TÜRKELİ'NİN GELECEĞİ PANELİ TAM METNİ

Gökhan Göbel:

Selamun aleyküm, hepiniz hoş geldiniz.

Panelimizin başlığı Türkeli'nin Geleceği. Geçmişi, bugünü ve geleceği birbirinden koparmadan konuşabilmemiz lazım. İsmet Bey'in internet portalımızda yayınlanan yazılarını okuyorsanız eğer, orada durumun, halin farkında olarak geçmişten geleceğe bir zihin alanı açıyor bize. Bugün karşı karşıya olduğumuz şeyler iyi şeyler değil, iyi haberler almıyoruz. Elimizde iyi şeyler yok. Elimizde olan şeyler kötü şeyler şu anda. Haberler ortada. Türk halkının çektiği sıkıntılar ortada. Kira belasından İstanbul'u terk etmek zorunda kalan Türkler var. Bu durumda İsmet Özel Asr-ı Saadet’ten ve Türk hayatından bugünkü derdimize deva olacak anlayışları mevzu bahis ediyor. Başlamanın başlı başına bir imkân olduğundan bahsediyor. Hangi şartta olursak olalım başlama imkânını kullanmamız gerektiğinden bahsediyor. Hatta dünya çapında insanlığa tebelleş olmuş bu belaların, toplum yapısındaki çarpıklıkların düzelmeye de vesile olabileceğinden bahsediyor. Ve İslâm anlayışı çerçevesinde küfre güç vehmetmeden Türklerin ve Türkeli'nin geleceğini İslâm'da görerek bir şeyler söylüyor bize.

Biz de İstiklâl Marşı Derneği olarak bu fikre iştirak ediyoruz. Böyle inanıyoruz. Panelimizin başlığını da onun için “Türkeli’nin Geleceği” koyduk. Fakat bu kötü haberler çerçevesinde bir şeye şerh düşmek gerekiyor: Bütün Türkiye'de yankılanan kötü, habis haberlerin bir kısmı medyanın köpürtmesidir. Bir misal vereceğim size bu hususta. Bundan iki-üç sene evvel bir sel felaketi oldu Kastamonu Bozkurt’ta. O sel felaketi esnasında Kur'an kursunda mahsur kalan otuz kadar çocuğu -sel bir buçuk metreye varmışken- o esnada orada yaşayan altmış beş yaşında emekli bir astsubay amca kurtardı. Bir palanga sistemi kurarak tek tek bütün çocukları o selin içindeki binadan kurtardı. Ve çok kısa bir müddet sonra o bina yıkıldı. Bu amcanın mesela hepimizin kahramanı olması gerekiyordu. Bu salonda bile belki bu hadiseyi duymamış insanlar çoğunluktadır. Çünkü medya habis haberlere yer verdiği miktarda böyle haberlere yer vermiyor, toplum dokusunun çürümesi için uğraşıyor.

Kuzeyimizde ve güneyimizde devam eden iki çatışma var. Türkeli'nin geleceğini doğrudan ilgilendiren çatışmalar bunlar ve bizim Mîsâk-ı Millî’ye, milli yeminimize sarılmamızın ne kadar elzem olduğunu gösteren çatışmalar. Şimdi bilhassa güneyimizdeki çatışmalar dolayısıyla devlet yetkilileri de aslında Türkiye'nin sınırlarının, toprak bütünlüğünün tehdit altında olduğundan, Türkiye'ye saldırılmasının söz konusu olduğundan bahsediyor. Ama aynı devlet yetkilileri bize Türk vatanının Türkiye'nin resmi sınırlarından ibaret olmadığını söylemiyorlar. Buna millet olarak vereceğimiz bir cevap olması lazım. Bizim millet olarak böyle bir tehditten bahsedildiği zaman buna karşı “Bizim zaten güneyimizde, kuzeyimizde ve batımızda topraklarımız işgal altındadır.” dememiz lazım. Mîsâk-ı Millî, İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'da kabul edildi ve bundan sekiz ay sonra bize Sevr Antlaşması dayatıldı. Bugün, bilhassa güneydeki çatışmalar dolayısıyla söylüyorum. Sevr Antlaşması'nın doksan beşinci maddesinde bize İsrail'e bir yurt tanınmasının dayatıldığını bilmek, dillendirmek gerekiyor. Biz Türkeli dediğimiz zaman Mîsâk-ı Millî topraklarını kastediyoruz. Ve kendi vatanımızı, memleketimizi, ülkemizi, yurdumuzu Türkeli olarak Türkçe isimlendiriyoruz.

İstiklâl Marşı Derneği'nin işi bu. Çünkü İstiklâl Marşı, Ankara'daki Büyük Millet Meclisi’nde değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde de değil “Türkiya Büyük Millet Meclisi”nde kabul edildi. Ankara'da açılan meclisin ilk ismi önce Büyük Millet Meclisi'ydi. Sonra İstiklâl Marşı yazıldığı esnada “Türkiya Büyük Millet Meclisi”ydi. Cumhuriyet'le beraber bu isim Türkiye oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu. Fransızcanın tesiriyle Türkiya, Türkiye oldu. Biz bu iki Avrupâi söyleyiş karşısında kendi vatanımızı Türkçe, Türkeli olarak isimlendiriyoruz. Ve bugün aslında Türkiyelilik diye yapılan siyasi tartışmalarda, Türk milleti aleyhine dönen dolapta, Türklük iddiasında olan insanların da bu dolaba su taşımak yerine kendi vatanlarını, ülkelerini Türkçe isimlendirmeye davet ediyoruz.

Öz Türkçeciliğin bir yerinde Tahsin Banguoğlu bir yazı yazdı. Dedi ki: “Bu yer adlarındaki -stan, -istan eklerini Farsça olduğu için değiştirmemiz lazım.” Bulgaristan demeyeceğiz, Bulgareli diyeceğiz, Türkleştireceğiz. Kazakistan demeyelim, Kazakeli diyelim. Hırvatistan demeyelim, Hırvateli diyelim. Türkistan demeyelim, Türkeli diyelim, dedi. Bir okuyucu mektubundan sonra “Peki Türkiye'ye ne diyeceğiz?” diye kendisine sorulunca o da “Ben aslında tabiî Türkeli ismini kendi ülkeme saklamak isterdim.” dedi. Şimdi Türkiye kelimesi Arapça ve Farsça olmadığı için onların ilgi alanına girmiyor. Halbuki Türk kelimesi doğrudan Arapça telaffuzla alakalı bir şey ama kelimeyi bütün olarak -öz Türkçeciler- Arapça ve Farsça saymadıkları için değiştirmeyi düşünmediler. Onların derdi Arapça ve Farsça ileydi. Hatta daha ileride Arapça ileydi. Çünkü Kur'an dili, İslâm dili olduğu için Arapça ileydi. Uydurmacılık yaptıkları esnada Arapça kelimelerin öz Türkçelerini uyduramadıkları zaman bunların yerine Farsça kelimeler koymaktan çekinmediler. Hatta bazılarını öz Türkçe diye yutturarak yaptılar. Mesela mecburiyet kelimesinin karşılığı olarak zorunluluk kelimesini uydurdular. Halbuki zor kelimesi Öztürkçe bir kelime değil, Farsça bir kelime. Ayrıca mecbur ve zor yıllarca beraber yaşamış kelimeler halkın dilinde. Ayrıca mecburiyet tasfiye edilmesi gereken bir kelime değil, bugüne kadar da öyle. Çünkü halkın dilinde hala daha çok canlı yaşıyor. Bir popüler müzik gurubu, Mazhar Fuat Özkan'ın belki en popüler şarkısı -90'lı yıllarda yaptığı- “Mecburen, Mecburiyetten.” Yani bu halkın dilinden düşmüş bir kelime değildi ama bunlar bu faaliyeti yaptılar.

Kuzeyimizdeki ve güneyimizdeki çatışmalar bahsine dönersek “Medeniyet dediğin tek kişi kalmış canavar” mısraını orada görüyoruz. Birinde Batı doğrudan Ukrayna'yı destekliyor, diğerinde doğrudan İsrail'in arkasında. Bu iki çatışma da Türk tarihini, geleceğini yakından ilgilendiriyor. Putin üç sene önce savaş ilanı anlamına gelebilecek konuşmasını yaptığı zaman dedi ki “Bu Karadeniz kıyılarını Türklerden biz kurtardık.” Böylece tabiî Batı’ya da bir selam vermiş oluyordu. “Eğer o gün bunu yapmamış olsaydık, bugün modern Ukrayna'nın Karadeniz'e kıyısı olmayacaktı.” dedi. 400 sene Karadeniz bir Türk gölüydü. İstanbul'un fethinden sonra Kırım'ın ve Karadeniz kıyılarının fethiyle Karadeniz dört asır boyunca bir Türk gölü olarak kaldı ve bugünkü dünyanın bu şekli almasında da bu hadisenin çok büyük rolü oldu. Çünkü bütün ticaret yolları bu sebeple Türklerin eline geçti. Ve kafirler, adına coğrafi keşifler denilen müstemlekeci faaliyetleri o saatten sonra başlattılar. Karadeniz Türk gölü olduğu esnada bırakın yabancı bir muharip gemiyi, bir yabancı ticaret gemisi de dolaşamıyordu Karadeniz'de. Ruslar neredeyse bir asır boyunca Karadeniz'de bir varlık edinmek için savaştılar. Sonunda Küçük Kaynarca Antlaşması dediğimiz bir antlaşmayla orada ticaret yapma hakkını elde ettiler ve bugünle alakası da şu o antlaşmanın; eğer o haritaya bakarsanız, o antlaşma sonrası Rus haritasına bakarsanız, Türk haritasına da bakarsanız, bugün Ukrayna müdahalesi dolayısıyla önce Kırım'ın ilhakı sonra Ukrayna müdahalesi dolayısıyla Rusya'nın ulaşmak istediği haritadır. Kırım'ı karadan da Rus anakarasına bağlama çabasıdır. Bugün o istediklerine vardılar ve eğer Odessa'yı da alırlarsa Ukrayna'nın Karadeniz kıyısı diye bir şey kalmayacak. Ruslar Çarlık tarihine dönerek, Çarlık siyasetinden medet umarak bu hareketleri yapıyor.

Peki biz bunun karşısında Osmanlı hanedanının siyasetine dönmek gibi bir şey yapsak bir çare olur mu bize? Bu olmayacak bir şey çünkü bahsettiğim Küçük Kaynarca Antlaşması Hıristiyan takvimine göre 1774’te imzalandı, -bizim takvimimize göre 1190'a tekabül ediyor sanırım- yaklaşık bir on sene sonra tahta 3. Selim geçecek. Ruslar, Batı'nın talebesi olarak bir şeyler yaptılar. Bugün de ektiklerini biçiyorlar. Ceza olarak da alabilirsiniz bunu. Müspet menfi almak sizin elinizde. Fakat o esnada dediğim gibi 3. Selim saltanatıyla Batılılar Osmanlı sarayını ele geçirdiler. 3. Selim'in şehzadeyken Fransız kralıyla mektuplaşmaları vardı. Bu ifşa olunca başına hiçbir şey gelmedi. Fakat Büyük Petro, Deli Petro dedikleri adamın oğlunun aynı işi yaptığı ifşa olunca Petro oğlunu öldürmüştü. Dediğim gibi Batılılaşmacı bir politika devlet tarafından dayatılıyor Türkiye'ye. Biz Osmanlı Hanedanı'nın siyasetinden bugün için kendi lehimize bir şey devşiremeyiz. Fakat saraya rağmen, Batıya ve Batılılaşmaya rağmen Osmanlı Devleti'nin ömrünü 1918'e kadar uzatan, bugün de Türkiye Cumhuriyeti'nin ömrünü 100 seneyi aşkın şekilde devam ettiren Türk Milletinin hayatiyetinden ancak kendimize güç devşirebiliriz.

Kuzeydeki çatışmaya mukabil güneydeki çatışma Batı’nın tamamen kendisidir. Bugün Batı bütünüyle İsrail'in arkasında. Müstemlekeciliğini "Coğrafi Keşifler" ve "Aydınlanma" isimleriyle örten Batı’nın “aydınlanmasının” birkaç büyük düşünüründen biri sayılan John Locke o gün Kızılderililerin mülksüzleştirilmesi dolayısıyla soylarının kurutulmasında aktif yer almış biriydi yazdıklarıyla. Ve bizzat köle ticaretinin iştirakçisi bir insandı. Bugün Gazze'de açıktan yaptıkları şey de budur. Bugün aynı Batı medeniyetinin düşünürleri Habermas gibi şartsız şurtsuz İsrail'in arkasındadır. İsrail'in aleyhine söz söyleyen -herhangi bir imza sahibi- adı duyulmuş insanlar pişman edilmektedir. Bunun Türkiye ile alakalı kamuoyuna yansıyan bir misali oldu. Cemal Kafadar’ın -Türk tarihçi- Harvard'daki bir görevine son verildi. Ben bu hadisenin Cemal Kafadar'ın lehine olacağını düşünmüştüm. Fakat öyle olmamış. Çünkü bu hadiseden sonra bir beyanatı oldu Cemal Kafadar'ın. “Amerikan idaresi bu üniversitelere müdahale işini Türkiye ve Hindistan'dan öğreniyor” gibi bir laf söyledikten sonra Boğaziçi'nin kurumsal geleneklerini, örfünü, özerkliğini savunan bir konuşma yaptı. Ben kendisini Rumeli muhaciri olarak biliyorum. Balkan Harplerinden sonra göçmüşler. Dedesinin de Birinci Cihan Harbi esnasında Gazze'de esir düşmüş biri olduğunu biliyorum. Bu bakımdan Boğaziçi'nin örfü geleneğini savunmak ne demek oluyor diye biz de sormalıyız. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi yani Robert College, bunun örfü, geleneği dediğimiz zaman kuruluşu itibariyle Robert College bir “Amerikan Protestan Misyoner Okulu” olarak kuruldu. İlk kurulduğu zaman Edirnekapı'da Bizans kalıntılarının civarında doğrudan Bizans'ı ihya etmek maksadıyla bir yer düşünmüşlerdi. Fakat onlara dediler ki “Deli misiniz? Bir tarafı Fatih, bir tarafı Eyüp. Siz burada ne yapabilirsiniz ki?" dediler ve bugünkü arazisine kuruldu Robert Kolej. 93 Harbi'nde Rus ordularına mihmandarlık yapan adamları yetiştirmek, Bulgaristan'ı kuracak Bulgarları yetiştirmek gibi şeyler yaptı. Boğaziçi'nin örfü, geleneği dediğimiz şey bu. Cumhuriyetin ilanından sonra bile inkılap müdafii bazı muharrirler matbuatta dediler ki, en azından Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki bir Amerikan okulu gibi olsun Robert Kolej dediler. Yani öyle bile değildi, Türkiye'de Cumhuriyetin ilanından sonra bile.

Mehmet Akif Tevfik Fikret’e “…sonra biraz bol para ver /Hiç utanmaz; protestanlara zangoçluk eder!" demiştir. Tevfik Fikret Robert Kolej'de hocaydı. Mehmet Akif bence haklıdır. Tevfik Fikret Robert Kolej'de 50 altın maaş alıyordu. Mehmet Akif o esnada Darülfünûn’da bunun yüzde kaçı maaş alıyordu, yahut maaşını devlet memuru olduğu için alıyor muydu, alamıyor muydu, bunu geçiyorum. Ama sadece şunu söyleyeceğim, Tevfik Fikret’in aşiyandaki arazisi, o evinin kurulduğu arazi sadece üç maaşıyla alınıyordu. 150 altına aldığı bir arazidir. Türkçeye ettiği hizmet dolayısıyla bu bahsi burada kesiyorum. Fakat bu Mehmet Akif'e haksızlık anlamına gelmemeli. Çünkü Batıya, Batılılaşmaya, Saray'ın Batılılaşmasına karşı direnen Türk milletinin şiirini yazan Mehmet Akif'ti. Dedi ki, Seyfi Baba şiirinin sonunda:

Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

Bizim en az iki asırdır çektiğimizi, nereye sıkıştırıldığımızı Mehmet Akif dile getirmiştir: “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi”. Böyle olmak zorunda mı diye sormamız lazım. Türkler niçin hamiyetsiz olmakla paralı olmak arasına sıkıştırılmışlardır? “Hamiyet ve hamiyetsiz” kelimesi bugün pek kullanılmadığı için onu söyleyeyim. Osmanlı zamanında münevverlerin kendilerine yakıştırdıkları bir kelimeydi “hamiyet, hamiyetli.” En yakınından başlayarak aileni, milletini, vatanını kıskançlıkla sevmek, korumak ve onlar için gözünü budaktan esirgememek demektir. Hamiyetsiz zaten tahkir ifadesidir, sövgüdür, aynı kozmopolit gibi. Hamiyetsiz ve kozmopolit tahkir edici ifadelerdir. Türkler Mehmet Akif'in yazdığı bu mısraın ağırlığıyla yaşıyor iki asırdır en az. Önce 1838'de Baltalimanı Antlaşmasıyla Avrupalılara verilen imtiyazlar akabinde 1839'da -Hristiyan takvimine göre bunlar- bunu garanti altına alan Tanzimat Fermanı’yla birlikte Müslümanlar fakirleşti, o günden bugüne gayrimüslimler zenginleşti. Cumhuriyet de buna bir çare olmadı, aramadılar da zaten. Ama bu hadisenin Cumhuriyet’ten sonra da böyle devam ettiğini anlamak için Varlık Vergisi deyip duruyorlar ya... Çünkü paralar onlardaydı. Yani Müslümanlarda değildi, paralar gayrimüslimlerdeydi. Böyle diyenlere Mehmet Akif'in niçin böyle bir mısra kurduğunu, kurmak zorunda kaldığını, niçin düzenin Müslümanları ya hamiyetsiz olma yahut paralı olma arasına sıkıştırdığını sormak lazım.

Tabiî bu hususta bizim de düşünmemiz, yapmamız, dillendirmemiz gereken şeyler var. İsmet Bey bir yazısında Ludwig Erhard'la Başvekil Menderes'in bir konuşmasından bahsetti. Orada Menderes'e soruyor Erhard, “Niçin sanayileşme hususunda bu kadar ısrar acele ediyorsunuz?” diye. Başvekil Menderes de ona cevaben “Sizin pişmiş çamurlarınızı çimento olarak almak istemiyoruz.” diyor. Şu anda Türkiye çimento ihracatı bakımından dünyada ilk iki sırada. Yani Vietnam ile Türkiye değişiyor. Birinci sırada Vietnam oluyor, ikinci sırada Türkiye oluyor. Bunu iyi bir şey sanmamak lazım. Çünkü bu çimento sanayii, çevreyi en çok kirleten ve en çok enerji harcayan sanayi. Kontrol sanayii de diyorlar. Yani gelişmiş sayılan ülkeler bu işi kendi çevrelerini, topraklarını, memleketlerini kirletmemek için başkalarına yaptırıyorlar. Şimdi Avrupa'yı düşünün. Geçen başka bir panelde de söylemiştim. Bizim bitki zenginliğimiz bütün Avrupa kıtasından çok. Yani onlar olmayan çevrelerini böyle kullanıyorlar. Fakat biz... Mesela İsmet Özel’in söylediği bir şeydir: “Dünya sistemine direnmeli diyorsan bana tarhanadan bahset.” Yani biz en iyisini yapabileceğimiz şeyi mesela tarhanayı öne almıyoruz. Bundan da öte kendimizi en iyi yapabileceğimiz şeyleri yapamaz duruma getirecek kötü bir tedarikçi olma yolunu seçiyoruz. Bu yolu terk etmemiz lazım.

Bugün 3 Muharrem, 1447 senesine girdik elhamdülillah. 1447 senesi bizim için şu anlama gelmeli: 1347'de yazımız elimizden alındı. 1447'deyiz. Tam bir asır oldu. Hıristiyan takvimi aklınıza gelecektir, mukayese edeceksinizdir. 1928'de olmadı mı bu daha 2025’teyiz diye... Evet, öyle. Hıristiyan takvimiyle Müslüman takvimi arasında 100 yılda yaklaşık 3 senelik bir fark oluyor. Şimdi hepimiz Rasulü Ekrem'in 63 yaşında öldüğünü biliyoruz. Ama Hıristiyan takvimine göre doğum, ölüm tarihleri veriyorlar. 632'den 571'i çıkarınca 63 kalmıyor. Bizim takvimimiz 10 gün ileride olduğu için -bir senede 354 yahut 355 gün var- biz 3 sene önce yazımızın elimizden alınması üzerinden bir asır geçmiş olduğunu idrak ediyoruz. Kendi takvimimizden istifade ederek, bu farktan kendi lehimize bir sonuç almak için hareket etmemiz gerekir bence. Türkçenin, Türk varlığının, milli varlığımızın tamamı olduğunu bilerek, Türkçenin başına gelen her kötülüğün bizzat hepimizin başına geldiğini hesap ederek, kendi yazımızı öğrenme, öğretme cehdine dalıp harf inkılabının Hıristiyan takvimine göre 100. yılında başımıza bu belayı açanlara nanik yapmak fırsatı elimizde. Yani onların 100 sene geçirdik diye bir sevince kapılmamalarını sağlamak elimizde.

Bu nasıl bir asır sürdü? Yani bu harf inkılabı dediğimiz şey nasıl bir asır sürdü? Silah zoruyla oldu bu. Yani yazımızı elimizden aldılar önce, sonra hiçbir organize hareket olmamasına rağmen bu yazının, Türk yazısının geri geleceği anlaşıldı 27 Mayıs 1960'tan önce. Ve tekrar 27 Mayıs 1960'ta bir silahlı müdahale ile bu yazının geri alınma ümidi kırıldı. İnkılaptan sonra kahir ekseriyet -okumuşlar- zaten Türk yazısıyla yazıyordu. Birkaç kişi vardı Latin yazısına geçen. Onlar da 2. Dünya Savaşı yılları esnasında mesela Nazım Hikmet tekrardan Türk yazısına dönmüşlerdi. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950'de hükümet kurma hakkını kazanınca 1952 yılında anayasa dilini değiştirdi. Tekrardan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu oldu. Anayasa ismi gitti, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu geri geldi. Böylece bakanlık gitti, vekâlet geldi. Eski kelimelere geri dönüldü. Bunun karşısında Türk Dili Dergisi'nde Nihat Erim bir yazı yazdı. Dedi ki, bu bir felaket, kâbus. Herkes bilir ki bu Teşkilatı Esasiye’deki dil ancak eski yazıyla yazılır. Eğer bunun önüne geçilmezse Latin harfleri inkılabı boşa gidecektir, diğer inkılaplar da boşa gidecektir dedi. 1959 yılında Peyami Safa bir yazı yazdı ve dedi ki “21 sene oldu. Umduğumuz hiçbir şeyi temin edemedik Harf İnkılabı’ndan.” Artık fakültelerdeki gibi liselerde de eski yazıyı okutmamız lazım dedi. 27 Mayıs 1960 müdahalesi olmasaydı gerçekten bu yazıyla eğitime geçilecekti. Eğer silahlı müdahale olmayıp CHP iktidara gelseydi de geçilecekti. Şöyle: Demokrat Parti seçimi kazanınca ezanın geri gelmesi hakkında bir kanun çıkardı. O kanuna Cumhuriyet Halk Partili mebuslar da evet ezan geri gelsin diye oy verdiler. Çünkü Türk milleti meclisin dışında çıkacak kararı bekliyordu. Eğer Cumhuriyet Halk Partisi iktidara gelseydi de 27 Mayıs'tan sonra yani müdahale olmasaydı gene de bu yazıyla eğitime geçilecekti. O da dediğim gibi organize bir hareket olarak değil, kendi mecrasında bu iş öyle olmuştu.

Şimdi hepimizin bir edebiyat üretemeyen dilin milli varlık, milli hâkimiyet konusunda ne yapacağını düşünmesi lazım. Edebiyat üretemeyen bir dil ne yapabilecek? Divan Edebiyatı Osmanlı ile başlamadı, beyliklerle başladı. Zaten Türkçenin doğuşu ve hâkim dil oluşu beyliklerle oldu. Ve bugün mesela divan edebiyatının başlangıcı sayılan müellifler, tercümeler ve telif eserlerle beylikler devrinde yetişti. Bilhassa Germiyanoğlu Beyliği zamanında bu insanlar yetiştiler ve ilk eserlerini verdiler. Şeyhi, Şeyhoğlu, Ahmedi Dai gibi isimler Osmanlı devrinde değil, Germiyanoğlu Beyliği'nde yetişmiş insanlardır. Divan Edebiyatı, Tanzimat Fermanı ile beraber terk edildi. Bunun sonucunda Aruz terk edilmedi, Türk yazısı da terk edilmedi. 1928’de -1347 Müslüman takvimine göre- inkılap yapıldı. Fakat Türk yazısını öğrenmiş edipler, şairler yine onunla devam ettiler. Cumhuriyetin edebi kuşaklarını göz önüne getirin. Birinci Yeni var, İkinci Yeni var. Birinci Yeni dediğimiz Garip Hareketi. Bunların öncüsü, başı Orhan Veli Türk yazısıyla yazıyordu. Latin harfleriyle yazmıyordu. Hatta Türk yazısıyla yazdığı en meşhur şiiri hakkında “bunu Latin harfleriyle nasıl yayınlayacağız merak ediyorum” diyordu: İstanbul'u Dinliyorum şiiri. Alfabeye konmamış Türk elifbasında olan bir sesle örülmüş bu şiir. Dinlemek, bugün oradaki N sesi, Nun'la (ن‎) yazılan bir ses değildi. Kâfi Türkî (ڭ)dediğimiz harfle gösterilen bir sesti. Bu Orhan Veli, Garip Şiiri, Birinci yeni. İkinci Yeni dediğimiz şairler zaten tahsillerini Latin harfleriyle gördüler ve kendileri sonra 1963 yılı Kasım'ında çıkmaza girdiklerini itiraf ettiler. 1950'ye kadar zaten Orhan Veli yaşıyordu. İkinci Yeni şairleri asıl etkinliklerini 1950-60 yılları arasında gösterdi ve 1963 yılında Turgut Uyar, Çıkmazın Güzelliği başlıklı bir yazı yazdı. Türk şiirinin çıkmaza girdiğini söyledi. Türk şiiri Latin harfli kuşağın elinde çıkmaza girdi. Zaten 1963'ten sonra, 1965'ten beri Türk şiiri İsmet Özel'in şiiri demek. Ve İsmet Özel kendisi, imzası olan şairler, edipler arasında Türk yazısına geri dönelim diyen tek kişi. Latin yazısıyla en büyük şiirleri yazan kişi, Türk yazısına dönmemiz lazım diyen kişi ve bu yolda neşriyatın yanı sıra Bir Yusuf Masalı kitabının sadece Türk yazısıyla neşrine müsaade ediyor.

Takvimimizi de neşrettik çok şükür. Mutadımız veçhiyle takvimin neşrolunması vesilesiyle buradayız. Fakat bu mutadımızın bir adet yerini bulsun faaliyeti olmadığını söylemek istiyorum. Biz en hayati işi yaptığımızı düşünüyoruz. Eğer siyaseten olan biteni görüyorsa insanlar, onların da bu fikre iştirak etmelerini bekliyoruz. Çünkü siyaseten olan biteni gören insanların yapacağı iş bellidir: Türkçeye hizmeti şeref saymak. Biz Türkçeye hizmeti şeref sayanlar olarak karşınızda bulunuyoruz. Çünkü bunun Türk hâkimiyeti demek olduğunu biliyoruz. “Bu topraklar nasıl Dar’ül-İslâm olmak suretiyle Türk vatanı oldu?” sorusunun cevabı, Türkçenin burada doğup hâkim dil olmasıyla verilebilir. Başka bir izahı yok. Türkçe burada doğdu bir İslâm dili olarak ve hâkim dil oldu. O kadar ki ihtida etmeyen, gayrimüslim unsurlar bile Türkçe konuştular. Buna pek az insan direndi. Bunlardan birisinin bence Türkçe kullandığımız bir kelimeyle, bir tabirle alakası var. Gök görmemiş insanlar için “andavallı” diyoruz. Andaval, Bugün Adı Niğde olan, eskiden Nikita olan vilayette, Kapadokya bölgesinde bir kasabaydı. 19-20. asrda Andaval’da Türkçeye direnen Rumlar yaşıyordu. Muhtemeldir ki “andavallı” deyişimiz buradan geliyor. Yani pek az kısım direndi. Onlara da zaten Türkçede “andavallı” denmiş. Gayrimüslimlerin kendi konuştukları Türkçeyi hala devam ettirdiğini Suriye hadiseleri dolayısıyla Suriye'de mikrofon uzatılan insanlardan fark etmişsinizdir. Hala daha Suriye'deki Ermenilerin mikrofon uzattıklarında şakır şakır Türkçe konuştuğunu ben gördüm gözlerimle televizyonda. Yani bugün siyasi sahnede olup bitenleri kabul etmeyen ve Türklük iddiasında bulunan insanların eğer Türkçeye hizmet, Türkçe hassasiyeti gibi bir davaları yoksa dönen dolaba hizmet edip etmediklerini düşünmelerini söylüyorum.

Biz İstiklâl Marşı Derneği'yiz. İstiklâl Marşı Türk yazısıyla yazıldı. Türk yazısıyla okutulmak mecburiyetinde okullarda da… Yani 90 yaşında bir adam olduğu için sert bir yazı yazmadım. Hayrettin Karaman yanlışı düzelteceğim diye İstiklâl Marşı'nda başka bir yanlışa sebep olacak bir şey söyledi. Bugün fıkıh profesöründen çocuklara kadar herkes -şakır şakır ezberliyorlar ama- İstiklâl Marşı'nı Latin harfleriyle yazılmasından dolayı yanlış okuyor. İstiklâl Marşı anlaşılmıyor. Aynen üzerindeki bestesi gibi Latin harfleriyle yazılması da İstiklâl Marşı'nın anlaşılmasına manidir. İstiklâl Marşı'nın yazısına kavuşmadan raftan indirilmesi mümkün değildir. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak Türkçe meselesini göz ardı, kulak ardı edenlerden olmayacağız. Ya yazımızı geri alacağız ya da biz yokuz. Türk milletinin yeni bir dolmuşa bindirilmesi hadisesinde İstiklâl Marşı Derneği'ni görmek isteyenler avuçlarını yalasın diyorum. Teşekkür ediyorum.

Bir de şiir okuyayım. Takvimimizi de tanıtacak arkadaşlar. Türkçe hazinesi Safahat üzerine çalıştık bu takvimimizde. Oradan bir şiir okumak istiyorum.

BİR GECE

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma’mûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i Mübîn’i,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Teşekkür ederiz. Şimdi konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Sekreterimiz Seyfullah Köksal'a sözü bırakıyorum. Buyurunuz.

Seyfullah Köksal:

Selamun aleyküm,

İstiklâl Marşı Derneği olarak 1433 senesinden beri İstiklâl Takvimi neşrediyoruz. Şu an elimde 1447 senesine ait nüshası var İstiklâl Takvimi’nin. Bu şekilde, duvara asılacak şekilde neşrettik. 1433 senesinden sonra bir defa matbu olarak bugüne kadar takvim neşredilmedi. 1442 senesinde yalnızca internet portalımızda yayınlandı takvim. Sebebini de ilan ettik. Yani bizim Türk milletinin, Türkeli'nin geleceği söz konusu olduğunda en önemli iki meseledir yazımız ve takvimimiz meselesi. Kimse bunu dert etmezken İstiklâl Marşı Derneği'nin bunu dert edip çaba sarf edip bir takvim neşretmesinin kıymeti bilinmedi. Bu sebeple bir sene ara verdik. Daha sonra devam ettik. Yani çok bir şey değişti mi? Aslında değişmedi ama biz “Hiç kimse sahip çıkmazsa, hiç kimse alıp bakmazsa da biz kendi evimizin duvarına asarız” dedik ve İstiklâl Takvimi’ni yine matbu olarak neşretmeye devam ettik. Yine de edeceğiz inşallah. Az önce ikinci başkanımız bahsetti. Bu seneki takvimimizde ağırlıklı olarak Mehmet Akif'in Safahat adlı eseri var. O sebeple Safahat’ın dördüncü kitabında Fatih Kürsüsü’nde yer alan “İki Arkadaş Fatih Yolunda” şiirinden bir kısım okuyacağım. Şiir iki arkadaşın arasındaki muhaverelerden müteşekkil. Bir kısmı şöyle:

– Senin gözün iyidir... Kaç muvakkıtin sa’ati?
Düzelteyim şunu... Dur, dur... Kurulmamış zâti.
– Birinde on buçuk olmuş, birinde üç...
        – Ne güzel!
Zaman içinde zaman... Yoktu böyle şey evvel.
– Büyük kusûr idi lâkin...
        – Hakîkat öyle idi:
Kamer hesâbı, güneş devri, sonra, mîlâdî,
Deyip de üç yılı ezber bilen zekî millet,
Durur mu hiç yalınız bir sa’atle? Durmaz, evet!
– Nasıl şu banka güzel bir binâ mı?
        – Pek o kadar
Fenâ değilse de, nisbetle, bir biçimli duvar
Mesâbesinde kalır câmi’in yanında...
        – Garib!
Benim gözümle bakarsan: Ne muhteşem! Ne mehîb!
– O başka... Sorsalar üslûb için “şudur” denemez.
Asâlet olmalı san’atte evvelâ... Bu: Melez! Şimdi burada “durur mu hiç yalnız bir saatte? durmaz, evet!” Burası ünlemli. Devamında da bir bankayı konu etmesi tesadüfi değil. Yani şiirde de bahsedildiği gibi böyle bir dönem yaşandı. Üç takvimli, iki saatli, insanların zihinlerini karmakarışık eden bir dönem yaşandı. Bizim ayet-i kerimedeki ifadeyle Allah katındaki ayları esas alan bir hicri, kamerî takvimimiz vardı. Sonra Tanzimat’tan sonra -daha önce de kullanılmış fakat resmi olarak kullanılması Tanzimat’tan sonradır- bir Rumi takvim çıkarıldı. Jülien takvimi hesabına göre fakat başlangıç olarak hicreti esas alan bir takvim. Daha sonra da Miladi diye yumuşatılarak bize söylenen, Miladi diyelim diye bize telkin ettikleri takvim, Hıristiyan takvimi çıkarıldı. Yani bu karışıklığın en basit misalidir. Mesela bir yerde bir şeyi okudunuz, bir iktibas… Onun kaynağına ulaşmak istiyorsunuz. Gün, ay, yıl verilmiş orada. Bakıyorsunuz oraya, orada yok. Çünkü yani iktibas eden kişinin de dikkatsizliği sebebiyle günü Hicri takvimden almış, ayı Rumi takvimden almış, yılı Hicri takvimden almış. Yani karmakarışık bir şey çıkarmış ortaya. Sonrasında Hıristiyanların 1925. yılında Miladi takvim diye isimlendirdikleri -biz Hıristiyan takvimi diyoruz- o dönemde isimlendirildiği şekliyle Efrenci Takvim diyoruz. Yani bu takvimi kullanmaya icbar edildik.

Biz her takvimin neşrinden sonra böyle takvim panelleri tertip ediyoruz. Yani Muvakkitin Gözyaşları isimli bir risale de neşrettik, takvim konusuyla alakalı. Yani bu konuda bir hayli şey söyledik, söylemeye de devam edeceğiz. O toplantılardan, o panellerden bir tanesinin başlığı “Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek”ti. Yani biz 1925'in Aralık ayında çıkan bir kanun sebebiyle düşmanın zamanı içerisinde, düşmanın ölçülerini esas alarak onlar gibi yaşamaya icbar edilmiş bir haldeyiz. O yüzden bizim takvim hassasiyetimizin anlaşılması lazım. Yani İstiklâl Takvimi, Müslüman takvimi, kendi takvimiz ne anlama geliyor bunu anlamamız lazım.

Bizim takvimimiz başlangıç olarak Hicret’i esas alır. Hicretin Türk hayatında hususi bir yeri vardır. Bugün işte ders kitaplarında falan anlatılır. Hicret neden vuku buldu? Müslümanlar Mekke'de ibadetlerini özgürce yerine getiremiyordu. Zulme uğramışlardı. Bunun için Medine'ye hicret edildi diye. Yesrib’e yani. Ama asıl sebep Mekke'nin fethedilme gayesiydi. Yani Müslümanlar Mekke'den Yesrib’e hicret etti, Mekke'yi fethetmek gayesiyle. İslam'ın beş şartından bir tanesi; Haccın farzı, vacibi ve sünnetiyle eda edileceği şehri fethetmek için. Yani bir fetih hareketidir Hicret. Müslüman'ın sözünün geçerli olduğu, yalnızca Müslüman'ın sözünün geçerli olduğu bir düzen oluşturmak, bir toplum ortaya çıkarmak için başlatılmış bir harekettir. Yani bizim dolayısıyla bu geçerliliği yeniden elde edebilmemiz için, kendimize has, kendimize mahsus bir gelecekten söz edebilmemiz için takvim ve yazımızı geri almamız lazım. Yani İstiklâl Marşı bunu senelerdir tekrar ediyor. Bizim takvimimizi Türk yazısıyla Allah katındaki ayları esas alarak hazırladığımız İstiklâl Takvimimizi neşretmemizin sebebi de budur. Yani yazımızı ve zamanımızı geri alacağız. Dolayısıyla kendimize mahsus bir gelecekten söz edebileceğiz.

Bu seneki takvimimizde neler var? Onlardan bahsedeceğim kısaca. Biz takvimlerimizde şöyle bir yol takip ediyoruz. Bir elifba ile başlar İstiklâl Takvimleri. Yazımızı okumayı öğrenebileceğimiz derslerle başlar. İlk üç ay yaklaşık devam eder. Ondan sonra yani okuma hususunda, Türkçe okuma hususunda belirli bir seviyeye gelindiğinde artık okuma metinleri başlar. O okuma metinlerini de biz bir konu etrafında seçeriz. Yani hem okumamızı sağlayacak, geliştirecek hem de Türk milletinin aslı esasına dair metinleri seçeriz. Yani bu usulü takip ettik şimdiye kadar.

Bu seneki takvimimiz biraz daha hususi oldu. Mehmet Akif'in yedi kitaptan müteşekkil “Safahat” adlı eseri bu seneki takvimimizin çerçevesini çizdi diyelim. Safahat elifbası ile başlıyor takvimimiz. Safahat elifbası ne demek? Yani yine önceden olduğu gibi bir elifba hazırladık. İçinde kelimeler, misaller tamamen Safahat’tan alınmış kelimeler, mısralar, beyitler. İlk üç ay bu şekilde arka sayfalarda bir elifba var. Sonra yine arka sayfalarda yer alan bölümlerimizden bir tanesi Safahat Lügatçesi. Safahat'ta geçen bazı kelimeleri, seçtiğimiz kelimelerin ne manaya geldiğini izah ettik. Safahat'tan Tabirler bölümümüz var yine arka sayfalarda. Bir de Safahat’ta doğrudan geçen veya atıfta bulunan ayet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin aslı ve mealleri yine arka sayfalarda yer alıyor. Yine Safahat’ta Mehmet Akif'in şiirlerinde geçen bazı sahnelerin tasvirleri yer alıyor arka sayfalarda. Ön sayfalarımızda “harekeli metinler” koymaya başlamıştık. Harekeli olarak koymamızın sebebi Kur'an okumayı bilen fakat henüz Türkçe okumayı tecrübe etmemiş kişilere kolaylık olsun diye, yardımcı olsun diye harekeli metinler koyuyoruz ön sayfalara. Bu sene de yine harekeli metinlerimiz var. Üç günde bir değişecek şekilde. Bir tanesinde Safahat’tan yine mısralar, beyitler yer alıyor harekeli olarak. Bir tanesinde hadis-i şerifler yer alıyor. Yani üç günde bir değişiyor. Bir günde hadis-i şerifler, diğer gün, üçüncü günde İstiklâl Marşı Derneği'nin Türk milletine teklif ettiği, hususen öne çıkardığı İsmet Bey'in son yazılarından iktibas ettiğimiz bazı cümleler yani iktibaslar var. Şimdi görüldüğü gibi bolca Safahat’tan bahsettik takvimimizle alakalı. Daha önce Safahat’ı, Latin yazılı hali olmadan yedi kitap halinde neşretmiştik. Şimdi biz İstiklâl Marşı Derneği olarak başından beri İstiklâl Marşı Derneği olduğumuzu, Mehmet Akif derneği olmadığımızı beyan etmiştik. Fakat şimdi bunları yapıyoruz. Niye? Ondan bahsetmeye çalışacağım.

Biz Mehmet Akif'in de söylediği gibi yani Safahat’ta İstiklâl Marşı yok hepinizin malumudur. Sorulduğunda kendisine “o benim milletimin eseridir” der. Doğrudur yani o Türk milletinin eseridir. Biz de bunu savunuyoruz. Zaten bakıldığında Safahat'a yazdıkları içinde -Mehmet Akif'in yazdıkları içinde- İstiklâl Marşı'nın çok hususi bir yeri olduğu görülür. İsmet Bey bir yazısında şöyle demişti: “Türk ordusunun bir İstiklâl Marşı talep etmesi üzerine metni keramet göstererek kaleme Mehmet Akif almış.” Diğer yazdıkları arasında hususi bir yeri var yani orada bir keramet var. Dolayısıyla biz herkesin yaptığı gibi yapmadık. İstiklâl Marşı'nı Mehmet Akif üzerinden izah etmedik. Türk milletini temel alarak izah ettik. Fakat İstiklâl Marşı'nın ortaya çıkmasında, yazılmasında Akif'in şairliğini, şiirdeki dehasını da inkâr etmedik.

Mehmet Akif’in şairlik vasfını modernist İslamcılığıyla, kendisinin de “çok istifade ettim” dediği Abduh üzerinden edinmediğini biliyoruz. Yani Mehmet Akif'in şairlik vasfı edinmesinde Türk milleti ile bağı karşımıza çıkar. Yani Türk Milleti ile olan irtibatı onu, Türk şairi, büyük bir Türk şairi yapmıştır. Ama yani o şiirlerin ilk yayınlandığı günlerde bakılmadığı gibi, dikkate alınmadığı gibi, görmezden gelindiği gibi hususen daha sonrasında aynen devam etti bu durum. Akif bugün çok meşhur, çok göz önünde fakat tamamen edebiyat dışı saiklerle bizim önümüze çıkartılmış bir vaziyette. Biz Mehmet Akif'in büyük bir Türk şairi olduğunu, çığır açmaya yönelik büyük bir Türk şairi olduğunu söylüyoruz. Fakat işte şiirine bakılmaması, bundan bahsedeceğim biraz. Mehmet Akif polis takibatı sebebiyle Mısır'a gittikten sonra -Mısır'da da polis takibatı altında olduğunu kendi memleketine döndükten sonra İnkılap aleyhtarlığı yaptığı sebebiyle çeşitli raporlar isteniyor gittiği yerden. Aslında orada da, Mısır'da da takibat altında olduğunu öğrenmiş oluyoruz- Mısır'dayken matbuatta hakkında pek bir şey bulamazsınız, göremezsiniz. Fakat ölümünden sonra hakkında en çok söz edilen, mesela hemen ölümünün ardından birkaç tane kitap yazılmıştır. Bir sürü programlar düzenlenmiştir, risaleler yayınlanmıştır falan. Ölümünden sonra çeşitli vesilelerle böyle hep gündemde tutuldu Mehmet Akif. Yani bir sembol olarak, sembolik bir şey olarak. Yani sembol kelimesini Sezai Karakoç sebebiyle kullanıyorum. Sezai Karakoç'un Mehmet Akif isimli, Mehmet Akif'in biyografisini yazdığı, Mehmet Akif'in anlattığı bir kitabı var. Orada söylüyor. “Mehmet Akif unutulmuş gibi oluyor” diyor. “Ama bir bakıyorsunuz bugün sağ düşünce kurulurken yine bütün yazılarda Mehmet Akif'in sözleri, mısraları, bütün konuşmalar Mehmet Akif'in sözleriyle bitiyor, konuşmalarıyla bitiyor” falan. Bundan bahsediyorum. Yani o günümüzde dediği siyasal İslam'a doğru gidilen yıllar aslında. Yani çocukların eline Türk bayrağı sıkıştırmanın şirktir denildiği, Türk kelimesinin ağza alınmasının kerih görüldüğü dönemler. Bir misalini de Sezai Karakoç’un Mehmet Akif kitabında bulabiliriz. Yani Mehmet Akif'i yazıyor 1960'lı yıllarda, 1965 yılında kaleme alıyor. Yetmişli yıllardaki baskılarına baktığımızda kitabın -yani başından beri en bariz imla hatalarına tashih edilmediği kitaptan- Türk kelimelerinin, Türk lafızlarının çıkarıldığını görüyoruz. Yani Türk lafızlarını çıkarıp onların yerine Osmanlı, İslam medeniyeti gibi kelimeleri koymuş kitabına. Bu gündemde tutulmanın, bu sembol olmanın aslında övülecek bir tarafı yok. Akif büyük bir şahsiyet abidesidir, ahlakçıdır, vicdanlıdır vs. Sonra? Sonrası yok.

Şiirde yaptığı şey Mehmet Akif'in, Türk şiirinin seyrine tesir edecek, şiirinden hareketle yeni bir şiir tarzının ortaya çıkabileceği seviyeydi. Biz bunun görülmesini, anlaşılmasını istiyoruz yaptığımız neşriyatla. Öyle birilerinin sandığı gibi manzum hikâyeler yazmaktan ibaret değil Mehmet Akif'in Türk şiirinde tuttuğu yer. En başından beri bilinçli bir şekilde Türk şiirinin seyrine tesir edecek şiirler yazmıştır. Yani bilinçli bir şekilde diyorum çünkü Darülfünun da hocalık yapmıştır. Orada tutulan notlar, verdiği derslerde tutulan notlar yayınlandı. Onlara bakınca görürüz. Yani bir nevi poetikasıdır Mehmet Akif'in. Yaptığı her şeyi bilinçli olarak yapmıştır yani. Ama görmezden gelindi. Devre dışı bırakıldı. Yani matbuatta bilhassa. Yani çok tesirli olması beklenirdi şiirlerinin yayınlandığı dönemde. Aslında öyle olduğunu da biliyoruz. Ama bir şekilde o matbuatı diyelim, elinde tutanlar tarafından müsaade edilmiyor veya yazılmıyor, yani “gerici” olarak addedilecekler vesaire.

Fuat Köprülü’nün yazdığı yazılardan bir tanesinde var: “Şiirleri yayınlanır yayınlanmaz çok konuşulur olmuştu. Hatta onu Tevfik Fikret'in, Cenap Şahabettin'in önüne koyanlar vardı” diyor. Fakat biz bunları okuyamıyoruz. İşte ondan duyuyoruz. Birkaç istisnası var tabii. Onlardan da yani çoğunluğu “manzumecidir, şiirlerine argo sokmuştur, hiç şiirde kullanılmayacak kelimelerdir” vs. böyle temelsiz eleştiriler. Yazıldığı dönemde böyle görmezden geliniyor. Sonrasında da aynı şekilde. Yani hiçbir dönem hiçbir şekilde Akif'in şiirine bakılmış değil. Mesela Behçet Necatigil’in “Şiirimizde Hikaye” diye bir yazısı var. Orada bir tasnif yapıyor: “Şiir hikaye, Manzum hikaye”. Tevfik Fikret'in ve Yahya Kemal'in yazdıkları “şiir hikaye”, Mehmet Akif'in yazdıkları “manzum hikaye”. Yani onda şiir görmediğini söylüyor. İlhan Berk mesela “Öyle şeyler yazmış ki düz yazının gücüne erişmeye çalışıyor” diyor. Turgut Uyar’ın, Mehmet Akif'i şairden saymadığını biliyoruz zaten.

Takvimimiz ve yedi kitap halinde neşrettiğimiz Safahat… Bununla bakmayı teklif ediyoruz aslında. Kendimiz de görmeye, anlamaya buradan nasıl bir yol açılır anlamaya çalışıyoruz. Ve anlaşılmasını da teklif ediyoruz. Türkçe okuyup yazmayı öğrenme ve öğretme konusunda Mehmet Akif'in Safahat’ı gerçekten eşsiz bir hazine. O yüzden bu sene takvimimizde bir Safahat Elifbası var. Safahat Elifbası yani bir tane değil birkaç tane hiçbir kelimeyi misali tekrar etmeden birkaç tane Safahat Elifbası çıkarabilirsiniz. Yani o kadar geniş bir kelime hazinesi var yazdıklarında. Dili, yayınlandığı zamanda, şiirleri ilk yayınlandığı zaman da canlıydı. Halkın arasında konuşulan dil idi. Bugün de hala öyle. Yani Safahat Elifbası'na baktığımızda çok iyi görebiliriz bunu. Veya Lügatçesi, yani kelimelere... Bilhassa Safahat’tan tabirler bölümüne. Yani o tabirler hala bizim kullandığımız, yabancısı olmadığımız tabirler ve birçoğu -tetkik etmek lazım tabii- şiire Mehmet Akif ile girmiş tabirler. Kendisi şöyle bir şey söylüyor, yazdıkları arasında var. “Avam arasında muhavereler yürütmek arzu ediyorsanız halkın arasına karışınız. Bir taraftan çenesi düşük adamları, bilhassa koca karıları dinleyiniz. Bir taraftan da söylenen sözleri edasıyla, telaffuzuyla beraber zapt ediniz." diyor. Bunu çok başarılı bir şekilde kendisi yaptı. İşte o takvimimizdeki bölümlere baktığımızda bunu görebiliriz. Hüseyin Kazım bir Türk Lugati hazırlamıştır. “Mehmet Akif'in yazdıkları olmasaydı orada izahını yaptığım” lügatlere ben şevahit bulamayacaktım” diyor. Misal cümle bulmak için yani en önemli kaynak, en geniş kaynak Mehmet Akif'in yazdıkları. Bugün yine Kubbealtı Lügatine bakarsanız -misal kelimelere- orada sayfalarca Mehmet Akif'in şiirlerinden misaller verildiğini görürsünüz. Hatta Mehmet Akif'ten bir kelime arattığınızda sizin zaten o baktığınız kelimenin içinde bulunduğu mısra, misal olarak çıkar. Yani çok defa karşıma çıkmıştır benim.

Akif'in bir şair olarak tanınması II. Meşrutiyet sonrasıdır. Yani daha önce de şiirler yazıyordu tabii. Onların bazılarının Safahat’ına aldı. Servet-i Fünun döneminin ağır olarak nitelendirilen o dilinden kaçış arandığı bir dönem. Yazılanlara bakarsanız yani başka bir dil aranıyor. Başka bir kaçış aranıyor o ağır denilen o ağdalı dilden. Fakat yine yazılanlara baktığımızda o dilin haricinde bir sanat eseri ortaya nasıl çıkarılır bu tahayyül edilemiyor. Yani böyle bir şey olamaz diye düşünülüyor. Daha öncesinde Mehmet Emin'in Türkçe şiirleri var hece vezniyle yazdığı, fakat hiç rağbet görmüyor. Yani beğenilmiyor, tutulmuyor. Hüseyin Cahit'in edebiyat anılarında var. Şöyle diyor: “İsmail Habib benim yazdıklarımın yalınlığından övücü bir şekilde bahsetmiş” diyor. “Halbuki bilse bu benim bilgisizliğimden ve cahilliğimden” diyor. “Tevfik Fikret’in kelime hazinesi, Cenap’daki Arapça bilgisi bende olsa daha neler yazacağım” diyor. Yani “ben o seviyeye erişemiyorum” diyor. Kendi yazdıklarını beğenmiyor. Onları öne çıkartıyor. Ama işte bütün bunların konuşulduğu bir ortamda Mehmet Akif daha ilk şiiriyle -yayınlanan ilk şiir Fatih Camii şiiridir- Safahat içerisinde baktığınızda yine o “ağır” denilebilecek bir şiirdir. Çünkü daha sade hale gelmiştir gittikçe. Ama ona rağmen o hiç kimsenin işte “bir sanat eseri bu kadar Servet-i Fünûn dilinden uzak bir sanat eseri ortaya çıkarılamaz” denilen bunların konuşulduğu bir ortamda Akif aslında bunu çok güzel yapıyor. Yani Süleyman Nazif'in, Mehmet Akif'in şiirine verdiği kıymet de aslında bundandır. Kendisi de bunu savunuyor. Fakat Akif'in yazdıklarına bakınca “bu oluyormuş” diyor. Yani “hem de aruz vezniyle oluyormuş”. Türkçe bazı şeylerin söylenemeyeceğinin, aruz vezninin terk edilmesi gerektiğinin savunulduğu bir zamanda, istenilenin, beklenenin gayet üzerinde bir sadelikle aruz vezniyle şiirler çıkarıyor Mehmet Akif ortaya.

Süleyman Nazif'in kıymet vermesi, ki verdiği kıymet herkesi şaşırtmıştır zamanında. Yani mütareke senelerinde Mehmet Akif'in artık beşinci kitabı -veya dördüncü artık kaç kitap ise- ilk kitabından itibaren görmezden gelinmesi daha sonra ikinci, üçüncü, dördüncü kitap yine değişen bir şey yok. Mütareke seneleri “şimdi Akif'in zamanı mı?” denildiği bir zamanda, -Süleyman Nazif- Mehmet Akif hakkında yazılar kaleme alıyor ve tefrika ediyor bunları. 1924'te de kitap olarak bastıracak. O yazılar 1919'da Mütareke senelerinde yazılmış yazılar. Orada bahsettiği bir şeyden bahsedecektim. “Akif düşmanlık” bir modadır diyor ve başından sonuna kadar bunların sebeplerini anlatıyor ve savunuyor. Akif düşmanlık diye de kendisi böyle bir tabir haline getirmiş. Akif düşmanlığı değil, Akif düşmanlık.

Kimler Akif'e düşman? İşte İttihat ve Terakki partisinin, fırkasının bir politikası olarak Türkçülük devletin resmi politikası haline geliyor ve bugün kitaplarda “Milli Edebiyat Dönemi” diye adlandırılan bir cereyan var. Bu hâkim. Tamamen Türkçeyi, Türk'ü İslam'dan koparmak üzere bir millilik anlayışı yerleştirilmeye çalışılıyor ve tabii ki savundukları bir dil var. İşte ama Akif'in Müslümanlığı sebebiyle az önce gayet sade istenilenin de üzerinde sade metinler yazdığını, şiirler yazdığını söyledik. Müslümanlığı sebebiyle yine devre dışı bırakılıyor. Ömer Seyfettin'in yazdıkları arasında vardır. Yani kendisi de o akımın mensubu olarak anlatılır kitaplarda. Mehmet Akif'in “birkaç Arapça, Farsça kelime kullanmakla beraber gayet güzel bir Türkçe ile yazdığını” söylüyor. “Ama bugün softa diye kimse ona bir şair olarak bakmıyor” diyor Ömer Seyfettin.

Cumhuriyetin ilanından sonra da aynı şey devam ediyor. Çünkü Akif, Türk milletine ait olana temas etmiştir şiirlerinde. Mesela bir şair olarak Akif'e bakılsaydı, bir şair olarak dikkate alınsaydı eğer inkılapların durumu ne olurdu mesela? Bunu düşünmek lazım. Şimdi -konumuz takvim olduğu için- şiirlerinden birkaç misal vereceğim. Zaten ilk başta okuduğum kısım var. Bunun haricinde mesela Hıristiyanların 20. asrı, Mehmet Akif'in şiirlerinde menfi olarak geçer. Yani -o övüle övüle bitirilemeyen- ilmiyle, fenniyle bir 20. asır vardır, medeniyetin timsali. Menfi olarak geçer. Mesela,

“Ah o yirminci asır yok mu mahlûk-i asîl
Ne kadar gözdesi mevcud ise hakkıyla sefil”

der. Yani anlatıldığı gibi değildir o 20. asır. Akif de sonradan anlamıştır yani bunu. O “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” sonradan olmuştur yani Akif'te de.

Başka bir misal olarak saatleri verebiliriz mesela. Bizim takvimimizde namaz vakitleri Ezanî saate göre verilmiştir. Ezanî saat şu demek, akşam ezanı okunduğunda saatinizi 12'ye ayarlıyorsunuz. Akif'in şiirlerini okurken bu mâlumatın sizde olması gerekir. Mesela o meşhur Seyfi Baba şiirinde vardır. Oğlu geçimini temin etmek için koşuşturup durmaktadır. Eve geç gelmektedir. O bir yerde geçer. “Saat belki de üç” der. Yani ne anlama gelir saat belki de üç? Akşam ezanından sonra üç saat geçmiş demektir. Yani akşam ile yatsının arası kısadır, yatsı da geçmiş. Yine başka yerlerde de geçer Akif'in şiirlerinde “saat üç”. Bir de meşhur Ramazan vakası vardır Üsküdar vapurunda. Asım kitabında geçer bu. Asım ve babası vapuru beklerken orada “Bafra’yı tellendirenleri” görürler. Yani sigara içilmektedir. Hatta o sigara içenler oruç tutanlara da laf eder. Asım da tokadı yamar. Bu kısmı anlatmaya “saat on bir sularıydı”, diye başlar Akif. Yani on bir suları, saat on bir ne demek? Akşam ezanına bir saat var demek. Yani iftara bir saat var demek. O bir saat kalmasının da payı vardır tabi tokadı yamamasında. Böyle birçok misal verilebilir diyerek konuşmamı bitirmiş olayım. Teşekkür ederim.

Gökhan Göbel:

Biz de Genel Sekreterimiz Seyfullah Köksal'a teşekkür ediyoruz. Şimdi İstanbul Şubemiz Yönetim Kurulu üyesi İbrahim Keskin konuşmalarını yapacaklar. Buyrun.

İbrahim Kesgin:

Selamun aleyküm,

İstiklâl Takvimi’nin neşri münasebetiyle bugün burada toplandık. İstiklâl Takvimi dernek olarak yaptığımız çalışmalar içinde birçok üyemizin iştirak ettiği hatta en çok üyenin iştirak ettiği çalışmamız. Her sene bu gayreti göstermeye çalışıyoruz. Önce emeği geçenlerden Allah razı olsun diyerek ben konuşmaya başlamak istiyorum. İstiklâl Takvimi’nin neredeyse ilk üç ayını biz Elifba’ya ayırdık. Ben de elifba kısmında vazife ettiğim için birazcık bundan bahsedeyim. Takvimimiz için biz her sene farklı şekillerde bir elifba hazırlamakta ısrar ediyoruz. Yani biz yazımızı geri almak istiyoruz ama bunu yaparken de sadece bir koruyucu, gözetici pozisyonunda değil, bunu farklı şekillerde üreterek de bu meseleyi canlı tutmaya gayret ediyoruz. Bu yüzden bilhassa yaptığımız neşriyatla yazımızı canlı kılıyoruz aslında bir bakıma. Yani bugün İsmet Özel'in bir Yusuf Masalı kitabı tamamen Türkçe olarak, Türk yazısıyla neşrolundu. Ve İsmet Özel'in ilk kez yayınlanmış şiirleri de var bu kitapta. Bu sebeple hatta bir İsmet Özel okurunun, “Şimdi ben İsmet Özel'in şiirlerini okuyamayacak mıyım?” diyerek okuma-yazma öğrenmeye başladığı haberini de almıştık. Yani bu böyle de bir şey. Yani bizim bir şekilde kendimizi mecbur hissetmemiz, zorlamamızla da alakalı bu canlılığın devam etmesi. Biz aramızda da işte bu kelimeyi şöyle mi yazsak, böyle mi yazsak diye de konuşuyoruz. Ya da bazen birileri işte bize yazıyor, o kelime öyle yazılmaz, böyle yazılır diye. Tabiî bu da fena bir şey değil. Yani yaptığımız şeylerin bir yerlerde yankılandığını da bu şekilde görmüş oluyoruz. Bugün işte bir şeyler ortaya çıkacaksa yani yeni edebi metinler ortaya çıkartma gayreti gösteren insanlar varsa ve yazımızı geri alacağımız inancını bunlar taşıyorlarsa işte Türk yazısıyla bu metinler ortaya çıkabilir.

Bizim neşriyatımızda da aslında Türk yazısıyla tekrar yazdığımız metinler olduğu gibi yeni yazdığımız metinler de var. Yani Sınıf Bilinci mecmuamızın bazı bölümleri üyelerimiz tarafından yazıldı. Türkçeyi sadece eski metinlerden okuyacak bir seviyede bu işle biz meşgul olmuyoruz. Yeni metinler de üretiyoruz. Bugün Osmanlıca dersi gibi dersler koyuluyor okullarda müfredata. Yani bu takdir edilecek bir şeymiş gibi görünebilir. Ama baştan zaten dersin ismi Osmanlıca. Osmanlıca diyenler bir kere doğrudan doğruya böyle düşünmeseler de kapanmış bir devrin dili fikrine destek vermiş oluyorlar. Yani ecdadın mesela mezar taşlarını okuyamamak gibi bir kaygısı olabiliyor bazı insanların. Bunlar dolayısıyla mezarlık bekçisi de olmuş oluyorlar. Çünkü bu yazının yalnız mezarlıkta karşımıza çıkacak bir şeymiş gibi de anlaşılmasına hizmet ediyorlar. Mezarlıktaki taşların üstünde işte orada yatanların ismi yazıyor. Ama bugün biz yaşayanlar olarak ismimiz nasıl yazılıyor? İşte bu seviyede bir merak uyansa bile işler farklı bir yere gelebilir. İşte bu “gelenek koruyucuları” ya da “ecdat muhafızları” yazıyı öldürüp, üstüne gömüp, mezar taşlarından okunacak bir şey seviyesine de indirmiş oluyor haliyle. Yani Osmanlıca demediğinde Türkçeye de Türk yazısına da bir alan açılmış oluyor. Tabiî bu da rahatsız edici bir şey olabilir kimileri için. Kur'an okumayı bilen insan sayısı Türkiye'de az değil. Bugün yani işte Kur'an okumayı bilen biri kelimeleri harekeli olarak çok rahat okuyabiliyor. Yani deneyenleriniz vardır belki. İşte Türk yazısıyla daha önce hiç belki de karşılaşmamış ama Kur'an okumayı bilen birisine gösterdiğiniz zaman bu metinleri çok rahat, harekeli bir şekilde okuyabiliyor. İşte biraz daha baktıkça harekesiz kelimeleri, sonra işte harekeli cümleleri, harekesiz cümleleri derken okumayı kısa bir sürede çözebiliyor. Biz de takvimimizde aslında böyle bir sıra gözettik. Türk yazısı belli bir döneme kadar tabiî canlı, bu yazıyı bilenlerin arasında. İşte şahsi notlarını, mektuplaşmalarını bu yazıyla alıyor insanlar ya da işte mektuplaşmalarını bu yazıyla yapıyorlar. Yani Latin harfleriyle yazsa bile kafası Türk yazısıyla çalıştığı için Latin harflerini imla ederken bile o kaidelere göre imla ediyor. Yani ben bunu Adnan Menderes'in mektuplarından birinde görmüştüm. Mesela “gelip” yazmamış oraya Latin harfleriyle, “gelüb” yazmış. Yine Türkçe imlasında benzer bir şekilde yazıyor bu “gelüb”ü. Yani telaffuz gelip olabilir belki ama işte o kafasındaki imlayı orada da koruyor. Yani kafası böyle çalışıyor. Yine bir misal daha vereyim bununla ilgili. Kâni Karaca'nın bir konuşmasında işitmiştim. Talebenin Tı’sı (ط) yok diyor. Çünkü işte talebe kelimesi t ile değil tı (ط) ile yazılır. İşte bugün kafamızın çalışma şekli değişti tabiî ki. Yani Latin harflerine göre kafamız çalışıyor bugün. Zaten talebe de demiyoruz yani öğrenci diyoruz. İşte mektebe, okul diyoruz, talime, eğitim diyoruz, terbiyeye de öğretim diyoruz. Tabiî hiçbiri de bu kelimelerin karşılığı değil aslında. 60'lara kadar aslında yazının da, musikinin de canlılığını bir şekilde sürdürdüğünü söyleyebiliriz. İşte asli unsurların şekil değiştirerek bir şekilde düzeneğin içerisinde yer almaya çalıştığı durumlar var. Yani musiki de mesela Türk müziği yasağı, Türk müziği eğitiminin yasaklanması sonrasında bir şekilde şekil değiştirerek, kurumlarda veya bunlara çeşitli alternatifler bulunarak yerini bir köşede korumaya devam ediyor. Bu tarihlere kadar aslında yeni türküler de çıkmaya devam ediyor. Mesela hepimizin bildiğini tahmin ettiğim en azından, “Ormancı” diye bir türkü vardır, bir Muğla türküsü. ''Çıktım Belen kahvesine, baktım ovaya'' diye başlar. Bu türküye ilham olan hadise 1946 yılında yaşanmış. Türküde Bay Mustafa diye ismi geçen adam 2005 yılında ölmüş. Yani Çanakkale türküsü de baktığımız zaman aslında yeni sayılabilecek bir zamana denk geliyor. Çanakkale Harbi dolayısıyla biz böyle bir türkünün varlığından bahsediyoruz. Yani aşağı yukarı 110 yıllık bir türkü, Çanakkale türküsü. Ama bugün işte 7'den 70'e herkesin bildiği bir türkü.

Türküler uzun hava, kırık hava ve karma hava olarak bugün tasnif ediliyor. Bunların da tabiî kendi içerisinde alt başlıkları var. Uzun hava dediğimiz zaman işte hoyrat, bozlak, maya, gurbet havası, divan, barak, ağıt, vesaire gibi havalar var. Bu havalar da kendi içinde tabiî değişik biçimlere ayrılıyor. Kırık havalar var. Bunlar da belli bir ritmi ve melodisi olan türkülere verilen isimler. Bunlara kırık hava deniyor. Bunlar da yine türküler ve oyun havaları olarak tasnif edilmiş. Neler var? Serhat türküleri, kına türküleri, cenk havası, gelin havası, kerem havası, iskan havası, birçok türü var bunların. Hava tabiri Batı'da da aslında karşımıza çıkıyor bizim. Belli bir saz eşliğinde veya solo olarak çalınan, söylenen halk ezgilerine Batı'da 15- 16. yüzyılda “Air” deniyor. Barok dönemle birlikte hem bir saz müziği olarak hem de operada İtalyanca “aria” olarak bu tabir geçiyor. Bach'ın mesela en meşhur eserlerinden bir tanesi Air'dir. Yani hava o da tercüme edecek olursak. Aria da tabiî yine söyleyeyim İtalyanca bir tabir. Operada yine solo söylenen şarkılara deniyor. Batı müziğine de bu hava tabiri yerleşmiş. Türkülerde makamların temeli diyebileceğimiz, bugün ismine “çeşni” de denilen şeyleri görürüz. Türkülerde makam olmadığını söyleyenler de var ama bunun karşısında işte o çeşniyi duyduğumuz zaman o makamın geçtiğini, o türkü artık misalen uşşak makamında ya da hicaz makamında bir türkü diyebileceğimizi söyleyen bir taraf da var. Yani buna karşılık halk müziği ve sanat müziği diye çatallaşan bir müzik uydurdular. Bu da yine halk müziğinde de makam yerine ayak tabirini kullanmaya başlıyorlar. Yani kerem ayağı, garip ayağı, müstezat ayağı gibi işte o makamlara karşılık gelebilecek şeyler buluyorlar. Mesela Rumeli türküleri, Anadolu türkülerinden farklılık gösteriyor. İşte orada da ortaya çıkan Türküler hem iskandan hem de bu merkezi gücün etrafında gelişen musikiden etkilenen Türkler olduğu için makamsal bakımdan daha geniş Türküler olarak tasnif ediliyor. Keza İstanbul Türkleri de bu şekilde. Yani bazı çalışmalar yapılmış bununla ilgili. Mesela 29 farklı makamın bu İstanbul türkülerinde ya da Rumeli türkülerinde geçtiği söyleniyor. Pek çok türkü de işte aranağmeyle başlıyor. Anadolu türkülerinde işte ekseriyetle o nakarat bölümü aralarda saz bölümü olarak da çalınıyor. Varyantlaşma denilen bir şey de var türkülerde. Sözleri aynı, melodisi farklı ya da melodisi aynı, sözleri farklı. Nasıl oluyor işte bu varyantlaşma? İskanla, askerlikle, aşıklarla vs. türküler nakloluyor. Çoğu zaman aynı kalmıyor. Ufak tefek de olsa değişikler oluyor türkülerde. Bunların hikayeleri, sözleri, melodileri başka bir yerde, başka bir şekle dönüşebiliyor. Bu eklemeler, çıkarmalar bir tahribat gibi görünse de bir bakıma bu türkülerin canlı kalmasını sağlıyor. Sözlerinden anladığımız kadarıyla, mesela beylikler dönemine kadar uzanan türküler de var. Bir Avşar beyleri uzun havası ya da yöresel isimlendirme olarak buna gurbet havası deniyor. Bir Denizli türküsü bu. Avşarların bir kolunun orada yaşadığı söyleniyor. Bugün de Acıpayam bölgesinde “Kumavşarı, Karahüyükavşarı” gibi yerler var. Aslında Türkiye'nin birçok yerinde bilhassa Cumhuriyet'ten sonra bu beyliklerin, beylerin isimleri verilmiş vilayetlere, kazalara. Karaman, Kadirli, Aydın, Umurlu, Saruhanlı, Menteşe, Bayat, Karesi gibi yerler var bugün. Tabiî bunlar Anadolu'ya gelmeden önceki Türkler fikriyle verilen isimler, bilhassa Cumhuriyet'ten sonra. Dadaloğlu'nun da yine Avşarlara mensup olduğu söylenir. İşte çok bilindik bir türkü vardır: “Kalktı yine göç eyledi, avşar elleri” diye başlar. “Ferman Padişah'ın Dağlar Bizim'dir” mısraı ile de çok bilinir bu. Bu da bir iskan türküsü. Türkülerin bu kadar çeşitlenmesini, zenginleşmesini ancak bu toprakların gaza beylikleri eliyle Dar’ül-İslâm haline gelmesiyle izah edebiliriz. Çünkü Gaza Beylikleri’nden bu yana bu iş böyle. Yani türkülerin ritimlerine, melodik yapılarına baktığımız zaman birbirinden çok farklı şekillerde ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz. Gaza Beylikleri’nin hâkim oldukları yerde bu türküler ortaya çıktı. İşte her bir beyliğin de kendine has üslubunu, türkü yakanlarının, saz şairlerinin Türkçeyi nasıl kullandıklarını da bize gösteren bir şey bu aynı zamanda. Bu beyliklerin tabiî bir yerden sonra adı olmasa da varlığı devam ediyor. Yani bu beylikler bulundukları yerleri İslâmlaştırdılar ve orada türküler çıktı ortaya. Her bakımdan bir Türk hayatı tecessüm etti ve bu da buraların Türk toprakları olduğunun, burada bir Türk varlığı olduğunun en büyük ispatı oldu. Bugün de hâlâ öyledir zaten. Yani türkülerimiz bu toprakların vatanımız olduğunun en büyük ispatıdır aslında.

Bugün bildiğimiz birçok türküyü biz türkü derlemeleri dolayısıyla biliyoruz. Cumhuriyet'ten sonra Dar’ül-Elhan derleme heyetiyle başlayan, bugün hâlâ devam eden derlemeler var. Bu derleme faaliyetleri de tabiî halkın müziğini kullanarak batı müziği formları içerisinde yeni bir milli müzik inşa etme faaliyetinin bir parçası. Notaya alınması vesaire bu derlemelerden sonra bu sebeple tabiî ki yani batı müziği notası gibi zaten bunları notaya alıyorlar. İhtiyaca binaen bunları o besteciler kullanacaklar. Onlar için işte bir şeye hizmet etmesi bakımından bu şekilde notaya alınıyor. Kaynak kişi denilen kişilerden tabiî ki bu türküler dinleniyor. İşte biz bugün bu kayıtların bazılarına ulaşabiliyoruz. Bunları dinlediğiniz zaman bugün söylenen halleriyle o kaynak kişiden dinlediğiniz hali arasında türkülerde çok büyük farklar olduğunu görebilirsiniz. Yani ezgi bakımından, ritim bakımından da bugün artık belli bir standarda oturtulmuş türküler. Aynı şeyi aslında halk dansları için de mesela söyleyebiliriz. İşte eskiden bir halk oyunu ya da zeybek herkesin kendi figürleriyle yaptığı bir şeyken, bugün artık -yine derlemeler neticesinde- belli figürlerle artık bugün oynanıyor. İşte Harmandalı Zeybeği bugün hep aynı oynanıyor. Yani şahsi figürler kullanmıyor insanlar. Tabiî bu standartlaştırma sırasında işte melodilerde, ritimde bilhassa değişiklikler de yapılıyor notaya alınırken. Bugün bir türküyü notaya bakarak çalmaya, söylemeye çalışsanız notadakiyle birebir aynı şeyleri yaptığınızda tuhaf şeyler ortaya çıkabiliyor bazen. Bizim bir de Karacaoğlan’ımız var. Yaşadığı dönemde de ün yapmış biri Karacaoğlan. İşte “Karacaoğlan der ki, ismim öğerler” diye mısraı var. Karacaoğlan derlemeleri ilk kez Saadettin Nuzhet Ergun tarafından 1927 yılında yayınlanıyor. En büyük kaynağı tabiî ki cönkler bu derlemeleri yaparken. Yani Karacaoğlan'ın şiirleri zaten muteber. Yani o kadar çok kaynak var ki elinde o cönkler dolayısıyla. Bugün sözleri Karacaoğlan'a ait olan türkülere bakarsak, bunların Türkiye'nin dört bir tarafından derlendiğini görürüz. Yani bir yerde bu Karacaoğlan türküleri yığılmamıştır. Türkiye'nin dört bir tarafında Karacaoğlan türküleri, sözleri Karacaoğlan'a ait olan türküler söylenir. Yani Karacaoğlan neden mühim? İşte bu yüzden. Yani Karacaoğlan dilden dile dolaşmış ve birçok yere sirayet etmiş biri.  Türk müziğinde nota kullanımına dair de çeşitli şeyler söylenir. Yani bugün okuduğumuz şekilde nota yazısı elbette kullanılmıyordu. Farklı nota yazma şekilleri de ortaya çıkmıştı. Ama bunlar pek benimsenmedi. Yani belli bir döneme kadar nota öğrenmeyi reddeden, nota bilse de kullanmayı reddeden musikişinaslar var işin temelinde. Meşk kültürüne bunun zarar vereceği söyleniyordu ve itikadi tarafı da vardı tabiî ki. Ve baktığımız zaman notasız, yani meşk usulü şifahi olarak aktarılıyor eserler. Ve aslında bu da bu işin bir şekilde canlı kalmasını sağlıyor. Yani unutulanlar tekrar besleniyor ya da unutulan yerleri tekrar besleniyor ve bu da bir şekilde kendi içinde bu üretimin devam etmesini sağlıyor. Türküler içinse yine türkülerin unutulması dert edilmiyor çünkü arkadan gelenler bu türküleri yeniden üretiyor. İşte türkülerin değişmesi, melodik olarak veya sözlerinin değişmesi yani bu varyantlaşma dediğimiz şey bir bozulma olarak da algılanıyor. Ama işin böyle bir tarafı da var tabiî ki. Bu, yani aslında hem geçmişi, hem o günü, hem de geleceği canlı tutan bir şeydi. Yani türkülerde yapılan değişiklikler bugünün canlı kalmasını sağlıyor. İşte içinde geçmişten eserler olması geçmişi bir şekilde canlı tutmayı sağlıyor. Bunun unutulmasının dert edilmemesi, kayıt altına alınarak gelecekte bürüneceği şeklinin önünün alınmaması da bir bakıma işte geleceği canlı tutan bir şey. Bazen yörelerin arasında bu bizim türkümüz, bizden çalmışlar bunu, işte oranın türküsü değil bu, bu sözleri de bizden çalmışlar gibi tartışmalar yaşanabiliyor. Aslında tabii ki bu çalma meselesi falan değil. İşte bu varyantlaşma dolayısıyla türkülerin canlı kalması meselesi. Neticede iz sürerek ulaşabileceğimiz köklü bir türkü repertuarı yok. Yani sözleri kalsa da, melodisi, melodisi kalsa da sözleri bir şekilde değişiyor. Yani ben en eski türkü hangisiymiş bulayım, biz öz musikiye ulaşayım gibi bir çabanın neticeye varması güç. İşte bulunan şeyler de neye benzetmek istiyorsak ona yakıştırabileceğimiz türden şeyler olur en fazla. Türkçe'nin hâkim olduğu yerlerde bu canlılık devam etti. Ve biz de nihayetinde türkülerin söylendiği, türkülerin çıktığı yerlerde karar ettik Mîsâk-ı Millî’yle.

1920'lere kadar aslında Türk topraklarında ne olup bittiğinden eli kalem tutan insanların, ekserisinin haberi yok. Neden yok? Çünkü az önce bahsettiğim bu şeyleri, yani bu tasnifleri, işte şu havası, bu havası gibi söylediğim şeyleri biz folklor araştırmaları derlemeler dolayısıyla böyle tasnif edilmiş falan şeyler olarak bugün konuşuyoruz. Folklor, işte Ziya Gökalp buna “halkıyat” demiş. Folklorik fikirler bizde Tanzimat Fermanı’yla birlikte bir fikir olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Yani bu folklor araştırmaları, derlemeler aslında Batı'da çoktan başlamış milliyetçi fikirlerin çok büyük bir destekçisi olarak. Özellikle 19. yüzyılın başlarında mesela Grimm masalları derlenmiş. Bugün bütün dünyada bilinen masallar bunlar. Yine Finlerin Kalevala Destanı vardır mesela. İşte bu da bu dönemde derlenmiş. Birçok millette bu folklor araştırmalarının yaygınlaştığı bir dönem. Müzikte de tabiî folklorik unsurlar yer alıyor. İşte Finlerin bir Sibelius'u çıkıyor ortaya, işte Macarların bir Bartok’u çıkıyor ortaya. Tabiî birçok misal verilebilir bunlarla alakalı. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte bunlar, bu folklor araştırmaları kurumsallaşıyor. Sadece Türküler derlenmiyor tabiî ki. İşte masallar, maniler, şiirler, yani halkın ürettiği ne varsa, bunlar yapılan gezilerle vs. kayıt altına alınıyor. Tabiî Ziya Gökalp'in batıdan ithal ettiği fikirlerin bir devamı olarak bunlar yapılıyor aslında. O dönemden bildiğimiz bazı isimler var. Yani işte Sadi Yaver Ataman, Pertev Naili, Rıza Tevfik, Fuat Köprülü, Mahmut Ragıp Gazimihal gibi isimler bu Gökalpçi çizgide faaliyet yürütüyor. Bunlara da işte “halk bilimci” deniyor. Bunlardan bir tanesi Ahmet Kutsi Tecer. Yani bizim “Orada bir köy var uzakta” şeklinde başlayan şiiriyle bildiğimiz -en meşhur şiiridir herhalde- Ahmet Kutsi Tecer var. Yani işte bu eli kalem tutanlar o kadar yabancıydı ki olan bitene, oradaki manzarayla karşılaşınca ve işte şaşkınlık içerisinde, “bakın buralar da var”, yani “buralardan haberiniz yok, gitmesek de gelmesek de görmesek de buralar bizimdir” diye böyle bir şiir çıkıyor ortaya. Bu insanlar gerçekten böyle bir dönüşümün olabileceğine böyle bir dönüşüm gerçekleşebileceği ihtimaline inanmış insanlar. Yani havas ile avamın kaynaşması halinde ortaya çıkacak bir milli kimlik fikrine inanmış insanlar. Yani bu sebeple bugün isim yapmış olarak bildiğimiz tahsilli insanlar Anadolu'nun farklı yerlerinde öğretmen olarak da vazife ediyor o zaman mesela. Tabiî bu işin romantik milliyetçilik tarafı. Yani tahsilliler tahsili olmayan insanların ne yaptıklarına bakıyor. Aslında onların öyle küçük insanlar olmadığını düşünüyorlar. Onlara bir derinlik atfediyorlar. Süleyman Nazif de mesela işte bir mektubunda “Eğil dağlar eğil üstünden aşam/Al yeşil bayrağı gelin mi sandın” mısralarının geçtiği bir türküden bahsediyor. “Bizim gibi şiiri, aruz ve belagat kitaplarından öğrenmiş olan bin kişi bir araya gelse şu iki mısraı tanzir -nasıl tanzir! taklit edemez” diyor Süleyman Nazif. Ve bu insanlar tabiî ki bir figür olarak da her yerde görülmeye, duyulmaya başlıyor. Ahmet Kutsi Tecer mesela yine bir Aşıklar Bayramı tertip ediyor. İşte Aşık Veysel figürü bu şekilde ortaya çıkıyor. Aşık Veysel mesela Tanpınar'la, Ahmet Hamdi Tanpınar'la tanışmalarını şöyle anlatıyor kendi ağzından. “Kudsi Bey Ülkü Mecmuası'nda müdürdü. Bir pazar günü ziyaretine geldim. Ahmet Hamdi Tanpınar oradaymış. ''Gel aşık, ben bunun üzerine şiir yazamayacağım. Pabuçlarımızı dama attım.'' diyor Âşık Veysel’e. Yani bu insanlar işte şiirlerde, çeşitli metinlerde, sonra radyolarda, sonra televizyonlarda kendilerine yer buldular. Aslında biraz daha geriye gittiğimiz zaman, Akif'te de bu folklorik unsurları görürüz. Yani işte Seyfi Baba'yı, Mahalle Kahvesi'ni, Hasır'ı yazdı. Gündelik dili aruza en iyi şekilde tatbik etti. Seyfullah Köksal da söyledi az önce, halkın tabirlerini, deyimlerini kullandı. Ziya Gökalp'le birlikte genç kalemleri çıkaran Ömer Seyfettin, “Başını Vermeyen Şehit”i yazdı ama Anadolu'da zaten “Kesikbaş destanı, Kesikbaş Hikayeleri” halk arasında anlatılan destanlardı, hikayelerdi. Ömer Seyfettin de bunlardan bir tanesini aldı ve tekrar kaleme aldı aslında bir hikaye olarak. Bugün birçok yerde de zaten “Kesikbaş Türbeleri” vardır. Hececiler vardı. Yine mesela işte aruz ile yazdılar önce. Sonra hece ölçüsüyle yazdılar. Çünkü asıl olanın halk olduğu, halkın da şiirlerinde hece vezni ile yazdığı fikri canlıydı. Tabiî bununla ilgili birçok misal verilebilir. Yani bu folklorik unsurlar her yerde kendini gösteriyordu. Tabiî bunun etkileri her alanda ayrı ayrı ele alınmalı, tetkik edilmeli diye düşünüyorum. Neticede bu işlerin bugün vardığı yer bir donukluk. Yani Gökalpçi çizgi bir varlık gösteremedi Türkiye'de. Çünkü yani bugün kaç kişi bir türküyü çok seslendirilmiş haliyle dinlemeyi tercih eder bilmiyoruz. Bir taraftan da, Türklük bugün Türkiye'de yaşayan insanların birçoğu tarafından folklorik bir seviyede anlaşılan bir şey. Yani folklorik bir seviyede Türklük, kıymet atfedilen bir şey. Türk kimliği, kültürel farklılıkların, kıyafetlerin, düğünlerin, adetlerin, türkülerin vesaire oluşturduğu, sadece bunların oluşturduğu bir şey gibi algılanıyor bugün. Ama bunlar tabii ki folklor dediğimiz şeyin konusunu teşkil eden şeyler, kendi tabiî ortamında hayat bulmuş şeylerdi. Ismarlama şeyler değildi bunlar. Bugün de işte hala üreten insanlar vardır. Ben mesela bunlardan biriyle tanışmıştım. İlk öğretmen olarak atandığımda Erzincan'a. İlk karşılaştığım insanlardan biri okulda oraya gittiğimde Hikmet Ağabey bir müstahdemdi. Sesi güzel bir abimizdi ve işte konuşkan da bir abimizdi. Benim de müzik öğretmeni olduğumu öğrenince orada Erzincan (1992) depremi için kendisinin yaktığı bir uzun havayı bana seslendirmişti orada. Yani böyle insanlar bugün de muhakkak vardır. Biz bilmiyoruz. Yani işte bugün herhangi bir yere gitseniz de bugün piyasada türkü söyleyen insanların birçoğundan çok daha iyi uzun havalar söyleyecek, türküler seslendirecek insanlarla da karşılaşabilirsiniz.

Yemen türkülerimiz vardır bizim. Biz en çok bunlardan bir tanesini biliyoruz. İşte “havada bulut yok” diye başlar. Ben bu türküde “kundura ve fes” geçmesini bir türlü içime sindirememiştim. Yani sindiremedim. “kundura ve fes” ne alaka diye askerin ayağında ve başında diye düşünerek bir bakayım dedim buna. Aslında bu iki kelimenin birinin kesin değiştirildiğini gördüm. Diğerinin de büyük ihtimal değiştirildiğine kanaat getirdim. Yani bu iki kelime değiştirilmiş. Bu kelimelerden kundura değil aslında, çarık veya potin, fes değil, mes olduğunu bir yazıda gördüm ben bunun. Ve derleme fişine baktım. Orada işte kundura yazıyor. “Bir çift kundurayla bir de mesi var” yazıyor. Yani bugün bu türkü mesi var diye değil, fes'i var diye okunuyor. Benim kanaatimce yine o kundura da değil. Çünkü benim hiç içime sinmiyor kundura olması onun. Potin veya bunun çarık olabileceğini, yani bu türkünün bu şekilde bir çift potin ile bir de Mesi var ya da bir çift çarık ile bir de Mes'i var şeklinde olduğunu ve tahrip edildiğini, bunun da başımıza gelenlerin bir özeti niteliğinde olduğunu düşünüyorum aynı zamanda.

Biz İstiklâl Korosu olarak bugün de olduğu gibi panellerden önce şarkılar, türküler söylüyoruz. Yani donukluktan bahsettim az önce ama burada bizim yaptığımız bir Türk sesi duyurmak. Yani bu sesi burada canlı tutmak. Bu sebeple bu şarkıları seslendiren birçok kişi vardır elbet piyasada bugün ama bu şarkıları bizim seslendiriyor oluşumuz mühim olan şey. Bugün de Karacaoğlan'la bitireyim: “Vara vara vardık, ol kara taşa”. Bugün Türk milleti olarak belki başımıza bir “kara taş” dikili olabilir. Yani kimileri belki o mezarın içinde de olduğumuzu düşünebilir. Ama ben yine de Allah'tan ümit kesilmez diyorum ve teşekkür ediyorum.

Gökhan Göbel:

Biz de İbrahim Kesgin'e teşekkür ediyoruz. Size de dinlediğiniz için teşekkür ediyoruz. Hayırlı akşamlar.

3 Muharrem 1447 Cumartesi (28 Haziran 2025) İstanbul

 

TOPARLANIN GİTMİYORUZ

Panel ve İstiklâl Korosu Konseri, 10 Zilkade 1445 Cumartesi, İstanbul

TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR

İsmet Özel'in her birini tek bir kitap olarak tasarladığı ve İstiklal Marşı Derneği portalinde yayınlanan "Homeros'tan Karl Marx'a Şiirin Türk Tarihi", "Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir", "Tersinden Edebiyat Tarihi" ve "Önce Namazdan Soracaklar"...

KÜNYEDEN KİNAYE

Mehmet Akif hakkında yazılan kitapların hemen hepsinde Cenap Şahabettin’den iktibas edilen şu satırlara denk geliriz:

"ÜÇ ZOR MESELE" NEŞROLDU

Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in Üç Mesele ve Zor Zamanda Konuşmak kitapları bir arada ve yeni uzun bir dibace ile“ÜÇ ZOR MESELE” adıyla neşredildi. 

İSTANBUL ŞUBEMİZİN 4. OLAĞAN KURULU YAPILDI

İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şubesinin 4. Olağan Genel Kurulu 23 Mart 2019 Cumartesi günü saat 14:00’da İstanbul Şubemizde yapıldı.

DÖRDÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULUMUZ YAPILDI

İstiklâl Marşı Derneği'nin Dördüncü Olağan Genel Kurulu 21 Mayıs Cumartesi günü Ankara'da yapıldı.

"Muvakkitin Gözyaşları" Sergi ve Konser

"Muvakkitin Gözyaşları” serlevhalı sergimiz Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in teşrifiyle açıldı.