Balıkesir’de, Kastamonu’da, Ankara’da; Evde, Sokakta, Camide, Her Yerde Âkif’in Sesi

Cihanın yedi ikliminin yetiştirmesi, çeşit çeşit renk renk insanlar, vahşet bahsinde ittifak etmişler, kudurmuş gibi saldırıyorlar, her taraftan gülle, ateş yağdırıyorlar… Fakat bütün bu cehennemî taarruz, “pâk alnının istihkâmına sığınmış kahraman Mehmed’in göğsünde sönüyor.” Âkif, bu kahramanlığa seyirci kalabilir mi? Leylâ’sı vefa gösterdi. Vuslat ümidi çoğaldı. Bu yiğitleri teşvik ve teşci etmek lâzım… Yalvarıyor:

Hudâ rızâsı için ey mücâhidîn-i kirâm!
Sebâtı kesmeyiniz, çünkü sâde sizde ümîd;
Dönerseniz ebediyyen söner gider Tevhîd,
Harîm-i hak yıkılır savletiyle evhâmın.
O elde tuttuğunuz yer hayât-ı İslâm’ın
Yegâne ukdesidir. Yâd ayak basarsa eğer,

Olur me’âlimi dînin bir anda zîr ü zeber !
Ümîdi sizde kalan üç yüz elli milyon can

Kopup damarları şîrâzesiz kitâba döner;
Kalır sahâifi yerlerde rast gelen çiğner!
Minâreler sökülür sînesinden âfâkın:
Fezâya söylemez artık, lisânı Hallâk’ın!

Fakat yeter mi? Destan yazmalı, âbide dikmeli bu yiğitlere. “Bu topraklar için tertemiz alnından vurulup secdeye kapanan bu velîlere” tarihin vefakâr sinesinde ebedî bir ikametgâh lâzım. Fakat bu muazzam şehâmetin tarihe sığacağından emin değil, ona bir başka yer, daha aziz bir makam arıyor. Kâinatın efendisi, âlemlerin medâr-ı iftiharı Peygamberimiz Efendimizin sineleri onları bekliyor:

Ey şehîd oğlu şehîd isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.

Şair, Çanakkale hamâsetini ebedîleştirmeye çalışırken, bu zaferin neye mal olduğunu, bu milletin içi yanarak binlerce şehîdi nasıl gömdüğünü pek iyi biliyor, dâvanın iç yönü gözünden kaçmıyordu.

Pek iyi biliyordu ki, bu millet en acı mahrumiyetlere katlanıyor, sefaletten ölenlerin yanında bir zümre refah içinde yüzüyor; cehâlet, anlaşmazlık, tefrika içtimaî bünyeye fesat tohumları ekiyor, telifi imkânsız çeşitli telâkkiler zuhur etmiş, bir kısmı ulemaya çatıyor, bir kısmı kabahati maziye yüklüyor…

Âkif, milli bir inhitata, çözülüp sebep olacak bu türlü tefrikalara hücum etmekte devam ediyor, zararlarını anlatmaya çalışıyor.  İnkılâbı, maziye ait müesseseleri yakıp yıkmak şeklinde anlayan gafillere şöyle ders veriyordu:

İnkılâb ümmetinin şanı yakıp yıkmaktır,
Size çılgın demiyen varsa kuzum, ahmaktır.
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çulpa herifler de emin ol becerir.
Hele sen gösteriver işte budur kubbe diye,
İki ırgatla iner şimdi Süleymâniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi? Heyhat o zaman,
Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.

Fakat, her şeye rağmen, işte ortada pırıl pırıl bir ümid, destan destan büyüyen bir millî hamle var. Arslan Mehmedcik:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Birbirini takibeden ve milletimize pek pahalıya mal olan harb yılları bitmek üzere, İstiklâl Mücadelesi aşkla, şevkle, cansiperane bir gayretle devam ediyor. Âkif aynı aşkın cezbesi içinde yer yer, bucak bucak konuşuyor, maddî ve mânevî tekmil varlığıyla mücadele hizmetinde… Balıkesir’de, Kastamonu’da, Ankara’da; evde, sokakta, camide, her yerde Âkif’in sesi:

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

İstiklâl Mücadelesi şan ve şerefle bitmiş ve milletimizin tarihinde yeni ve aydınlık bir devre başlamıştır. Siyasî sahada kazanılan zaferin içtimaî, iktisadî ve kültürel sahada devam etmesi, milletimizin cihan milletleri safına yepyeni bir ruh, mütecanis bir varlık halinde katılması lâzımdı.

Bir inkılâb yapılacaktı. Ve bu inkılâb iki temel üzerine bina edilecekti.: Mârifet ve fazilet…

Mârifet; ilim ve fen; Milletimizin düşünme, zevk ve tenkid melekelerini geliştirecek; fazilet de, mârifet yoliyle toplanan ve işlenen değerleri memleketin hayır ve selâmetine tahsis etmeyi mümkün kılacaktı.

Bu iki temel birbirinin mütemmimidir. Faziletten mahrum bilgi bir felâkettir. Bilgisiz faziletin de hiçbir değeri yoktur. Bilgiden mahrum bir millet mutlaka zaafa düşer.

Milletimizde fazilet esasen mevcuttur, yalnız son asırların yürüyen ilmiyle beraberce yürüyemediği, cehâlete kurban olduğu için içtimaî bünyemiz felâkete uğramıştır. Şu halde, bünyemizi bilgi ve fen mayasiyle yoğurmak lâzımdır.

Âkif’in tasavur ettiği inkılâp budur. Bunu başaracak nesil “Âsım’ın” ve Âsımların neslidir.

Bu inkılâbın ilmî temeli Garbdan alınacaktır. Fakat Garbdan alınacak şey, sadece ilim, fen ve metoddur. Garbın çiğneyip posasını çöp tenekesine attığı aşağılık zevk ve eğlenceleri değil.

Ferruh Bozbeyli, Mehmet Akif/ Vefatının 25., İstiklâl Marşı’nın Kabulünün 40. Yıldönümü, Milliyetçiler Derneği Neşriyatı, İstanbul 1961

MEHMED AKİF İHTİFALİ İÇİN

Mehmed Akif de Namık Kemal gibi, ilk manzumelerinden sonra, ruhlarının kemal çağında, manzum bir şey söylemeğe hazır oldukları zaman yalnız vatanı söylemek için ağızlarını açan, sayıları pek az, o kadar az ki yalnız kendilerinden ibaret iki vatan şairimizden biridir.

Niçin bir millî marşımız yok?

Yusuf Ziya Bey, millî bir marştan mahrum oluşumuzdan en büyük teessürü hisseden bir zat olduğu için, bu bahis etrafında bize umumî alâkayı davet edebilecek şeyler söyledi.

"İstiklâl Marşı"nı kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi de kültür ve heyecan bakımından aynı yüksek seviyede idi.

Ziya Gökalp, büyük mefkûrelerin, cemiyetlerin buhranlı devirlerinde doğduğunu ve onlara yol gösterdiğini söyler. İstiklâl marşları da böyledir.

Eşref Edip - Mehmet Âkif Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları

Dergâhta şiir yazarken Üstad Ankaradaki bütün şiirlerini, İstiklâl marşını hep bu dergâhta yazmıştır. Yüzlerce asır Türk Milletile beraber yaşayacak olan

"Yunan canavarının da artık tek dişi kalmıştı"

…Anadolu alevler içindeydi. Camilerde diri diri insanlar yakılıyordu.

Millî tasarruf ve Halk edebiyatı

İstiklâl marşını yapan şair (Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl) tarzında yani kendi diliyle konuşurken...

İLAHİ’DEN MARŞA

“İstiklal Marşı” sözünü bile ilk defa duyuyordum. Tekkedeki ilahilerden, okuldaki marşa gelmiştim.