DOĞACAKTIR SANA VA’DETTİĞİ GÜNLER HAKK’IN PANELİ TAM METNİ

Durmuş Küçükşakalak:

Selamun aleyküm,

“Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” mısraını bugün serlevha haline getirdik çünkü bu mısralar yazıldığındaki mevcut şartlardan çok daha kötü şartlardayız. Çünkü İstiklâl Marşı cephede okunmak üzere ve cepheden okunmak üzere yazıldı; bu mısra ve bu mısralar… Bütün İstiklâl Marşı. Bu va’de inanacak on binlerce insan vardı, kimse yoksa cephedeki askerler vardı. Çünkü dünya tarihinin akışı itibariyle 1921 yılında Hakk’ın va’dettiği günler olduğunu, bunun da sadece bizim üzerimize doğacak günler olduğuna inanan insanlar sadece bizdik. Bu va’din muhatabı dünyada başka kimse yoktu. Ama bugün tarihe biraz ilgi duyan, İstiklâl Marşı’nın ne olduğunu; en azından cumhuriyetin ilanından 2 yıl önce yazıldığını bilen birisine bu mısradan ne anladığını sorarsanız size diyeceği şey “Cumhuriyet doğdu” olacaktır. Cumhuriyete burun kıvıran birisiyse diyecektir ki “işte 20 küsür senedir o günler doğmaya başladı. Kur’an-ı Kerîm okuyan bir cumhurbaşkanımız var, meclisimizde başörtülü milletvekillerimiz var…” diyerek bir şeylerden bahsedecektir. Ama bu mısraları yazan şair, ki Türk şiirinde sıkıysa varlığı inkâr edilsin diyebileceğimiz kıratta bir şair 10 yıl boyunca Mîsak-ı Millî sınırları içinde yaşayamadı. Mısır’da hastalandı ve ölmek için, öleceğini anladığı için; orada ölmeyeyim diye bu topraklara geri döndü. Abbas Halim Paşa himayesinde ve Mısır apartmanında vefat etti. Hasta yatağında yatarken gelen ziyaretçileri tek tek not edildi. Dahası cenazesine gelenler not edildi. “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...” Bu mısraın kaleminden dökülen şahıs böyle bir gün görmedi. Yine İstiklâl Marşı yazıldıktan 86 sene sonra Türk şiirinde sıkıysa varlığı inkâr edilsin, sadece Türk şiirinde değil dünya şiirinde sıkıysa varlığı inkâr edilsin denecek kıratta bir şair İstiklâl Marşı Derneği’ni kurdu. Yani o Türk milletine va’d edilen günler doğmuş, doğmasını bırakın şafağı görünmüş olsa idi İstiklâl Marşı Derneği diye bir derneğin, bu isimde bir derneğin kurulması Hakk’a isyandan başka bir mana ifade etmezdi. İstiklâl Marşı Derneği bugün varsa o va’dedilen günlerin doğması için var.

Onun için bütün cumhuriyet tarihimiz boyunca insanları ikiye ayırabiliriz: Kahir ekseriyeti saflığa varacak seviyede temiz kalabilenlerdi. “Yani bir gün doğdu, evet, dudak da büksek, bir şey diyemesek de, hayırlısı bakalım daha sonrasında neler göreceğiz, bu değil ama bir şeyler doğdu...” diyerek gayet saf, temiz kalmayı bir şekilde becerebilen insanlar böyle düşündü. Ama özellikle Türkiye’yi çekip çeviren, bir şekilde Türkiye’de söz sahibi olan insanların hepsi yalancı şahitlikte yarıştılar, bunu bir meslek haline getirdiler. O günlerin bu günler olduğuna milleti ikna için yalancı şahitlikte yarıştılar. Saf düşünenlerden birisi Faruk Nafiz’di mesela. İşte o meşhur Han Duvarları şiirinde Ulu Kışla’dan Kayseri’ye 3 günlük bir yolculuk yapar, her akşam bir handa kalır ve ilk gün kaldığı hanın duvarında bir dörtlük okur. Daha sonra Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın mısraları olduğunu öğrendiği bir dörtlük okur. Çok öğretici bir şey, bütün şiir öyle aslında. Türk milletinin meseleye nasıl baktığını, saf, temiz kalabilenlerin nasıl baktığını öğretmesi açısından bakılması gerken bir şey. Orada, Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın dörtlüğünde der ki:

On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından, yâr kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben

Mısralarını okur ve ona cevaben o da bir dörtlük söyler:

Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme bahârına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!..

Bu şekilde çok saf baktık. Evet, yarına yetişti, yetişecek... Temiz olanlar bu şekilde baktı, va’dedilmiş günler, evet doğdu ama henüz sisli hava, henüz puslu hava, bulutlu, yağmurlu, güneş doğmadı, görmedik ama doğacak şeklinde baktı. Elimizde Misak-ı Millî’den inhiraf etmiş haliyle de olsa; öyle veya böyle bir vatan kalmasını Hakk’ın va’dettiği günler sayarak 100 yılı geride bıraktık.

Allah bizlere bir gün va’detti mi va’detmedi mi? Bu mesele, o va’dedilen günler nasıldır, ne şekildedir meselesinden önce gelir. Bundan önce, biz kimiz? Aslında önemli olan bu. “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” Yani sana! Sen kimsin? Biz kimiz? Kimlik meselesi bütün meselelerin başıdır, özellikle modern zamanlarda, özellikle 1945’ten sonra bütün milletlerin hayatına kastedildiği zaman dilimi içinde kimlik bunalımı başta biz olmak üzere milletlerin başındaki en büyük belâdır. Onun için kimliğimizi bir an önce, teşhis etmemiz, tefrik etmemiz gerekir. Biz kimiz, neyiz, bunu açıkça, sarahaten, kendimize, öncelikle kendimize “Ben şuyum” diyebilmemiz gerekir. O “ben şuyum” diyen insanların ortak beğenileri, müşterek sevgileri, müşterek nefretleri eğer birbirine mutabık olursa işte orada bir milli kimlikten bahsedilebilir. Kimliğimizin ne olduğunu İstiklâl Marşı’ndan başka sarahaten bulabileceğimiz elimizde herhangi bir metin yok. Bugün önümüze konan kimliğe ilişkin olduğu söylenen bütün metinler, bütün metinler dünya şartlarının gereği olarak var. Son bir asırdır bir takım yalanları, bir takım hikâyeleri arka arkaya dizmek suretiyle hazır kimlikler icat edildi. Konfeksiyon kimlikler. Özellikle 20. yüzyılın başlarında, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde bu işler bir anda parladı. Biz bugün Türk nedir dediğimizde Yahudilerin kendilerini tarif etmek için kullandıkları bir tarife başvurmak zorunda kalıyoruz, genel olarak… Devlet politikası olarak bu iş başladı çünkü. Yahudiler va’dedilmiş toprakları olduğuna önce kendilerini ikna ettiler; milattan önce 6. asırda. Yani Babil Sürgünü’nden sonra dediler ki “bu böyle olmayacak, gelen geçen bizi sürüyor, kendimize bir va’dedilmiş toprak tarif edelim, ona kavuşmak için mücadele edelim” ve bunu yaptılar. İstiklâl Marşı’nda ifadesini bulan bize va’dedilen şey toprak değildir, günlerdir. Hakk’ın bize va’dettiği şey toprak değildir, günlerdir. Kendilerine toprak va’dedildiğini iddia etti Yahudiler. Tevrat’ta öyle bir va’d yoktu. Babil sürgününden sonra bütün şeriatlarını elden geçirdiler, yeniden yazdılar. Misak-ı Millî dediğimiz şey bir va’d değil, bizim millet olarak üzerinde mutabık olduğumuz, üzerine yemin ettiğimiz, gavura inat buralardan çekilmeyeceğiz dediğimiz topraklardır. Yani milletin kavliyle toprağın ruhunun birleştiği yerlerdir Misak-ı Millî. Bize toprak va’dedilmedi onu biz kendimiz kendimize va’dettik, birbirimize va’dettik. Ama Türk topraklarında yaşayan ve Türk görünmenin formülünü bulan Yahudiler kendi zihinlerinde bir şekilde yaşattıkları arz-ı mevudu, va’dedilmiş toprakları Türkiye’ye tahvil ederek bir Türkiye ve ne idüğünü kimsenin tarif edemediği bir millet veya ulus tanımı çıkarmaya çalıştılar. Onun için devlete sirayet ettikleri nispette kendi ülkeleri kabul ettiler bu toprakları. Bize Hakk’ın va’dettiği günler var. Dediğim gibi bu günlerin ne olduğu, nasıl olacağı kesinlikle sonraki mesele. Önemli ve öncelikli olan bizim kim olduğumuz, o va’de layık olup olmadığımız meselesidir. Bugün ana meselemiz. Çünkü kimliği olmayan birisinin hiçbir şeyi kendi hesabına yapmasına imkân yok. Kimlik bunalımının olduğu yerde aslında o bunalımdan başka hiçbir ciddi mesele yoktur. Kim olduğumuz cevapsızsa veya yanlış cevaplandıysa orada her şey alelusuldür, geçicidir. Yırtıp yapıştırmadır, her şey eklektiktir. Kimlik meselesi varlık meselesidir. Kimliği olmayanın ayağa kalkması da, direnmesi de, atılım yapması da imkânsızdır. Gün görmesi de birilerine gününü göstermesi de imkânsızdır.

Yahudiler ve Türkler birbirine benzeyen, dış bakışta bizim tarihimizi ele alırsak birbirine benzeyen iki millet. Dini ile milliyeti aynı olan yeryüzünde iki millet var, onun dışında başka millet bulamazsınız. Yani en yekpare gözüken Çin’e bile gitseniz işte Taocusu vardır, Konfüçyanisti vardır, Budisti vardır, Müslümanı vardır… Hatta Yahudi Çinlisi vardır. Topyekûn bir şey değildir. Hindistan’a bakarsanız adam sayısınca neredeyse din vardır, binlerce dinden bahsedebilirsiniz. Amerikalılık hakeza din temelli bir kimlik değildir. Her şekilde Amerikalı olabilirsiniz. Velhasıl uzatabilirsiniz bu listeyi. Dini ile milliyeti kenetlenmiş, dinini söylediğinizde milliyetini; milliyetini söylediğinizde dinini kastettiğiniz yeryüzünde iki millet var: Türkler ve Yahudiler. Arada önemli bir fark var: Yahudiler milliyetlerini din haline getirmiş, milliyetlerini din kılığına sokmuş onun için gazaba uğramış yeryüzündeki tek millet. Türkler ise dinlerini milliyetleri yapmış yeryüzündeki tek millet. Yani Türk milleti dediğimizde Müslümandan başka bir şey anlaşılamaz. Tarihi itibariyle anlaşılamaz, dili, lisanı itibariyle anlaşılamaz.

Birbirine benzermiş görünen bu iki millet iki ırk tipi anlayışını da doğurdu. Yahudilerin eseri olan modern manada ırkçılığın karşısına İstiklâl Marşı’nda ifadesini bulan bizim ırkçılığımız yükselmiştir. Yahudilerin anladığı manada bir ırk ve ırkçılık tüm dünyada işlendi ve bu nispeten tuttu. İlginç bir şekilde olmayan bir şey tuttu. Yani çok da değil; bir 60-70 senelik emek sonucunda İslam’dan gayrı bir Türk olabilirmiş meselesi zihinlerde en azından tutmuş gözüküyor. Türklüğü genetik ve Yahudilerin anladığı manada ırk temelinde anlayan insanların Türklük tarifi Yahudiliğe hizmet eden bir Türklük tarifidir. Yahudiler bu işi 18. yüzyılda da bütün dünyaya öyle kabul ettirdiler ki bir ırk varmış gibi. Bir Yahudi ırkı var o kesin, yani bugün açın bakın genetik çalışmalarda tefrik edilmiş, teşhis edilmiş bir Yahudi geni diye bir şey bulursunuz. Hatta birbirini pek de tutmayan, bambaşka Yahudi kavimleri gibi gözüken Aşkenaz ve Safarat Yahudileri arasındaki genetik akrabalık işin uzmanlarını hayrete düşürecek kadar yakın. Hakeza Falaşaların… Yine Grek geni diye bir şey vardır; teşhis edilmiş, diğerlerinden tefrik edilmiş. Çin geni diye bir şey vardır. Hakeza bir Moğol geni diye bir şey vardır, İskandinav geni diye bir şey vardır… Aslında Yahudiler dışında bir milleti tanımlamada hiçbir şey ifade etmez bu genetik izahlar. Fakat her şeye rağmen Türk geni diye bir şey yok literatürde. Türklük, bu topraklarda Müslüman olan unsurların dini ve dili vasıtasıyla oluşmuş bir ırktır. Türklük bir ırktır. Yahudilik de bir ırktır. Irk tanımındaki fark da buradan gelir. Siz etnik kökeninizi öne sürerek bir iş yaptığınızda Yahudilerin anladığı ve anlattığı manada bir ırkçılık yapmış olursunuz. Müslüman kimliğini öne çıkararak bir şey söylediğinizde -İstiklâl Marşı’ndaki gibi- siz bir tavır, bir karakter olarak bir ırkı öne çıkarmış olursunuz. İstiklâl Marşı ırkçı bir metindir. “Sana yok ırkıma yok izmihlal” diyen bir metindir.

Hakk’ın vadettiği günler kimin üzerine doğacak? Bu 1921’de ayan beyan belli olan bir meseleydi. Bir kimlik problemimiz yoktu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle 1980’den sonra biz apaçık bir kimlik krizinin içine düşmüş bir toplumuz artık. Onun için Hakk’ın va’dettiği günler, kim olduğunu bilen insanların üzerine doğacak günler. Ha n’olacak o günlerde? Yüz seneyi geçti cumhuriyetin ilanı üzerinden ve yüz sene öncekiyle bugünkü “biz” arasındaki fark: Kimliğimiz bile aşınmış bir şey haline geldi. Bu süre zarfında topraklarımızın manası aşınarak bugüne geldi. İşte o Hakk’ın va’dettiği günler, en başta bir hesaplaşmanın olacağı günlerdir. Yani bir hesaplaşma görürsek ve bu hesabı gören insanların Türkler olduğunu görürsek, Hakk’ın va’dettiği günlerin başladığına hükmedebiliriz. Ondan sonra göreceğimiz günleri hepimiz görürüz. Yani bir hesaplaşma olmadan, birilerinin hesabı dürülmeden, tüm dünyada kâfirlerin hesabı görülmeden, hesap soracak birileri ortaya çıkmadan; “Hakk’ın va’dettiği günler” bir aldatma, bir yalan ve dolandan ibaret kalacaktır.

Şimdi hepimiz bir hayat yaşıyoruz ve bu hayat... İşte böyle salonlarda konuşuyoruz. Ellerimizde telefonlar var. Hemen her şeyden anında haberdar oluyoruz. Aya, -Aya değil- uzaya ayak bastık geçen günlerde. Yani Hakk’ın va’dettiği günlerden eğer böyle bir şey anlıyorsak; biz ne Hakk’tan, ne o günlerden herhangi bir şeyi anlama imkân ve ihtimalimiz yoktur. Hakk’ın va’dettiği günler, dediğim gibi öncelikle bütün kâfirlere hesap sorulmasıyla başlayacak günlerdir. Yani bütün kâfirlerin kalbine korku salan, dünyadaki o sistemi dehşete düşüren bir durum ve vaziyet ortaya çıkmadan beklentisiz bekleyişle beklemekten başka çaremiz yok. Hakk’ın va’dettiği günler kâfirlere günlerinin gösterildiği günlerle başlayacak. Bizim gün görmemiz için kâfirlerin gününü görmesi gerekir. İşte dünya sistemi o günlere hazırlanmak için, provasını yapmak için seksenlerden sonra özellikle “terör” diye bir kelimeyi gündemimize ve literatürümüze soktu. Ondan önce böyle bir şey yoktu. Şu anda tüm dünyada Amerika’sında, Güney Afrika’sında… Dünyanın neresine giderseniz her devletin bir teröristi var. En az bir tane! Bu kasten yapılan bir şey. Simülasyonla... Yani terör kelimesini resmî bir ağızdan duyuyorsanız orada o devletin yaptıklarına bir mazeret, yapamadıklarına bir bahane üretmek için bir şeyi kullandığını anlayabilirsiniz. 1999 yılında Abdullah Öcalan Türkiye’ye teslim edildi. O dönem Bülent Ecevit başbakandı ve Bülent Ecevit dedi ki; “Amerikalılar Abdullah Öcalan’ı bize niye verdi hâlâ anlamadım.” Ve bu “terörist başı” Abdullah Öcalan! Değil mi? Bilmiyorum konuşmasını dinlediniz mi hiç? Kameralar karşısında ilk cümlelerinden biri; “devletime bağlıyım, ne görev veriliyorsa yapmaya hazırım” oldu. Yani bu mu bizi terörize edecek, bizi dehşete düşürecek, bizi korkutacak adam. Başı bu! Gerisini düşünün bir de… Mıymıy herifin biri konuşuyor ve Türkiye kırk sene boyunca bir “terör” belasıyla yatıp kalkıyor. Dünyanın bilmem kaçıncı büyük ordusu kırk senedir başı bu herif olan bir örgütle baş edemiyor! Veya işte Abdullah Öcalan teslim edildi iki ay sonra Fethullah Gülen Amerika’ya alındı, değiş tokuş yapıldı yani. Bir de Fethullah Gülen’i gözünüzün önüne getirin! Senelerce devletin kulu, köpeği olmuş biri bizi tedhiş edecek! “Terör” kelimesi devletin yapacaklarını tereyağından kıl çeker gibi yapmasına, sadece devletin değil bütün dünya sisteminin toplumlar üzerinde yapacağı şeyleri çok rahat yapmasına yarayan bir büyülü kelimedir, bir aparattır. Toplumları o büyünün içine kattığınızda sistem ve devlet işleri tıkır tıkır yürür. “Terör” bir istihbarat dilidir. Yani eğer bir yerde “terör” varsa orada bir istihbarat operasyonu vardır. İçerden veya dışardan o devletin tebaasına bir operasyon yapılıyordur. “Terör” kelimesini duyduğunuz yerde orada bir istihbarat operasyonu olduğunu, istihbaratın asıl kısmının basın yayın enformasyonla yapıldığını bilmemiz lazım. Onun için gerçekten tüm dünya sistemini allak bullak edecek teröristler ortaya çıkmadıkça Hakk’ın va’dettiği günler adı altında biz birtakım halüsinasyonlar, birtakım simülasyonlar görerek hayatımızı devam ettireceğiz. Şimdi Genel Sekreterimiz Seyfullah Köksal’a sözü bırakayım daha sonra devam edelim, inşallah. Buyrun.

Seyfullah Köksal:

Selamun aleyküm,

Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak İstiklâl Marşı’nın İstiklâl Harbi’nin kazanılması için yazıldığını ve sonrası için de Türk milletinin nasıl bir yol takip etmesi hususunda bir program olarak okunabileceğini, okunması gerektiğini sık sık tekrar ediyoruz. Yani İstiklâl Marşı kendini Türk milletine mensup hissedenlere, kendini Türk milletine ait hissedenlere bir program sunuyor. Bu gözle baktığınızda İstiklâl Marşı’na, bu panelimize serlevha olan mısraın bu programın merkezinde olduğunu, bu mısra etrafında Türk milletinin nasıl bir yol takip etmesi gerektiğinin şekillendiğini, İstiklâl Marşı’nda şekillendiğini görebilirsiniz. Türk evladına Hakk’ın bir va’di var. Yani Hakk’ın bir va’dinin olduğu ve Allah’ın va’dinden dönmeyeceği muhakkak. Bizim, biz bu va’de layık mıyız? Yani asıl konuşmamız gereken mesele -az önce Genel Başkanımız da ifade etti- Türk evladıdır. İstiklâl Marşı meclis kürsüsünde okunduğu ilk günden itibaren bazı itirazlara maruz kalmıştır. Henüz kabul edildiği gün mecliste mebuslar arasından red seslerinin geldiğini biliyoruz. Daha sonra da devam etmiştir bu itirazlar. Kabulünün birkaç ay sonrasına denk gelir matbuatta itirazların yer alması. Bestelenmesi söz konusudur marşın. Marş gibi bestelenemeyecek bir metin olduğunu iddia eder bazıları. Aka Gündüz mesela bunlardan bir tanesidir. Üç metre boyunda mısralarla teganni edilebilecek bir marşı arş üzerinde göremezsiniz, der. Yine bazıları -hece aruz tartışmaları vardır o zaman, aruz vezni düşük görüldüğü bir zamanda aruz vezniyle yazmıştır Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nı- buna itiraz ederler, milli veznimiz hece vezni varken neden aruz vezniyle yazdı diye itiraz edenler olmuştur. Bunlar İstiklâl Marşı’nın kabulünden hemen sonra yapılan itirazlardır. Daha sonra da devam ediyor itirazlar. 1925’te zaten ilk defa değiştirmeye teşebbüs ediyorlar. Batıya uymadan, Batıcı olmadan, Batıya ayak uydurmadan ilerleyemeyeceğimizi düşünenler mesela “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraını dillerine doluyorlar. İnkılap Türkiyesinde bu mısraı ihtiva eden bir marşın millî marş olamayacağını söylüyorlar. Yine itikadî olarak itirazlar geliyor -ki aslında İstiklâl Marşı’na yapılan itirazların hepsi itikadidir- ama bariz bir itiraz Nazım Hikmet’ten geliyor. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın” mısraına itirazı var:

Gelecek günler için

    gökten ayet inmedi bize.

Onu biz kendimiz

    Va’dettik kendimize.

diyor. Nerede söylüyor bunu? 1965’te Kurtuluş Savaşı destanı olarak yayınlanan kitabında. Daha sonra Kuva-yı Milliye destanı olarak da yayınlandı. Orada söylüyor. Mehmet Akif için “İnanmış adam / Büyük şair” dediği yer de orasıdır. O kitaptadır yani hatta o itiraz ettiği mısraların hemen peşinde gelir. Fakat o mısralar sansürlendi. Büyük şair dedirtmediler Nazım Hikmet’e. 1965’te yayınlanan nüshasında var sadece “İnanmış adam / Büyük şair” kısmı. Daha sonra yayınlanan nüshalarda yok. Cumhuriyet destanı olarak, bir şahsın arşivinde çıkan Kur’an harfli nüshasında Cumhuriyet Destanı olarak başlık atılmış. Yani ilk hâli Cumhuriyet destanı. Orada da var tabii. Bir de 1965’te yayınlanan kitapta var, daha sonra kaldırılmış kitaplardan. 1919’da yazdığı yazılarda Süleyman Nazif bir Akif düşmanlıktan bahsediyor. 1919’da öyleydi. Kitaplarını ilk yayınladığı zamanlarda da öyleydi. Daha sonra da devam etti. Yani o da bunun bir parçası. Büyük şair dedirtmiyorlar Mehmet Akif’e. O meseleye daha sonra döneceğiz inşallah.

Allah’ın Türk milletine, Türk evladına bir va’di var mı? Bu soruya Nazım Hikmet gibi materyalist bir düşüncenin uzantısı olarak bakacaksak, hayır yok diyebiliriz. Hakk’ın va’di var, Hakk’ın Türk evladına va’di var diyorsak o va’d neydi, vuku buldu mu? Gerçekleşti mi? Onu konuşmamız lazım. İstiklâl Marşı’nın yazıldığı esnada İstiklâl Harbi devam ediyordu ve o zaman İstiklâl Harbi’nin, Hakk’ın va’dettiği günlerin İstiklâl Harbi’nin kazanılması olarak anlaşılması muhtemel. Ama daha sonrasına baktığımızda inkılapların yapıldığı günlerin Hakk’ın va’dettiği günler olmasının imkanı yok. Ezanın yasaklandığı yılların Hakk’ın va’di, va’dettiği günler olmasına imkan yok. Bugün içinde yaşadığımız günlerin de Hakk’ın va’detmiş olduğu günler olmasına imkan yok.

İstiklâl Marşı’nda şehitler, şehit oğullarına bir müjde olarak söylüyor bunu: “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”. Nereden öğreniyoruz bunu? Kuran-ı Kerimden ve hadis-i şeriflerden öğreniyoruz. Kur’an-ı Kerim’de va’d kelimesinin geçtiği birçok ayet-i kerîme vardır. Cennet içinde va’d kelimesi kullanılır. Cehennem için de, azap için de, mükafat için de, kıyamet için de yine va’d kelimeleri kullanılır Kur’an-ı Kerim’de. Allah iman edip salih amel işleyenlere yeryüzünde hakimiyet vereceğini, onlara mağfiret edeceğini va’deder. Yine birçok ayet-i kerîmede “Allah va’dinden dönmez” buyurulur. Vaat kelimesi ekseninde bakarsak Kur’an-ı Kerîme, birçok ayet-i kerîme var fakat “sırat-ı müstakim” üzere olma ve orada karar kılma çabasında bir mümin gözüyle bakarsak Kuran-ı Kerim’in hepsi bizim için zaten va’ddir. Yine “Allah’tan büyük bir lütfa ereceklerini müminlere müjdele” der mesela Kur’an-ı Kerim. Allah yolunda çalışanlara Allah, doğru yolu göstereceğini söyler. Bu müjdeleri, bu vaatleri biz bugün yazısı dolayısıyla lisanı elinden alınmış bir millet olarak, yazımızı geri almak ve dolayısıyla her şeyimizi geri almaktan; Türk istiklâline, Türk düzenine yormaktan başka bir durumda değiliz. Yani bu ayetleri bu şekilde anlayabiliriz ancak. Eğer sebeb-i nüzuluna bakıp tefsir etmeye kalkışırsak -öyle bakılmıştır hep bu ayet-i kerîmelere- onun Kur’an’ın nazil olduğu esnada bazı olaylardan, bazı vakalardan bahsettiği ve o va’din gerçekleşmiş olduğu yazar tefsir kitaplarında. Bu hususta da Mehmet Akif’e müracaat edebiliriz. Yani o hangi fikriyat ile o mısraı kurdu. Türk milletinin ağzından “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” mısraını kurdu. İstiklâl Marşı’nı ortaya çıkaran fikriyatı Mehmet Akif çok önceden edinmişti. Gördükleri, duydukları, yaşadıkları dolayısıyla, ilmi dolayısıyla. Onun için İstiklâl Marşı’nın izlerini vaazlarında da görürsünüz, şiirlerinde de görürsünüz. Şiirlerinde mesela va’d birçok yerde geçer. “Bizler ki va’d-i ilahine inandık senin” der mesela. Yine o İstiklâl Harbi esnasında yaptığı vaazlarda Hakk’ın vaadinin gayet sarih olduğunu, tevil kabul etmez olduğunu ve buna mukabil ye’se düşmenin küfür olduğunu vurgular. İstiklâl Marşı yazılmadan birkaç ay önce verdiği vaazda da -veya bir tefsir metni- Fetih Suresinin 28. ayetini konu eder Şöyle meal verir:  “Öyle bir hakim-i ezelidir ki İslam’ı bütün edyana galip çıkarmak için peygamberini hem irşad hem o din-i hakkı telkin vazifesiyle göndermiştir. Buna şahit ise Allah kafidir.” Ve ekler peşine: “Eğer tefsir kitaplarına bakarsanız bunun Mekke’nin fethiyle gerçekleştiğini görürsünüz.” der. Ne o? Allah’ın İslam’ı bütün edyana yani dinlere galip çıkaracağını va’detmesi. Bunun Mekke’nin fethiyle gerçekleştiğini söylerler müfessirler. Ama ben hak din olan İslam’ı bugün sarih bir şekilde, açık bir şekilde diğer dinlere galip geldiğini görmeden bu kanaate iştirak edemeyeceğim.” der. Yine Maraş’ta vuku bulan zaferi Mehmet Akif, “Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir” ayetine samimiyetle sarılıp bu va’d-i ezeliye sıkı sıkı sarılıp savaşan insanların eliyle kazanıldığını söyler vesaire. Akif bunu bol bol işlemiştir. Yani hangi fikriyat ile bu mısraı kurdu? Böyle bir fikriyat ile kurdu.

Müminlere apaçık vaatler sunar Kuran-ı Kerim. Buna rağmen Nazım Hikmet “gelecek günler için gökten ayet inmedi bize” der. Şimdi İstiklâl Marşı arşivi yayınlıyoruz internet portalımızda. Takip edenler görmüştür birçok itiraz vardır, konuşmamın başında da söyledim. Kim İstiklâl Marşı’nın yazıldığı sırada ne yapıyordu? Buna bakmak lazım. Kimin İstiklâl Marşı’na itiraz etmeye bir hakkı var? Nazım Hikmet’in İstiklâl Marşı’na itiraz etmeye bir hakkı var mıydı mesela? Nazım Hikmet’in “Putları yıkıyoruz” hareketine verdiği cevapta Hamdullah Suphi -ki kendisi de yıkılmaya çalışılan putlardandır- “Bunları bize kim söylüyor? Nazım hikmet mi söylüyor?” diyor. Yani “O memleketin gençleri cephelerde savaşırken devletten iğfal yoluyla aldığı parayla Bolşevik topraklarına kaçan Nazım Hikmet mi bunları söylüyor!” diyor. Yani İstiklâl Harbi vuku bulurken Nazım Hikmet burada yoktu. Çünkü Türk milletinin, Türk topraklarındaki geleceğinden bir ümidi yoktu. Vala Nurettin’in Bu Dünyadan  Nazım Geçti kitabında o yolculuklarının bütün ayrıntıları görülebilir. Dört kişi yola çıkıyorlar işgal altındaki İstanbul’dan İnebolu’ya geçmek üzere. Vala Nurettin, Nazım Hikmet, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz. Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz seciyesiz oldukları gerekçesiyle geri döndürülüyorlar. Vala Nurettin ve Nazım Hikmet yollarına devam ediyor. Oradan Ankara’ya geçiyorlar sonra Bolu’ya öğretmen olarak tayin ediliyorlar. Sonra bir bahanesini bulup Kazım Karabekir’in Kars’da öğretmene ihtiyacı varmış, Batum üzerinden Kars’a geçeceğiz diye bahane uydurup yola çıkıyorlar ve Moskova’ya gidiyorlar neticede. İstiklâl Harbi yaşanırken burada yoktu ve görmediği, içinde bulunmadığı bir harbin destanını yazdı ve orada İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf buldu Nazım Hikmet. Kendisinden 1937 yılında İstiklâl Harbi’ni anlatan bir destan yazması istenildiğinde “İyi ama” diyor “Ayrıntılarını bilmiyorum.” Bunun üzerine Ali Fuat Cebesoy’un, akrabası olur kendisi, uzun bir metin yazıp kendisine verdiği söylenir. Yine başkaları da vardır ona malumat toplamak için kütüphanelere giden Melih Cevdet Anday gibi. Yine en önemli kaynağı “Nutuk”tur Kuvayi Milliye destanını yazarken.

Türk milletinin Türk topraklarındaki geleceğinden ümitsizdi demiştim az önce Nazım Hikmet için. Sadece Nazım değil kimse Akif gibi bakmıyor Türk milletinin içinde bulunduğu duruma. Kimse Çanakkale’ye Akif gibi bakmıyor. Çanakkale Harbi esnasında şairleri, yazarları cepheye götürüyorlar ki bir şeyler yazılsın diye, paralar va’dediyorlar. Çok para kazananlar da var ama Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine seviyesinde bir şiir ortaya çıkmıyor. Hiç kimse Türk milletinin ağzından Türk milletinin dilinden “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” mısraını kuracak durumda değil. Çünkü Türk milletinden ümidi kesmiş vaziyetteler o dönemde. Yahya Kemal mesela bir ara İstiklâl Harbi esnasında yurt dışına çıkmıştır, gelmiştir o yüzden harpten kaçtı diye tartışma çıkmıştır fakat o dönem yazdığı yazılar dolayısıyla İstiklâl Harbi’ne olumlu katkılar sunduğu yaygın kanaattir. Ama İstiklâl Harbi’yle alakalı tek bir mısraı yoktur Yahya Kemal’in. Ama meşhur “Akıncılar” şiirinde “Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” der. Yani onun için her şey geçmişte olup bitmişti. Süleyman Nazif bile… Mehmet Akif’in en yakın arkadaşlarındandır, vatanperverliğiyle bilinen birisidir, fakat işte Yakup Kadrinin milli mücadelede vazifenizi yapmadınız diye onu itham etmesi üzerine verdiği cevapta şöyle diyor: “Bütün cihan o sıralar bizim üzerimize gelirken bunun karşısında bir tek Mustafa Kemal… Doğrusu ben Enver’in bu eski arkadaşından pek bir şey beklemiyordum” diyor. Cenap Şehabeddin de yine hemen hemen aynı şekilde düşünüyor. İttihatçı oyunu olarak bakıyorlar İstiklâl Harbi esnasında yaşanan olup biten şeylere. Yani bir avuç da olsa inanan Müslümanın, Türk milletinin, inisiyatifi ele almış olmasını göremiyorlar. O yüzden Türk milletinin geleceğinden bir ümitleri yok. Mehmet Akif’in Gölgeler kitabında “Süleyman Nazif’e’’ diye bir şiiri vardır. Bir şiirinde “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber üçyüz sene, dörtyüz sene, beşyüz sene bekler” der Süleyman Nazif. Bunun üzerine Mehmet Akif o şiiri yazar. “Beşyüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?” diyerek, kara bir gün dostu olarak nasıl böyle ye’se düştüğünü ona sorar. Yani Akif’in farkı buydu diğerlerinden. Hakk’ın va’dinin hak olduğunu bildiği için, buna iman ettiği için şu oyunu bu oyunu diye düşünmedi. Yani Türk milletinin istiklâl için… Bir İstiklâl Harbi olduğunu gördü.

Mehmet Akif’in Türk şiirindeki yerini birisi ispat etmeye çalışmıştır, şiiri üzerine sahici bir şeyler söylemiştir diyeceksek o da Süleyman Nazif’dir. 1919’da, az önce bahsetmiştim, Mehmet Akif üzerine yazılar yayınlar. Çünkü Mehmet Akif’in kitaplarının yayınlandığı sırada görmezden gelinir bir şair olarak. Bunun üzerine yazılar yazar, onun şiiri üzerine. 1924’de de Asım kitabı yayınlandıktan sonra da Asım kitabı üzerine yazdığı yazıyı da diğer yazılarla bir araya getirip kitap olarak neşreder. O kitapta İstiklâl Marşı’yla alakalı tek bir satır yoktur mesela. Yani bu onun o zamanki durumuyla alakalı. Yani Safahatına almamıştır İstiklâl Marşı’nı, o da Safahat’ı üzerine yazılar yazmıştır, kitap yazmıştır diye düşünebiliriz ama öyle değil. Yani Cenab Şehabeddin de mesela Mehmet Akif hakkında sitayişkar yazıları vardır fakat İstiklâl Marşı’ndan hiç bahsetmez. Yani o dönem ümitsiz olmalarıyla alakalı bir durumdur bu. Bir tek Akif vardır Celaleyn tefsirini yanından ayırmayan, hafız şair. Hakk’ın va’dinin hak olduğu şuuruyla hareket eden ve şiirini de bu şuur üstüne kuran.

Akif’in şairden sayılmadığından, Akif düşmanlığından bahsettim. Akif’in şairden sayılmaması bizim için öğreticidir. Yani kimler Akif’i şairden saymıyor? Buna bakmamız lazım. Kimler onun şiirini görmezden geliyor? Sadece bir manzum hikayeci olarak anıyorlar. Akif’in şairliği, şiirliği sebebiyle kendilerinin aslında ne olduğu ortaya çıkacak olanlar yapıyor bunu. Yani kendi kabahatleri ortaya çıkacak olanlar çünkü Akif bunları yazdı. Yani şairler için hususen söyleyeceksek kendilerinin yaptığı yenilik diye bilinen şeylerin aslında yenilik olmadığı ortaya çıkacak diye, yani kendi konumlarını kendi durumlarını korumak üzere görmezden geliniyor Akif. Akif ne yazdı da bu muamelelere maruz kaldı? Akif’in şiirlerini yayınladığı sırada şiirden ne beklenir diye eli kalem tutanların yazdıklarına bakın, Akif’in yaptığı bekleniyordur aslında. Mithat Cemal şöyle der: “Ben Servet-i Fünun ve Abdülhak Hamit’in dilinden başka bir dil arıyordum o sıralar Mehmet Akif’le tanıştım” der. Ki şiirlerini savunan da hemen hemen tek kişidir o dönemde matbuatta. Herkes Mithat Cemal’in durumundaydı aslında, yani sade dille yazılması falan konuşuluyordu. Akif bunu harikulade şekilde başardı fakat görmezden gelindi. Bunun sebebini Nurullah Ataç’tan öğrenebiliriz. Kendisi Mehmet Akif hakkında en çok yazı yazan kişidir herhalde, menfi anlamda tabii. “Şiirden anlamak Akif’in şair olmadığını anlamakla başlar.” sözünü söyleyen odur. Kimi övecek olsa o bir Mehmet Akif’e de değinir. Mesela Nazım Hikmet’in kitabı üzerine bir yazı yazar. Nazım Hikmet’i “Türk diliyle yazan en büyük şair” olarak ilan ettiği yazısı. Mesela bir yerde der ki: “Onun şiirinde olduğu gibi hiçbir şiirde hayata karışış yoktur” der ve hemen ikaz eder bunun peşine: “Hayır Mehmet Akif’ten bahsetmiyorum o geri bir kavganın neferiydi, Nazım Hikmet ileri bir kavganın neferiydi.” der. Yine Yahya Kemal ile alakalı bir yazısı var. “Yahya Kemal’de görülen hususiyetlerin -neyse artık onları sıralıyor- bunların bazıları Mehmet Akif’te görülüyordu fakat o şiir kabiliyetini itikadına kurban etti.” der. Yani mesele itikadidir. O yüzden bir şair olarak görmezden gelinmiştir, görmezden gelindiği için şiirde ne yaptığına hiç bakılmamıştır. Yani mesela Sezai Karakoç da buna dahildir. 1965’te yazıp 68’de yayınladığı Mehmet Akif diye bir kitabı vardır. O kitabı yazdığı dönemlerde de Akif şairden sayılmıyordu. Düz yazının gücüne erişmeye çalıştığı falan yazılıyordu, fakat o kitabında böyle şeylere yer vermez. Yani bu hususta onu savunmaz çünkü hemen hemen kendisi de aynı şekilde düşünmektedir. O modernist İslamcılığını savunur o kitabında sadece. Yani kitabının büyük bir bölümü bu savunmayla geçer ki Mehmet Akif'in savunulamayacak mazur görülemeyecek bir tarafı varsa o da modernist islamcılığıdır. Sezai Karakoç “temporel bir şiirdir Mehmet Akif'in şiiri” der. Temporel kelimesini kullanır, yani belli bir dönem için yazılmış, geçici şiir. “Bugüne uzanan birkaç şiiri vardır” der. İstiklâl Marşı ve Bülbül gibi, bunun haricinde temporel bir şiir yani o dönemde kalmış, bu döneme uzanan tarafı yok genel olarak.

Biz Mehmet Akif'in Safahat'ını yedi kitap halinde neşrettik. Sadece Kur'an harfleriyle, Türk harfleriyle neşrettik Safahat'ı. Mehmet Akif'in sağlığında kitapları Latin alfabesiyle yayınlanmadı. 1933'tür son kitabı, Gölgeler, harf inkılabından beş sene sonra neşredilmiştir. Onu da Kur'an harfleriyle neşretti, Mısır'da. Yani bunu Türkiye'de elden ele rahat bir şekilde dolaşmayacağını bilerek yaptı. Mehmet Akif'in bu ısrarını bizim neşriyatımızı takip edenler kolayca anlamıştır. Yani biz bugün geldiğimiz noktada yazımızı geri almadan bir Türk şiirinden bahsedemeyeceğimizi söylüyoruz. Bu sebeple Akif'in yazdığı haliyle yedi kitap halinde neşrettik çünkü şiir yazıldığı yazı ile şiirdir. "Ben Akif okudum" diyecekseniz Kur'an harfleriyle Safahat okuyabilecek seviyeye gelmeniz gerekir. Türk milleti şiirin yükselttiği bir millet, gücünü şiirden almış bir millet. Onun için biz milletimizin geleceğini Türk şiirinin geleceğinden ayırmıyoruz gayemiz Mehmet Akif üzerinden bunu tebarüz ettirmek. Türk Edebiyatı kendi dayanaklarını reddeden bir edebiyat olarak yürüdü bugüne kadar, yani ne kadar yürüdüyse. “Biz kimiz, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz?” sorusunun cevabı şiirdedir. Biz, Türk milletinin aslına temas etmiş olması bakımından Mehmet Akif şiirinin bize bir çığır açabileceğini düşünüyoruz. O yüzden yeniden Akif'in şiirine, onun şiirini okuyabilecek seviyeye gelip bir bakmamız gerekir. Türk Milleti'nin aslına temas etmiş olması bakımından Mehmet Akif'in şiirini bir dayanak noktası olarak görebiliriz. Türk Milleti'nin aslı İslam'dır ve bunu öne çıkarmakta, bu şuurla şiir yazmakta Akif tektir. Yani bir alternatifi yoktur. Onun için Akif'in şairden sayılmamasının, edebiyat sahası içerisinde bir hadise olmadığını bilmemiz lazım.

Akif şairden sayılmadı, daha ilk kitabından itibaren. Şimdi, ilk kitabının ilk şiiri, "Ne tasann'u bilirim çünkü ne san'atkârım" mısraının da geçtiği şiir. Mehmet Akif'i şairden saymayanların en çok sevdiği mısra o olmuştur, "Bakın kendi söylüyor şair olmadığını" derler. Fakat Asım kitabında o Köse İmam'la olan diyaloglardan bir tanesinde şair olduğunu da söyler, bu bir bahs-i diğer. O şiirden sonra, ilk kitabın ikinci şiiri diyelim: Fatih Camii şiiri. Şiirin adı Fatih Camii ve şu beyitle başlıyor: "Yatarken yerde ilhadıyla haşrolmuş sefil efkar / Yarıp edvarı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrar". Hiç kimsenin dudak bükemeyeceği güçte bir şiir. Yerde yatan sefil efkardan bahsedip bunun karşısında yükselen bir cami şiir olarak çıkıyor karşımıza. Mehmet Akif'in şiiri bazılarının dediği gibi işte burada manzum bir hikaye anlatıyor denilip geçilecek şeyler değildir. Dediğim gibi Türk hayatının en önemli noktalarına temas etmiştir ve o bir şeyler anlatır, bir hikaye anlatır ve ondan sonra düşündürür insanı: "Ee, şimdi ne yapacağız?" diye. Yani bunun için muhtevasıyla, şekliyle Akif'in şiirine yeniden bakılması şarttır. Şekliyle diyorum; mesela Akif Aruz veznini hiç terk etmedi. Gözden düştüğü bir dönemde yine terk etmedi. İstiklâl Marşı'nı Aruz vezniyle yazdığını söylemiştim. Hece-Aruz tartışmaları devam ediyordu o, şiirlerini yayınlarken, kitaplarını yayınlarken. Aruzla şu yazılamaz bu yazılamaz diyenlere çok güzel bir cevap verdi aslında şiiriyle. Yani günlük konuşma dilini aruza o kadar harikulade bir şekilde uyarladı ki mesela Meyhane'yi Aruz vezniyle yazdı. Mahalle Kahvesi'ni Aruz vezniyle yazdı. Bu kabiliyetini birileri takdir etti tabi ama işte "Yazdığı şiir değil nazım, Akif de şair değil nâzım." dediler, Yahya Kemal de bunlardan bir tanesidir. Yahya Kemal'e -Orhan Şaik naklediyor bunu- "Akif Aruzla sened bile yazardı" denildiğinde kendisine, "Evet sened bile yazardı ama Aruz şiir yazmak içindir, o da Akif'te ender-i nevadirdendir." der. Yine Akif şiirlerinde sadece Divan Edebiyatı nazım şekillerinden istifade etti. Yani istifade etti diyorum çünkü bir şekilde bozuyor, kafiyeyle filan. Yani mesnevi yazmıştır, yahut bu bir kasidedir dedirtmiyor. Az önceki, misal verdiğim şiirde, Fatih Camii şiirinde mesela ilk kısmı kaside nazım şekliyle yazılmıştır ki bu muhtevasına da uygundur; camiyi övdüğünü düşündüğümüzde. İkinci kısmı, babasıyla beraber camiye gitmesini anlattığı o kısmı, mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır mesela. Yine o da muhtevaya uygundur çünkü bir şey anlatıyordur orada. Servet-i Fünun'cuların kullandığı nazım şekillerini o sone, terza-rima falan, onları kullanmamıştır. Bu da dikkat çekilmesi gereken bir şeydir.

Hep Tevfik Fikret'le karşılaştırırlar Mehmet Akif'i, benzer isimde şiirleri vardır veya benzer konuları şiirlerine taşımışlardır diye. Ama bir mukayese yaparsanız Akif'in şairliği hususunda, çığır açmaya dönük bir şair olduğu hususunda söylediklerim daha iyi anlaşılabilir. Mesela Tevfik Fikret'in "Hasta Çocuk" şiiri ile Akif'in "Hasta" şiirini aynı kefeye koyamazsınız. Yine, Tevfik Fikret'in "Balıkçılar" şiiriyle Akif'in "Küfe" şiiri mesela aynı seviyede Türk hayatına dokunmaz. Ama öldüğünde tabutu taşlanan Tevfik Fikret cumhuriyetten sonra, "inkılap Türkiyesi'nde" tutunacak bir dal aradıklarında Tevfik Fikret'e sarılıyorlar. Latin harfleriyle ilk yayınlanan kitaplardan… Veya ilk yayınlanan kitap olduğunu söylüyorlar “Tarih-i Kadim Doksan Beş'e Doğru.” Hasan Âli Yücel marifetiyle olan bir şey. "Tarih-i Kadim" şiiri Mehmet Akif'in onu zangoçlukla itham etmesine sebep olan şiirdir. Yani cumhuriyet döneminde tutunacak dal o oluyor. Yine aynı dönemde Mehmet Akif polis takibatı sebebiyle Mısır'a gitmek zorunda bırakılıyor ve sadece ölmek üzere Türkiye'ye dönebiliyor. Yani bu bile tek başına her şeyi anlatan bir şeydir. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Biz de teşekkür ederiz. Seyfullah Köksal, Nazım Hikmet'in İstiklâl Marşı'na itirazından daha doğrusu aksayan bir tarafı var diyor değil mi?

Seyfullah Köksal:

Evet.

Durmuş Küçükşakalak:

Misalen söylüyor aslında; başka taraflar da var ama iki misal veriyor. Şiirin o kısmına baktığınızda birçok taraf var fakat o taraflardan en gözüne batanı: "Gelecek günler için gökten ayet inmedi bize / Onu biz kendimiz va’dettik kendimize." Bu mısradan önce işte o kahramanı Nurettin Eşfak mavzer tabancasının emniyetiyle oynarken söylediği bir cümle var "Beni burada tutan şey şehit olmak vecdi mi? Sanmıyorum" diyor. Nasıldı mısra? "O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım" mısraına göndermede bulunarak "Beni burada tutan şey şehit olmak vecdi mi? Sanmıyorum" diyor. Bunu söyleyen Darülmuallimin mezunu,  bir ihtiyat zabiti. Haklılık payı var mı? Düşündüğümüzde bir cephede bir asker eğer ruhî ve aklî rahatsızlıkları yoksa şehit olacağını elbette bilir ama o vecd ile orada bulunmaz. Ölmeden önce öldürebildiğim kadar düşmanı öldüreyim der. Ölümle burun buruna olduğunu, ölebiceğini  de biliyordur. Nazım Hikmet’in o zabitin ağzından itirazı iki tane gibi gözüküyor: "Beni burada tutan şey şehit olmak vecdi mi? sanmıyorum" “Gelecek günler için gökten ayet inmedi bize” Daha başka aksayan yerler de var ama sadece bu ikisini örnek olarak veriyor aslında. Şaire İstiklâl Marşı’nın aksak gelmesinin sebebi şudur: İstiklâl Marşı'nın içine nüfuz edememektir. Çünkü İstiklâl Marşı içine sadece o millete ait olanlar nüfuz etsin diye, Mehmet Akif bu şekilde kaleme almıştır. İstiklâl Marşı'na bakarsanız şizofrenik bir dil vardır -dışardan bakan için diyorum- şizofrenik bir dil olduğunu görürsünüz.  İkili bir dil vardır İstiklâl Marşı'nda. Önce "Korkma", sen diye başlar söze iki kıta bittikten sonra üçüncü kıtaya ben diye başlar. İki kıta geçer, yani altıncı kıtada yine “sen” (Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın) diye başlar. İki kıta sonra hatip yine “ben” (Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda) olur. Yani sen-ben şeklinde her iki kıtada bir muhatap değişir İstiklâl Marşı’nda, hitap eden değişir. İşte Nazım Hikmet’in bu itiraz ettiği kısımlara bakarsak orada sen, ben dediği nedir? Kim kime hitap ediyor? İstiklâl Marşı şehitlerle şehit oğulları arasında bir -ne diyelim- muhaveredir, kelimenin tam manasıyla. Yani aynı cinsten, türdeş unsurların karşılıklı konuşmasıdır. Bu diyalog değildir, bir muhaveredir hatta bir mukabeledir. Yani aynısını üzerine koyarak, daha güzelini söyleyerek yapılan bir milletin kendi için, kendi içinde, kendi kendine konuşmasıdır. Kendi kendine konuşana deli de denir. Delice bir metindir. Dolayısıyla “o millet”e kendini açan bir metindir. Her iki kıtada bir özne değişir, muhatap değişir, şehitlerle şehit oğulları konuşur. Türk milleti bu iki unsurdan oluşur, üçüncü bir unsuru yoktur. Önce şehitler başlar söze iki kıta, sonra şehit oğulları alır sözü iki kıta… Yani on kıtalık marşın altı kıtasında konuşan şehitler, dört kıtasında konuşan şehit oğullarıdır. Bütün şiiri bu gözle okursanız Nâzım Hikmet’in itiraz ettiği “Beni burada tutan şey şehit olmak vecdi mi, sanmıyorum” dediği o mısra… “O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.” şehitlerin söylediği bir mısradır. Taşı olup olmadığını bilmeyen birisi söylüyor bunu! Hemen bir sonraki mısrada; “Her cerîhamdan, ilâhî, boşanıp kanlı yaşım” Yaralarından kanlar dökülen, yaşlar dökülen birisi söylüyor! “Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden naaşım;” Yerde naaşı olan birisi söylüyor bunu! Çok açık değil mi? “O zaman yükselerek arşa değer belki başım!” Yani İstiklâl Marşı şehitlerle şehit oğulları arasında bir muhaveredir, bir mukabeledir. Nazım Hikmet bu ikili dile nüfuz edemediği için aksak bir marş olduğuna hükmetti. “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”. Bu da şehitlerin ağzından söylenmiş bir sözdür. Hamdullah Suphi ve Konya mebusu -Hafız Bekir’in anlattığı anekdotlardan yola çıkarak İstiklâl Marşı’nın şehitlerle şehit oğulları arasında bir muhavere, bir mukabele olduğunu anlayabiliriz. Hamdullah Suphi’nin anlattığına göre Mehmed Akif İstiklâl Marşı yazmaya direniyor. Bu direnci kırmak için epeyce dil döküyor Hamdullah Suphi. “Tamam, yazayım” deyip kabul ettiği tarihle metni teslim ettiği tarih arasında iki gün var! Yani iki günde böyle bir metin yazılamaz. Yine Ankara’ya geldiğinde; İstanbul’dan Ankara’ya geldiğinde Tâceddin Dergâhında oda arkadaşı olan Konya mebusu Hafız Bekir aktardığı anekdota göre bir sabah kalktığında (işte o İstiklâl Marşı’nı yazmayı kabul ettiği günden sonra) Akif’in mahcubiyetle duvardan bir dörtlüğü sildiğini ve o dörtlüğün başında da “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” mısraı olduğunu söylüyor. Bunlardan yola çıkarak… Ki metne baktığınızda zaten bunu görürsünüz, iki dilliliği görürsünüz yani. Seyfullah Köksal’ın anlattıklarından aklıma düşen bu sözleri ettikten sonra şimdi Abdülhamid Sağır, Maraş şube başkanımız sizlere hitap edecek, buyurun.

Abdülhamid Sağır:

Selamun aleyküm,

“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakkın” mısraındaki kelimeler üzerine biraz yoğunlaşmak istiyorum. Doğacaktır denildiği zaman Türkçe’de çocuk doğar, güneş doğar. Burada Mehmet Akif’in kastettiği şey aslında zulmün, küfür hakimiyetinin bitip İslam, Müslüman hakimiyetinin başlamasıdır. “Hakk” kelimesinin anlamı -Allah’ın 99 isminden biri olarak kabul eder kimi alimler- anlamı ise “Bizzat ve sürekli olarak var olan, gerçekliği mevcut bulunan, varlığı ve uluhiyeti fiilen tahakkuk eden” manasına gelir. On dokuzuncu yüzyılda, on sekizinci yüzyılda Allah’ın 99 isminden Hakk kelimesi daha çok kullanılmaya başlar, o dönemlerin fikriyatına belki uygun olarak. Va’d kelimesi ise sözlükte ilerde gerçekleştirilecek bir şeye dair söz vermek anlamına gelir. Va’d gibi bir de vaîd kelimesi vardır. Va’dle vaîd kelimesi eğer ileride yapılması, gerçekleştirilmesi söz verilen şeyin niteliği belirtilmemişse yani o şeyin iyi ya da kötü olduğu belirtilmemişse va’d iyi şeyler içindir, vaîd kötü şeyler içindir. Yani va’d dediğimiz zaman cenneti anlarız, vaîd dediğimiz zaman cehennemi anlarız eğer belirtilmemişse. Dolayısıyla burada “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” derken burada günlerin niteliği belirtilmediği için iyi günlerden, hayırlı şeylerden va’d edildiğini anlıyoruz.

Peki bu va’d, arkadaşlarımız da burada bahsettiler, bu günlerin gelmediğinden bahsettiler, günlerin gelmemesinin sebebi ise mısrada geçen ikinci kelimedir. “Sana” kelimesi. “Sana” kelimesinin yerine “bize” ya da “size” yazılsaydı aruz veznine göre hiçbir sıkıntı doğmuyordu. Yine aynı kalıp üzerinde kalıyordu. Fakat Akif orada “sana” kelimesini yazmak zorunda kalıyor. Belki başka anlamlar da yüklenir ama benim anladığım murat, çünkü “biz” diyeceğimiz bir isimde, tanımda anlaşamamıştık o günler ve anlaşamadığımız için de va’d ettiği günler hakkın bir türlü gelmiyordu, hâlâ da gelmiyor. Çünkü bir şeyin, hakkın, tecelli edebilmesi için bildiğimiz gibi en az iki kişinin mevcudiyeti gerekir. İki kişi olmadan, yani biz olmadan bu tecelli etmez. O günlerde insanların zihin dünyasında bunların çok farklı şeyler olduğunu iki misalle, iki anekdotla anlatabiliriz. İstanbul’a Avrupa’dan, hangi ülkeden olduğunu hatırlamıyorum şu an, bir sefir geliyor, büyükelçi. İşte vapurdan iniyor, gemiden her neyse. Valizlerini bir hamala veriyor. Hamal valizlerini önde götürüyor, yokuşa denk geldiklerinde sefirle, büyükelçiyle eşi hamalın önüne geçince hamal uyarıyor: “Dur bakalım!” diyor, “arkama geç.” Sefir “Niçin diyor?”, Hamal “Çünkü” diyor “Sen kâfirsin, ben Müslümanım.” Dolayısıyla adamın, hamalın zihninde İslam, iman küfürden üstte bir yer. Ama başkalarının zihninde bu kadar net, sarih değil. Mesela şimdi, buna da örnek Mehmet Akif’ten vermekte fayda var. Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerinde “Nerede gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı” dediği bir mısra var. Dolayısıyla bu mısradan önce anlıyoruz ki, yani 1915 yılından önce Türkiye’de okumuş, aydın dediğimiz ya da mürekkep yalamış dediğimiz, ne dersek adına, insanların Avrupalıya bir hayranlığı var. Zihin dünyalarında onları kendilerinden bir üstte görme var. Dolayısıyla bu anlaşmazlık çok bariz bir şekilde var. Bu anlaşmazlık nereden doğuyor? Bu anlaşmazlık, insanın bir soyutlama kabiliyeti, yeteneği vardır. Oradaki sarahatten kaçmaktan doğuyor. İnsanlar niçin sarahatten kaçar? Onların -sarahatten kaçanların hepsinin- ayrı ayrı sebepleri vardır. Onlara bakmak gerekiyor. Bunlardan bir misal vermek gerekirse soyutlamada sarahatten kaçmaya, İstiklâl Harbi’ne bazıları Kurtuluş Savaşı diyor biliyorsunuz ve onlar daha çok Kurtuluş Savaşında emperyalistlerle mücadele edildiğini söylüyorlar. Ve daha sonra da hedef olarak çağdaş medeniyetin üstüne çıkmaktan bahsediyorlar. Peki sorduğumuz zaman, “emperyalist kim?” dediğimiz zaman, cevap tabii ki kim olacak, “İngilizler, Fransızlar.” “Çağdaş medeniyetin üstüne çıkmaktan bahsettiğin, çağdaş medeniyeti temsil eden kişiler, insanlar kim?” dediğin zaman yine “İngiliz, Fransız, işte Amerikalı.” Yani burada bir çelişki, bir tezat yok mu? Yani nasıl hayran olduğun, beğendiğin, olmak istediğin insanlarla savaşabilirsin. Bu mümkünatı olmayacak bir şeydir yani. İnsan ulaşmak istediği şeylerle savaşamaz. Bunda bir tezat var. Bunları… Bu başka bir konu, uzunca bir mevzuu.

Bizi ilgilendiren aslında yani İslami kimliğini, Müslüman kimliğini tebarüz ettiren insanların da bu soyutlama, sarahatten kaçarak ad koyma meselesinde bariz hatalara düşmeleri. Mesela buradan şöyle bir misal vereceğim. Türkiye’de belli bir kesimin yani insanların bildiği bir şahsiyet diyor ki mesela “Kur’an-ı Kerîm Arapça inmemiştir Rabce inmiştir” diyor. Ona karşılık başka birisi de diyor ki “Kur’an-ı Kerîm Rabce inmemiştir, İnsanca inmiştir” diyor. Aslında Kur’an-ı Kerîm’e biz baktığımız zaman şöyle bir âyet-i kerîme var, şimdi olayın ekseninde bura yatıyor. Allahü Teâlâ buyuruyor ki: “Böylece sizi ey Muhammed ümmeti, vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır. İnsanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye.” Şahitlik gözle, kulakla yapılan bir şeydir yani olan bir şeye şahitlik yaparız. Kur’an-ı Kerîm’de, açıp baktığımız zaman da Kur’an-ı Kerîm’in Arapça bir metin olduğunu söylüyor Allah. “Arapça inmiştir” diyor. Arapça indiğini gördüğümüz halde, kabul ettiğimiz halde şahitliğimizi tam yaptığımız zaman Arapça’nın imkanlarına sahip oluruz. Eğer şahitliğimizi yerine getirmediğimiz zaman elimizden Arapça’nın sağladığı imkânlar da gider. Misal olarak anlatmak gerekirse, kâfir, Müslim, Mümin, Muhsin bunlar hep Arapça’da ism-i fâil kalıplarıdır. İsm-i fail kalıbı sıfat kabul edilir. İsm-i fâil hem işi yapana işaret eder hem eyleme işaret eder. Yani iki şeye birden işaret eder. Hem işi yapan vardır hem de eylem vardır. Dolayısıyla bir şeyler yaptığımız zaman Müslüman oluruz, bir şeyler yaptığımız zaman Mümin oluruz, bir şeyler yaptığımız zaman Muhsin oluruz. Yine başka bir şeyler yapıldığı zaman kâfir olunur. O şeyleri terk ettiğimizde,  o şeyin ismi olan ismi fail sıfatını da terk ederiz. Gerçi Kur’an-ı Kerîm’de Hacc Suresi’nde “İsim olarak size Müslim ismini seçtim” diyor Allah. Yani ismi fail kalıbında sıfat Müslim kelimesini isme aktarıyor. İsme aktarınca eylem anlamı ortadan kaybolur der dilciler. Amma Hadis-i şeriflerden gördüğümüz üzere burada sıfat, ism-i fâilin isme aktarılmasından sıfat anlamı kaybolmamış. Çünkü Hz. Peygamber diyor, hatırladığım kadarıyla, “Öyle bir zamanlar gelecek ki” diyor “İşte, gece Müslüman olarak yatan sabaha kâfir, sabah Müslüman olarak sabahlayan akşam kâfir olarak çıkacak” diyor. Dolayısıyla yaptığımız işe dikkat etmek gerekiyor yani hayatımızda. Çünkü eylemle, sözle, duruşla küfre düşmek, Müslüman olmak mümkün olduğu için yaptığımız her şeyin neye tekabül ettiğine bakmak gerekiyor. İlk başta kendimizin küfür eyleminden uzakta durması gerekiyor ve dolayısıyla küfre karşı durmamız gerekiyor ki kâfire de karşı duralım. Küfrü terk ettiği zaman zaten bir insana karşı durulmaz. Niye böyle söylüyorum? Çünkü bizim bir hayat tarzı ortaya koymamız gerekiyor. Ve bu koymak istediğimiz şey nasıl bir dünya, nasıl bir hayat yaşamamız gerektiğine dairdir. Bugün baktığımız zaman üç yüz senedir okumuşlarımız, düşünürlerimiz, siyasilerimiz çizdiği hedef bakımından hep Batı’nın, Batı Medeniyetinin maddî imkânlarla sahip olduğu, çerçevelediği bir hayatı önümüze koyuyorlar. Şimdi bunlar kâfirse eylemleri de küfürdür, dolayısıyla onların yaptığını, onlar, kâfirler değil de eylemlerini biz yapalım dediğimiz zaman bizim Müslümanlığımız nereye tekabül ediyor? Bütün bunların üzerine düşünmek gerekiyor yani. Dolayısıyla bizim yaptığımız şeylerle yani hedeflediğimiz şeyler onların yaptıklarından farklı olmalı. Çünkü eylemlerimiz farklı olmazsa isimlerimiz de aynı olur yani. Dolayısıyla bunun üzerinde ciddi ciddi durmak gerekiyor.

Mesela bunlardan bir tanesini örnek vermek gerekirse, çok bariz bir şekilde örnek veriyoruz çoğu konuşmamızda. Şu an dünyada hâkim sistemin, Batı Medeniyetinin aslı esası finans, bankacılık ve bugün Türkiye’de, dünyada Müslümanların finans sektörünün içine çekilme adımlarından bir tanesi de Katılım Bankacılığıydı. Önce katılım finans adı verildi, son yirmi yılda banka deniyor ve bütün dünya sisteminin çerçevelediği hayat şekline dâhil oldular. Hatta kimi düşünürler Kapitalizmle İslam’ın artık uyuştuğundan dem vuruyor. Peki bunu söyleyip evine hiçbir zaman, peygamber olduktan sonra, Risalet geldikten sonra evine dirhem ya da dinarla girmeyen bir peygamberim ümmeti olmak nasıl mümkün olur? Yani anlatabiliyor muyum? Mesele buralarda düğümleniyor. Eğer biz şahitliğimizi düzgün yaparsak isimleri konulduğu yerde, Allah’ın koyduğu yerde kullanırsak va’d edilen bugünler bize gelecek.

Bununla ilgili bir başka şey daha söyleyeyim yani bu şahitlikle ilgili. Niye bunları bu şekilde yapamıyoruz? Çünkü birçok şeyin eksik bırakıldığını zannediyoruz. Aslında eksik olan, tamamlanmamış olan biziz. Yani bizim ahlakımız, tanımımızı tanımamız. Allah bize hayatta yükselelim, ahlakımızı yükseltelim, tanımımıza kavuşalım diye dünya hayatını bize mümkün kıldı, verdi. Tamamlamamız gereken şey kendi kişiliğimiz, ahlakımız ama bunu bırakıp biz kendimiz tammış, tamamlanmışız gibi, başka şeyleri tamamlamaya geçiyoruz. Mesela bunlardan bir tanesi de Kur’an-ı Kerim’de: ‘‘Allah nurunu tamamlayacaktır.’’ Ayet-i kerîmesinin herkes dünyada bir gün dünyanın tamamına Müslümanların hâkim olmasından bahsettiği söyleniyor. Dünyanın tamamına Müslümanların hâkim olması diye bir ideal Roma idealidir. Hazreti Muhammed Aleyhisselam Roma’nın fethedilmesinden bahsediyor. Fethetmek demek Roma olmak demek değildir, yani Roma hâkimiyetini, Roma fikrini bertaraf etmektir. Celâleyn Tefsirine baktığınız zaman ‘‘Allah nurunu tamamlayacaktır.’’ ayetin izahı: ‘‘Allah şeriatını, İslam’ı tamamlayacaktır.’’ Ayetin devamında, ‘‘onlar ağızlarıyla onu söndürmeye çalışıyorlar’’ yani Kur’an-ı Kerim’in inmesine engel olmaya çalışıyorlar diyor ve Allah bunu tamamlayacaktır diyor. Haddi zatında Maide suresine baktığımız zaman, Allah Maide suresinin 3. Ayetinde şöyle bahsediyor: ‘‘Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak Müslümanlığı verip ondan hoşnut oldum.’’ diyor. Yani din tamamlanmış durumdadır. Kemale de erdirilmiş. Bu ayetin baş kısmına bakarsanız, baş kısmının nelerin yenilip nelerin yenilmeyeceğiyle alakalıdır; yani neleri yemek helaldir neleri yemek haramdır… Dolayısıyla insanların dini yedikleriyle, içtikleriyle, birebir yaşadıkları hayatla alakalı bir şeydir. Yani nasıl bir hayat yaşıyoruz? Eylemlerimiz nedir, neye tekabül ediyor? Ve bu tanımlarımızla ilgilidir. Tanımlarımıza kavuştuğumuz zaman Allah’ın va’d ettiği günleri bize doğacaktır elbet. Bu ağzımıza, karnımıza girenle tanımlarımızın irtibatlı olduğu hususu ile ilgili bir şiir okumak istiyorum:

Kâfirdi o ki kısa bir müddet
Aklından mühim şeyler geçiriyormuş gibi susup
Bekledi bekletti işkilleri varmış gibi dingildedi
En kavi en müşekkel en mukni
İfadeye kavuştuğu görüntüsü veren
Küpe daldırıp çıkardı narin cismini
Ve sonra bana dönüp
Hayata atıldığın zaman anlarsın dedi.

Güleyim bari bak neler de bilirmiş
Neymiş hayat atılacakmışım neye
Söyleyebilseydi söylerdi
Hayat mıntıkasının sınırı nereden geçer
Edebilseydi tasrih kuşku yok edecekti
Ama kâfirde nâtıka ne gezer
Sarahatten kâfire ne.
Beni atacaklar mıymış ben mi atlayacak mışım
Ne olmuş ne oluyor ne olacak
Kaynasın keder çorbamız hele bir taşım
İşte ancak o zaman ecnebilerle oturup
Keder denilip de neden kader
Denilmeyişte anlaşalım
Vidayı sök çiviyi çak
Razı ol atılmaya
Hareket tarihi müphem
Bu kafadan atma şeye deniyorsa hayat
Nedir o kafanın cinsi rica etsem
Ricam yerine getirilse pireler berber iken
Adı hayat olarak tescil edilen ve atla
Kafiye yaptığının itirazına mahal bırakılmayan
Kafiyeden başka ne yapar çatlıyorum meraktan
İlle hayata atılmam mı gerekiyor
İlçe el vermez mi.

Kâfir odur ki aslan ağzında görür ekmek
Behey ahmak otobur mudur aslan ki tutsun
Ağzında o kimbilir hangi fırından çıkma şeyi
Bilsin aslanlığını bilecekse o hayvan
Kükresin de görelim ekmeği ağzından sarkıtan
Azan tek duramaz azan azdığıyla kalmaz
Az bulan azdırır dar yolu seçer
Azma bahanesidir azlık
Raydan çıktın mıydı sonun neymiş seyreyle
Aslansındır kuyruğunu tramvay çiğnemiştir
Hissedersin her alanda sıkışıklık
Son vereydin daralmaya görecektin
Boldur Allah’ın nimeti bre zındık
Sarp yamaçlarda alıç
Dağ başlarında ahlat
Bostanda karpuz çölde bal vahada hurma
O senin ekmeğe diş geçirmiş aslan teranesini
Gel de benim külahıma anlat
Oltaya geldin demektir öyle ufak tefek
Görüp de Karamürsel sepeti sandıysan beni
Asr-ı Saadet’ten bugüne
Her fırsatta elimi aslan ağzından ekmek
Satın alayım diye cebime atmışlığım
Şakasıydı bu işin
Niçin kılımı kıpırdatacakmışım aklıma
Kâfirden tarif sokmak için.

Yani aklımıza kâfirden tarif soktuğumuz zaman bugünlere geliyoruz. Ve tarifimizi kendimiz bulduğumuz zaman ne olacağını şimdi şiirin devamıyla okuyacağım. Ve bize hep söylüyorlar ya işte, “bu kadar güçlü silahları var, bu kadar füzeleri var, bu kadar uçakları var, atom bombaları var, bu güce sahip olan bunları yenmek nasıl mümkün?” İnşallah biz kim olduğumuzda anlaşırsak onu nasıl yeneceğimizi de bir şiirle okuyacağım, o şekilde de bitireceğim. Dolayısıyla tanımda anlaşmak gerekiyor ve bunun, o doğacak günlerin tecelli etmesi için bu bize dair tanımın sarahate kavuşması gerekiyor. İstiklâl Marşı Derneği de bu tanımı ortaya koymuş durumda. Bunun tecellisi için de Türk toplumunda Türk Milletinde yankı uyandırması gerekiyor. Yani tecelli bekliyoruz, bakalım, burada hazırız. Bakalım, biz dediğimiz zaman karşı taraf nasıl yenilecekmiş, görelim:

Öldürülmeden önce çoğunu öldürmüştüm
Sonra hepsini geberteceğim canıma kıyıldıktan
Hepsini birer birer
Belimden yatağanımı çekip kelle uçuracağım
Göğse sertçe saplayacağım ucuna takıp süngümü
Hançerle sustalıyla kasaturayla saldıracağım
Yöntem sıkıntısı çekmediğim apaçık
Onları üçer beşer asacak urganlar hazırladım yağlı
Gaz odalarımı sıvayıp badanaladım
– Birkaçını canlı bırakabilir gaz kaçağı –
Neredeyse bir servet sarfedip
– Öldükten sonra paralar neme gerek –
Elektrikli sandalye ısmarladım onlar için
Kaç başlı olurlarsa olsunlar nereye kaçarlarsa kaçsınlar
Kuyruğu uzun veya küt kuyruklu olanları
Fırt diye havalanan veya cıv diye hızlı kaçan
Uçan veya kaçan kuyruklu veya kuyruksuz
Saç uzatmış veya kıllarını kazıtmış
Belikli veya bileklikli
Deliğe kaçacak kadar sürüngen
Bir çırpıda en yukarı tırmanacak kadar çevik
Ne olurlarsa olsunlar
Hangi şekle bürünürlerse bürünsünler
Atmak yok
Uzaktan sahra topu
Veya havan topu sütre gerisinden
Ellerimle yakalayacağım hepsini
Kafaları kayalara çarptırılıp ezilecek
Hepsinin birer birer
Yukarıdan bombalamak yok şehirlerini
Ormanlarını yakmak kalelerini yıkmak
Onlarla cenk edeceğim demiyorum
Beni uzaktan görünce teslim
Bayrağı sallamadılarsa tabanlarını yağlayacaklar
Madem kaçtı bırak gitsin demeyeceğim
Onlara arz üzerinde güven içinde yaşayacak
Yerleri kalmadığını göstereceğim
Koşarak koşturarak al binitimi
Öldükten sonra aksırmak gibi.

Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Söz İbrahim Kesgin’de. Buyurunuz.

İbrahim Kesgin:

Selamun Aleyküm,

İstiklâl Marşı’nın, “Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?” diye bir mısraı var. Yani bizim İstiklâl Marşı’ndan öğrendiğimiz bir medeniyet tanımı var. Dolayısıyla İstiklâl Marşı medeniyet tanımı yaparken diğer bütün tanımları dışarıda bırakıyor aslında. Yani:

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Yani buradaki ‘‘ulusun!’’, ulusun (yücesin) manasında değil, ulusun, yani Anadolu’da kurda ‘‘canavar’’ denir biliyorsunuz, bu manada yani. İstiklâl Marşı medeniyetin sıfatlarını başka yerlerde de başka mısralarında da bize söyler. Yani çılgın, canavar, alçak, hayasız. Mehmet Akif başka şiirlerinde de medeniyete çeşitli sıfatlar yüklemiş.“Medeniyyet denilen maskara mahluku görün / Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün” Yine Çanakkale Şehitleri’ne şiirinde de işte yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi demiş. Aynı şiirde yine bu tanımlardan sonra şu mısralar geliyor: “Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; / Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına / Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz… / Medeniyet denilen kahbe, hakîkat yüzsüz.” Şimdi “Maske yırtılmasa hâlâ âfetti” diyor. Yani maske yırtıldı, ne olduğunu görmüş olduk. Medeniyete bakış bir mesele idi. Yani hassaten Tanzimattan sonra bir sürü şey yapıldı bununla alakalı yani işte bir sürü şey yazıldı, çizildi. Çanakkale Şehitleri’ne, yazıldığı tarih olarak 1915 ya da işte 1923-1924 deniliyor. 1924’de neşredilmiş ama yani neşri mesele değil, şiirin ne söylediğine baktığımız zaman. Ne zamanki Türk varlığı bir tehlikeye girdi, Birinci Cihan Harbi’ne biz seferberlik dedik, son uçta biz bir İstiklâl Harbi vermeye başladık medeniyete yani bir tanım getirdik. “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar” diyerek aslında İstiklâl Marşı, medeniyeti daha önce yapılmış tanımlardan ayırmış oldu ve bizim de medeniyete nasıl bakmamamız gerektiğini sarahaten göstermiş oldu. Fakat akabinde ilan edilen Cumhuriyette İstiklâl Marşı’nın en çok itiraz edilen, en çok ihanet edilen mısralarının başında geldi bu mısra. Ve medeniyete bakışımız da İstiklâl Marşı’nın kazandırdığı bakışı yok sayarak şekillendi. Hikmet Feridun’un 1939 tarihli bir yazısı var, orada diyor ki “Son seneler içinde birçok kelimelerin manaları adeta büsbütün değişti. Hele şu medeniyet kelimesi” diyor “artık söylenildiği zaman dudaklarda hafif bir tebessüm uyandıran bir söz haline geldi, mesela işte bugün” diyor “medeni Avrupa denildiği zaman insanın hiç olmazsa şöyle hafif tertip güleceği geliyor. Geçen gün” diyor “dişçiden çıkarken meşhur bir romancıya rastladım.” İşte romancı demiş ki “Artık ben de medeniyete benzedim” demiş. Anlamamış adam, o da işte “öyle ya ağzımda tek dişim kaldı” demiş. “Orada” diyor “dostum “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraını hatırlatıyordu.”

Cumhuriyetin ilanından sonra bir dizi İnkılâp yapıldı. İnkılâp dediğimiz zaman işte bunu kalbolmak kelimesinden hareketle bir şeyin başka bir şeye dönüşmesini anlıyoruz. Yani bir şey başka bir şeye dönüştü. Kalboldu, inkılâb oldu. Kalbolmayı tabii o şeyin içinde başka bir şey çıkması yani var olan bir şeyin kendi içinde bulunan hususiyetleri koruyarak başka bir şekle bürünmesi olarak da anlayabiliriz. Mesela edebiyatta da bunun yeri var. Yani işte -Kalb sanatı deniyor buna- bir kelimede bulunan harflerin yerini değiştirerek başka bir kelime üretiyorsun, işte bu iki kelimeyi birlikte kullanıyorsun. Ve şimdi bunun en bariz misali elem (الم) ve emel (امل) kelimeleri. Yani harfler aynı, kök aynı fakat şekil değişik oluyor. Yine bir kelimeyi harfleri tersten okuyarak anlamlı bir hale getirme var. Yani bir kelime okuyoruz, tersten de okuduğumuzda yine anlamlı bir şey oluyor. Buna da işte ateş (آتش) ve şita (شتا) kelimelerini misal gösterebiliriz. Tabii Latin harfleriyle anlaşılabilecek bir şey değil bu. Bizim yazımızla bunu anlayabiliriz ancak. Böyle düşünmek lazım. Edebiyatta yine birçok şekilde karşımıza çıkıyor bu durum. İnkılâp için de yine köklü değişiklik tanımını yapıyor lügatler, işte yapılan değişikliklerin bir kökü var demek bu. Ya da işte kökünden bir şeyleri yok edip yerine yeni köklü şeyler getirmek. Tabi bir de işte köküyle bir şeyi alıp başka bir yere nakletmek var, buna da köklü değişiklik diyebiliriz yine.

Şimdi Batılılaşmanın saraydan başladığını, ordunun içerisinde de bunun tatbik edildiğini hesaba katarsak Batı Müziği'nin saraya girişi İkinci Mahmut döneminde. Yani Yeniçerilik kaldırıldıktan sonra askeri müzik topluluğu olan mehterhaneler de kapatılıyor ve Yeniçeriliğe dair ne varsa büyük bir hınçla yok edildiği için yerine mehter müziğini ikame edecek bir şey de konulmuyor. Batılı anlamda tabii o bandolar kuruluyor. Mehter Müziği dediğimiz şey mesela, repertuarı bakımından da ortaya çıkarttığı etki bakımından da hafife alınacak bir şey değildi. Bunun harbe etkisini göz önünde bulundurduğumuz zaman da bu böyleydi. Şimdi batıda askeri müzik namına dikkate değer bir şey yokken mehterhaneler vardı. Onun yerine işte Mızıka-i Hümayun kuruldu. Mehterhaneler kapatılınca 1914'te tekrardan işte bir müze bünyesinde mehter teşkil ediliyor. İşte bugün bizim aşina olduğumuz, mehter marşı olarak bildiğimiz birçok şey de bu tarihten sonra besteleniyor aslında. Tabii o tarihe kadar yok olup gitmiş, silinip gitmiş ne kadar mehter eseri vardı artık bilemiyoruz. Yani yok edilmiş bir askeri müzik var netice itibariyle. Şimdi Mozart'ın bir bestesi vardır “Rondo Alla Turca” diye, işte biz bunu Türk Marşı diye biliyoruz. Alaturkaya biz Türk tarzı, Türk usulü diyebiliriz. Bir piyano sonatının 3. bölümü olarak yazmış bunu Mozart. Onda mesela mehter müziğinin bıraktığı etkileri görebilirsiniz. Yani bu şekilde birçok eser yazılmış. Yani operalarda, Beethoven'ın, Haydn'ın bazı eserlerinde yine bu etkiyi görebilirsiniz. Mesela Beethoven 1823'de tamamlamış 9. senfonisini. 1815'te taslaklarına notlar almış. İşte o notlarda 9. senfoninin sonunda Türk Müziği ve koro yazmış. Yani 9. senfoniyi bu şekilde bitirmeyi planlamış. Yani senfoninin sonunu dinlerseniz aslında bunu hissettirmiş diyebiliriz. Yani mehter müziği hissi vermek için o zaman işte davul, zil ve üçgen zil denilen çalgılar var, bunlar kullanılıyor. 9. senfoninin sonunu dinlerseniz bu adını andığım üç çalgı baskındır epey. Avrupa'da Türklerin mağlup edilebileceği fikrinin ortaya çıkmasıyla Türk modası dediğimiz şey de başlıyor. Yani hassaten bu İkinci Viyana Kuşatması'ndan sonra. Alaturka tabiri de buradan hasıl oluyor haliyle. Yani bunun etkilerini resimde, mimaride falan görebilirsiniz. Yani bu bir modaya dönüşmüş Avrupa'da. Bir biblo gibi yani. Bugün işte mehter müziği gösteri maksadıyla ya da işte sünnet düğün organizasyonlarında falan karşımıza çıkıyor. Bir de işte askeri müzede var, Harbiye'de çalıyorlar. İşte müzelik bir durumda yani. Alaturka tabiri de tabii zamanla aşağılayıcı bir ifadeye dönüşmüş. Garp müziğinin karşısında bir şark müziği ya da alaturka müzik ifadeleriyle alçaltılmaya çalışılmış. Bugün de işte piyasa Türk Müziği'ni tarif etmek için Alaturka falan deniyor.

Cumhuriyetten sonra yapılan İnkılâpları sayacak olursak yine birçoğumuzun sayarken atlayacağı ya da hiç bilmediği bir İnkılâp vardır o da Musiki İnkılabı. Musiki İnkılabı bugün ders kitaplarının içerisinde anılıyor fakat işte güzel sanatlar içerisindeki bir gelişme olarak bahsediliyor bundan. Batı Müziği'nin imkanlarıyla Türk Müziği'ni, Türküleri buluşturmak. Ya da işte Türk Müziği'nin imkanlarını Batı Müziği'ne tatbik etmek, musiki inkılâbı'nın çıkış noktası diyebiliriz. Yani medeniyet kelimesini dilimize sokan Ziya Gökalp’tir, Hars ve Medeniyet diye bir kitabı vardır. İşte hars demiyoruz bugün, kültür diyoruz. Fakat işte medeniyet kelimesini kullanıyoruz. Türkçülüğün Esasları’nda şöyle ifadeleri var: “Güzideler neye maliktir, halkta ne vardır, güzideler medeniyete maliktir, halkta hars vardır. O halde güzidelerin halka doğru gitmesi şu iki maksat için olabilir; halktan harsî bir terbiye almak için, halka doğru gitmek, halka medeniyet götürmek için halka doğru gitmek." Şimdi Türk beşleri diye anılan insanlar da vardır. Meselâ bu Türk beşlerini Rus beşlerine yakıştıranlar var. Fakat işte Rus beşleri Rus entelijansiyasının ürettiği insanlardır. Yani bir Rus modernleşmesi başlıyordu 18. yüzyılın sonlarında. 19. yüzyılda bu etkisini gösteriyor. Dünya Sistemini tehdit eden bir unsur haline gelince de artık 1. Cihan Harbi daha bitmeden tabii Çarlık Rusya’sı yıkılıyor. Rusya'da işte bu Rus beşlerinden sonra da önemli Rus besteciler çıkmaya devam ediyor. Çünkü bunlar kendi içerisinde tutarlıydı yani bir başarı elde ettiler. Bugün de dünyanın herhangi bir yerinde konser salonlarında bu bestecilerin eserleri çalınır. Fakat Türk beşlerine baktığımız zaman bu böyle değil. Meselâ biz bugün konsere başlarken bu Türk beşlerinden biri olan Hasan Ferit Alnar'ın bir bestesini, bir peşrevini çaldık. Bu şekilde konsere başladık. İşte Hasan Ferit Alnar meselâ Türk beşlerinin içinde Türk müziği kökenli birisi ve hatta yazdığı bir kanun konçertosu var. Yani diğerlerinden aşağı şeyler yapmamasına rağmen Türk müziğine olan yakınlığı sebebiyle dışlanmış birisi aynı zamanda ve Hasan Ferit Alnar'a da devlet sanatçısı unvanı verilmiyor. Yani bu Türk beşlerinden devlet sanatçısı unvanı almadan ölen tek kişi Hasan Ferit Alnar. Şimdi Türk müziği inkılâbında yapılan şey Türk müziğini yüceltecek bir şey değildi. Türk müziğini batı formlarıyla icra ettiğimizde Türk müziği icra etmiş olmuyoruz. Batı müziğinde kullanılan sesler bizim müziğimizde de var ama bizim müziğimizde Batı müziğinden daha çok ses var, yani işte bu ara ses dediğimiz sesler bizim müziğimizde daha çok. Bir türküyü söylerken bu ara ses dediğimiz kendimize mahsus, bizim müziğimize mahsus seslere basmak ya da onları çıkarmak gerekiyor. Onları çıkarmadığımızda artık o türküyü seslendirmiş olmuyoruz aslında. Meselâ işte bir Çanakkale türküsünü piyanoyla çalarsanız o piyanoda o Çanakkale türküsüne benzer bir şey çalmış olunur. Ya da Çanakkale türküsüne benzer ama o sesleri çıkartmadığımız için bir şey ifade etmez yani bu bize yabancı gelir, bunu anlarız zaten yani tam olmaz o Çanakkale türküsü. Kaldı ki bizim Türk müziği icra ederken notaya bağlı bir icra da yok yani kendimizden kattığımız şeyler, süsler de var. Bu da çalan, söyleyen kişinin kabiliyetini, icra karakterini gösteren bir şey. Bu yüzden de şöyle denir meselâ: “Bu bağlamayı şu çalmıştır, çalsa çalsa bu çalmıştır, ya da: “Bu taksimi falan kişi yapmıştır” diye söylenir.

İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı tarihte Nazım Hikmet Orkestra isimli bir şiir yazmış. Söyle başlıyor şiir: "Bana bak hey avanak! / Elinden o zırıltıyı bıraksana! / Sana üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz yaramaz." Nazım Hikmet bu şiiri "eski-yeni" bağlamında yazıyor. Yani o zaman -Seyfullah Köksal da söyledi- aruz tartışmaları var. Aruza karşı bakışı dolayısıyla eski şiire "üç telli" diyor. Yeni şiire de "orkestra" diyor. Yani üç telli saz falan bunlar artık zırıltı, geçti gitti artık bunlar diyor. Yeni sanat, yeni düzen orkestra gibi olmalıdır diyor. Yani bu tek sesli bir şey, orkestranın verdiği heyecanı veremez diyor. İşte Ali Rıfat Çağatay da meselâ bunu bestelemiş, ismini de Yeni Sanat koymuş bu bestenin. Yani Cumhuriyetten sonra da Türk müziği çalgılarıyla alakalı tahkir edici şeyler yapılmış. Gazete haberlerinde, karikatürlerde falan bunu görebilirsiniz. Nazım Hikmet’in dediği gibi böyle cılız, sıska resmedilmiş çalgılar. Bu tek seslilik, çok seslilik meselesinde de musiki inkılâbı için yapılan toplantılardan birinde meselâ öyle bir yere geliyor ki iş, tek sesli müziği hepten yasaklayalım diyor birisi, orada Cemal Reşit Rey de var. Diyor ki “Ne yani” diyor “ne yapacağız?” “Dağdaki çobanın yanına” diyor “bir tane daha adam mı vereceğiz beraber söylesinler diye.” diyor. İşte böyle gülünç şeyler yaşanmış. Çok zengin bir türkü repertuarımız var, işte her ilin, her ilçenin kendisine ait türküleri var, yani işte bağlama dediğimiz sazın çalınışı, mızrap vuruşları yöreden yöreye farklılık gösterir, yani bir Ankara tavrı vardır, Zeybek tavrı vardır, Konya tavrı vardır. O yörelere has türküler öyle dümdüz çalınmaz. O yörenin tavrıyla çalman lazım. Şimdi bu üç telli meselesinde nenemden duyduğum bir şey var benim. Babamın dedesi üç telli saz çalarmış, kardeşi de onun kabak kemane çalarmış, İdris Amca. Kabak kemane de üç telli. Şu an işte dört telli olarak çalınıyor ama o bir teli sonradan eklenmiş, aslında üç telli bir çalgıdır kabak kemane. Şimdi bu İdris Amca iyi çalarmış kemaneyi ve şöyle dermiş: “Allah’tan korkmasam ben bu saza Sübhaneke’yi okuturum”. Yani şimdi bu hem onun sazının imkanlarını gösteren bir şey hem de onun sazıyla yapabileceği en yüksek şey ona Sübhaneke okutmak. Yani işte saz Sübhaneke okur mu? Okumaz tabii ki ama işte bu da bir tavır. Nazım Hikmetin avanak dediği insanlardan biri işte bu İdris Amca.

Şimdi 1934 yılında cumhuriyetin onuncu yılını tamamlamasından sonra soyadı kanunu kabul ediliyor. Bugün baktığınızda diğer bütün İnkılâplara karşı olup işte bu yapılan İnkılâpların arasında, içinde en mantıklı olanın bu soyadı inkılâbı olduğunu söyleyen insanlarla karşılaşabilirsiniz. Şimdi biz konuşurken sıfatları isimden sonra getirmiyoruz. Yani yeşil başlı gövel ördek diyoruz. Ve okullarda da hepimize bu şekilde öğretilir, yani sıfat tamlaması diye bir şey öğrendik biz, hepimiz. Önce sıfat sonra isim gelir. Yani bunu tabii dayandırdıkları çeşitli sebepler var. Mesela bunlardan bir tanesi işte o dönemde karışıklığa mâni olmak falan gibi bir bahane. Bugün de hala işte bunları savunanların tezlerinden bir tanesi bu, işte soyadı gelmiş de karışıklığa mâni olmuş. Fakat işte bakıyorsun 2000 yılından sonra mesela herkese bir kimlik numarası verildi. Çünkü ad-soyad benzerliği dolayısıyla ortaya çıkan karışıklık öyle bir noktaya gelmişti ki artık bu uygulamaya geçildi. 1927 yılında mesela bir nüfus sayımı yapılıyor, 13 buçuk milyon civarı nüfus. İşte ikincisi 1935’de soyadı kanunundan sonra yapılıyor. Bunda da 16 milyon civarı nüfus. Kimlik numarası verilmeden önce de yapılan sayımda nüfus 68 milyon civarı. Yani soyadı kullanmak nüfus çoğaldığında zaten karışıklığa sebep olacak bir şeyse nüfusun az olduğu bir zamanda karışıklığa sebep olma bahanesiyle böyle bir şey ortaya çıkartmak zaten saçma. Şimdi aynı soyadı taşıyan milyonlarca insan var. İşte toplum hayatında zaten kendinizi bu soyadınızla tanıtamazsınız. Şimdi kendinizi tarif etmeniz için mutlaka ya annenizin babanızın, işte ya mesleğinden ya da aile unvanınızdan, lakabından bir şey söylemeniz lazım memleketinizde kendinizi tanıtabilmeniz için. Yani işte ben Aydın’da kendimi soyadımla tanıtamam. Derim ki Sazcı Mehmed Ali’nin oğluyum derim ya da işte çok da tanımazsa biraz daha geriye giderim Sazcı Osman’ın torunuyum derim. Bu şekilde falancanın falanı diye tarif edilir mesela birini tarif edecekseniz de. Yani şimdi bu resmî işler için diyelim gerekli bir şeydi. Ama 2000’den sonra işte boşa çıkmış bir şey. Yani şimdi herkesin bir kimlik numarası var, o zaman niye soyadımız var? Bu zaten başlangıcı itibariyle bir hıristiyanlaştırma faaliyetinden başka bir şey değildi. Yani işte ne diyorlar “Jesus Christ’’ yani “Mesih İsa’’ değil “İsa Mesih” diyorlar. Mesela siyasette de insanlar soyadıyla anılıyor hep. Yani bugün “Atatürk’’ dediğiniz zaman başka bir şey anlaşılır, “Mustafa Kemal’’ dediğiniz zaman başka bir şey anlaşılır. Halbuki dört sene bu soyadıyla yaşamıştır. Mesela Adnan Menderes de soyadını değiştirmiş. İlk soyadı “Ertekin’’miş Adnan Menderes’in. Daha sonra “Menderes’’ soyadını almış. Bu işte siyasete girmesi ile alakalı bir şey olarak da söyleniyor. Yani soyadıyla anıldıkları için daha esaslı bir soyadı seçmiş kendine. Biliyorsunuz Adnan Menderes’in Aydın’da Menderes kıyısında çok toprağı vardı ve işte bununla irtibat kurarak “Menderes’’ soyadını almış. Fakat Ethem Beyoğulları veya Hacı Ali paşazadeler olarak anılırlarmış. Bir yandan da tabii aile unvanları ya da lakaplarından soyadı seçenler olmuş. Yine yasaklı şeyler var onları alamıyorsunuz tabii. Mesela işte Kemal Batanay diye bir musikişinas vardır. Ailesi “Müridoğulları’’ olarak bilinirmiş. Müridoğlu soyadını almak istemiş vermemişler. İşte sonra yan taraftan “Doğanay’’ soyadını duymuş bu olsun demiş. O da alındı demişler. Bizimki de o zaman “Batanay!’’ olsun demiş yani bu şekilde soyadını almış. Fevzi Çakmak’ın soyadı böyle değildir mesela. Fevzi Çakmak kendisine teklif edilen “Sakarya’’ soyadını reddedip biz Çakmakoğulları olarak anılırız diyerek “Çakmak’’ soyadını almıştır. Yani şimdi bu soyadı ile birlikte kimlik verildi insanlara ama işte kimlik yok edildi aslında. Şimdi bu hıristiyanlaştırma faaliyetinin ne boyutlarda olduğunu anlamak için Türkiye’de Hazreti İsa’ya ne oldu sorusuna verilecek cevaplara bakmak lazım.

1923’ten 1950’ye kadar bir tek parti iktidarı yönetti Türkiye’yi. Tek parti iktidarında insanların en çok şikâyet ettiği iki şey vardı. Bunlar jandarma dipçiği ve tahsildar baskısı. Mehmet Güneş Demokrat Partide görev almış, “Zamanı İsmet ve Sonrası’’ diye bir kitap yazmış. Kitap da 1969’da neşredilmiş. Jandarmadan ve işte tahsildardan, tahsildar baskısından bahsediyor kitapta. Kitabın ilk satırları şöyle: “Küçükten gözümüz yılmış, bugün bile hükümet denilince aklımıza jandarmayla tahsildar geliyor. Jandarma döver, tahsildar soyardı. Bize göre devlet bundan ibaretti. Jandarmayla Tahsildardan gayrısı köye pek uğramazdı, biz ise, Hükümetin diğer erkânıyla hiç karşılaşmamaya bakardık.” diyor. İnkılâplarla birlikte bunların bekçiliğini yapmak da yine en küçük yerlerde bile jandarmaya düşmüştür. Yani o zamanda jandarmadan dayak yememiş olmak şaşırtıcı bir şey. Ve yine mesela madencilik faaliyetleri. Türkiye’de yapılan madencilik faaliyetlerinin cumhuriyetten sonra özellikle nasıl başladığına bakarsanız işte insanlar maden ocaklarına nasıl indirilmiş, hangi şartlarda çalışmaya icbar edilmiş, çalışmamak için neler yapmışlar, işte çalışmaları için neler yapılmış çeşitli kaynaklardan okunabilir. Tabii bir tarafta da Türkçe tangolar vardı bunlar olurken.

Şimdi bu Mehmet Güneş’e bir milletvekili “sen politikacı olamazsın çünkü idealistsin’’ diyor.  “Biz de politikanın particiliğin bir çıfıt pazarı olduğunu 1946’da katılıp uğruna birçok çarık parçaladığım Demokrat Parti’den 1955’te ayrıldığım zaman ancak öğrenebildim” ve “idealistlerin işe yaradığı bir parti kurulana kadar da girmeyeceğim bir daha bu işlere” diyor. “1946’da olduğu gibi gene çarıklarımızı çekip yola çıkacağımız günler belki yarın belki yarından da yakındır” demiş. Gene çarıklarımızı çekeriz diyor. Çünkü artık çarık yok yani gene çekeriz diyor onu. Yani aslında bu nereden nereye geldiğini de özetleyen bir ifade. Yani insanlar Demokrat Parti iktidarıyla çarık yerine kara lastik giymeye başlamışlardı. İşte İsmet Bey’den öğrendik onu öğrendim yani. Rize’nin bazı köylerinde kara lastiğe demokrat dendiğini. 46 ruhu diye bir şey var. Aslında kastettiği bu. Yani 1946’da ne olmuş çok partili hayata geçiliyor. Yani bu şey yıllardır süren bir demokrasi özleminin dinmesi falan değil tabii ki. İkinci cihan harbinin yegâne galibi Amerika’nın oluşturduğu şartlarda dünya sisteminin ikinci cihan harbi sonrası demokrasi getirdiği yerlerden bir tanesi Türkiye. İşte evvelinde güya çok parti denemeleri oluyor. Mesela 1930’da Serbest Fırka kuruluyor. Kurulduktan kısa bir zaman sonra kapatılıyor. Çünkü İnkılâpları ölçmek için kurulmuştu bu Serbest Fırka. Ne olup bittiği görüldü, emirle kuruldu, emirle kapatıldı. Partinin feshedildiği günün ertesi günü Mustafa Kemal üç aylık bir seyahate, Anadolu seyahatine, çıkıyor. 1946’dan sonra jandarma dipçiğinden, tahsildar baskısından bunalan insanların eline bir seçim imkânı geçiyor. İşte 1946’da olmasa da 1950’de CHP’den kurtuluyor insanlar. Yani Demokrat Parti ile birlikte köylünün cebi para gördü denir. Zaten vaatlerinden biri buydu. Tarımda atılım yapmak. Traktörler tarlalara girdi işte pamuk, buğday para ediyordu. Çarıktan kara lastiğe geçti insanlar. Yani bu tarım politikasıyla bir yere varılabileceğine de inanılıyordu. Çünkü Adnan Menderes’in bir Türkiye hayali mi diyeyim, bir tasavvuru mu, yani kafasında bir şey vardı. İşte çocuklarının ismi de aslında buna göre koyulmuş isimler.  Yani üç oğlu vardır Adnan Menderes’in: -hepsi cumhuriyetten sonra tabii doğmuş- Yüksel, Mutlu ve Aydın. Yani yükselen, mutlu, aydın bir Türkiye tasavvuru diyebiliriz. Tabi 27 Mayıs’la birlikte bunların hepsinin farazi şeyler olduğu ortaya çıkmış oluyor. Yani mesela takrir verenlerden ipe giden tek kişi yine Adnan Menderes. Zaten sonrasında da oğullarının başına gelenleri de hesaba katarsınız bakarsınız Adnan Menderes’in ideallerinin gerçekleşip gerçekleşmediğini de anlayabiliriz.

Dünya sistemi dediğimiz şey bir finans sistemi, yani para hakimiyeti. Bizim bu sistemin dışında kalabilmemiz içine girerek elde edileceğimiz bir şey değil. İçine girdik diyelim, dışarı çıkarken de izlenen yollar yine sistemin işaret ettiği yollar. Yani bugün işte adına gelişme denilen ne varsa bununla alakalı şeyler. Şunu bilmek lazım yani para dediğimiz şeyin kendisi faizdir. Çok moda bir tabir var bugün işte şu günlerde “alım gücü’’ diye bir şey çok moda. Herkes alım gücü şöyle alım gücü böyle işte şurada alım gücü böyleymiş burada böyleymiş diye çok ağzımıza dolanan bir ifade haline geldi. Şimdi herkes bu güce erişmek için ya da bu gücü bir şekilde korumak için çaba sarf ediyor. Ama işte “almama gücü’’ diye bir tabir ortaya çıkmıyor. Yani almamak da bir güçtür. Çıkabilir ama işte “almama gücü’’ diye bir şey ortaya çıkmıyor. Şimdi fiyat artışlarından şikâyet ediliyor mesela son dönemde yine. Fakat işte bu fiyat artışlarını göz önüne alarak yine alışveriş yapıyor insanlar. Yani şimdi almazsam pahalanacak diyor mesela. Ve yine borçlanıyor ya da işte imkanları zorluyor. Fiyat artışlarının işte bu alışverişe bir etkisi oldu mu? Yani alışveriş devam ediyor. Ve işte bu alımların da daha çok enflasyona sebep olduğunu falan, söylüyorlar. Biz “Milli pazar olmadan, milli birlik olmaz’’ diyerek “Pazar Ola’’ diye bir tüketim kooperatifi kurduk. “Pazar Ola’da nelerin satılmadığı nelerin satıldığından daha az önemli değil’’ dedik. Yani neleri satmıyoruz bu mühim bir şey. Pazar Ola’da ıvır zıvır, kırık kırsık, abur cubur, öte beri satılmıyor. Yani biz aslında bu az evvel saydığım şeyleri ihtiyacımız olmayan şeyleri tarif etmek için kullanmışız. Yani bunlarla sınırımızı lisanımız vesilesiyle çizmişiz. Ivır zıvır, tırı vırı şeyler bunlar, kıymetsiz şeyler, ihtiyacımız olmayan şeyler. Bugün de işte bu saydığım kıymetsiz şeyler hayatımızı işgal etmiş vaziyette.

Panelimizin serlevhası “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın” İstiklâl Marşı’nın bir de “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl’’ diye de bir mısraı var. Hem de bu iki kere geçiyor. Hakk’ın vadettiği günler istiklâle kavuşacağımız günlerse bizim bunu hak edip etmeme durumumuz var. Yani buna layık olup olmama durumumuz da var aynı zamanda. Yani biz bir istiklâl harbi verdik. Fakat akabinde öyle ya da böyle geride kalanlar cumhuriyetin etkisi altında yaşamış insanlardı, yaşayan insanlardı. İsmet Özel bir yazısında şöyle diyor “Yüksek tabakası Batılılar tarafından satın alınmış Türk milleti serapa bir İstiklâl Harbi başlatarak kefeni yırttı. O yırtık kefen hâlâ üzerimizdedir. Dünya üzerinde hâlâ o yırtık kefenle geziniyoruz. Bir kıyafetten mahrum kalışımız olumlu bir yere ulaşmamıza engel oldu ve olacak’’. Yani bizim bir şekilde giyinip kuşanmamız lazım ve başımıza gelenleri de öğrenmek ve öğretmek zorundayız. Teşekkür ediyorum. 

Durmuş Küçükşakalak:

Biz teşekkür ettik. Abdülhamit Sağır unuttuğu bir şey var herhalde onu hatırlatacak buyurunuz.   

Abdülhamit Sağır:

Şimdi bu konuştuğum şeyle ilgili kısa bir anekdot anlatmak istiyorum. Eksik kalacağını düşündüm tekrar hatırlayınca. Şimdi biz tanımımız önemli olduğundan bahsettik ve şahitliğin öneminden. 1900 ya da 1901’de Çin’de Haklı Yumruklar Ayaklanması başlıyor. Çin’deki Müslümanlar, İngiliz ve Alman şirketlerin canını okuyor. Öyle bir canını okumak ki baş edemiyor İngiliz ve Almanlar. Osmanlı Devleti’nin o günkü padişahından yardım istiyor. O günkü padişah bir heyet teşkil ettiriyor. Şeyhülislam uzunca bir metin yazıyor, onu Çinceye çevirttiriyor ve heyetin başkanına veriyor. Heyetin başkanı kim? Burada asıl önemli noktalardan bir tanesi de bu heyet başkanının kimliği. Bu Mustafa Celalettin Paşa isminde bir şahsiyet. Yani bir nesil öncesi Yahudi bir ailenin çocuğu, Polonya’dan gelmiş, Polonezköylü. Dolayısıyla bu kişi bu görevi bilerek severek fermanı alıp gidiyor ve Çin’deki Müslümanlara padişahın fermanını iletiyor. Sonuç ne oluyor? Sonuç Müslümanlar ayrışıyorlar tabii ki. Oradaki isyana destek verenlerin bir kısmı ayrışıyor, bir kısmı devam ediyor. Fakat İngilizler ve Almanlar isyanı bastırıyor. Şimdi ortada Müslümanların kâfire karşı başlattığı bir hareket var. Kâfir gelip senden yardım istiyor. Şeyhülislam metin yazıyor Çinceye çevirttiriyor. Ve heyetin başkanlığına bir nesil öncesi Yahudi olan bir adam, Mustafa Celalettin Paşa getiriliyor. Hatta Mustafa Celalettin Paşa Türklerin batı aryan ırkından olduğunu ilk söyleyen. Bu adam bunu alıp götürüyor orada ve bu isyanın bastırılmasını sağlıyor. Ve aynı devletler on dört yıl sonra senin boğazına çörekleniyor. Yani anlatabiliyor muyum kimiz, kimle hareket ediyoruz? Fiillerimiz ne eylemlerimiz ne? Bunların sarahat kazanması gerekiyor. Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Bizde teşekkür ederiz. Toplantımızı birkaç söz söyleyerek hitâma erdirelim. 2003 yılında 1 Mart Tezkeresi meclisten geçmedi ve buna kimse kayıtsız kalamadı… Sevinen oldu üzülen oldu. Ama yirmi gün sonra aynı tezkerenin biraz hafifletilmişi meclisten geçti. Ondan sonra Birinci Dünya Savaşından beri en fazla Müslüman kanı dökülen bir dönemde yaşadık. Yani bizim bu son yirmi senedir yaşadığımız dönem Birinci Dünya Savaşından bu tarafa en fazla Müslüman kanı dökülen bir dönemdi. Sadece Irak’ta bir milyondan fazla Müslüman öldürüldü. Müslüman olduğu için öldürüldü. Şöyle Müslümandır böyle Müslümandır fark etmez. Afganistan’da ve Pakistan’da düzenli bir program dahilinde Müslüman öldürüldü. Libya,  Tunus, Suriye, şu anda işte Filistin meselesi falan filan. On beş yıl önce bir komşum vardı, Iraklı, Kerküklü. Niye geldiğini sorduğumda dedi ki “çocuğumun adı Ömer!’’ Irak’ta Şiiler Amerikan askerlerinin gücünü arkalarına alarak nüfus idarelerini ve tapu kayıtlarını ele geçirerek isim isim Müslüman öldürdüler. Özellikle Ömer, Osman, Ebubekir isimleri hedefte idi. Amerikalıların ve “terör” örgütlerinin öldürdüğü Müslümanın haddi hesabı yok. Aynı şeyi geçen hafta da duyduğum için bunu hatırladım. Sanayide bir otomobil tamircisi… Kırık Türkçesinden dolayı Suriyeli olduğunu zannettim. “Suriyeli misin?’’ dedim. “Yok’’ dedi, “Kerküklüyüm’’. “Ne zaman geldin?’’ dedim “On beş seneyi geçti’’ dedi. “Niye geldin’’ dedim “Çocuklarımın… canını kurtarmak için.” “İsimleri neydi?” diye sordum. İşte Ömer, Osman… öbürü neydi bilmiyorum. Yani şunu diyeceğim; Hakk’ın vadettiği günler öncelikle bir hesaplaşmayla başlaması lazım. Bu, Türkiye’de başlayıp dalga dalga bütün dünyayı bütün zalimleri içine alacak bir hesaplaşmayla bu iş başlaması lazım. 1 Mart tezkeresi meclisten geçmedi. Yirmi gün sonra bir tezkere geçti ve o geçen tezkereden önce gurup konuşmasında “Bağdat’a düşecek ilk bombayla birlikte sekiz buçuk milyar dolar hesabımıza geçecek.” dedi Türkiye’de bakanlık yapmış birisi. Bu sadece işin hibe kısmıydı. Onun kat be kat fazlası kredi olarak geldi. Daha nelerin karşılığı neler geldi? Şu anda cumhurbaşkanı olan zat gurubundaki milletvekillerine “bu tezkere geçmezse memurların maaşını bile ödeyemeyiz.” dedi. Yani bugün biz işte Türkiye’de şöyle gelişiyoruz, böyle vasıtalara biniyoruz, Türkiye’de son yirmi senede olan gelişme Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hepsinden daha yukarda… falan filan laflarını duyuyoruz değil mi? Müslümanların kanının dökülmesi pahasına biz şu anda kâfirlerin verdiği kırıntılarla geçimimizi sağlıyoruz, kâfirlere verilen mühletten “istifade” ediyoruz. Yani Hakk’ın vadettiği günlerde değil kâfirlere ve şeytana verilmiş mühletten “istifade” ederek bir hayat sürüyoruz. “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın”diyerek bugünkü toplantımızı bitiriyoruz. Teşekkür ederiz, dinleme zahmetine katlandığınız için

9 Recep 1445 (20 Ocak 2024) Cumartesi, İstanbul

DOĞACAKTIR SANA VA’DETTİĞİ GÜNLER HAKK’IN PANELİ İSTANBULDA YAPILDI

"NİÇİN BU KİTAP VİTRİNDE DEĞİL" Paneli Tam Metni

Fikret Demir: Selâmun aleyküm, 

Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,

"Git Vatan Kabe'de Siyaha Bürün" Paneli Metni

Selamün aleyküm.

İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.

"NE DEDİĞİNİ BİLMEK, BİLDİĞİNİ OKUMAK" Semineri Tam Metni

Oruç Özel: Selâmun aleyküm,

Biraz fazla bir ara verdik teknik birtakım aksaklıklar sebebiyle. Şimdi, "Ne Dediğini Bilmek, Bildiğini Okumak" seminerimizin ilk celsesini icra edeceğiz.

"SINIF BİLİNCİ - KIŞ" PANELİNİN TAM METNİ

Oruç Özel: 

Selamun Aleyküm,

Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada Sınıf Bilinci mecmuamızın ikinci sayısının neşrolunması sebebiyle,