Üç Cârî Belâ

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel’in “Üç Cârî Belâ” adlı paneldeki konuşma metnidir.

Üç Cârî Belâ:

Yeni Anayasa - Başkanlık Sistemi - Dokunulmazlıkların Kaldırılması

Burası İstiklâl Marşı Derneği! Onun için bugün toplantımızı –bundan sonra bütün toplantılarda yapmayı düşündüğümüz gibi- Bayram Tekbiri ve Salâvatla açtık. Çünkü bizim asıl İstiklâl Marşımız bunlardır. Bayram Tekbir’i ve Salâvat XVII. yüzyılda Itri tarafından bestelenmiş sanat eserleridir.

Biz millet olarak hayatımızı hep sanat eserlerinin gölgesinde bulduk ve emin saydık. Millet olma hadisesine başlangıcımız Yunus Emre’nin yazdıklarıyla yüksek bir seviyeden başladı ve hep öyle gitti. Biz millet olarak sanat eserlerinin varlığımızı pekiştirdiği bir dokuya sahibiz. İstiklâl Marşı da millet olarak sonumuzun geldiğini düşünenlerin heveslerini kursağında bırakmak üzere doğmuş bir metindir ve onun dünyada eşi benzeri yoktur. Bizim İstiklâl Marşımız seviyesi çok yüksek bir sanat eseridir. Hem Türkçe’nin kaideleri bakımından, hem vezni ve diğer söz sanatlarının teşhiri bakımından… Bu marşın altına imzasını atan zat, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” diye dua etmiştir, biz de tabi ki bu duaya “Amin!” diyoruz. Bu duaya “Amin!” dediğimiz için İstiklâl Marşı Derneği var. Son ve bir daha yazılamayacak olan İstiklâl Marşımız iki türlü anlaşılabilinir: Bir, milletin başındaki acil, cârî belâyı def etmek için; iki, milletin mevcudiyetini muhafaza etmek için müracaat edeceği, devamlı müracaat edeceği, hep müracaat edeceği bir metin olarak anlaşılabilinir. İstiklâl Marşı’nın metni hem hemen önümüzdeki meselelerin halline yaramak üzere vardır, hem de ne zaman olursa olsun milletin başı sıkıştığı zaman oradan bir kuvvet almasına imkân verecek bir zenginliğe sahiptir. Bu bakımdan şu anda dünya şartlarının başımıza sardığı bir felaket yaşıyoruz ve bundan da, İstiklâl Marşı’ndan bir şeyler öğrenerek kurtulabileceğiz. 

Şimdi çok pratik bir noktayı işaret edeyim. Biz bugün üç cârî belâ olarak üç hususu, üç kalemi zikrettik; Yeni Anayasa, Başkanlık Sistemi ve Dokunulmazlıkların Kaldırılması. Bugün Türkiye’de Türk Milleti’ne mensup olmak sebebiyle kendini iyi, rahat hisseden insanların gözleri ve kulakları büyük ölçüde baş edemeyecekleri yanılgılarla, yanılsamalarla meşgul ediliyor. Şairler diğer bütün sanatçılardan farklı olarak hâlihazır duruma çok gerilerden ya da çok uzaklardan bakmayı başarmakla ayrılır. Diğer sanatçıların da çok önemli hassaları vardır fakat şairlerin bilhassa böyle bir özelliği vardır ki onlar çok arkalara, çok gerilere çekilebilirler veyahut çok önlere fırlayıp oradan hâlihazırdaki duruma bakabilirler. Şimdi o yüzden birçoklarının gözünden kaçan bir şey benim gözümden kaçmadı. Suriye meselesi, Suriye’den Beşar Esad yönetiminin uzaklaştırılması meselesi iki senedir devam ediyor. Bu meselede gittikçe artan bir sıcaklık bahis konusu ama bu mesele daha tam ısınmadığı sıralarda Beşar Esad Türkiye’de yerini terk etmesini teklif eden insanlara karşı yerinin sağlam olduğunu şöyle açıklamıştı: “Ben Suriye’de bana telkin edilen reformları yapıyorum, siz daha bir Anayasa meselesinin halledemediniz, bir Anayasa çıkaramadınız.” Böyle diyerek, AKP yönetimine dönerek böyle bir suçlamada bulundu. Tabi onu konuşmanın zamanı gelecek ama Beşar Esad’ın yüz yüze kaldığı zorluklarla Türkiye’de AKP yönetiminin üzerine aldığı işler aynı kabın içinde kaynayan işlerdir.  Ben bunu söylediğim zaman önemli bir şey naklettiğimi sanıyorum ama inşallah öyledir. 

İstiklâl Marşı’nın anında karşımıza çıkan meseleler sebebiyle veyahut her zaman karşımıza çıkabilecek meseleler sebebiyle müracaat alanımız olduğunu söyledim. Dünya bir işleyiş gösteriyor, bu işleyiş insanların elinden çıkan bir işleyiş. Ama bize, XIX. asırdan itibaren Sosyologi disiplinini icat ederek, bir şekilde sanki insanların elinden çıkan işleyişler de kendine mahsus dinamiklere sahipmiş, ister istemez öyle olurmuş gibi bir kafa yerleştirmeye çalıştılar. Bunda büyük ölçüde başarılı oldular tabi. “Toplum dinamikleri” falan filan gibi laflar ediliyor ve herkes buna “Hee Hüü…” falan diyor. Zaten daha önce sosyal bilimler ve fizik bilimleri (ya da pozitif bilimler) diye bir ayrım yapılıyordu ve pozitif bilimlerde kesin sonuçlar alınabildiği halde sosyal bilimlerde bu kadar olmadığı söyleniyordu. Ama daha sonra bilhassa Kuantum Fiziğinin de bize işaret ettiği şeyler sebebiyle o “pozitif bilimler” dediklerinde de matah bir determinizm ya da zarurî işleyiş olmadığını düşünmeye başladık. İşte bu yeni anlayışın içinde çok büyük bir şöhreti olan kişi, Albert Einstein zamanı gelince bize bir şeyler söyledi. Ki Einstein, fizik anlayışı içinde yeni fizikçilerin en determinist olanıdır. Ünlü “Tanrı zar atmaz!” sözü ona ait. Yani “Tabiat olaylarında mutlaka bir muayyeniyet vardır, mutlaka o olması gerektiği gibi olur” görüşüne sahip Albert Einstein. Fakat başka bir Yahudi fizikçi Niels Bohr, ona diyor ki: “Einstein! Tanrı’ya parmakları arasında tuttuğu zarla ne yapacağını söyleme!” Yani “İster atar, ister atmaz” manasında… Einstein’ın zamanı gelince söylediği şey şuydu: “Bir saatin nasıl işlediğini anlamak için saate bakarız. Kadranda bir akrep, bir yelkovan vardır. Akrep çok yavaş hareket eder. Yelkovan biraz daha hızlı hareket eder. Ama bunlar “clockwise” hareket ediyorlardır. Bu nasıl oluyor, neden böyle oluyor? Bunu anlamak için tek yapacağımız şey saatin arkasını çevirip, kapağını açıp, hangi çarkın hangi çarkı çevirdiğine bakmaktır. Böylece yelkovanın ve akrebin neden o şekilde hareket ettiğini anlarız. Çünkü orada apaçık çarkların hareketi, zembereğin neyi nasıl tuttuğunu gösterir. Diyor ki Albert Einstein: “Tabiat dediğimiz şey bir şekilde işliyor. Ama bu saat değil ki biz onun arkasını çevirip, açıp bakalım; nasıl işliyor? O yüzden biz fizik bilimi dâhilinde sadece kadrana bakarak; ‘Ola ki bunun içinde çarklar olsun, şu çarklar da şunu çevirsin; öyle olsa gerek…’ diye tahminde bulunuruz.” diyor. Yani “Bizim tabiatın arka kapağını açma imkânımız olmadığı için ancak görüngülerden, fenomenlerden kalkarak birtakım mekanizmanın aslına dair kanaatler bildiririz, belirtiriz.”

Einstein’ın tabiat için, fizikî olaylar için söylediği şey artık dünyada toplum olayları için geçerli olmaya başladı. Bilhassa kapitalizmin dünya hâkimiyetini ele geçirdiğine emin olduğu zamandan bu yana işlerin gerçekten döndüğü, çekilip çevrildiği yerlere ulaşamıyoruz. Çünkü o çekip çevirenler çekip çevirdiklerini kendi aralarına katmıyorlar. Onların arasına girdiğiniz zaman da zaten onlardan birisiniz! Onun için orada dönen hâdiseyi başkasına söylemezsiniz. Yani dünyada işlerin bir şekilden başka bir şekle girmesinin kendi istediği gibi olmadığını gören biri, ona tesir edebilecek işleyişin merkezine doğru hareket edemez. Onun için böyle bir imkânsızlık var. Şimdi biz dünyada yaşayan ve bu dönen çarkların tesiri altındaki insanlar olarak işlerin nasıl döndüğünü kadrana bakarak tahmin etmeye çalışıyoruz, bu bir! İkincisi asla bu mekanizmanın şuradan buraya dönüşmesi konusunda elimizde maddî imkânlar yok! Birileri rahatlıkla diğer insanları istedikleri yöne sevk edebiliyorlar. Bunun böyle olduğunu anladığımız zaman zaten çok geç olmuş oluyor. Çünkü bunun böyle olduğunu anlayıncaya kadar biz o zehri içmiş oluyoruz ve zaten o zehri içmemiş olduğumuz takdirde onu anlamamıza imkân yok. 

Buna rağmen bildiğimiz bir şey var: Dünya hep böyle değildi veyahut dünya hep böyleydi! Bu ikisi de doğru: Dünya hep değişti veyahut dünya hiç değişmedi. Eğer dünyanın yaratılmış olduğuna aklınız erdiyse dünyanın hep böyle olduğunu anlarsınız, ama dünyanın yaratılmamış olduğunu, ezelî olduğunu düşünürseniz dünya o zamandan bu yana hep değişmelere uğruyor ve hiçbir zaman geri dönülemez. Eğer dünyanın,  kâinatın ezelî ve ebedî bir özelliği varsa o zaman zaten kendi mekanik, mihaniki işini yürütüyor demektir. Onun için yeni şartlara intibak etmekten başka bir çare yoktur. Ama öyle değilse eğer, eğer bu dünyanın bir Yaratıcısı varsa, o Yaratıcı yarattığı kâinatın bilgisi hakkında da yarattıklarına bir şeyler vermiştir. Eğer “Dünya hep böyle idi” diyorsak bunun yanı sıra ve başında “Evet, dünya hep böyleydi. Dünyada iman ve küfür farkı hep var idi.” dememiz gerekecek. Ama “Dünya hiç böyle değildi.” dediğimiz zaman; -bugün hep söylenen- “1400 sene öncesine mi gideceğiz?”…  İşte böyle söyleyenler dünyanın hep böyle olmadığını söylüyorlar ama biz diyoruz ki dünya hep böyleydi. Dünya hep aşağılık bir yerdi. Dünya hep kâfirlerin cenneti, müminlerin hapishanesiydi, zindanıydı. Dünya hep böyleydi. Bu dünyada elbette bir şeyler oldu, bir şeyler bir şeyleri doğurdu. Tıpkı anaların çocuk doğurması ve bu çocuğun doğması için de bir babası olması gibi. 

Dünyada bir şeyler oldu. Türkiye’de de bir şeyler oldu ve bir İstiklâl Marşı yazıldı. Neden Türkiye’de bir İstiklâl Marşı yazıldı? Dünyada kendi mensup olduğu toplumun kaderine nüfuz eden üç millî marş var. Diğerlerinin hepsi âdet yerini bulsun, “Biz de bir devletiz bizim de bir millî marşımız olsun” diye yazılmış marşlardır. Dünyada Fransız Millî Marşı, bu gün sözleri yasaklanan Alman Millî Marşı ve İstiklâl Marşı var. Bu üç marş mensup oldukları milletin kaderine nüfuz etmeyi başarmış, kaderini mesele edinmiş marşlardır. Bu da aslında modernlikle doğrudan doğruya alâkalıdır. Bizim İstiklâl Marşımız bir millet olarak devam etmemizin ve bir vatan sahibi olmamızın senedidir.  Elimizde İstiklâl Marşı gibi bir senet var. Bugün yeni bir anayasa yapılırken bunu hiç kimse söylemiyor ama bütün mesele bundan ibarettir. 1982 Anayasası’na “Türkiye Cumhuriyeti’nin Millî Marşı İstiklâl Marşı’dır” ibaresinin girmiş olmasından doğan bir rahatsızlık var. O değiştirilemez, değiştirilmesi de teklif edilemez maddeler arasında bu var. Bugün Türkiye’de böyle bir hassasiyet yok. İnsanlar “Aman canım! Ne olacak? Anayasadan İstiklâl Marşı çıksa ne olur çıkmasa ne olur!” der vaziyette. Çünkü İstiklâl Marşı gerçekten 1921 Anayasası’nda yok, 1924 Anayasası’nda yok, 1961 Anayasası’nda yok ama 1982 Anayasası’nda var. Bu mesele Dadaşhan’ın hazırladığı belgeselde çok bariz olarak belli değil. Nedir o belli olmayan? İstiklâl Marşı milletin varlığının tehlikede olması sebebiyle melekler marifetiyle anayasaya girmiştir. Yoksa İstiklâl Marşı’nı anayasaya sokanların bir halt anladıkları yoktu. Ama biz bugün bunu anlayacak durumdayız.

İstiklâl Marşı bir şeyin elden çıkarılmaması ısrarını öğretiyor bize: “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı!” diyor. Ama önce “Sen şehid oğlusun...” diyor “… incitme yazıktır atanı”. Yani bir şeyin nereden nereye gittiğine dair bir kavram üretiyor bizim için. İstiklâl Marşı Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce yazıldı. Sakarya Meydan Muharebesi kritik bir şey. Öncesi ve sonrası bakımından tam merkezde duran bir savaş. Kazanılma ihtimali çok düşük olan bir savaş. Yunan kuvvetleri Polatlı’ya kadar gelmişti ve her şey bitecekti. Fakat birilerinin duaları kabul oldu ve dokuz alay komutanı şehit verdiğimiz -genellikle bazı çevrelerde “zabitler savaşı” denen- bir savaş. Sakarya Meydan Muharebesi neferler kadar zabitlerin de öldüğü bir savaş. Zaten o Balkan Harbi’nden beri olan biten bir şey… Benim annem derdi ki; “Kurşun ‘Mülâzımmm’ diye gidermiş!” Mülâzım teğmen demek. Bu meydan muharebesinden sonra gâvurlar “Bunların ellerinden bu toprakları alamayacağız” diye düşünmeye başladılar. O zamana kadar bu mümkündü ve çok kuvvetli bir ihtimaldi. Türk Milleti diye bir millet tarihten silinecekti. Zaten buraya Türkiye denmiyordu Cumhuriyet’ten önce. Sadece Avrupalılar Türkiye diyorlardı. Bu toprakların Devlet-i Âliye, Memalik-i Osman gibi isimleri vardı. Bunun sona ermesi ihtimali gâvurlar bakımından ortadan kalktı. O zaman “Ne yapabiliriz?” diye düşündüler ve Sakarya Meydan Muharebesi’nden Büyük Taarruz’a kadar bir sene geçti. O bir sene boyunca ne olduysa oldu. Bizim bugünkü bütün başımızdaki belâlar o bir senenin mahsulüdür. Biz muzaffer Türkler olarak dünyaya elimizden neler geleceğini gösterme imkânını o bir senede kaybettik. 

Cumhuriyet ilân ediliyor, yeni bir devlet, yeni bir teşkilat… Bu teşkilatın neyin nesi olduğunu izah etmek gerektiğinde; “Türkler topraklarını Türk olmayana yedirmediler”den başka izahat yok. Neydi bu? “Anadolu İhtilali” diye bir laf çıkardılar ama böyle bir şey yok! Gerçekten yok. Bu doğrudan doğruya “Bu toprakları gâvurlara yedirmem” diyen insanların aldıkları bir sonuç. İstiklâl Harbi’nde cephede ölenlerin sayısı asker toplama sırasında ölenlerin sayısından biraz fazla, çok fazla değil. İstiklâl Harbi’ne ciddi bir halk katkısı yok. İnsanlar Ankara hükümetine güvenmiyorlar. Meclisin yürüttüğü idare “Allah korusun” denecek cinsten… Tamam, paraları yok, köylüyü yolmaktan başka çareleri yok. Ama öyle matah bir şey değil. Halkın “Vatanı kurtarayım” diye bir derdi de yok; canını kurtarmaya çalışıyor. Canını da kimden; Ankara’dakilerden mi kurtaracak, Atina’dakilerden mi? İkisi de canını almaya çalışıyor. Öyle parlak bir beklenti yok. Ama bugün de olduğunu ümit ettiğim bir millet var. Bu millet “Ben vatanımı gâvura teslim etmem” diyor. Etmediği için de canını veriyor. Yani kendisi o öldüğü topraklarda yaşayamayacak. Orhan Şaik Gökyay’ın Bu Vatan Kimin adıyla bir şiiri var: “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır.” Yani bu vatan canlı kalanların değildi; bu vatan ölenlerin vatanıydı, onların hakkıydı. Biz İstiklâl Marşı’nda “Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı” diyoruz ki daha Sakarya Meydan Muharebesi cereyan etmemiş. Yani öteden beri zaten biz bu toprakları şehitlere borçluyuz. Birine verme yetkimiz yok. Şehit olmuş adam! O “Ver!” derse vereceğiz ama diyemez o lafı. 

Şimdi başımıza gelen belâyı anlamamız için bazı şeyleri netlikle bilmemiz lâzım. Bunlardan bir tanesi de sultası altında yaşadığımız devletin karakteri. Kendileri İslâmî endişeleri olmadığı halde başkasına başka türlü izah etmek imkânı olmadığı için Lozan’dan sonra Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin idare şekli cumhuriyettir” oldu. İkinci madde ise “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini din-i İslâm’dır” şeklinde oldu. Bunlar Müslüman oldukları için bunu yapmadılar. Başka türlü yapamadıkları için. “Bu devlet niçin var?” sorusuna başka bir cevap bulamazlardı. “Bu Müslümanların zaferi sonucunda elde edilmiş bir devlet, teşkilattır!” Bunu söylemedikleri zaman, sen o zaman neyin neyisin? Kimse seni takmaz! Zaten Cumhuriyet Lozan’dan sonra ilan edildi. Lozan Antlaşması’nda İsmet Paşa heyetin başında, Hasan Bey, Rıza Nur ve diğer iki üye… Başkaları da var ama bunlar asıl imza sahibi olanlar. Lozan Antlaşması orada yeni kurulacak teşkilatın şartlarını tayin ediyor. Avrupalılar ve gayr-i Müslimler ısrarla Kürtlerin azınlık olarak kabul edilmesi tezini kabul ettirmeye çalışıyorlar. İsmet Paşa ve Hasan Bey buna he demeye yatkınlar fakat Rıza Nur şiddetli bir şekilde itiraz ediyor. Rıza Nur kendini Şamanist sayan bir herif. Öyle İslâmî endişelere sahip değil; İstiklâl Marşı’na itirazı var. Rıza Nur öyle bir adam ama politika yapıyor. Diyor ki: “Biz böyle bir devlet kuruyoruz, biz Müslümanız ve Müslümanlar tek bir millettir. Dolayısıyla Kürtler eğer Müslümansa bizim milletimizin içindedir, biz sadece azınlık olarak Müslüman olmayanları tanırız, gayr-i müslimler yeni kurulacak teşkilatta azınlık statüsüne sahip olabilirler.” Bu böyle geçiyor. Lozan Antlaşması sadece gayr-i Müslimlerin azınlık sayılabileceği ve sadece gayr-i Müslimlerin devletler hukukuna göre hak sahibi oldukları, haklarının garantisinin Türkiye dışındaki güçler tarafından temin edilmiş olduğu bir grup oluyorlar. Gayr-i Müslim tabiri tasrih edilmemiştir, Müslüman olmayan herkes bunun içindedir. Onun için Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… Ne kadar Müslüman olmayan varsa bunlar gayr-i Müslim statüsündedir ve bunların kendilerine ait sosyal kurumları, sağlık kurumları, eğitim kurumları vardır. Lozan Antlaşması’na göre bu kurumları ortadan kaldırmaya Ankara Hükümeti’nin hakkı yoktur. Bunların eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını Ankara Hükümeti ortadan kaldıramaz. Bu Lozan’la netleştirilmiş bir şey. Bu yüzden de Türkiye’de yaşayan büyük sayıda insanla arasına çizgi çekmek istemeyen Yahudi Cemaati Lozan Anlaşması’ndan sonra şunu deklare etti: “Biz Lozan’da bize tanınan hakları kullanmayacağız, biz de Ankara Hükümeti’nin mekteplerine gideceğiz…” vesaire. Çünkü büyük sayıda insanla kendi arasına bir set çekilmesine Yahudiler razı olmadı. Böylece biz hep onlarla yaşadık, hep onların hesaplarına göre yaşadık. Biliyorsunuz, “Türkçe ezan” diye bir şey uydurduklarında “hayya ale’l-felâh” kısmını Türkçeleştiremediler. “Felah”a Türkçede buldukları karşılık “Kurtuluş” olduğu için, Kurtuluş da İstanbul’da bir semt olduğu için ezanı Türkçeleştirirken “Haydin Kurtuluşa!” diyemediler. Çünkü Kurtuluş gayr-i Müslimlerin yaşadığı bir yerdi. Eski adı Tatavla’ydı ve Lozan Antlaşması imzalandıktan hemen sonra Türk Polisi Tatavla’ya giremedi. Türk Polisi’ne Tatavla’dakiler “Bizim beynelmilel otoriteler tarafından tanınmış haklarımız var, siz gidin kendi mahallenize” dediler. Ama sonra bunun ne kadar göze batacağı ve nasıl bir tepki çekeceği belli olduğu için iş ayarlandı, Kurtuluş’a da Türk Polisi girebildi. Girebildi dediysem, yani âdet yerini bulsun diye…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Birinci Dünya Savaşı sonrasının şartlarına göre kuruldu. Birinci Dünya Savaşı’nın gerçek galibi Büyük Britanya olduğu için, sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde, bilhassa Büyük Britanya’nın tasdik ettiği düzenler vardı. Biz 27 sene süren tek parti düzenimizi Büyük Britanya’nın Dünya Sistemi’nin patronu olduğu ahval içinde tamamladık. 27 yıl sürdü tek parti dönemi, sonra sona erdi. Nasıl sona erdi? 14 Mayıs 1950’de ne oldu? İktidar el değiştirdi, Demokrat Parti iktidara geldi. 1946’da bir seçim yapılmıştı ve orada Demokrat Parti 66 milletvekili çıkarmıştı. 1946’daki seçimin nasıl bir seçim olduğunu bütün yayın organlarından takip etmeniz mümkün. Büyük bir baskı altında yapılan bir seçimdi. O kadar rezilâne bir şeydi ki bunu 1950 seçimlerinde uygulayamadılar. Uygulayamadıkları için de bir hükümet değişikliği bahis konusu oldu. İşte bu arada, 1946 ile 1950 arasında Cumhuriyet Halk Partisi toprağın ayakları altından kaydığı hissiyle bütün teşkilata üyelerini iki misline çıkarma talimatı gönderdi. Bu genelgeye Bakırköy Cumhuriyet Halk Partisi ilçe örgütü itiraz etti: “Genel merkezin bu talebini yerine getiremeyiz, çünkü ilçemizde nüfusun çoğunluğu gayr-i Müslim’dir.” Yani Cumhuriyet Halk Partisi üyesini iki misline çıkaramıyor çünkü Bakırköy’de oturanların çoğu gayr-i Müslim! Bu ne demektir? Biz 27 yıl boyunca Müslümanlığı Cumhuriyet Halk Partisi temsil eder düşüncesiyle yaşadık. Onun için de Demokrat Parti 1950 seçimlerine girerken ezanı aslına uygun okutma vaadinde bulunmak zorunda kaldı. “Biz asıl Müslümanız, onlar değil” diye. Bütün bunları neden anlatıyorum biliyor musunuz? Size üstün körü sağcılık-solculuk gibi acayip şeyler öğretiyorlar. Siz de “He he…” deyip kafa sallıyorsunuz. Türkiye’de bunların hiçbiri geçerli değildir. Türkiye’de çok ince hesaplar yapılmıştır ve Türk Milleti çok mufassal olarak iğfal edilmiştir. Sonra Demokrat Parti iktidara gelmesine rağmen ezanın aslına uygun okunması gibi şeyler hiç kimsenin umurunda değil! Fakat Adnan Menderes bizzat bu vaadde bulunan bir insan olduğu için, “Olsun bu” diyor. Adam başbakan ama “Boş ver” diyorlar. Bunun üzerine “Bu iş olmazsa ben de yoğum” deyip başbakanlıktan istifa ediyor. Biz bunları 80’den sonra öğrendik, bunları kamuoyuna söylemediler. İstifa ediyor ve bir uçakla Mersin’e gidiyor. “Eğer Ankara’da kalırsam ne yapıp yapıp benim istifamı geri aldırırlar” diye istifasını vererek Mersin’e gidiyor. İşte onu Mersin’den geri çevirebilmek için meclise Ezan-ı Muhammedî’nin aslına uygun okunmasına dair kanun teklifi veriliyor. Öyle oluyor o iş…

Böyle bir 27 yıllık tek parti dönemi geçirdik. Sonra 1950’den 1960’a kadar çok partili dönem söz konusu. Bu çok partili dönemin tek parti döneminden bir tek farkı var: O da, “Acaba biz Türk Milleti olarak bize dayatılan her şeye kavuk sallamak mecburiyetinde miyiz? Acaba bunu bir yerden delip geçmek, bir yerden yırtmak imkânı yok mu?” Bunu sanmayın ki Demokrat Parti tek başına düşünüyordu; bunu CHP de düşünüyordu. CHP’yi CHP yapan, CHP’yi gerçek bir parti haline getiren şey 1950–1960 arasında “Ben bu memleket için ne yapabilirim?’’ sorusunu kendi kendine sormuş olmasıdır. Demokrat Parti zaten iktidarı kazanmış bir parti olarak daha rahattı; “Millet beni tasdik etti, ben devam edeceğim.” diyordu. Demokrat Parti “Türkiye için ne yapılabilir?” sorusunun en canlı olduğu yerdi. Bu da, işte, halkın gözünden kaçırılan şeylerden biridir: İslâmî Devlet kavramı Cumhuriyet Halk Partisi tarafından Demokrat Parti’ye karşı üretilmiş bir kavramdır. Cumhuriyet Halk Partililer, Ticanileri destekliyorlardı ki onlar “Türkiye’de Kur’an’la yönetilmeyen devletin başında bulunanlar Müslüman değildir” diyebilsinler. Ne zaman ki gâvurlar Demokrat Parti yönetiminin Türk Milleti’nin şahsiyet arayışı meselesinde yolu genişleteceğini gördüler bunu anında kestiler. 27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye Cumhuriyeti lağvedildi ve ondan sonra başka bir şey başladı. Çünkü “Bu Cumhuriyet yaşadığı takdirde bunlar bir şey yapacaklar mutlaka, öyle görünüyor’’ dediler. Eğer 27 Mayıs sabahı devlet lağvedilmemiş olsaydı 28 Mayıs 1960 günü Adnan Menderes Moskova’da olacaktı. Adnan Menderes Eskişehir’de tevkif edildi. Çünkü oradan askerî bir uçakla Moskova’ya uçacaktı. Adnan Menderes’in Moskova seyahatini dünya liderleri arasında onaylayan ya da bunu tasvip eden bir tek kişi vardı: Konrad Adenauer. Yani Dünya Sistemi’nin nefes aldırmadığı iki ülke arasında bir gizli dayanışma vardı. Konrad Adenauer diyordu ki: ‘’Gitsin bakalım, Ruslarla ne konuşacaksa konuşsun!’’ Hâlbuki Konrad Adenauer’a Almanya’da Millîyetçiler tarafından Kanzler der Alliierten denir. Yani Adenauer Müttefiklerin Başbakanı; Almanya’yı işgal edenlerin başa getirdikleri adam, diye kınanır. Hıristiyan Demokrat… Bunu da söylüyorum çünkü her yerde işler basının ya da böyle umuma ait toplantıların aksettirdiği gibi değil. 

Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak bunu yapıyoruz. Bunu yapabiliyoruz. Çünkü kâfirlerden ihsan beklemiyoruz. “Bir gün beni de görürler, bana da kıyak çekerler” diye İstiklâl Marşı Derneği’nde faaliyet göstermiyoruz. Bu yüzden de derneğimizin bir şekilde mesafe katetmesi önünde olağanüstü engeller var. Bu engellerin önemli bir kısmı da üyelerden oluşuyor. Ama ben yıllardır söylüyorum: “Canınız isterse bırakın, bir dakika durmayın burada. Ben yoldan adam çevirir gene bunları yaptırırım.’’ diyorum. Onun için kimse gidemiyor. 

1950-60 yılları arasında on sene geçti. Bu on sene içinde biz millet olarak “kendimize yarayan işleri nasıl yapabiliriz” diye düşünüyorduk ki “bu kadar düşünmek sana yeter” dediler, kafaya bir tane darbe indirdiler. Eee ondan sonra Türkiye ne olacaktı? Birileri Türkiye Cumhuriyeti’ni lağvetmişti. Türkiye Cumhuriyeti lağvedilmeden önce herkes resmî görüşe tâbi olarak kendini tezkiye edebiliyordu. Herkes, her yaşayan! 1959’da benim biyologi öğretmenim olan kadın okulun kapısına kadar başı örtülü olarak geliyordu. Okulda bize ders verirken başı açıktı, hatta saçları ondüleliydi. Ama mektep kapısından çıktıktan sonra başını örtüyor, evine gidiyordu. Yani Türkiye’de hem Müslüman olmak hem de devlet memuru olmak… Buna imkân vermiyorlardı. Bu Demokrat Parti zamanında da böyleydi. 60 İhtilalinden sonra dünya şartları Türkiye’ye bir imkân tanınabileceği ihtimalini hissettirdi. Eğer bir şekilde Türkiye Sovyetler Birliği’nin uydusu olabilirse bu takdirde görünüşteki varlığı devam edebilirdi. Sovyetler Birliği’nin uydusu olması Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Polonya gibi ülkeler manasında değil, Finlandiya gibi olacaktı. Gorbaçov’a kadar ya da Sovyetler Birliği ortadan kalkana kadar Finlandiya içişlerinde tamamen bağımsız ama diplomatik kararlarını mutlaka Moskova’ya danışarak alan bir ülkeydi. Türkiye için böyle bir düzen isteniyordu. Bunun sebebi de Rusya’nın Rusya olduğundan bu yana uyguladığı dış politikayla alâkalıydı. Bilhassa Napolyon’un Rusya’ya saldırmış olması sebebiyle Rus dış politikası Rusya’nın tampon bölgelerle çevrilmesi esasına dayalıydı. Yani Rusya’yı istilâ etmek isteyenin önce tampon bölgeleri geçmesi gerekiyordu. Onun için Stalin 1945’teki barış görüşmeleri sırasında Rusya’nın sınırlarının sosyalist rejimlerle tahkim edilmesini Roosevelt ve Churchill’e kabul ettirdi. Fakat Finlandiya’da sosyalizm falan kurmak söz konusu olmadığı için onu da uluslararası bir statüye bağladı. Yani Finlandiya içişlerinde tamamen serbest olacak ama diplomatik kararlarını Moskova’ya danışmadan alamayacak. Böyle bir statü kuruldu. Mesela Avusturya, bugün hâlâ Avusturya’da yaşayan anayasal bir hükümdür: Avusturya’nın bir komünist partisi bulundurma mecburiyeti vardır. Avusturya’da komünist partisini devlet kapatmamayı tekeffül etmiştir. Neden? Gene Rusya’nın güvenliği bakımından... Sonradan belki o maddeyle ilgili anayasa değişikliği yaptılar, anayasa değişikliği her yerde olabiliyor. 

Bu sosyalizme dönük uğraşlar belli bir zaman aldı. Fakat bunun İslâmî bir açılıma, bu milletin aslî karakterine inkılab etme tehlikesi fark edilince Türkiye’deki sol ve sosyalist hareket “Millî Demokratik Devrim” numarasıyla yok edildi. 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi seçimlere “Kula kulluk yetsin artık!” sloganıyla girdi. Kula kulluk yetsin artık… Bu sosyalist bir slogan değil, İslâmî bir slogan; kula kul olmayacağız, biz Allah’ın kuluyuz. Akabinde başka bir şey başlatıldı. O da “Bu Müslümanları görüyorsunuz; sosyalizmi bile kendi işlerine yarar hale getiriyorlar. Onun için bunları İslâm’la aldatalım.” dediler ve Siyasal İslâm doğdu. Bu işin başına da her zaman, Türkiye’nin İslâmî bir dönüşüme uğramaması için görevlendirilmiş insanlar getirildi. Necmettin Erbakan 28 Şubat kararlarını imzalamak için başbakan yapıldı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’de bir daha İslâm’ın alternatif olma ihtimalinin sıfırın altına inmesi için iktidara getirildi. Sıfırda kalması için değil! Bugün mesela Cemil Çiçek! Bu adam Türkiye’deki Siyasal İslâm’ın içinden gelen birisi mi? Bu adam bugün anayasa manayasa numaralarıyla ortalıkta dolanıyor. İşlerin kimler tarafından nasıl ayarlandığını benim bilmeme imkân yok. Çünkü saatin arkasını açıp hangi çarkın neyi çevirdiğini göremiyorum, bilemiyorum. Ama o tiktaklardan anlıyorum. En azından ekranda gördüğüm bir akrep, bir yelkovan var. 

Bugün Yahudi-Hıristiyan koalisyonu yeniden, Türk Milleti’ni tamamen tarihten silmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni haritadan silmek için bu üç hâdiseyi önümüze getirdiler: Yeni anayasa, başkanlık sistemi, dokunulmazlıkların kaldırılması. Biz millet olarak tarihten silinmemeyi ve ülke olarak haritadan silinmemeyi dokunulmazlıklara borçluyuz. Yani yasama gücünü elinde bulunduran insanların bu vazifelerini hakkıyla yapabilmeleri için kanunların cevaz vermediği alanlarda bir şeyler gerçekleştirmeleri ihtiyacı var. “Bu adam sonunda iyi bir şey yapacak ama onun iyi olduğunu şimdi siz anlayamazsınız. Onun için ben bu adama dokunulmazlık veriyorum ki bu kafasındaki şerefli işi yapabilmek için sizin dar kafanızın ötesinde bir şeyler gerçekleştirebilsin.” Dokunulmazlık bunun için var. Bu dokunulmazlığın suiistimal edilmesinden şikâyet edilebilinir. Siz dokunulmazlığı suiistimal edecek olanları milletvekili yaparsanız tabii ki bu olur. Milletvekili olabilmenin bir mesele olması lâzım… “O adam” milletvekili olduysa tabii ki şu andaki dokunulmazlıklarının 10 misli 100 misli dokunulmazlıkla teçhiz edilmesi lâzım ki Türkiye için iyi bir şeyler yapabilsin. “O adam” kanun yapıyor yani, sonunda hepimiz ona uyacağız. “O adam”ın elini kolunu tamamen serbest bırakmazsan o adam hayırlı bir şeyi nasıl yapar? Sen bu adama “Şunu yapacaksın, bunu yapacaksın...” dersen o zaman yasama değil ki bu! Dokunulmazlığı olmayan bir milletvekilinin kimin emrine uyarak ne yaptığını nerden kestireyim ben? Adam kendi keyfine göre yapacak. Onun ne yaptığını anlaman için senin daha birkaç fırın ekmek yemeye ihtiyacın var. Öyle insanlar milletvekili olacak ki bu olsun. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde -galiba İngiltere’de de öyleymiş, belki Amerikalılar İngiltere’den kopya çektiler- hâkimlerin maaşı yoktur. Hâkimler devletten para almazlar; devlet onlara yılda bir boş çek koçanı verir. İstedikleri kadar para çekebilirler. “Ben bu adamı hâkim yaptım, insanların hayatları konusunda karar verecek. Ben bu adamı rüşvet alacak pozisyona niye düşüreyim? Ne kadar paraya ihtiyacı varsa alsın ve yapacağını yapsın.” diyorlar. Nitekim bu iki yüz senedir böyle devam ediyor. İki yüz senedir bunu suiistimal eden belki çıkmıştır ama öyle sansasyon olacak bir şey çıkmadı. Sadece biliyorlar; hâkimler daha mesleğe yeni başladıklarında biraz bu meblağlar yüksek oluyor. Çünkü o sırada ev alıyorlar,  yüzme havuzu yaptırıyorlar falan filan... O sırada çekilen paralar biraz yüksek, onu biliyorlar. Ama ondan sonra adam kendi hayat standardının gerektirdiği, kendine yetecek kadar miktarı bankadan çekiyor. Hiç öyle başka bir şey yok. Bu adam verdiği kararlarda, devletin verdiği imkânla birine gebe kalmadan yaşayabiliyor. Bu işte dokunulmazlık gibi bir şey… Yeni anayasa ve başkanlık sistemi meselesi  de doğrudan doğruya Türkiye’nin Amerikanlaştırılmasının bir parçasıdır. Bunlar federalizm falan filan gibi şeylerin hep yedeğinde olacak olan şeylerdir. 

Ne İstiklâl Marşı Derneği’nin ne de İstiklâl Marşı Derneği üyeliğinin duygusal, hissî bir dayanağı var. Yani “Biz iyi insanlarız, iyi şeyler olmasını istiyoruz onun için de böyle bir şey yapıyoruz.” diye bir şey yok. Biz doğrudan doğruya Allah’ın kulu olmanın şuuru ile hareket ettiğimiz için böyle yapıyoruz. Bizi Allah yarattı ve biz Yaradan’a hamd etmenin sevincine talibiz. Onun dışında böyle “iyi insanlar, dürüst insanlar…” gibi bir şey yok. Bu şiddetli bir şey, kesin bir şey… Türkler dünyada, bütün dünyada bileğinin hakkıyla devlet kurmuş tek unsurdurlar. Bu başından beri hep böyledir. İstiklâl Harbi de Türklerin bileğinin hakkıyla zafere ulaşmıştır. Ama! “Ama” şeytanın lafıymış Almanlara göre. “Ama” Arapça bir söz: “Amma!” Yani Türkçe. İşimizi dolduruşla yürütmüyoruz. Bakın bizim bir Türkiyemiz var. Ermenistan olmadığı için, Yunanistan olmadığı için, Kürdistan olmadığı için, Gürcistan olmadığı için bir Türkiyemiz var. Avrupa güçleri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizim topraklarımızda bir Büyük Yunanistan kurulmasını ister miydi? Kesinlikle hayır. Bizim topraklarımızda büyük bir Ermenistan kurulmasını ister miydi? Kesinlikle hayır. Bizim topraklarımızdan Kürdistan’a bir parça vermek ister miydi? Kesinlikle hayır. Biz sadece yumruğumuzu masaya canımız pahasına vurduk. Onun için Avrupalılar da seslerini kestiler. Bunu her fırsatta söylüyorum: Tamam, son Meclis-i Mebusan Misak-ı Millî kararı aldı ama bizim bugün bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti sınırları Misak-ı Millî sınırları değildir. Misak-ı Millî’nin içinde bugünkü Bulgaristan’ın üçte biri vardır. Bugünkü Bulgaristan’ın üçte biri Misak-ı Millî sınırları içindedir. Misak-ı Millî sınırları içinde Selanik vardır. Misak-ı Millî sınırları içinde Batum vardır. Misak-ı Millî sınırları Halep’in yirmi kilometre güneyinden geçer. Bugün biz bir vatanımız olsun diye bazı şeylere rıza göstermiş insanların kalıntılarıyız. Süprüntüyüz aslında. 

Mustafa Kemal Birinci Meclis’i feshetti. Birinci Meclis ki çok övücü sözlere muhatap olmuştur. Aslında meclis zabıtlarından bize yansıdığı kadarıyla mesela Fransızlar için çalışanlar var. Böyle bir meclisti. Çok övücü şeyler söylenir ama önceki meclislerin yanında bunu iyi buluyorlar. Öbürlerinin halini düşünün! Ama bu Birinci Meclis bile Lozan Antlaşması’nı onaylamayacaktı. Neden onaylamayacaktı? Çünkü “Biz bu kadar canı bu sonuç için mi feda ettik?” diyeceklerdi. Lozan’la elde edilen muazzam bir kazanç değildir. Ama bizim o zaman tercihte bulunmamız gereken şey sıfır ile bir arasındaydı. Bir ile iki arasında değildi. Ya hiç olmayacaktık veyahut olacaktık. Onun için öyle bir şey elde ettik. 1915’teki Ermeni katliamının sebebi Alman ve İngiliz sanayicilerinin bu milletin tarihten silinmesini istemelerinden dolayıdır. Çünkü 1838’deki Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasına rağmen bu topraklarda imalat yapan unsur Ermenilerdi. Ermeni malları, Ermenilerin ürettikleri şeyler, her hâlükârda büyük sanayinin malları karşısında tercih edilen şeylerdi. Daha pahalı olsalar dahi… Çünkü üstünlükleri barizdi. O yüzden eğer Türkiye Cumhuriyeti yerine Büyük Ermenistan kurulacak olsaydı bunlar Avrupa’ya Türkiye’den çok daha büyük bir belâ olacaklardı. Türkiye hiçbir zaman belâ olmadı. Türkiye belâ olmama sözü vererek bir şey oldu. Ama dediğim gibi bizim kazandığımız şey sadece mevcut olmaktır. Eğer biz şuurlu insanlar olmuş olsaydık, bizim Cumhuriyet’in ilânından sonraki bütün hayatımız Mekke ve Medine’nin yeniden birer İslâm beldesi olmasını temine dönük bir hayat olacaktı. Böyle bir şey yapmadık. “Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” dedik. Aynı şekilde Yunanistan’ın tarihî genişliğine sahip olması, Büyük Yunanistan’ın kurulması da istenilen bir şey değildi. Ki bugün görüyorsunuz işte Avrupa Birliği içindeki Yunanistan’ın yerini. Yunanlılar bir de imalat imkânı olan bir alana sahip olsalardı, Büyük Yunanistan kurulmuş olsaydı, Avrupa’nın birçok ülkesi tekrar Yunan kolonisi olurdu. Tabii, olmamış şey üzerine konuşmak saçma… 

Bugün Macar Anayasası’nın giriş kısmında bahsedilen şeyler doğrudan doğruya bizim ile alâkalıdır. Macar Anayasası’nda “Yıllarca biz Avrupa’nın müdafii olduk” denilen husus… Doğrudan doğruya bize karşı müdafi oldular. Türklere karşı Avrupa’nın önünde Macar Kalkanı vardı ve bu kalkan Mohaç Meydan Muharebesi’yle düştü. Belgrad’ın fethinden itibaren miladî takvime göre 1526’ya kadar bütün Avrupa “Korkmayın, Macarlar orada Türkleri durdururlar.” diye yaşadı. Ama 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi  olduğu zaman Macar Kalkanı düştü. Bu ne demekti?  İskandinavya’dan İspanya’ya kadar bütün Avrupa “Türkler bugün gelecekler, yarın gelecekler, her an gelebilirler. Bunun için yapabileceğimiz tek şey Amerika’ya göçmektir.” diyerek yaşadı. Buna pek çok kayıtta rastlayabilirsiniz. Amerika’ya göçmenin planları vardı Avrupa’da. “Türkler gelecekler, Türkler gelecekler çünkü önlerinde Macar kalkanı kalmadı.” Ben Budapeşte’ye gittim ve şunu teyit ettim: Macarlar birini teselli etmek için, biri bir felâkete uğradığı zaman, mesela karısı öldü, çocuğu işinden oldu; böyle çok menfi bir durumla karşılaştığı zaman, bir Macar öbür Macar’a şunu söylüyor: “Dert etme be, Mohaç’ta kaybettiğinden daha fazla değil ya!” Mohaç Macar hayatında o kadar önemli bir kaybın adı ki Mohaç’tan daha fazla bir şey kaybedemezsin. Mohaç’ta her şeylerini kaybettiler. Bugün anayasalarına soktukları millî prestijlerini de kaybettiler. Ama bakınız Macarlar çok takdire şayan insanlardır. Millî ruh bakımından Avusturya İmparatorluğu olması lâzımdı imparatorluğun adı. Ama Macarlar “Hayır, bunun içinde biz varız.” dediler. O devletin adı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu! Hâlbuki Macarlar orada diğerleri gibi sadece bir unsur ama Macarların adı geçiyor orada! Macar aristokrasisi hiçbir zaman böyle küçümsenmeye gelemez. Franz Liszt’in 9 yaşında müzik kabiliyeti fark ediliyor. Viyana’ya gelip kendisine lâyık olan eğitimi alması lâzım fakat Franz Liszt’in anası babası Viyana’ya taşınacak kadar malî gücü olan insanlar değil. Hemen Macar aristokrasisi para topluyor. Franz Liszt anası babası kardeşleriyle beraber Viyana’da iyi bir müzik tahsili için gönderiliyor. O zaman daha Macaristan yok ama “Adamımız harcanmayacak!” Macarlar öyledir. 

Ahmet Taner Kışlalı Erkekçe Dergisi’nde Roger Garaudy ile bir mülâkat yaptı. Roger Garaudy’nin Türkiye’ye geldiği günlerde Jaruzelski, Polonya’da bir darbe yapmıştı. Jaruzelski Polonya’da Sovyetlerin müdahalesini önleyecek Sovyet taraftarı bir darbe yapmıştı. Yani ben artık iktidarı aldım siz gelmeyin diye. Çünkü Polonya’da ciddi bir anti-Sovyet hareket vardı ve bunu bastırmak üzere Sovyetlerin müdahale etmesi muhtemeldi. Brejnev Doktrini bunu gerektiriyordu. Hemen Jaruzelski darbe yaptı. Ahmet Taner Kışlalı ile bunu konuştukları sırada Roger Garaudy öyle diyor: “Jaruzelski darbe yapmakla, çok iyi yaptı. Çünkü orada aklınızın ermeyeceği kadar kan dökülürdü, sonuna kadar iki taraf da çarpışırdı.” Ahmet Taner Kışlalı “Ama Sovyet tankları Prag’a girdi.” diyor. “Varşova’ya giremedi ama Prag’a girdi. Yani Varşova’ya girseydi müthiş bir kan gölü doğacaktı.” Roger Garaudy, “Ha!” diyor, “Orada gerçekten Aslan Asker Schweik vardır. Nitekim gördünüz; tanklar geldi, yumruk salladılar başka bir şey yapmadılar.” Tabii devamında bu işten biraz anlayanın aklına gelebileceği gibi Ahmet Taner Kışlalı: “İyi ama 1956 Macar ayaklanmasına ne diyorsun?” diyor. Roger Garaudy -ki ben o zaman kararımı verdim bu adamın Müslüman falan olmadığına-: “Orada Ruslar haklıydı.” diyor. Düşünün yani 1956 Macar ayaklanması… Avusturya ile Macaristan arasında bir göl var. O gölün kenarına Amerikalılar silah depoluyor ve Macarları da getirerek “Korkmayın! Ruslara karşı harekete geçtiğiniz zaman silahlar hazır. Siz ayaklanın hemen bunları gölden geçireceğiz bu tarafa...” diyorlar. Macarlar ayaklanıyorlar fakat Amerikalılar zırnık silah vermiyor. Peki, Roger Garaudy neden “Orada Ruslar haklıydı.” diyor? “Çünkü Macarlar Hitler’den en son kopan kavimdi!” diyor. Yani bunlar dünyayı yiyen bir “Dünya Milleti!” Roger Garaudy de bunun içinde. 

Tamam, dünyayı koruyacak ben kalmadım. Ama bunlar dünyanın derdini oluşturan insanlar. Biz burada konuşarak ne kimsenin keyfini yerine getirmek ne de birilerinin asabını bozmakla uğraşıyoruz. Bizim derdimiz kendi varlığımızın kıymetinin bilinmesiyle alâkalı bir şey. Biz Müslümanız. Türklüğümüz, Müslümanlığımızın işaretidir. Türküz demekle öbür sahtekârlardan farklıyız demiş oluyoruz. Çünkü Türküz dediğimiz zaman dünyada Müslüman’dan başka bir şey anlaşılmıyor. Ama Arnavut dediğimiz zaman dünyada Müslüman anlaşılmıyor. Arap dediğin zaman dünyada Müslüman anlaşılmıyor. Kürt dediğin zaman dünyada Müslüman anlaşılmıyor. Sadece Türk dediğin zaman dünyada Müslüman anlaşılıyor. Onun için, Türklük feda edildiği zaman Allah’ın şanını yüceltmek için canını feda eden insanlar dünyadan yok olmuş demektir. Türk’ü yok ettiğin zaman İslâm’dan bahsedemezsin. Tıpkı İstiklâl Marşımızın altında imzası olan şairin “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” demesi gibi… Burada hiçbir mübalağa yok. Modern dünyada Türk yok, İslâm hiç yok! Biz Allah’ın kulu olduğumuz için değerliyiz. Allah’ın yarattıkları içinde ölümün başına geleceğini bilen tek yaratık insan. Bunu Norveçli de böyle biliyor, Malezyalı da böyle biliyor, Uruguaylı da böyle biliyor. Öleceğini bilen yaratık! Öldükten sonra başına ne geleceğini de sadece Müslüman biliyor. Öbürleri bilmiyor. Öbürleri sadece öleceklerini biliyorlar. Dünyada öldükten sonra başına ne geleceğini bilen sadece Müslüman... Bu da değil; sadece Mü’mindir. Müslüman dediğimiz zaman büyük sayıdan bahsediyoruz. Boşnaklar diyorlar ki; “Sigarasız kahve imansız Türk’e benzer”. Arnavutlar diyorlar ki; “Arnavutluğun şartı üçtür. Çünkü biz, Türkler gibi zengin değiliz; hacca gidemeyiz, zekât veremeyiz.” Arnavutluğun şartı üçtür. Türklüğün şartı beştir. 

Biz Mekke ve Medine’nin yeniden İslâm beldesi olması için uğraşıyoruz. Türkiye bunun için var. Türkiye Cumhuriyeti bunun için var. Başka bir gerekçe göstermeye kalkarsanız kâfirsiniz. Biz tahiyyatta Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’in adını anıyoruz, ona salâvat getiriyoruz. Bunu kâfir anlamaz. Çünkü kâfir sanır ki; adam yolunu bulmuş kendini kurtarıyor. Çünkü Muhammed sallallahu aleyhi vesellem için herkes tahiyyatta bunu okuyor. Biz tahiyyatta Muhammed sallallahü aleyhi vesellem’den bahsederken kendimize Allah tarafından nazar edilmesine imkân ararız. Çünkü her Muhammed dediğimizde kendimiz bir basamak yukarı çıkarız. Onun için Medine müdafaası sırasında Fahrettin Paşa kendi eratına Mehmetçik dedi. Dünyada ilk defa bu kelime o zaman telaffuz edildi. Zabitlere Mehmetçik demiyoruz. Erattır Mehmetçik olan, küçük Muhammedler onlardır. Biraz önce mülâzımdan bahsettim. Zabitlerin öyle kötü bir sicili yok ama onlar Müslüman olmanın bir mediasyonunu, bir dolayımınını göz önüne alırlar. Yani biz şu sebeple ya da bu sebeple ya da şöyle “Müslümanız.” derler. Ama Mehmetçik, Müslüman olmaktan başka bir şey bilmez. “Ben şöyle Müslümanım...” falan yok! Herkes konuşurken onlar; “Onlar Müslüman değil mi?” diye konuşurlar. İyi bir şey bahis konusuysa, birisi bir şey yapıyorsa “Aha bak! Onlar da Müslüman, biz de!” derler. Bunlar Türk Milleti’nin XIII. asırdan itibaren kendini dünya milletleri arasında seçkin bir yere oturtacak alışkanlıklarıdır. 

Türk Milleti şiirden doğmuş bir millettir. Şiir de şuurdur. Şuur da anlamadır. Türkler bu topraklara geldikleri zaman yardım nidası olarak ezan okudular. Vakitsiz bir ezan duyulduğu zaman anla ki bir Türk başka bir Türk’ü çağırıyor. Biz buraları Darü’l-İslâm haline getirirken böyle bir taktik uyguladık. Ezan okuyarak birbirimizi çağırdık. Çünkü kâfir salak; kendi işini yapıyor. Ama bir Türk ezanı duyduğu zaman başka bir Türk’ün kendisini çağırdığını, Allah yoluna çağırdığını anlıyor. Tabii adam canını kurtarmak için okuyor ama ikisi beraber oldukları zaman ne yapacaklar? Allah yolunda yürümekten başka ne yapar iki Türk bir araya geldiği zaman? Onun için bizi millet yapan yazımız elimizden alınmamış olsaydı bu geçen zaman içinde biz bütün kâfirlerin hakkından gelirdik ve Türkiye dünyada parmakla gösterilecek bir yer olurdu. 1947-1948 yıllarında Ruam hastalığı bahane edilerek atlarımız katledildi. Eğer 1928 yılında yazımız elimizden alınmamış olsaydı buna Türkler diyeceklerdi ki; “Allah’ın övdüğü hayvanı bana öldürtemezsin!” Ama bunu 1948 yılında diyemediler. 

26 Ocak 2013, Ankara