye gideceği hususunda bu nüfusun nasıl bir tesiri oldu? Buna dikkat edilmez pek. Biz göç ederek topraklarımıza gelen insanları muhacir olarak isimlendirdik. Mekke’den Medine’ye hicret eden insanlara muhacir denir asıl. Mesela daha öncesinde daha küçük çapta bir göç hadisesi, bir hicret olmuştur Habeşistan’a ama bizim hicret denilince aklımıza, bizim takvimimizi başlattığımız hadise gelir çünkü Mekke’den Medine’ye hicret edenlerin kafasında, zihninde Mekke’yi fethetmek düşüncesi vardı. Yani ayırıcı vasfı budur. Biz bu insanlara muhacir dedik, yani buna layık oldular mı? Mesela cennet vatan, İstiklâl Marşı’nda bahsedilen cennet vatan Misak-ı Milli sınırlarıdır ve mübadele büyük ölçüde Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmuştur. Yani Selanik’ten buraya göç edenler mesela, Selanik Misak-ı Milli sınırları içerisinde. Bu insanların Misak-ı Milli gibi bir derdi oldu mu hiç! Bakıyorlar mı, nasıl bakıyorlar, yani böyle bir şey yok. En başta onların bu meseleyle alakadar olması gerekir, Misak-ı Milli sınırları ile. Ama onlar, buraya göç eden insanlar kendi kavmî davalarını öne çıkardılar, en başından beri, bilhassa Çerkesler Türk topraklarını geçici bir sığınak olarak gördüler. Kalanlar ne yaptı? Çerkeslerin dışındakiler, yine aynı şey geçerli ama Çerkesler öne çıkarlar bu hususta. Çerkes diasporasından çok rahat bir şekilde bahsedilir Türk topraklarında.
Vâlâ Nureddin’in 1945’te yazdığı bir yazı var. Bir köye gidiyor, muhacir köyü, oradaki insanlara soruyor, “Hemen dibinizde harikulade balıklar yaşıyor, neden onları tutmuyorsunuz?” Onlar da diyor ki “Bizim ne alet edevatımız var ne de sandalımız var nasıl tutacağız?” Vâlâ Nureddin de “Bunları yapmakta ne var, Afrikalı vahşiler bile sandallar yapıyor, yaparsınız.” diyor ama onlar diyor ki “Biz göçmeniz.” Vâlâ Nureddin şaşırıyor bu cevap karşısında, yazmış bunu yazısında, “Yani çeyrek asır oldu neredeyse göçeli, sene 1945, göçmenin adının bile unutulması gerekirdi.” diyor. Yine oradaki, o köydeki çocuklardan birine soruyor “Sen okula gidiyor musun?” diye. “Hayır” diyor çocuk. “Neden” diye soruyor “Okul yok çünkü” diyor. “Ne oldu okulunuza?” diyor “Türkler yıktı” diyor. “Sen Türk değil misin?” diyor, “Hayır ben…” işte geldiği kasabanın adını söylüyor, ben oralıyım diyor, yani okulun Türkler tarafından yıkıldığı da yalanmış, Vâlâ Nureddin bunu da yazıyor. Şimdi bu, bugüne kadar böyle devam etti, artarak, şiddeti artarak devam etti. Şimdi Pomaklar, Boşnaklar, Gürcüler, Çerkesler bugün Türk olmadıklarını vurgulayıp kendi kavimlerinin ismini rahatça öne çıkarabiliyor ama Türküm demek kabahat. Gürcüyüm diyorlar mesela Gürcü isminin doğrudan Hıristiyan bir azizin ismi olduğunu -iyi niyetli düşünürsek- ya cehaletlerinden bilmiyorlar ya da zaten öyleler.
Kendi kavmî davalarına sarılarak dünya sisteminin Türkler aleyhine istediği her neyse onun hizmetçisi oldu, bizim muhacir dediğimiz insanlar. Çerkesleri az evvel söylemiştik, Çerkeslerin, ilk Çerkes göçlerinin başladığı işte 1783 veyahut Kırım Harbi’nden sonra, Kafkaslardan göçlerin başladığı senelerden 1. Cihan Harbi’ne kadar 2 buçuk milyon Çerkes’in göç ettiği söyleniyor yani sayıları hiç az değil. 2. Meşrutiyetin ilanından sonra Çerkes Teavün Cemiyeti kuruluyor ve Çerkes Numune Mektebi diye bir mektep açıyorlar. Latin harflerinin ilk defa kullanıldığı, Latin harfleriyle yazıldığı bir mektep Çerkes Numune Mektebi. Yani bunu şunun için söylüyorum: Türk topraklarında İslam görüntüsünü silen inkılapların yapılabilmesinde veya yapılmasında bunların ne kadar tesiri var? Bunları düşünmemiz gerekir diye söylüyorum. Onlar dünya sisteminin lehine ne yaptılarsa yaptılar; Türklerin aleyhine işlerini yürüttüler. Ve mükâfatlarını da aldılar, Çerkesler, Arnavutlar devletin en üst makamlarına getirildiler. Mesela Çerkeslerin ordudaki etkinliği bilinir. Herkes bilir ama pek dile getirilmez. İsmet Özel bir konuşmasında zikretmişti: “Kendi cemaatlerinin Çerkeslerin, Pomakların, Gürcülerin, Arnavutların kim ki yüzkarasıydı işte onlar Türk’tü.” Yani böyle bakılır hale getirdiler meseleye. Mesela Mehmet Âkif Arnavutların yüzkarasıydı Balkan Harbi’nden sonra bir Arnavut Krallığı kurulunca ki bu “Müslüman, hıristiyan fark etmez biz her şeyden önce Arnavutuz” diyenlerin kurduğu bir krallık. Âkif şöyle demişti:
“Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!”
Onun için kendi kavminin yüzkarasıydı Arnavutların ama Şemsettin Sami millî kahramanlarıydı çünkü Kur’an harflerini terk etmeleri için bir alfabe tertip etmişti onlara. Diğer etnik unsurlar için de aynısı geçerli. Kendi kavimlerinin yüzkarası olanlar, onlara göre Türktü. Aksi olsaydı en başta birliğin, sıfır ile bir arasında tercih yapmanın, birliği tercih edip etmeme meselesini ortaya çıkardığını ve hâlâ o meselenin içerisinde olduğumuzu söylemiştim. Onlar kendi kavmî davalarını ortaya çıkarmasalardı, kendi cemaatleri için çalışıp Türklerin aleyhine hareketler içerisinde olmasalardı, bir birlik temin edilebilirdi. Mesela cumhuriyetin ilanından sonra ilk yapılması gereken şey millî bir pazarın tesis edilmesiydi, oluşturulmasıydı fakat bu olmadı. Teşekkür ederim.
Gökhan Göbel:
Biz de teşekkür ederiz. Şimdi konuşmalarını yapmak üzere Konya Şube Başkanımız Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyemiz Muammer Parlar’a verelim sözü.
Muammer Parlar:
Küçük Asya miladın 13. asrında İslâm beldesi oldu. Bu gaza beylerimizin bir başarısıydı. Gaza beyliklerimiz Anadolu Selçuklu Devletinin zayıflamaya ve çökmeye başlamasından itibaren kurulmaya başlamış beyliklerimizdi ve bu bölgede bir yandan haçlı kalıntıları bir yandan Bizans’ın hâkimiyet alanlarında hâkimiyet tesis etmekle bu beldeyi Anadolu’yu İslâmlaştırmışlardı. Bunu hükmü altına aldıkları insanların dünyalık menfaatlerine kefalette bulunmakla temin ettiler. Onlar “beylik vermekle olur” ilkesinin uygulayıcılarıydı. Memleketimize, bugün memleketimiz dediğimiz alanlara bizim diyebilmemiz ancak gaza beylikleri dönemini yaşamamızla mümkün oldu. Selçuklu hâkimiyeti bunu demek için kâfi gelmemişti.
Bilindiği gibi feodalitede yöneten ve yönetilen ilişkisi köle ve efendi ilişkisi şeklindeydi. Evet ilişki hür bir sözleşmeye dayanmaktaydı, efendi can ve mal güvenliğini temin edecek köle, köylü ise hasılatın yarısını efendiye teslim edecekti. Bu uzun dönem hem batı Avrupa’da hem Bizans döneminde feodalite içinde uygulanan bir kaideydi. Esasen köylü böyle bir anlaşmaya tabi olmadığı zaman bu anlaşmayı kabul etmediği zaman bütün malının elinden gitmesinden talana ya da çapula gitmesinden endişe ettiği, bunu da bizzat yaşadığı için feodal beyle böyle bir anlaşmayı yapıp hayatını bununla idame edebiliyordu.
Bizim memleketimizde, Türk düzeninde ise bu “başın başa bağlı olması ve başın şeriata bağlı olması” kaidesiyle işliyordu. Türk düzeninde hâkimiyeti tesis eden, hâkimiyeti altına aldığı kişinin aynı zamanda hâmisiydi. Yani onun hem can ve mal güvenliğini temin ediyor hem altyapı tesisi diyebileceğimiz bugünkü anlamıyla sosyal ihtiyaçlarını da temin ediyordu. Batıda can ve mal güvenliği tesis edilmişse köylünün efendiye itaati meziyet idi yani itaati tasvibe layık bir iş idi. Biz de ise bu, ancak başın başa bağlı olması başın da dine bağlı olması, dini bir hükme bağlı olması dolayımıyla mümkündü. Yani bu olmadıkça itaat ilişkisi, yöneten yönetilen ilişkisi dini bir nedene, gayeye sadakate bağlı değilse, dünyada bulunuş amacına uygun değilse bu yönetim ilişkisi ancak itaat edenle itaat edilen ilişkisinde bir fısk olduğu anlamına gelirdi. Türk düzenimizde itaat ancak dini olan, dine daha uygun olan bir hedefin ittihazıyla mümkün olabiliyordu. Bu hem gaza beylikleri dönemimizde hem ondan sonraki devletlerimizde etkili oldu. Belki ayırmak lazım gaza beylikleri bunu bizzat uyguladı.
Ve bunun toplum hayatında bir temenni olmadığını gösteren iki tane somut göstergesi vardı bir tanesi toprakta şahsi ve hususi mülkiyet yoktu, ikincisi hiçbir inzibati teşkilat istihbarat ya da bir polis teşkilatı yoktu. Toplum tamamen Müslümanların teminatı altında işliyordu. Toplum nizamı Müslümanların öncelikle gazilerin sonra diğer Müslümanların teminatı altında işliyordu. Şöyle ki toprak mülkiyeti, toprakta özel mülkiyet yok idi. Bu Osmanlı düzeninde de böyle devam etti. Özel mülkiyet olmadı, özel mülkiyetin olmaması da İslâmi bir kaidenin uygulanmasıydı. Yani Osmanlı yönetiminin neyi düşündüğü başka bir tarafa ama bizim mir’i toprak dediğimiz toprak düzeni ta kökünü Hz. Ömer döneminden alan Sasani İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Şam ve Irak bölgesindeki alanların ne yapılacağı konusunda sahabeyle yaptığı bir istişarenin akabinde Hz. Ömer’in ulaştığı bir içtihadın sonucuydu. Hz. Ömer bunu kendi döneminde büyük fetihler olduğu ve o günkü uygulamada İslâmi hüküm de fethedilen alanların beşte biri ayrıldıktan sonra o fethe katılmış olan gazilere dağıtılması uygulaması olduğu için yine bu uygulama da bir ayete ve peygamberimizin bir uygulamasına dayandığı için fethedilen toprakların dağıtım konusu mu yapılacağı yoksa dağıtılmayıp vakıf mı yapılacağı konusunda sahabeyle uzun istişareler yaptı. O şöyle diyordu: “Bundan sonra bu Kisra’nın mülkü fethedildikten sonra bu büyüklükteki alanlar İslâm beldesi olduktan sonra tamamı dağıtıldığı takdirde bundan sonraki nesillere hiçbir şey kalmayacak.” “Bu (vakfetme) hem kalelerin, şehirlerin muhafaza edilmesi, muhafızların istihdam edilmesi, onlara atiyeler sunulabilmesi için hem de çocuklarımızın onların çocuklarını köleleştirmemesi için lazımdır” diyordu. “Yoksa bizim çocuklarımız bundan sonraki geleceklerin (arazileriyle birlikte dağıtılan insanların) çocuklarını köle yapacaklar”. Hz. Ömer sahabeyle bu istişaresi sonucunda (onların da büyük çoğunlukla iştiraki ile) içtihadı fetihle elde edilen toprakların vakfedilmesi yönünde oldu. Yani hapsedilmesi, mülkiyetinin dağıtılmaması, işletmesinin de kiralanması ya da ekilmesi biçilmesi yönüyle işlettirilmesi bunun kazancının bundan sonraki ihtiyaç sahiplerine dağıtılması şeklinde içtihat etti ve Irak toprakları bu şekilde Hazreti Ömer’in dediği usulle gazilere dağıtılmayıp vakfedildi. Bu, bütün toplum namına vakıf anlamına geliyordu dolayısıyla gazi olan kimseler zaten bu alanların/fethedilen toprakların doğru işletilmesinden mesul idi. Müslümanlardan kendisi gazaya katılan gazi açısından düşündüğümüz zaman kendisine dağıtılacak iken, dağıtılması muhtemel iken dağıtılmamış bir alandı. Diğer Müslümanlar açısından da gazilerin hakkı idi. Dolayısıyla Müslümanlar nizamın düzgün işlemesinden, bu alanların, bu toprakların usulüne uygun işletilmesinden, kazançlarının usulüne uygun tevzi edilmesinden kendileri zaten mesul ve teminat idiler. Osmanlı düzenine de bu vakıf toprağı mir’i topraklar olarak geçti. Yani bildiğimiz anlamda vakıf demeyelim ama vakfedilmesi yani bu bekletilmesi, hapsolunması dağıtılmaması şeklinde. Bazı kaynaklar Osmanlıda toprakların yüzde sekseninin mir’i topraklar olduğunu, fetihle elde edilen toprak olduğunu kaydediyor ki bunu yabancıların, gayrimüslimlerin 1868 yılına kadar taşınmaz edinemedikleri ile birlikte düşündüğümüz zaman özel mülkiyet alanının ne ölçüde olduğunu anlayabiliriz. Yani bugünkü terminolojide kamu mülkiyeti diyebileceğimiz devlet mülkiyeti de değil kamu mülkiyeti yani bir devletin mülkiyetli taşınmazı değil tamamen kamunun kullanımına ait işletilmekle kazanç elde edilen bir toprak rejimi. Bunun tımar sistemiyle idare edilmesiyle bundan bir de teçhizatlı asker istihdamı, ordu temin edilebilmişti. Osmanlı düzeni içinde tımar sahibi 3000 akçe için bir cebelü denen savaşa hazır mücehhez süvari asker çıkarmakla mükellefti. Bu sistem dolayısıyla hem fethedilen toprakların işletmesi temin edilmiş oluyor hem de bunları muhafaza edecek aynı zamanda devleti de muhafaza edecek yeni gazveye katılmaya da imkân sağlayacak bir sistem işletilebiliyordu. Dediğimiz gibi dine bağlılıkla ve gazilerin bu sistemin işletilmesine teminat olmasıyla özel mülkiyete ihtiyaç duyulmaksızın ve hiçbir inzibati teşkilatta olmadan toplum nizamı istenilen ölçüde, optimum düzeyde işletilebiliyordu. Bu başın başa bağlı olması başında dine, şeriata bağlı olması kaidesinin bir yansıması idi.
Bu düzen bir gaza beyliği olduğunu düşündüğümüz öncesi itibariyle gaza beyliği olan Osmanlı düzeninde de devam etti. Fatihle birlikte tekemmül etmiş olan sunufu devlet ise ancak kendisinin İslâm’la muahezesine müsaade ediyordu, etmek mecburiyetinde kalıyordu. Osmanlı düzeninin bütünüyle İslâmi bir düzen olduğunu söyleyemiyoruz ama başından itibaren teşekkül etmeye başlamakla beraber Fatih döneminde tekemmül etmiş İlmiye, Kalemiye ve Seyfiyeden oluşan devlet sınıfları bu muahezeyi, dinle muahezeyi kabul ediyordu. “Din asıl devlet onun feri şeklinde kurulmuştur” kaidesi Osmanlı düzeninde câri idi. Değilse dinin asıl olduğunu söylemediğimiz zaman zaten devletin olmayacağını sunufu devlet de biliyordu, o nedenle dinin asıl olduğunu, kendisinin dinle muaheze altına alınabilmesini kabul ediyordu. Bu Tanzimat’la yok oldu yani Tanzimat’a geldiğimizde tebaanın eşitliği kabul edildiği zaman kimse dinin asıl olduğunu söyleyemiyordu. Tanzimat eşitliği, Türk’ün üstünlüğüne son vermişti. Yoksa gaza beyliğinden itibaren devam eden Osmanlı düzeni içinde de sunufu devletin karşısında tam bir tasnif konusu edilemeyen kılıç ehli dediğimiz beraya sınıfı, sunufu devleti muaheze edebiliyordu. Dine uygun davranması konusunda yanlış bir iş olduğu zaman bunun dine uygun olması, bunun düzeltilmesi konusunda muaheze edebiliyor yönetime böyle katılabiliyordu. Yani yönetimin dine uygun bir işlem yapmasını temin edebiliyordu. Tanzimat’tan itibaren eşitlik kabul edildiği için hem Müslümanın hem gayrimüslim tebaanın eşitliği kabul edilmekle dinin asıl olduğu ilkesi fiilen kalkmış oluyordu. Hukuken de kalkmış oluyordu aslında belki fiilen işlerliği olsa da hukuken kalkmış oluyordu.
Biz Türk’ün üstünlüğünü yeniden İstiklâl Harbi akabinde elde etmiş olduk ve İslâm devleti olma hükmünü yeniden Cumhuriyetle elde etmiş olduk. Yani öncelikle Lozan’da evet istemeseler de bir İslâm devleti olduğu kabul edilmişti, devletin bir İslâm devleti olduğu kabul edilmişti tabii ki onun akabinde neler yapılacağı planlanmıştı ama bir İslâm devleti olduğu kabul edilmişti. İkincisi Türk’ün üstünlüğü kabul edilmişti yani bizim üç cephede yürüttüğümüz İstiklâl Harpleri hem Kazım Karabekir’in Kuzey cephesinde yaptığı, hem Maraş cephesinde yapılan hem de Sakarya da yapılan ile Türk’ün üstünlüğü kabul edilmiş, Tanzimat’tan bu yana kaybettiğimiz ne varsa hepsi alınmış idi. Hem devlet hem vatan yağmaya tabi tutulmuştu az öncede anlattı arkadaşlarımız aslında Tanzimat’tan itibaren bir yağmaya tabi tutulmuştuk. Yani bu İstiklâl Harbi aşamasında Sakarya’nın üstünlüğüyle engellenebildi aynı zamanda devlet de İslâmi bir vasıf kazandı. Yani kimse Cumhuriyetin İslâm devleti olmadığını o zaman söylemiyordu aynı zamanda Türk’ün üstünlüğü de kabul edilmiş oldu. Dediğim gibi aslında Tanzimat’tan itibaren kaybettiğimiz şeyin tamamı Cumhuriyette yeniden ele alınmıştı. Sakarya galibiyeti sonrası talebi üzerine Büyük Millet Meclisinin kararıyla, Mustafa Kemal Paşa'ya "Gazi" unvanı verildi. Çünkü gaza beyliklerinden itibaren ikinci kez bu toprakları vatan kılan gazilerin başında ancak bir gazi bulunabilirdi. Gazâda bulunmuş olmak, aynı zamanda devletin başında bulunmuş olmanın açıklanmasıydı.
Belki ilk aşaması diyebileceğimiz bu muharebelerde, İstiklâl Harbinin ilk aşamasında Sakarya’nın galipleri öncelikle şehitlerdi, ikincisi gazilerdi. Yani Sakarya’da savaşan gaziler gaza bittiği zaman gazanın akabinde diyelim bitmediğini söylüyoruz evet gazanın akabinde kendi işlerine güçlerine döndüler. Devletteki talana katılmadılar yani İstiklâl Harbini ya da Sakarya’yı kazanmış olan gaza ehli kendi köyüne, işine döndü. İşte Deveci yazdı bir İstiklâl gazisinin oğlunun ağzından gazi maaşı dağıtılması dönemindeki tutumunu. Oğlu diyor ki “Bizi bankaya davet ettiler. Babam istemedi ama gitmemiz lazım falan deyip ben bir şekilde götürdüm. Biz gittik davetten sonra uzun zaman gitmemiştik, sonradan gittik bir baktık ki büyük meblağ maaş toplanmış, gazi maaşı bugüne değin toplanmış, hiç kullanılmamış.” Müdür: “Bu maaşı al” dedi babama. Babam: “Ben almam bunu bu helal olmaz falan” dedi. Müdür dedi ki “İstersen git müftüye sor bu helaldir al bunu” dedi. Babam birden hışımla ayağa kalktı: “Müftü kim oluyor” dedi “biz bunun için mi savaştık bunca sene, ben yedi sülalemi bununla kurtarmayı umuyorum..” İstiklâl Gazileri böyleydi. Evet bir kısım savaştan kaçanlar yeniden bu maaşı aldı ama esas gazi kesimi devletteki talana katılmadı ve kendi işinde gücünde hayatına devam etti. Ancak İstiklâl Harbinin ya da Sakarya’nın mağlupları hiçbir zaman vazgeçmedi. Yani biz savaşın bittiğini düşündük ve hiçbir dönem devam ediyor diye de düşünmedik. Sakarya’da galip olanlar savaşın bittiğini düşündü. Kendi hayatına kendi yoluna devam etti ama İstiklâl Harbinin mağlupları hiçbir zaman böyle düşünmediler ve gün be gün bunun intikamını almak için tuzaklar koydular. Bu Lozan’dan itibaren devam etti yani Lozan’daki bütün hükümleri kendi lehlerine işleyecek bir mekanizmayı evet dünya sisteminin de eliyle, desteğiyle temin ettiler. Dolayısıyla biz aslında savaşın bittiğini düşünüyorduk ancak onlar intikam alacakları günün sabahını beklediler ve gün be gün buna adım adım yaklaştılar bugün yüzüncü yılındayız yani yüzüncü yılında netice elde edebilecekleri günün geldiği kanaatine vardılar. Bununla birlikte işin içinde bütün dönemlerde İstiklâl Harbinin kaymağını yiyen ikinci bir tabaka oldu. Gaziler, galipler hiç işin içinde bulunmadı. Biz diyoruz ki: “İstiklâl Harbinin galipleri hiç söz sahibi olmadı hiçbir dönem söz sahibi olmadı, yönetimde, yönetim katında, kademesinde bulunmadı ama İstiklâl Harbinin mağlupları, Sakarya’nın mağlupları hiçbir zaman davalarından vazgeçmedi.” Bu vazgeçmeyiş bizi bugüne getirdi yani bugün İstiklâl Harbi mağluplarının intikam almak istedikleri, intikam almak için zemini oluşturdukları bir ortama ulaşmış oldu, ortama gelmiş oldu.
Türkiye 1923’ten 1945’e arasını dünya sistemiyle zıtlaşmama politikası üzerine yürüttü. Yenilikler ancak metropol ülkelerin imtiyazlarına halel gelmeyecek şekilde uygulama alanı bulabiliyordu. Yirmi yedi yıllık tek parti dönemi güçlü, mütehakkim bir devlet, zayıf ve fakir bir millet olarak yaşandı.
Devletin ilga hazırlıkları 1952 yılında İslâm ordularının NATO emrine verilmesiyle başlamıştı ki 1960’ta semeresini verdi. 27 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti’ni İstiklâl Harbi galiplerinin ülkesi olmaktan çıkardı. İlk kalemde İstiklâl Harbi veren orduyu tasfiye etti. Bu dönemde yeniden sunufu devlet hortladı. Dışişleri, Genel Kurmay, Milli İstihbarat Teşkilatı yeni dönemin devlet sınıflarıydı ve aralarındaki paslaşmalarla yönetim biçimleniyordu.
Türkiye’de Müslümanlar akıllarını başlarına almasından korkan dünya sistemi 1973’te suni bir siyasal İslam üretti. Ve bunun sonuçlarını da 2003 yılında AKP’yi iktidara getirerek aldı. Sıfır sorunlu yıllar sınır güvenliğini, çözüm süreçli yıllar iç güvenliği yok etti. Bu topraklar 27 Mayıs 1960 sabahından itibaren muhbirlerin cenneti idi. Şimdi hem köylerde hem şehirlerde varlıkları ve edindikleri taşınmazlarla yabancıların da cenneti oldu. Sakarya’nın mağluplarının el ovuşturdukları zamana geldik. Yeniden Sevr’in arefesindeyiz.
Bunun için bizim hem İstiklâl Harbinin ne anlama geldiğini hem İstiklâl Marşının bize çizdiği ideolojinin ne olduğunu bilmemiz buna odaklanmamız lazım yoksa evet yani işin sonu gelmiş gözüküyor, işin sonunu getirmeye çalışıyorlar.
Şimdi dünya sistemi her dönem her zaman bizi bir kafesin içine sokabiliyor, bizi kendi avı haline getirebiliyor. Yaşadığımız hayat içinde çeşitli yöntemlerle insan haklarından, demokrasiden, liberalizmden vs. bin türlü yöntem kullanıp yani bir sürü hastalıklarla, krizlerle bizi dünya sistemi kendi isteklerini işletebileceği bir mekanizmaya götürebiliyor. Bizim bu dünya sisteminin avı olmamamız için, avı olmaktan kurtulmamız için işin aslına dönmemiz lazım. İşin aslı da “dünyada niçin bulunduğumuz bilincine ulaşmak”. Yani bugün bize “gökten düşenin ne olduğunu bilmemiz” lazım. Gökten bize düşen şey nedir? Biz dünyada niçin bulunuyoruz? Aslında her şey bir “istekten” ibaret. Yani kulun gücü duayla mukayyet duadan daha üstün bir gücü yok kulun. Bu bizim itikadımız bakımından da böyle.
Biz ehli sünnetiz. Neden ehli sünnetiz? Mutezile olmadığımız için Cebriye, Kaderiye olmadığımız için ehli sünnetiz. Hem Kaderiye hem Mutezile “İnsanın fiilini kendinin yarattığını düşünür.” Yani “İnsan kendi fiilinin yaratıcısıdır” der. Cebriye de: “İnsan rüzgârın önünde tüy gibidir” der. Yani hiçbir fiile etkisi yoktur, fiilde hiçbir isteği, katkısı yoktur dolayısıyla tamamı Allah tarafından yaratılmıştır insanın bir mesuliyeti yoktur. Ehli sünnet ise diyor ki “İnsanın fiilinin yaratıcısı Allah’tır ancak insan bir fiili yapmayı isteyebilir.” Yani bu bardağı almayı isteyebilir, insanının muhayyerliği budur, bu istek bizim itikadi mesuliyet alanımızdır. Yani bizim hayrını istediğimiz de şerrini istediğimiz de hesabımızda kefemize konulacaktır. İstediğimiz fiili Allah-u Teala yaratmayabilir bunda bizim sadece neye yöneldiğimiz, neyi istediğimiz önemli. O nedenle Rasulü Ekrem’in bir hadisiyle konuşmamı tamamlayayım: “İslâm’ın deveranının, değirmeninin olduğu yerden ayrılmayın.”
Gökhan Göbel: İstanbul şubemiz yönetim kurulu üyemiz İbrahim Kesgin konuşacak.
İbrahim Kesgin:
Selamun Aleyküm
Ben de İstiklâl Marşımızın yazıldığı kahraman ordumuzun ne olduğu ve daha sonra bu ordunun başına neler geldiği hakkında bir konuşma yapacağım inşallah. Önce İstiklâl Harbi’nin cereyan ettiği üç cepheden bahsederek başlayacağım. Birinci cephe doğu cephesi dediğimiz cephe. Burada 1917 yılında Rusların çekilmesiyle, Rusların çekildiği yerlere aynı zamanda Ermenilerin gelmesiyle -ki zaten Ermeniler buradaydı yani Rus ordusunun içindeydi bu Ermeniler- buraları 3. Orduyla bizim kurtarma mücadelemiz. 3. Ordu’nun içerisinde yine 1. Kafkas Kolordusu var bu da yine Kazım Karabekir’e bağlı bir kuvvet. İşgal altındaki bölgelerimizi Ermenilerden kurtarıyoruz. Tabii sadece Ermeniler değil bu bölgede Gürcüler de var işte Pontuscular da var. Bunların hepsiyle orada bir mücadele sergileyerek buraları kurtarmış oluyoruz. Fakat daha sonra Mondros Mütarekesi imzalanınca bazı bölgelerimizden çekilmek durumunda kalıyoruz. Bunun içerisinde “Elviyeyi Selase” dediğimiz bölge de var. Daha sonra 3. ve 9. Ordu var orada bu ordularımızdan dört tümen bırakılıyor orada. Yani 3. ve 9. Ordu naklediliyor oradan ve dört tümen kalıyor. Bu dört tümen de orada 15. Kolordu’yu oluşturuyor. 15. Kolordu’nun başına da Kazım Karabekir yine tayin oluyor ve orada yine biz terkettiğimiz bölgeleri aynen geri alıyoruz. Buna Batum da dahil. Tabii bu nasıl gerçekleşiyor. Mondros Mütarekesi’ne göre bizim orada silahsız olmamız lazım. Yani silahları teslim etmiş olmamız lazım. Ama biz orada silahları teslim etmiyoruz. Bunu da yine harp hiledir hadisi üzerine planlıyoruz. Yani işte silahları teslim etmek üzere bir trene yüklüyoruz orada. Tren yolda giderken köylü kılığına girmiş 15. Kolordu’nun subayları ve işte yine köylüler treni bir yerde durdurup içindeki bütün malzemeyi yağmalıyorlar ve orada biz silahlarımızı bu şekilde bir hileyle kurtarmış oluyoruz. Doğuda böyle başlayan bir zafer kazanıyoruz diyebiliriz tekrardan. Bunların ikisi de taarruz. Oradaki sınırlarımız belli oluyor. Burada Kars’ı Artvin’i Ardahan’ı alıyoruz. Batumu da alıyoruz tabii ama Moskova Anlaşması’yla daha sonra Batum’u bırakıyoruz. Yani Misak-ı Milli’den ilk taviz verdiğimiz yer böylelikle Batum olmuş oluyor. Fakat Mondros Mütarekesi’nde Batum ve Musul’da askerlerimiz var. Yani buralar hiç şüphesiz bizim topraklarımız. Yani ordumuzun fiilen bulunduğu yerler dikkate alınırsa.
Harbin ikinci cephesi güneyde cereyan eden hadiseler. Bunlar da yine Maraş, Urfa ve Antep’in Fransızlardan temizlenmesi hadisesi. Yaşanan bu çete harbinin harp stratejileri içindeki yerinden bahsetmek lüzumu var. Çünkü bunun bir yeri var yani harpte bir yeri var. Biz buna harb-i sağir demişiz. Yani bu küçük harp. İşte buna gayrinizami harp de denmiş. Bu daha çok Cumhuriyetten sonra kullanılmış. Çünkü işte bunlar nizamı olmayan düzensiz birliklerdi. Ama böyle değil tabii ki. Yani çetelerin de kendi içerisinde bir iç işleyişi bir disiplini var. Çete harbi en az zayiatla en çok zayiatı verdirmeye yönelik bir harp aynı zamanda. Doğrudan halkın içinden başlayan bir hareket olduğu için de başarıya ulaşma ihtimali yüksek. Yani bunun misalleri var. Başarıya ulaşmış misalleri var çete harbiyle. Biz bunu çok iyi tatbik etmişiz yani güney bölgemizde ve batıda. Mesela Çerkez Ethem’in kuvvetleriyle bastırdığı iç isyanlar var. Yani yine işte Urfa, Antep, Maraş’ın Fransızlardan temizlenebilmesini sağlamış. Bu çete harbinin sonunu da Urfa’daki Fransızların temizlenmesinden on iki gün sonra açılan Büyük Millet Meclisi getiriyor. Büyük Millet Meclisi “düzenli” orduya geçmemiz demek. Yani harbin bir merkezden yönetilmesi demek aynı zamanda. Bu çete harbinin bütün yurtta başarıya ulaşmasıyla aslında milletin elde edeceği şeyler kestirelemiyor. Yani çete harbine devam etmemizin doğuracağı sonuçlar kestirilemiyor. Yani bu, bu bakımdan çok önemli bir şey.
Üçüncü cephe Batı Cephesi ki bu cephenin içerisinde Meclisin uhdesinde teşkil edilmiş ordumuzla kazandığımız en büyük zafer Sakarya Meydan Muharebesi’dir. Sakarya Meydan Muharebesi verilmeden beş ay önce İstiklâl Marşı kabul ediliyor. Yani İstiklâl Marşı’nın cepheye etkisini Sakarya Meydan Muharebesi’ne etkisini tam olarak bilemiyoruz. Fakat Muhiddin Nalbandoğlu’nun “İstiklâl Marşımızın Tarihi” isimli kitabında Hamdullah Suphi’nin notlarından naklettiğini söylüyor bunu; 700 şiirin içerisinden üç şiir seçilmiş. Hamdullah Suphi cephelere mektup yazmış. Komutanlardan bu üç şiiri askerlere okumalarını, en çok heyecan uyandıranın, en çok coşkunluk uyandıranın hangisi olduğunu tespit etmelerini istemiş. Ve gelen cevaplardan, yani mektuplardan da Hamdullah Suphi görmüş ki en çok heyecan uyandıran coşkunluk uyandıran şiir Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı. Ve o zaman işte karar vermiş Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı okumaya mecliste. İlk onu okuyor yani mecliste. Marşı talep eden ordumuz böylelikle marşı da seçmiş diyebiliriz.
Ordumuzun ne olduğunu anlayabilmek için yani Türk milletinin ne olduğunu anlayabilmek için İstiklâl Marşı’na müracaat etmek şarttır. Çünkü marşımız kahraman ordumuza yazıldı. Bunun üstü bugün örtülmeye çalışılan bir şey. Yani latin harfli nüshalarına bakarsanız bu ithafı göremezsiniz zaten. Yani dolayısıyla bunun üstünün örtülmesi aynı zamanda bu keşfin de önüne geçilmesi buna mani olunması demek.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Marşımızın “korkma” diye başlamasına birileri itiraz ediyor. Marşımız böyle başlamaz diye. Halbuki biz bunun “لا تحزن” le irtibatının olduğunu söylüyoruz. Yani “لا تحزن ان اللە معنا”. Burada ordumuza bir telkin var. “şafaklarda yüzen al sancak” şafak kelimesi bizim lisanımızda gün doğmadan önceki aydınlık olarak hassaten kullanılıyor. Fakat Arapçada bir manası daha var bunun. Bu da güneş batttıktan sonra yatsıya kadar olan kızıllık yani alacakaranlık deniyor aynı zamanda buna. Biz bunu bu manasıyla pek kullanmıyoruz. Şafak kelimesini içinde bulunduğumuz durum göz önünde bulundurulduğunda bu anlamıyla anlayabiliriz. Yani Türk milleti bir alacakaranlığın içindeydi İstiklâl Harbi’nin verildiği sıra. Bizim toplandığımız yer işte bu kızıllık. Bu kızıllıktaki sancağın altı. İstiklâl Harbi bu toprakları ikinci kez vatan kılabilmemizi sağladı. İnsanlar için bu bir meseleydi aynı zamanında. Bundan sonra bir Türk vatanı olacak mı olmayacak mı meselesi. Güneş batmıştı belki ama ziyaları devam ediyordu. Al sancağın da şafaklarda yüzmesi yani o alacakaranlığın içinde olması durumu bu. Sancak da doğrudan doğruya İslamın sancağı yani Türk Ordusu’nun sancağı.
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Sancağın neden sönmeyeceği hususunda bir şey bildiriyor bu mısra bize. En son ocak sönmeden sönmeyecek. Ordumuza peygamber ocağı deriz. Buradaki son ocak vasfına sahip tek unsur İstiklâl Harbi’nde Türk Ordusu. Yani direnen tek gücümüz Türk Ordusu.
O benim milletimin yıldızır parlayacak!
Burada kasıt sancağa atıfla yine Türk Ordusu’dur. Bu zulmet içinden parlayan yani alacakaranlık içerisinde yıldız gibi parlayan bir sancak. Mehmet Akif 1915 yılında 1. Cihan harbi devam ederken yazdığı bir şiirinde şöyle diyor;
"Ecdâdımızın kanları seller gibi akmış…
Maksadları dininle berâber yaşamakmış.
Evlâdı da kurbân olacakmış bu uğurda…
Olsun yine, lâkin bu ışık yoksulu yurda,
Bir nûr-ı nazar yok mu ki baksın bacasından?
Bir yıldız, ilâhî? Bu ne zulmet! Bu ne zindan!
Hâlâ mı semâmızda gezen leyle-i memdûd?
Hâlâ mı görünmez o seher-pâre-i mev’ûd?"
“Seher-pare-i mev’ûd” yani beklenen bir vaad var. Ordumuz “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” mısraı üzerine direniyor. İşte bahsi geçen yıldız Türk Ordusu olarak zuhur ediyor. Türk milletinin ihtiyacı olan ışık buradan parlıyor. Kahraman ordumuz, İslâm’ın hala bir askeri gücü olduğunu gösteriyor.
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Biz Türk Milleti olarak İslamın sancağını taşımış bir milletiz. Ordu-millet dediğimiz şey bu. Türklük islamın sancaktarı, islamın kılıcı olmakla mümkün. Sadece bizim olmasının, ancak bizim olmasının sebebi bizim ferdiyetimizi doğrudan doğruya buradan temin ediyor oluşumuzdur. Yani biz kafirle çatışmayı göze alan insanlar olarak aynı zamanda Türk Milleti’nin bir ferdi olabiliyoruz. Türk milletinin ferdi olmanın başka bir yolu yok.
Sakarya muharebesi “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın” mısraının tam olarak tatbik edildiği yerdir. Meydan muharebesinde günden güne değişiyordu vaziyet aldığımız yerler ve orada siper kazmanın siper bulmanın gerçekten mümkün olmadığı zamanlar yaşandı. Bir gecede, bir gün içerisinde defalarca el değiştiren yerler var. İşte orada gövdesini siper etti Türk Ordusu ve Allah bize bir zafer nasip etti.
2. Cihan Harbi’nin sonunda ise Türk Ordusu savaşın tek kazananı Amerika’nın güdümü altına girdi. 1946’da Ruslar bize bir nota verdi. Nota vermekteki gayeleri Moskova Anlaşması’nda bıraktıkları Kars ve Ardahan’ı almak, boğazların yönetimini ele geçirmek. Bu notadan sonra NATO’ya girene kadar devam eden bir sürecin içerisine girmiş oluyoruz. 47’de Truman Doktrini denilen yardımlarla birlikte ordumuzun hem doktirinel olarak bir değişikliğe uğraması hem de Amerikan artıklarıyla silahlandırılmaya başlaması bu da çok dikkate değer. Yardımlarla gelen silahların sonrasında tamir ücretleri işte onların maliyetinden daha yüksek. 50’de Kore Harbi çıkınca asker göndereceğini ilan eden ikinci ülke Türkiye. Yani ortada bir meclis kararı falan yok. Öyle gönderilmesin diye bir hadise de çıkmıyor. Yani neden meclisin onayı alınmadı gibi itirazlar var. Oraya tugay seviyesinde bir birlik gönderiliyor. Amerikalıların komutasında bu kuvvet orada. Kunuri’de biz kan döküp İngilizlerin, Amerikalıların canını kurtarıyoruz. Bunun karşılığı olarak da 1952’de NATO’ya giriyoruz. Yani bu işte sanki Demokrat Parti geldi NATO’ya soktu Türkiye’yi gibi bir şey yok. Öncesinde zaten 2. Cihan Harbi’nden sonra Türk Ordusu bir Amerikan güdümüne girmişti. Mesela Amerikan talimnameleri aynen tercüme edildi ve bunlar tatbik edildi. Farklılıklar vardı tabii işte “papaz” yazıyordu o talimnamelerde onları “alay imamı” yaptılar. Ama işte “papaz” kalan da var yine.
27 mayısı yapanlar da işte bu güdümün subaylarıydı. Yani NATO’ya ve CENTO’ya bağlı subaylar. Bildiride geçen hali bu zaten NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız. NATO’yu biliyoruz CENTO ne? CENTO tamamen İngiliz ve Amerikan istihbari faaliyetlerinin yürütülmesi için fonlanan bir örgüt. Zaten üye devletlere bakarsak Irak, İran, Pakistan, Türkiye, İngiltere. Amerika üye değil fakat izleyici konumunda bütün toplantılara katılıyor. Tabii fonlamanın büyük bir kısmını da yine Amerika yapıyor. 27 Mayıs’la birlikte vatansever subayların tamamı emekli edildi. 5000 subayın emekli edildiği söyleniyor hatırı sayılır bir kısmı da general. 61’de artık ismi Türk Ordusu olarak bile geçmiyor resmi şeylerde. Türk Silahlı Kuvvetleri denmeye başlandı. İşte bu kuvvetler kimin kuvvetleri bunu hesap etmek lazım.
Ordunun başına ne geldiyse Türk Milleti’nin de başına o geldi. Ordumuzun gücünün zayıflatıldığı, zayıfladığı her hadiseden sonra Türk Milleti’nin üstündeki kafir tasallutu arttı. Bugün şüphesiz bir Türk milleti vardır diyebiliyor muyuz? Bunu diyemiyoruz bu sebeple şüphesiz bir Türk Ordusu vardır da diyemiyoruz. Bugün Misak-ı Milli’yi tahakkuk ettirmek üzeri mi askerler Suriye’ye gönderildi. Amerika’nın eline yüzüne bulaştırdığı pislikleri temizlerken “Kimsenin toprağında gözümüz yok…”la başlayan konuşmalar yapıp Misak-ı Milli’den bahsediliyor. Yani yine “Bizim topraklarımız 4. Maddeye göre aynı zamanda NATO’nun topraklarıdır” diyor kim? 2012 yılında dönemin başbakanı bunu söylüyor. Topraklarımız NATO-Amerikan üsleriyle ne türden bir işgal altında bunu da düşünmek lazım.
Ordu günden güne zayıflatıldı bugün Türkiye’de salim bir ordu yok. Yani işte İHA’lar var SİHA’lar var kendi tankımızı yapıyoruz vesaire diyebilirsiniz. Bunların nasıl yapıldıkları, karşılığında ne alınıp ne verildiği ayrı mesele. Salimlikteki ölçümüz abdestli iken kendimizi silahlı saymamızdır. Önce bunu sağlamak lazım. Kafirin ikame edemeyeceği tek gücümüzün bu olması lazım. Bu güce kavuşmak için önce yazımızı geri alacağız. Çünkü İsmet Özel’in ifadesiyle bugün Türkiyede “Öz Türkçecilik şimdi elimize atsak atamayacağımız, satsak satamayacağımız bir dil bıraktı.” Ordunun durumu da budur. Türkçe’nin başına Öz Türkçecilik eliyle getirelen şeyler gibi ordunun başına da türlü belalar getirildi. Bugün lisanımız varsa yani bir Türkçe konuşuluyorsa bu hala Türk Ordusu diyemediğimiz ordunun gücünün hissedildiğinin göstergesidir. Bu Misak-ı Milli’de de böyleydi. Ordunun bulunduğu yerler ve gücünün hissedildiği yerler. Gücünün hissedildiği yer ne demek Türkçe konuşulan yer demek. Yani bu kafirler için hala rahatsız edici bir şey. O yüzden ordunun üstündeki zayıflatma faaliyetleri hala bitmiyor. Yani işte biri çıkıp bunlar kimyasal silah kullanıyor diyerek Amerikayı göreve çağırıyor. Bugün son ocak vasfını haiz tek yer İstiklâl Marşı Derneği’dir. İstiklâl Harbi’nin verildiği şartlardan daha iyi bir vaziyette olduğumuzu iddia edenlerin hepsinin tasfiye edilmesi gerektiğini söylüyoruz. İstiklâl Harbi Türk değilim ama bu topraklarda benim de hakkım var diyenlerin havalarını alması için verildi. İstiklâl Marşı Derneği de bugün bunun için var. Teşekkür ederim.
Oruç Özel:
Selamun aleyküm.
Gerçi İbrahim Bey’in konuşması son konuşma olsa daha iyi olurmuş. Aslında öyleydi, ben kendimi sona aldırdım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar/Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
İstiklâl Marşının bu iki mısraı, bize dünyada iktisaden olan biten şeyler hakkında talimat veriyor. Ben bugün size iktisadi meselelerle alakalı aklım erdiğince bir şeyler nakletmeye çalışacağım. İstiklâl Harbi’nin bitmemesinin en ehemmiyetli veçhesi dünya sisteminin para hakimiyetinin ne olduğunu bilmek, anlamakla müteradif. İkinci başkanımız Gökhan Göbel pek teferruatlı malumat verdi, bunların üzerine bazı noktalara değinerek konuşmamı tamamlamak istiyorum.
İstiklâl marşı ne diyor bize, Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar/ Garp var, çelik zırhlı bir duvar var, onun karşısında da iman dolu göğsümüz var, bununla alakalı tafsilatı İbrahim Bey izah etti. Ama karşımızda para hakimiyeti var ve bu şuan da belki insanlara çok ehemmiyetli gelmeyebilir ama 1921 istiklâl marşının yazıldığı yılda çelik zırhlı bir duvarın karşımızda olması konuyu çokça içselleştirebilecekleri, anlayabilecekleri; meselenin ne kadar büyük olduğunu anlayacakları bir mısraı idi. İstiklâl Harbinin öncesinde ve sonrasında dünyada para hakimiyeti ve bizim bu hususta durumumuz nasıldı. Tabii bunun sizlerin günlük yaşamları ile alakası çok yüksek. Herkesin kafasında iktisaden ne olacak, ne nedir, ne değildir diye bir şey var. Biz burada neden bahsediyoruz: Bizim bir şiarımız var; Fahri Genel Başkanımızın Genel Başkan iken hıristiyan tarihine göre 2009 senesinde yaptığı konuşmanın adı “Milli Pazar Olmadan, Milli Birlik Olmaz”. Bizim burada tesis etmemiz gereken şey Milli Pazar değil, bizim tesis etmemiz gereken şey Milli Birlik. Milli birliği de niçin tesis etmemiz gerekiyor? Çünkü kendi vatanımızda, dünyada Allah’ın hükmünün hâkim olmasını istiyoruz, başka bir planımız yok! İstiklâl Marşı Derneği’nin bir bu noktada iktisadi herhangi bir planı yok. Yani biz bir Milli Birlik tesis edeceğiz ve tesis ettiğimiz Milli Birlikle hesap gününde hesabımızı vermeyi amaçlıyoruz. Bu sebeple de bir program olarak ön şart, milli pazarı tesis etmeyi amaçlıyoruz. Bir iktisadi çözüm efendime söyleyeyim iktisadi bir yol yordamdan bahsetmiyoruz. Bu ne demek? hıristiyan takvimine göre 2022 senesine geldiğimizde görüldüğü üzere dünya sistemi karşısında, dünya sisteminin sunduğu iktisadi şartların karşısında ona benzer veya onun açıklarını yakalayarak bir yer temin etmek, yine bizi dünyada onların tasnif ettiği, kademelendirdiği durumlardan bir durumun içine sokacaktır. Bu girizgahı yapmamın sebebi bütün meselenin bizim seçimlerimizde olması. Yani bir Müslüman her hangi bir işi yaparken helal mi, haram mı olduğu; hayra mı, şerre mi hizmet ettiği ve bunun hesabını yarın nasıl vereceğinin endişesi ile, buna karar vererek yapar. İktisat meselesini izah etmeden bunu bilmemiz lazım.
Osmanlı devletinin mali olarak çöktüğü ile alakalı, Düyun-u Umumiye ile alakalı bilgileri Gökhan beyler de söylediler. Şu yıllara döndüğümüzde hangi yıllara; Şalvarı şaltağ Osmanlı /eğeri kaltağ Osmanlı/ ekende yok biçende yok/ yiyen de ortağ Osmanlı. Bu taşlamanın söylendiği yıllara döndüğümüzde, 15. 16. hıristiyan asrına döndüğümüz zaman işler devlet açışından iyi gidiyormuş. Çünkü Osmanlı esas vatanı/yurt olarak kendine balkanları bildiği zamanda bir şekilde gaza ediyordu, topraklar kazanıyordu, kazandığı topraklardan vergi alıyordu, Balkanlardaki üretimden vergi alıyordu. Bu söylediğim taşlamayı söyleyen Beraya da tabiri caizse yoksulluk içerisinde yaşıyorlardı. Ama parasızlık devletin bir derdi olmadı o yıllarda, ne zaman ki gazadan geriye düştüler, bolluk hesabı, ganimet akışı sorun teşkil etmeye başladı, ta ki maaşları ödeyemeyecek 19 . yy başlarına gelinceye kadar. Bir örnek vererek bu noktaya geri gelmek istiyorum, daha önce de verdiğim bir örnek. Türkiye’de yapılmak istenip yapılamayan bir şey yok. Bu evveliyattan böyleydi, hiçbir şey yapılamadığından yapılamıyor değil. Misalim şunla alakalı: Önce devlet teşekkülü olarak bir kağıt fabrikası kurmuşlar 1809-1810 da, birkaç sene idare edilmiş, sonra demişler ki Avrupa’dan ithal kağıt getiriyoruz, daha ucuz oluyor, bu sebeple de bu fabrikaya ihtiyaç yok gibi siyasi bir düzenekle inhisara uğruyor, kapatılıyor. Sonra yine 1890’ların başında bir imtiyaz sahibi atıyorlar, diyorlar ki; 50 sene kağıt üretimi senin. Bununla alakalı bir fabrika teşkil ediliyor. Fabrika Beykoz kağıt fabrikası, Hamidiye kağıt fabrikası, başmabeyn Osman bey yapıyor bu işi, İngiltere de kağıt makinaları üretimi yapan Masson Scott adlı bir fabrika var oradan makinalar getiriyorlar, dört tane her şeyiyle beraber makine getiriliyor. Ve ne yapılıyor makinalar taksitle, borç parayla alınıyor, bunu ödemek içinde fabrikanın hisse senetleri satılıyor. Oradan para gelecek, taksitleri, borçları ödeyecekler. O zaman için en üst teknoloji de kağıt fabrikası tesis etmişler, ama istediği şekilde satılmıyor hisse senetleri dolayısıyla bir, iki, üç borcu ödemedikleri zaman hukuka uygun şekilde İngiliz fabrikası el koyuyor, daha doğrusu devrediliyor. Bunlarda fabrikayı işletiyorlar, yine siyasi baskılarla diyorlar ki “hem makine yapıyorsun, hem kağıt fabrikası işletiyorsun, kağıt pazarına giriyorsun, bu olmaz deniyor, adam da fabrikayı kapatıyor. 1912’ye doğru artık fabrikayı on dokuz-yirmi sene kapalı kaldıktan sonra satışa çıkarıyor, haraç mezat yine fabrika geri alınıyor, peşine İngiltere’den adamlar falan getiriyorlar Birinci Cihan harbi patlak veriyor. Birinci Cihan harbi patlak verince yine İngiliz ortak işçileriyle birlikte memleketi terk ediyor, fabrika tekrar kapanıyor. Almanlarla birlikte girdiğimiz için savaşa, Almanlar da bu fabrikadaki makinaları silah sanayiinde kullanmak için söküyorlar, ortada bir kağıt fabrikası kalmamış oluyor o zaman için. Şimdi bu hikayelerin derlenmesi gazete haberlerinden oluyor. Bir takım resmi evrak, geçmiş evraktan “yine bir şey becerememiş adamlar” diye önümüze getiriyorlar. Fakat burada geriye döneceğim dediğim şey şuydu; mesela bu hisse senetleri satılmıyor. Hisse senetlerinin satılması ne demek, yani Cumhuriyetin ilanından çok sonra Türkiye’de, İstanbul’da borsa teşkil edilmesine rağmen nasıl oluyor bu iş? Düşündüğümüz zaman baktığımızda Galata Bankerlerinin -bazı yazılara göre dünyanın ilk 5’ine girecek- borsa işlettikleri resmen biliniyor. Bu fabrikanın hisse senetlerini alınmasına mani oluyor galata bankerleri ve bu fabrika batırılıyor. Bu galata bankerleri hangi galata bankerleri? Düyun-u Umumiye kurulmadan önce Osmanlı’nın borç aldığı adamlar bunlar. Borç alıyor ama borç aldıkları gözükmüyor, Duyunu Umumiye niçin kuruluyor Avrupa’da ki devletlere olan borçların, onlar tarafından tahsil edilmesi için kurulmuş bir irade. Yani biraz önce “tütünle tuza dokunmadan” demişti İkinci Başkanımız, fakat tütünle tuzun vergisinin bütün imtiyazı Düyun-u Umumiye ait. Yani geriye ileriye dönüp baktığımızda şunu görüyoruz, biz iktisaden bir atılım yapmayla alakalı bir program gütmüyoruz. Bütün olan biten bize içerde nasıl hareket edeceğimizi yönlendirmeleriyle gösteriliyor. Hepimiz çoluğumuzun çocuğumuzun nafakasını kazanmak, merde- namerde muhtaç olmamak için çalışıyoruz. Bunun devlet olarak nasıl olacağıyla alakalı bütün dünya sisteminden zoka yutmamak gibi bir mesuliyetimiz var. Çünkü Birinci Cihan harbini verdikten sonra, İstiklâl Harbi’ni verdikten sonra bugüne kadar olan işleri ne oldu? Bize Lozan’da “Sen her şeyi yaptın, Sakarya Meydan Muharebesi kazandın ama dünya böyle dönmüyor, yani nasıl bu işin içerisinde olacaksın. Biz seni bunun kurallarını koymak üzere buyur ediyoruz” dediler ve o buyruklarla biz önce küçük olan sonra büyük olan İzmir İktisat Kongresi yaptık, ne sebeple? Dünya sistemine tarım ürünleri ihracı yoluyla entegre olacağımız hususunda, Lozan’da mutabakata varmak durumunda kalındığı üzere. İngilizlerin bir yöntemi vardı, o şartlarla dünya sistemine ayak uydurulması söz konusu oldu. Bu hususta bir harbin bitmediği görülmedi, sıfır olmaktansa bir olduk, kendimize bir yer edinmemiz lazım şiarı devam etti, harp bitti diyerek bunu yaptılar. Fakat İkinci Cihan harbi patlak verdi, burada da Amerika harbin galibi olarak bambaşka şartlarda bir dünya düzeni önümüze koydu. 37 biliyorsunuz biraz önce İbrahim Bey söyledi; “37 sene süren cumhuriyetin ömrü 1960’ta bitirildi”, biz hala uzatmalar noktasında devam eden bir hayat sürüyoruz. İşte burada demek istiyoruz ki; Dünya da dünya hayatımızı kazanmak üzere bir ekmek-biçme ve ticaretle uğraşmak durumundayız. Bedir gazvesi Müslümanların mallarını, Mekke’de bıraktıkları mallarını geri almak için, o kervana karşı yapıldı. Mevcut bu dünyada yaşayabilmek için gayret göstermek zorundayız ama bu bütünüyle, en başta İstiklâl Marşının bize teklif ettiği gibi -bütün dünya sisteminin parçası, şubesi olarak değil, bunun karşısında- bir Türk düzeni kurmakla olacak diyorum. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
Bugün beşincisini gerçekleştirdiğimiz panelimizin konusu önceki konularımız gibi itikadîdir.
İstiklal Marşı, bir gün gelip de hesaba çekileceğini birinci meselesi yapmış insanların vasfından, Müslüman vasfından doğmuştur.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
İstiklâl Marşı Derneği bir usule bağlı olarak şubelerine kavuşmaktadır. Bu hususiyetin manası, bildiklerinin tamamı Allah’a kulluk etmekten ibaret olan,