İSMET ÖZEL-KURBAN BAYRAMI KONUŞMASI TAM METNİ

Selamun Aleyküm.

Hepinizin bayramını teker teker tebrik ederim. Hoş geldiniz. Bugün bayramın üçüncü günü. İki bayram var Müslüman hayatında. Birisi Ramazan Bayramı, diğeri Kurban Bayramı. Bugün idrak ettiğimiz bayrama, Araplar büyük bayram diyorlar. Çünkü bir gün fazla tatil yapıyoruz. Dört gün çünkü Kurban Bayramı.

Birçoğunuz biliyorsunuzdur, -yani bu vahiy ile tespit  edilmiş bir şey değil- Cahiliye devrinde müşriklerin iki sevinç günü varmış, Rasulullah da demiş ki “ben de size iki sevinç günü vereceğim”, böylece Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı Asr-ı Saadet'te başlamış. Biliyorsunuz bayram namazı farz değildir. Yani bayram namazını isteyen kılar.

Akşamcı bir adam varmış, ona demişler ki “Ne zaman kafayı çekiyorsun?”. “Akşamdaaan akşamaaaa” demiş. Peki, “namazla aran nasıl demişler?” O, onu her bayram her bayram kılarım demiş. Böyle bir hikayemiz var. Bayramdan bayrama namaz kılan Müslüman çoktur.

Şimdi ben vaktiyle biliyorsunuz konuşma yapmayacağıma dair bir beyanda bulundum. Fakat bu beyanımı tam yerine getiremedim. Bunun sebebi de bayramlar oldu yani. Bayram yaklaştığı zaman arkadaşlar bana soruyorlar yani “Bayram günü bir konuşma olacak şeklinde mi tertipleyelim salonu, yoksa konuşma yapmayacak mısınız?” diye. Ben de diyorum ki, “alıştırdık insanları, onlar beni dinlemeye geliyorlar nasıl olsa, onları küstürmeyelim, konuşalım” diyorum. Yani, bir bayram klişem yok. Bayramda ben bunları söylerim diye bir şartlanmaya kendimi maruz bırakmadım.

Fakat bayramın varoluş sebebini bildiğimiz zaman başka bir şeyi daha bilmiş oluyoruz. Yani dini hayat başta olmak üzere faaliyetlerimiz dünyada bulunuşumuzla birebir irtibatlıdır. Bu müspet de olabilir, menfi de olabilir. Yani birçok insan, diyelim ki Müslümanlar yapıyor diye yapmazlar; yahut yapmıyor diye yaparlar. Dolayısıyla onların da davranışları din eksenli olmuş oluyor.

Din dediğimiz şey, kültürün genel çerçevesi içinde. Bir ruhi zemin midir yoksa diğer işlerimiz gibi bir iş midir? Bunu zihnimizde netleştirmemiz lazım. Şimdi bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilişinin 102. senesinde miyiz? Lozan Antlaşması çerçevesinde Türkiye'de cumhuriyet ilan edildi. Yani İstiklal Harbi verilirken bu savaşın sonunda bir cumhuriyete varılacak diye bir fikir kimsenin kafasında yoktu. Mustafa Kemal'in kafasında bile yoktu. Mustafa Kemal, bir fırsatını bulursa halife olmak istiyordu mesela. Böyle bir söylenti var.

Ve yani uzunca bir zamandır saltanatın ve hilafetin Türk toplumunda devam edeceği fikri bütün toplum tarafından kabul görmüştü ve dolayısıyla bizim modern ifadeler içinde dile getirebileceğimiz bir şekilde “meşruti monarşi” olacaktı Türkiye'nin yönetim biçimi. Yani padişah ve halife yerinde duracak fakat bir de Parlamento olacaktı. Böyle olmadı.

Hilafet kaldırıldı diyoruz, yanlış bir ifade. Çünkü ne saltanat ne de hilafet kaldırılmadı. Yani daha gramer kitaplarına uygun bir ifadeyle söylersek ne saltanat kaldırıldı ne de hilafet. Ne oldu? Şu oldu. Saltanat hükmünü Büyük Millet Meclisi'ne devretti. Yani saltanat lağvedilmedi fakat saltanatın hak ve yetkileri Büyük Millet Meclisi'ne geçti. Onun için mesela saraylarımız, Meclisin vaziyet ettiği mekanlardır. Yani meclis onların ne olacağına dair kararlar alır. Hilafetin meclise dönüşmesi, meclis yetkilerine bırakılması meselesi de benim hariçte gördüğüm bir belirti vermiyor. Yani “şu yüzden biz böyle yapıyoruz” diyemiyoruz. Çünkü Cumhuriyetin ilanından sonra yürürlüğe giren inkılaplar hem padişahlığın hem hilafetin toplum üzerindeki tesirini yok etmek için icraata konmuş şeylerdir.

Dolayısıyla yerine konmamış bir yerleştirmedir saltanatın da hilafetin de meclisin uhdesine bırakılması. Daha önce dile getirdiğim gibi, dinle ilgili bütün uygulamalar hayatımızın biçimini yansıtır, aksettirir. O bakımdan Müslümanlık, Adem Aleyhisselam'dan sonra Peygamberler aracılığıyla va’z edilen dinlerin hepsinden farklı bir şeydir.

Yani Kur'an-ı Kerim'in nazil olması, o tarihten sonra dünyanın alacağı şekille ilgili tedbirlerin de ortaya konması anlamına gelir. Ama buna insanlar dikkat etmediler ve nasıl Kur'an-ı Kerim indirildiği zaman bu olaya insanların bizim rahatsız olduğumuz tepkileri verdikleri gibi, daha sonraki gelişmeler de bu çerçevede oldu.

Şimdi biz İstiklal Marşı Derneği olarak yaptığımız işlerin başında yazımızı geri almak olduğunu söylüyoruz. Ve burada bir iddia da ortaya atıyoruz. Diyoruz ki eğer yazımızı geri almayı başarabilirsek bütün kötülüklerin Türkiye üzerine oynanmış oyunların önüne de yahut işte zararına da son vermiş olacağız.

Neden? Çünkü yazı dediğimiz şey, her toplumda milli duruşu yansıtır. O bakımdan mesela Avrupa'daki diller arasında Almanca, kendine mahsus bir yazı biçimini taşıyan bir dildir. “Deutsche Schrift” denir, yani Alman yazısı. Bunu öğrenen Almanlar okur ve yazar. Bu yazma, okuma biçimi Hitler şansölyeyken Latin harfleri kullanımı yaygınlaştırıldı. -çünkü Hitler yönetime geldiği zaman Führer değildi, şansölyeydi. Yani Türkiye'de başbakanlık dediğimiz şeye tekabül eden bir mevkiydi o- sonradan iktidara geldikten sonra Hitler genel seçimlerde yüzde 30 civarında oy alarak meclise girmiş bir partinin üyesiydi. Yani Mecliste bile çoğunluğu olmayan bir partiydi. Ama sonra yönetimde bir üstünlük ele geçirdikten sonra bütün toplumu etkileyecek bir hareketi başlattılar. Ama bu da çok arızalı bir şeydir. Çünkü Nazi Partisi'ni iktidara getiren kuvvet, Almanca Sturmabteilung denilen SA’lardı.

Bunlar kahverengi gömlekli ve kollarında, pazubendlerinde o swastika olan gençlerdi. Çoğu gençti. Nasyonal sosyalist parti iktidara geldikten sonra Türkçe'ye “Uzun Bıçaklar Gecesi” diye tercüme edebileceğimiz bir gece yaşandı. O gece dolayısıyla bütün ileri gelen SA'lar öldürüldü. Yani Nasyonal Sosyalist Parti kendini iktidara getiren insanları yok etti. Böyle komiklikler var. Komiklikler diyoruz çünkü Nasyonal Sosyalist Almanya'da Yahudi topluluklara karşı cürümler işleyen Gestapo'nun başında Himmler isminde bir adam vardı. Himmler'in Yahudi olduğunu herkes biliyordu. Yani böyle dediğim gibi gariplikler var tarih içinde. Bu gariplikler bir şekilde son bulabilir mi? Mesele budur. Yani çünkü dünya yanlışlıkların makbul hale getirildiği bir kültürel atmosferi benimsemiş halde. Yani bunun en belirgin dışa vurumu çevrecilik hareketidir.

1960'lı yılların sonunda Zenci Hareketi yani zenci-beyaz farkına itiraz eden dinamizm, üniversitelerde entelektüel itirazlar ve Sendikalar kanalıyla yürüyen işçi hareketi. Bunlar Amerikan toplumunun tehlike doğuran odaklarıydı. Bu odakların her biriyle bir şekilde hesaplaşan ve bu hesaplaşmadan kendini daha güçlü çıkaran bir federal devlet vardı. Fakat bunlar tek tek ele alındığı zaman halledilebilen işlerdi. Bu 60'lı yılların sonlarına doğru bu üç hareket yani entelektüel hareket, işçi hareketi ve zenci hareketi bir dirsek temasına geçtiler. Yani birbirlerinden etkilenir hale geldiler. İşte bu Amerika'daki federal yönetimi çok korkuttu. Çünkü her biriyle tek tek hesaplaşmak söz konusu olduğu zaman, aldığı tedbirler işe yarıyordu. Ama bunlar hep beraber federal yönetime zorluk çıkarmaya başlarlarsa federal yönetimin buna dayanamayacağını, direnemeyeceğini düşündüler. İşte o sırada üniversitede bulunan “bazı güçler” diyelim tırnak içinde, devletle bir iş birliğine girdiler. Bu sonradan çevrecilik hareketine dönüştü.

Bir Amerikan yazarı, Sessiz Bahar diye bir kitap yayınladı. The Silent Spring. O kitabın iddiası şuydu: “Bir gün bahar gelecek, fakat ne bir kuş ötecek, ne bir böcek vızıldayacak. Yani bizim bu tarımsal ilaçlama sistemimiz bütün bunları yok etmiş olacak. Bu belanın bize uğramaması için almamız gereken tedbirler var” tezini ileri sürdü. Şimdi bu çevrecilik hareketinin Amerika Birleşik Devletleri'nde federal yönetime katkısı neydi? Şuydu: Şimdi, eğer toprak kirleniyorsa bunun zararı hem beyaza dokunacak hem siyaha dokunacak. Yani dolayısıyla siyah beyaz zıtlaşmasının önüne geçti bu çevrecilik düşüncesi. Aynı şekilde işçi patron zıtlaşmasının da önüne geçti çünkü hava kirleniyor. Yani havayı soluyan hem zengin hem fakir. Dolayısıyla çevrecilik hareketi işçi-patron zıtlaşmasının da önüne geçti. Aynı şey entelektüel çevre için de doğruydu. Çünkü su kirleniyordu. Tabiat tahrip ediliyordu çok büyük ölçüde. Bu Amerika'da istenen sonucu aldı. Yani Amerika'da kamuoyu, çevreciliğe eğilim gösterdi ve sözünü ettiğim zıtlaşmalar daha yumuşak kabul edildi. Yani yumuşatıldı.

Şimdi bütün bunlar gayrimüslim dünyanın uğradığı felaketler arasında sayılabilir. Asıl mesele bizim dünyada bulunuşumuzun izahına yarayacak şeylere sırt çevirmemizdir. Yani bunların arasında kafirle Müslüman arasındaki fark zikredilmiyor. Çünkü bu iki kavram yaşatılmıyor. Yani bugün bilgisayarda yazı yazarken “gavur” yazın, onun altını çizer bilgisayar ve siz de o altı çizilmiş kısma basarsınız. “Argo kaba bir terim” der mesela. Gavur dedirtmez sana. Bu dünyada çok önceden başlamış bir şey.

Türkiye'de bu meselelerin doğrudan ele alınmasını önleyecek bir ortam tesis edildi. Şimdi Türkiye'de Batılılaşma dediğimiz tavır, III. Selim saltanatı sırasında baş gösterdi. III. Selim, harp meydanlarında Osmanlı Devleti'nin başarısız olması sebebiyle imzalanan anlaşmalarda bazı hükümlerin İslam'a sığmadığını dile getiren ilmiye sınıfından kişileri yerlerinden uzaklaştırdı. Onların yerine devletin yaptığı her şey İslamidir diyen ulemayı koydu. Ve bu bizim sıkıntımızın en hâkim kısmıdır. Buna rağmen batıda yükselen müstemlekecilik yoluyla servet birikimine sebep olan kapitalizm, karşısında çeşitli doğu kültürlerinden etkilenmiş bir yönetim buldu.

Yani bizim tarihi geçmişimizde Batı'nın tarihi geçmişinde olmayan bir şey var. Batı dediğimiz alan, Batı Roma'nın maruz kaldığı bir bölünmeyi dışa vurur. Yani Avrupa ülkelerinin hepsi birbirlerini geçerek rekabet yoluyla biri diğerini etkisiz bırakarak var olmuş toplumlardır.

Bir Roma imparatorluğu kuruldu. Bu imparatorluk tarihin bir anında ikiye bölündü. Doğu Roma, Batı Roma olarak. Fakat Batı Roma diye bir devlet ortaya çıkmadı. Batı Roma diye bildiğimiz alanda barbar akınları çeşitli toprak parçalarında farklı etnisitelerin öne çıkmasına sebep oldu ve modern ulus devletlere giden yol açıldı. Doğu'da ise böyle olmadı. Doğu Roma hem toprak bütünlüğünü korudu hem de merkezi idarenin çevredeki hakimlerle zıtlaşmasını içinde barındıran bir idare usulü uyguladı. Yani Osmanlı Devleti de bu idare usulünü Bizans'tan devraldı.

Osmanlı Devleti, mahalli otoritelerin, orada o mahalli alanda yaşayan halkın haklarını gasp etmesi durumunda merkez yönetimin müdahale etmesi şeklinde işledi. Bu Makyavel'in “Hükümdar” eserinde bir hükme varılmasına sebep oldu. Makyavel diyor ki, “Fransa'da iktidarı ele geçirmek kolaydır fakat elde tutmak zordur. Osmanlı ülkesinde ise iktidarı ele geçirmek hemen hemen imkansızdır. Çünkü siz bu işe gayret ettiğiniz zaman karşınızda sıradan insanları bulursunuz.”

Bu ayrım yani Fransa'yı ele geçirmek neden kolaydır? Çünkü Fransa'da aristokrasi kralla arası iyi olmadığı için, kralı devirecek olan güce yardım eder. Dolayısıyla Fransa'da iktidarı almak kolaydır. Ama bunu Türk hakimiyeti olan bölgede yapamazsınız. Çünkü Türk hakimiyetinde olan bölgede sıradan vatandaş güvencesini merkezi otoritede bulur. Hepimizin bildiği bir örneği var, o da Köroğlu. Dikkat ederseniz Köroğlu'nun meselesi Bolu Beyi iledir. Yani merkezi idareyle bir meselesi yoktur. Mahalli yönetimle meselesi vardır. O sanki kendisi merkezi temsil ediyormuş gibi Bolu Beyi ile çarpışır. Bizim toplum olarak başımıza gelen şeyler İslam Düşmanlığı üzerinden başımıza gelen şeylerdir. Yani ülkeyi yönetenler Müslümanların istifade ettikleri şeyleri yok ederek büyük nüfuz alanları ele geçirdiler.

Kıbrıslı Mehmet Paşa diye bir adam varmış. Bu adam Türkiye'de bulunduğu sırada Avrupai hayat tarzına özenerek dikkati çekmiş bir adammış. Bu sebepten veya başka bir sebepten Fransa'ya gitmiş. Orada da gene Batı'nın örf ve adetlerini yücelten tavırlarıyla dikkati çekmiş. Bu, kralın da ilgi alanına girmiş. Adamı yanına çağırtmış. Demiş ki, “Sizin de medeni topluma katılmanız için yardımcı olmak istiyorum, onun için size bilim adamları, uzmanlar göndereceğim” demiş. Kıbrıslı Mehmet demiş ki, “sakın ha böyle bir şey yapmayın, onlar bizi batıdan soğuturlar, Batı’ya düşman ederler bizi” demiş. “Siz en iyisi, demiş, bize üç beş tane fahişe gönderin, onlar toplumu tesir altında tutarlar, Batılı olmak şöyle dursun, Fransızlaşırız bile” demiş. Bu mükaleme orada bitmiş ama fikir yaşamış. İki Fransız bütün Fransa'da orospu toplamışlar. Onlara “siz yalılarda köşklerde yaşayacaksınız, emrinizde insanlar olacak, el üstünde tutulacaksınız” demişler. Onlar da zaten kendi yaşadıkları ülkede kendilerini rahat hissetmiyorlar. Buna razı olmuşlar ve bir gemi dolusu fahişe gelmiş Karaköy Limanı'na. Saray da bu olaydan haberdar olmuş ve hemen zaptiyelerini göndermiş gemiyi tesirsiz kılmak için. Fakat zaptiyeler geldikleri zaman ne kadın bulmuşlar ne bir şey. O kısa bir zamanda kadınlar yerlerine gitmişler. Hatıralarında, Bir Polonyalı subay, “bunlardan bir tanesiyle Bulgaristan'da tanıştım” diyor. “Çocuklarına, torunlarına Fransızca öğrettiğini anlattı bana”, diyor. Ve bu o kadar etkili oldu ki sadece resmi yahut entelektüel alanda değil, halk içinde de rağbet gören bir şey oldu.

Ben Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken iki arkadaşım vardı. Sadece iki arkadaşım yoktu. Yani iki arkadaşım vardı ki bunların evlerinde Fransızca konuşulurdu. Hatta ben bir tanesinin evinde de kaldım. Buna bizzat şahit oldum. Teyzesi hiç Türkçe bilmezdi. Teyzesine bir şey söylemek gerektiği zaman bana öğretirdi arkadaşım, “şunları şunları söyle” diye. Ben onları söylerdim. Bu fikir yaşadı. Yani fahişeler yoluyla Türk toplumunun dönüştürüleceği fikri canlı kaldı.

Bir süre sonra Fransa'dan gene bir entelektüel grup geldiler İstanbul'a. Gayeleri Türkleri medenileştirmek. Baktılar ki İstanbul'da etrafa baktıkları zaman ne gördüler? Denizlerde şaşılacak kadar çok yunus var. Gökte martılar bulutlar gibi dolaşıyor. Yani öyle böyle birkaç tane martı sürüsü değil, yani kocaman kitleler halinde martılar var. Bir de şehrin içinde her sokakta köpek sürüleri var. Bunun üzerine saraya bir muhtıra veriyorlar bu entelektüeller. Niyetleri şu. Yunusları öldüreceğiz. Balina yağıyla rekabet edeceğiz. Martıları öldüreceğiz. Kaz tüyüyle rekabet edeceğiz. Köpekleri öldüreceğiz. İşte şu kimyasalları sağlamada katkıda bulunacaklar. Fakat saraya bu ültimatom demeyelim de işte bilgi geldiği zaman iki konuda diyorlar ki “bu olmaz”. Çünkü hem yunusların korunmasına dair hem de martıların korunmasına dair padişah fermanı var. Bu fermana aykırı, yapamazsınız bunu. Ama köpekleri koruyacak bir kanun yok. Onun için bunlar köpekleri topluyorlar. Bugün İstanbul'un yakınlarında bir köpek adası vardır. Oraya götürüyorlar fakat köpekler başlarına geleceği sezdikleri için kendilerini oraya getirenlere öyle bir saldırıda bulunuyorlar ki onlar canlarını zor kurtarıp kaçıyorlar. Orada da köpekler kalıyor. Onun için oraya köpek adası diyorlar. Sonra hayatlarını nasıl devam ettiriyorlar bilmiyorum.

Bunları niye anlattım size? Şunun için anlattım. Hepimiz çocuk gibi böyle masallara kulak veriyoruz. Bunlar modern masallar. Yani gerçekte yapmamız gereken, önümüzde bulunan birtakım yükümlülükler var, bu yükümlülükleri yerine getirmek için acaba kendimize mi bakmamız lazım? Kendimizi tanımamaktan gelen bir zaafı mı yaşıyoruz? Böyle bile olsa, kendimizi acaba nasıl görebiliriz? Kendimizi bir aynadan mı seyretmemiz lazım? Bu mühim bir şey. Şahsi görüşüm olarak, aynada kendimizi görebileceğimize inanmıyorum. Biz aynada sadece başka insanların bizi nasıl gördüğünü görebiliyoruz. Çünkü kendimiz, kendimiz için bir mana ifade ediyorsak bu zihnimizin içinde olan bir şeydir. Aynadan göremeyiz bunu. Aynadan başkasının gözünü görürüz. Başkasının bizi nasıl gördüğünü görürüz. Yani kendimiz aynaya baktığımız zaman kendimizi görmeyiz. O kadınların bir yanılgısıdır. Onlar görünmeyi görmekten daha çok önemsedikleri için bu ayrımı umursamazlar. Başkaları tarafından nasıl göründükleri, kendilerinin kendilerini nasıl gördüklerinden daha önemlidir kadınlar için. Hani adam demiş, “12 tane sinek öldürdüm. Bunlardan 4 tanesi dişiydi”. “Ulan” demiş, ”sineğin erkek mi dişi olduğunu nereden anlayacaksın?” “Ama bunları” demiş, “aynanın üzerinde öldürdüm”.

Adam olmanın birçok yolu yok, bir yolu var. O da kendine gelmek. Biz toplum olarak neye kanıyoruz bilmiyorum ama kambur üstüne kambur biniyor yıllar geçtikçe. Şimdi son aldığım haberlere göre yani normal televizyondan aldığım haberlere göre, bu sene üniversiteye girişte geçen seneye oranla bir müracaat azlığı varmış. Yani bu sene üniversiteye girmek isteyen insanların sayısı azalmış. Bunu aktaran gazeteciler diyorlar ki “herhalde insanlar üniversite okuyacağım da ne olacak diye düşünüyorlar ve müracaat etmiyorlar” diyorlar. Aslında bu da toplum açısından önemsememiz gereken bir şey. Ama biz onu da fark etmiyoruz. 27 Mayıs 1960 darbesine kadar Türkiye'de her lise mezunu askerliğini yedek subay olarak yapma hakkına sahipti. Lise mezunu. Çünkü Cumhuriyet İdaresi işlemeye başladıktan sonra ilkokul, ortaokul, lise eğitimi çok ciddi alınmıştı ve liseyi bitirmek bir başarı nişanesiydi. Hatta Adnan Menderes'in yüksek rütbeli subaylara karşı şöyle dediği rivayet edilir: “Sizin şövalye burunlarınızı kıracağım. Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim.” Çünkü üniversite mezunu olmaya gerek yoktu. Lise mezunları adam olmuş sayılıyordu.

Kendimize gelmek için, varlığımızı neye borçlu olduğumuzu fark etmemiz gerekiyor. Bu, çok merkezi, temelde olan bir şeydir. İnsan dediğimiz canlı, diğer bütün canlılardan nerede ayrılır? Şurada ayrılır: Bitki olsun, hayvan olsun, bütün canlılar doğdukları andan itibaren kendi türlerine mahsus bir hayatı yaşarlar. Fakat insanın böyle bir kapasitesi yoktur. İnsanoğlu, anasından doğduktan sonra beslenmek için, barınmak için, kendini kuşatan çevreye muhtaçtır. Şimdi, bebek önce yürür, biliyorsunuz. Aşağı yukarı 11 aylıkken yürümeyi becerir. Sonra da konuşmayı öğrenir. Fakat bütün bunları kendi gücüyle yapamaz. Yani hiç kimse buzağıya anasının memesini emmeyi öğretmez. Buzağı kalkar, üzerindeki şeyi şöyle bir silkinip atar, ondan sonra koşar, anasının memesine yapışır. Bu, bütün canlılar için böyledir. Ama insan, anasının memesini emmeyi bile bilmez. Anne, çocuğunun yanağına memesinin ucunu dokundurur, çocuk o zaman döner, onu anlar meme olduğunu yani. Kendiliğinden içinden olan bir şey değildir. Hatta bu sebeple biliyorsunuz hiç annesinin memesini emmeden büyüyen çocuklar bile var yani. Böyle bir ortam insanlar arasında tesis edilmiş.

Bu doğumdan sonra başlayan hayat, bazı yerlerde hayvanınkine benzer yöntemlerle yürürlüğe girer. Çağımızda eğer bir insan topluluğunun diğer insan topluluklar arasındaki yerini sağlam kılmak, pekiştirmek ve bu pekişmeden dolayı onu bir basamak yukarı çıkarmak istiyorsak, bir milli tavrı fark etmemiz ve ona sahip çıkmamız gerekiyor. Bu yapılmadığı zaman şartların estirdiği rüzgarlar arasında yalpalayan insanlar olmaktan çıkamayız.

İstiklal Marşı Derneği kuruluşundan bu yana 18 sene geçti. Evet, iki sene sonra 2027 olacak ve 20 sene olacak. İstiklal Marşı Derneği bu ülkede bir milletin kendini fark etmesi yolunda yapabileceğini yapmak üzere faaliyet gösteriyor. Bunda ne kadar iyi sonuç alındığını benim ölçmem imkansız. İşte böyle dura dura konuştum. Sizin ne işinize yaradığını bilmiyorum ama böyle bir sıkıntı var.

Yani bizim, bir halının altında toplanmış bir çöp yığını olmadığımız, bir millet olduğumuz fikri kaç kişiye nakledilebiliyor? Bunu da bilmiyorum ve konuşmamı burada kesiyorum.

Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.

Dinleyici: Bir soru sorabilir miyim hocam?

İ.Ö.: Bir soru sor.

Dinleyici: Konuşmanızda şöyle dediniz. Eski harflerimize dönersek Türkiye'nin üzerinde oynanan oyunlar bozulabilir.

İ.Ö.: Bunu harf inkılabı dediğimiz şeyin Türkçeye yaptığı tesirden anlayabiliriz. Harf inkılabı bir cahil hareketidir. Yani yazının ne olduğunu bilmeyen insanlar bunu yaptılar ve başarılı oldular. Çünkü bu harflerin kullanılmasıyla beraber Türkçe çok büyük yaralar aldı. Şimdi bu bahis açıldığı zaman hep söylediğim bir şey var. Deniz ve domuz. Bu iki kelime Latin harflerini kullandığımız için var. Çünkü deniz (دڭز) ve donguz (طوڭز) ikisi de kefle yazılıyor. Üç noktalı kefle yazılıyor. Yani İnsanlar kullandıkları yazının neye tekabül ettiğini bilerek kullanıyorlar.

Yani bakın, komşumuz Yunanistan ve bugün katliamlarda bulunan İsrail, Latin alfabesi kullanmıyor. Birisi İbrani alfabesi kullanıyor, birisi Grek alfabesi kullanıyor. Ve bunlar Latin alfabesine benzemiyorlar. Mesela İncil'de ''Alfa ve Omega, ilk ve son benim'' diye bir ayet vardır. -Eğer onları ayet sayarsak.- Alfa birinci harf, son harf de Omega'ymış bak. Büyük O. Omega. Çünkü bir de omikron var. Yani A'dan Z'ye demiyor Yunanlı. Eğer kendi diline saygısı varsa A'dan O'ya demesi lazım yani. Bugün dünyada iki alfabe yaşıyor. Birisi Çinlilerin, Japonların ve Korelilerin kullandıkları alfabe. Bu alfabe resim yazısıdır. Yani bardak kelimesini telaffuz ettiğimiz heceler dolayısıyla yazmazlar. Bardak ne işe yarıyorsa onu ifade eden bir işaret kullanırlar. İnsan kelimesini de insanı temsil eden bir ifadeyle yazıya geçirirler.

Onun için Japon, Çin ve Koreli bir ticari mektup yazdığı zaman bunu üçü de kendi dilinde okuyabilir. Yani Yazı dolayısıyla, çünkü yazı, heceyle ifade edilen şeyleri değil, kavramı gösteriyor. Kavramlar dolayısıyla yazı var. Bir de bizim bugün kullandığımız yazı var ki, o telaffuza dayalı bir yazıdır. Yani harfler birbirine çatılır ve o dilde. Kullanılan bir kelime oluşur. Bunu Latinler bir şekilde kullanmışlar, Yunanlılar başka bir şekilde kullanmışlar. Ama Gürcüler de başka bir şekilde kullanmış, Hintliler de başka bir şekilde kullanmış. Bunlar ayrı ayrı alfabeler. Yani bir milletin kendini yükseltmek için yazısından daha iyi faydalanabileceği bir alet yok. Yani Türkler eğer yazılarını geri alabilirlerse böylece aynadan başka bir yerde de kendilerini görebilirler. Çünkü bir Arap atasözü diyor ki Kur'an Mekke'de indirildi, Kahire'de okundu, İstanbul'da yazıldı. Yani biz bugün bütün Arap dünyasında kullanılan Rika harflerini İstanbul'da icat ettik. Yani Türkler Rika harflerini yazmadan önce İslam Dünyası Rika harflerini bilmiyordu. Böyle avantajları var Türkçenin ve biz bugün birtakım değişikliklerle Kur'an harflerini kullanıyoruz Türkçe yazarken. Mesela “P” sesi Arapça'da yok bizde var. Onun için üç nokta koyuyoruz “P” yazmak için. Yani böyle değişiklik, yani telaffuz farkları var. Bu telaffuz farklarını da yazıda belirtiyoruz.

Burası İstiklal Marşı Derneği. İstiklal Marşı'nın devlet kurulduktan sonra yazıldığını sanan milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede. 85 milyon nüfus olduğunu söylüyorlar. Belki 86-87 olmuştur. Ondan sonra bu insanların çoğu sanıyorlar ki devlet kuruldu, ondan sonra bize bir milli marş lazım dediler. Halbuki öyle değil. İstiklal Marşı 12 Mart 1921'de milli marş olarak kabul edildi. Yani o zaman Cumhuriyet'in C'si yoktu. Yani ve o yüzden de biz diyoruz ki bu marş bu harflerle doğdu, bu harflerle yaşayabilir. Ama neyin neresindeyiz onu bilmiyorum.

Yani benim o söylediğim şey, halkın söylediği şey olduğu zaman işe yarayacak. Bizde hala bir Batı tapınmacılığı var. İnsanlar başka bir otorite tanımıyorlar. Yani Recep Tayyip Erdoğan diyor ki, işte “Zulüm 1453'te başladı diyenler var ama bizim Teknofest’imiz var”. Mesela, şimdi buradan bir yere gidilmez. Eğer “zulüm 1453'te başladı” diyenlere karşı sen “Teknofest” diyorsan, yok bir yere gidemezsin. Halbuki işte bu çalışmalar sırasında öğreniyoruz ki daha 50'li yıllarda, yani Cumhuriyet kurulalı ne kadar zaman geçmiş, 1928'de harfler değişmiş ama hala İstanbul'da hat sanatıyla ilgili otoriteler var. Ve bizim bu işi bilen arkadaşlar diyorlar ki “bu yazıyı siz merak ediyorsanız, İstanbul'a adam gönderin, burada öğrensinler, gelsinler sizin ülkenizde de öğretsinler” diyorlar.

Şimdi yağlı boyayı Hollandalılar icat etti, 17. yüzyılda. Ondan önce ıslak sıva üzerine resim yapılırdı. O bildiğiniz o Rönesans resimleri falan filan, müsvedde ile yapılmış resimler değil. Yani bir kere de boyanmış onlar. Hat sanatımız da öyledir. Onun için hat öğrenmek için önceden meşk yapılır. Yani uzun uzun denersin, tecrübe edersin, ondan sonra yazarsın. Onun için de işte “filancanın vav’ı” derler mesela.

Siz son bu Hegemonik güçlerin, işte Gramsci de hegemonyadan bahseder, malum. Hegemonik güçlerin ve Türkiye'nin bu son durumdaki haline ne dersiniz?

İ.Ö.: Yani Türkiye Türk olmayanlar tarafından tespit edilmiş çerçeve içinde yaşıyor. Yani Türkiye'de bizim millet olarak bazı taleplerimiz var ve onlar gerçekleştiriliyor veya gerçekleştirilmiyor. Böyle bir durumla karşı karşıya değiliz. Biz çizilmiş olan sınırlar içinde günlük ekmeğimizi çıkarmaya çalışıyoruz. Yani böyle bir atılıma sözle bile ulaşabilmiş değiliz. Yani ki söz yetmez, davranış gereklidir. Türkiye'de ortaklıklar çalışmıyor. Siz, aile şirketleri var ama yani iki kişinin bir işi başarmak için emeklerini yan yana getirdiklerine şahit olamıyorsunuz. Çünkü herkes kendi tarafına çekiyor ve birisi kazık yiyor yani. Hani adam demiş ya, Paranı koy, ben de tecrübemi koyayım demiş. E sonra ne olacak demiş öbürü. Sen demiş, tecrübe sahibi olacaksın, ben de para sahibi olacağım. Çin'de bir afyon savaşı oldu. Çünkü o zaman Çinli entelektüeller Britanya'ya gittiler ve dediler ki bizim halkımıza afyon satıyorsunuz, bu halkımızın mahvına sebep oluyor. Bunun üzerine Kraliçe Victoria diyor ki, ama biz buradan para kazanıyoruz. Adamlar böyle bir mantıkla çalışıyorlar ve... Bu savaştan sonra “Haklı Yumruklar” savaşı... Yani Hristiyanlaşmış Çinlileri öldürüyor bazıları. Avrupa'da bütün dünya Çinlilerin bu hareketine karşı cephe alıyorlar. Ve hatta Çin'i işgal edip kendi nüfuz bölgelerinde onların yok olmalarını sağlıyorlar. Bu arada Avrupa'da bir tek millet, onlar da kimler biliyor musunuz? Slovenler. Slovenler, Çinlileri haklı buluyor. Çünkü bütün Avrupa kültürü içinde yalnız bırakılmış bir milletmiş. Yani biz ne çektiğimizi biliyoruz, onlar da onu çekiyorlar diyorlar. Evet teşekkür ederim.

İsmet Özel, 12 zilhicce 1446 Pazar-İstanbul

 

 

 

TEKNE KAZINTISI NEŞROLUNDU!

Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının dokuzuncusu olan “TEKNE KAZINTISI" neşrolundu.

"İSTİKLÂL TAKVİMİ 1435" ÇIKTI

İstiklâl Takviminin 1435 senesine ait nüshasının dağıtımına başlandı.

HANYALI KONYA - 4. Sayımız Neşrolundu

Konya Şubemizin neşrettiği HANYALI KONYA mecmuasının dördüncü sayısı çıktı.

"TEHDİT DEĞİL TEKLİF" Kitabı "İRTİCA ELDEN GİDİYOR" ile Birlikte Neşroldu.

"TEHDİT DEĞİL TEKLİF" ile "İRTİCA ELDEN GİDİYOR" kitaplarının yazıları konularına göre sıralanıp tek bir kitap olarak neşredilmiştir. Kitabının arka kapağında şunlar yazılı...

DÖRDÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULUMUZ YAPILDI

İstiklâl Marşı Derneği'nin Dördüncü Olağan Genel Kurulu 21 Mayıs Cumartesi günü Ankara'da yapıldı.