İSTİKLÂL MARŞI’NIN NAZIMI
SIFATINI TAŞIMASI İTİBARİ İLE…

 

Sebîlürreşâd, 29 Recep 1326’da (27 Ağustos 1908) Sırât-ı Müstakîm adıyla neşriyata başlamıştır. Başlık klişesinin (şiar) altındaki, “Din, felsefe, edebiyat, hukuk ve ulûmdan bâhis haftalık gazetedir” ibaresine 50. Sayıdan (3 Şaban 1327, 19 Ağustos 1909) itibaren, “Siyasiyattan ve bilhassa gerek siyasî ve gerek içtimaî ve medenî ahval ve şuûn-i İslâmiyye’den bahseder” ifadesi eklenmiştir. Ispartalı Hakkı’nın “Âkif ve Safahat” başlıklı yazısından dolayı 2 haftalık geçici bir kapatmadan sonra neşriyat sürdürülmüştür. Mecmua, yedi cilt tutan ilk 182 sayıdan sonra 19 Rebiulevvel 1330’da (8 Mart 1912) çıkan 183. sayıdan itibaren Sebîlürreşâd ismiyle şekil ve muhtevasını büyük nispette koruyarak neşriyata devam etmiştir. Değişiklik, Kur’an’daki “اِتَّبِعُونِ اَهْدِكُمْ سَبِیلَ الرَّشَادِ” (siz bana uyun, size doğru yolu göstereceğim) (el-Mü’min 40/38) âyetinden ilhamla ve Said Halim Paşa’nın teklifiyle gerçekleşir. Daha sonra Mehmed Âkif’in ricasıyla Sebîlürreşâd âyetiyle beraber “وَاللهُ یَهْدِی مَنْ یَشَاءُ اِلَی صِرَاطٍ مُسْتَقِیمٍ” (Allah, kimi dilerse onu doğru yola iletir) âyetine (en-Nûr 24/46) ve “Dinî, ilmî, edebî, siyasî haftalık mecmûa-i İslâmiyye’dir” ifadesine başlık klişesinde yer verilir.

Üç buçuk yıl süren Sırât-ı Müstakîm döneminde mecmua, istikamet ve ciddiyetiyle bütün İslâm âlemine ve Rusya, Çin, Hindistan, Japonya’ya kadar ulaşmıştır. Hatta Heybeliada’da “Heybeliada Sebîlürreşâd Mekteb-i İbtidâîsi” adıyla bir okulun kurulduğu ve kayıtlara başlandığı bildirilmiş, yönetmelik ve müfredat programı yayımlanmıştır. Mecmuanın önderi Mehmed Âkif’in adı 309. sayıdan itibaren (11 Şevval 1332 / 2 Eylül 1914) önce “Sermuharrir”, ardından “Başmuharrir” ifadeleriyle Sebîlürreşâd’ın logosunda yer almıştır. Sebîlürreşâd’ın 300 ve 301. sayıları (17-24 Recep 1332 / 11-18 Haziran 1914) kapatma cezası dolayısıyla Sebîlünnecât adıyla çıkar. Bazı sayılarında sansüre uğrayan yazıları olur. İttihad ve Terakki yönetiminin siyasetine ters düştüğü için 360. sayıdan sonra örfî idare tarafından kapatılır (28 Zilhicce 1334 / 26 Ekim 1916). Mecmuanın 361. sayısı Sultan Vahdeddin’in cülûs günü olan 4 Temmuz 1918’de çıkabilmiştir. Mütareke döneminde sansür dolayısıyla bazı sayfalarının boş çıktığı görülür. Harp şartları mecmuanın yayın periyodunda aksamalara yol açmış, haftalık normal periyodunun dışına çıkarak 308-354. sayılar arasında (2 Şevval 1333 – 12 Ramazan 1334 / 13 Ağustos 1915 - 13 Temmuz 1916) on beş günde bir neşrolunmuştur. Mecmuanın iki sayısını birleştirdiği; bir ay, iki ay veya altı ay çıkarılamadığı zamanlar da olmuştur.

1920 yılının Ocak ayının son günlerinde başmuharriri olduğu mecmuanın İstanbul’daki yazıhanesine gelen Mehmet Âkif, Eşref Edip’e “Haydi hazırlan gidiyoruz” der. Eşref Edip “Nereye?” diye sorduğunda ise cevap olarak “Harekât-ı Milliye’nin başladığı cepheye, artık burada duramıyorum” demiştir. Baştan itibaren İstanbul’da neşriyatını devam ettiren mecmua, Mehmed Âkif’in “İstiklâl Harbi’ni” desteklemek üzere Anadolu’ya geçmesiyle birlikte Ankara, Kayseri ve Kastamonu gibi şehirlerde neşredilmiştir. Mecmua heyeti Balıkesir’e geldiğinde büyük bir heyecanla karşılanmış ve “Sebîlürreşâd heyeti Balıkesir’e geldi. Başmuharrir Mehmet Âkif Zağanos Paşa Camii’nde Cuma Namazı’ndan sonra hutbe irad edecek” diye halka ilan edilmiştir. Daha sonra camiin hıncahınç dolu olduğu yazılmıştır. Orada Safahat’ın 7. kitabı Gölgeler’deki “Alınlar Terlemeli” şiiriyle başlayan vaaz Sebîlürreşâd’ın 21 Cemâziyelevvel 1338 (12 Şubat 1920) tarihli 458. sayısında “Ey Müslüman!” başlığıyla neşredilmiştir:

Cihan alt üst olurken seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün bir serserîsin, derbedersin kendi yurdunda!
Hayât elbette hakkın... Lâkin, ettir haykırıp ihkāk;
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: Da’vâ-yı istihkāk.
Bu milyarlarca da’vâdan ki inler dağlar, engînler;
Oturmuş ağlayan âvâre bir ma’sûmu kim dinler?
Emeklerken sabî tavrıyle topraklarda sen hâlâ;
Beşer doğrulmuş etmiş, bir de baktın cevvi istîlâ...

Evvela Balıkesir’de çıkan “İzmir’e Doğru” gazetesinde neşredilen daha sonra da Sebîlürreşâd’da yukarıda baş kısmı verilen şiirle neşredilecek olan vaaz: “Cemâ‘at içinde herkesin uhdesine düşen bir vazîfe-i vataniyye, bir fariza-i dîniyye vardır ki onu îfâda zerre kadar ihmâl göstermek câiz değildir. Bu hususda hiçbir ferd kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harîm-i nâmûs ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu namerd ta‘arruza karşı koymak kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyâr… Her ferd için farz-ı ayn olduğu bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır. Bugün herkes vüs‘ünü sarf ile mükellefdir. (...) Bu kahraman İslâm muhîtinin vaktiyle ne büyük fedâkârlıklar gösterdiği herkesin ma’lûmudur. Rumeli’yi başdan başa fetheden hep bu toprakdan yetişen baba yiğitlerdi. O kahraman ecdâdın torunları olduğunuzu isbât etmelisiniz. Anadolu’yu müdâfa‘a husûsunda diğer vilâyetlere ön ayak olmak şerefini siz ihrâz ettiniz. Sa‘yiniz meşkûrdur. İnşaallah bu şân ve şeref kıyâmete kadar artar gider. İnşaallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, sa‘âdeti, refâhı, ümrânı dünyâlar durdukça masûn ve mahfûz kalır.” dualarıyla bitmektedir.

Bilâhare Mehmet Âkif 20 Recep 1338 (10 Nisan 1920) tarihinde Meclis için Ankara’ya doğru yola çıkmıştır. Bir gün evvel Eşref Edip’e “Ben yarın sabah yola çıkıyorum, sen de idarehanedeki işleri derle topla. Sebîlürreşâd’ın klişesini al arkamdan gel. Meşihattakilerle (Şeyhülislam makamı) de temas et. Harekat-ı Milliye aleyhine halt etmesinler.” demiştir. Fakat ne yazık ki meşum vakıa daha o gün tahakkuk edecektir. “İstiklâl Harbi” aleyhine hazırlatılan fetva İngilizlerin zorlamasıyla önce Şeyhülislam Haydârîzâde’ye götürülmüştür fakat o imzalamamak için istifa yolunu tercih edince onun yerine bu makama getirilen Dürrîzâde Efendi fetvayı imzalayacaktır. Mehmet Âkif ise o günün sabah namazının akabinde -o zaman on iki yaşında olan- oğlu Mehmet Emin’i de yanına alarak Ali Şükrü Bey ile yola çıkmıştı. Faytonla Alemdağı’na, atlarla İzmit Adapazarı üzerinden Eskişehir’e, oradan trenle Ankara’ya gideceklerdi. Yolculuk tam on dört gün sürmüş ve Mehmet Âkif ile Ali Şükrü Bey, Meclis’in açıldığı günün ertesinde, 5 Şaban 1338 (24 Nisan 1920) tarihinde Ankara’ya varmıştır. Mehmet Âkif daha o yıllarda millet tarafından büyük bir heyecan ve ciddiyetle karşılanmaktaydı. Arkasına hafiyeler takılıp her hareketinin takip edildiği günlerde değildi.

Mehmet Âkif, Ali Fuat Cebesoy ile birlikte cepheleri dolaşıyor, 11’den fazla cepheye gidiyor, hem mecmua ile hem de bizzat konuşarak halkı bazı yönlerden teskin etmeye ve bir yandan da harp için ateşlemeye, “İstiklâl Harbi’ne” davet etmeye gayret ediyordu. Zaten mecmuanın yazıhanesi de İstiklâl Harbi’ne katılmak için Anadolu’ya gelenlerle İstanbul arasındaki haberleşmeyi sağlıyordu. Mehmet Âkif’in Basri Bey Oğlumuza (Hasan Basri Çantay) ithafıyla yazdığı meşhur “Bülbül” şiiri Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine yazılmış ve İstiklâl Harbi’nde büyük tesiri olan Sebîlürreşâd’ın 29 Şaban 1339 (7 Mayıs 1921) tarihli 479. sayısında neşredilmiştir:

“(...)Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Teselliden nasibim yok, hazân ağlar bahârımda
Bugün bir hânümansız serseriyim öz diyârımda!(...)

Mehmet Âkif’in öz diyarında hânümansız bir serseri, bir parya olarak görüldüğü günler, daha sonra peşine hafiyeler taktırılıp “Dosya No: İrtica 906” ismiyle tutulan gizli belgelerin yazılmış olması sebebiyle öz vatanında bu halde yaşamaktansa gitmeyi tercih ettiği yıllara kadar da devam edecekti. Hıristiyan takvimine göre 1920-1921’li yıllar öyle yıllardı ki bir yandan istilâlar oluyor diğer yandan bir kısım zevat mandacılığı savunuyordu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ne üye olan Kâmil Paşazâde Şevket Bey, Abdullah Cevdet, Sait Molla, Ali Kemal, Rıza Tevfik gibi isimler vardı. Amerikan mandacılığını savunanlar arasında da: Halide Edip, Ahmet Emin (Yalman), Yunus Nâdi (Abalıoğlu), Ali Kemal, Celal Nuri gibileri vardı. Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin oğlu olan Ahmet Muhtar Bey de İkdam gazetesine yazdığı “Ya Batılılaşırız, Ya Mahvoluruz” başlıklı yazısında: “Batılılaşmaya karar vermek ve kararımızın ciddiyet ve metânetini en büyüğümüzden en küçüğümüze, hükümetimizden halkımıza kadar âsâr ve delâil-i kaviyye ve mütevâliye ile izhar ve ispat eylemek lazımdır” diyerek Wilson Prensipleri Cemiyeti’ne yakın düşündüğünü ifade ediyordu. Mehmet Âkif ise bütün bunlara cevap olarak Nasrullah Camii’ndeki vaazında hiperemperyal İngiliz tehlikesine, Sevr’in bir “İdam Fermanı” olduğuna dikkatleri çekmiş ve konuşmasına bu gibilere meyledebilecek olan halka hitaben din kardeşlerinden başkasının (kâfir ve münafıkların) dost edinilmemesini ifade eden Âl-i İmran suresinin 118. ayeti ile başlamıştı. Ayrıca halkın cesaretini kıran bütün o diğer mecmualara rağmen başmuharriri Mehmet Âkif olan Sebîlürreşâd mecmuası halkı cesaretlendirmeye çalışıyor, sabır göstermeye davet ediyordu. İşgalcilerin sansürlerine rağmen mecmua neşriyatına devam ediyordu. Fakat ilerleyen yıllarda, o devirlerde bile uygulanmayan sansürler Tek parti iktidarı ve akabindeki muhtelif iktidarlar eliyle uygulanacak ve hatta mecmua zorla kapatılacak, Âkif’in Safahat’ı “eski Arap harfleri ile basılmış ve muhteviyatı irticâî propagandalarla dolu bulunduğu” için Türkiye’ye sokulmayacaktı. 11 sayfa olarak Sebîlürreşâd’da neşredilen vaazında Mehmet Âkif diğer vaazları gibi bolca şiire yer vermişti ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı:

Ey cemaat-i müslimin, milletler yalnız topla, tüfekle, zırhla, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılamaz. Milletler ancak aralarındaki rabıta birliği çözülerek herkes başının derdine, kendi hevasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın 'Kale içinden alınır’ sözü kadar büyük söz söylenmemiştir.(...) Böylece düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış toprağımız bile yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca memleketlerin halkları hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neûzubillah biz öyle bir akıbete mahkum olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız. (…)

Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu;
Bir bu toprak kalıyor, dinimizin son yurdu,
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer-i Mübin;
Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun!“

Binlerce basılan mecmuanın bu sayısı Anadolu’nun her köşesinde -camiler, cepheler başta olmak üzere- dağıtılıyordu. Mehmet Âkif, İstiklâl Harbi bitene kadar çalışmalarına, hitaplarına ve yazılarına devam etti. İstiklâl Harbi bitmemişti ve hâlâ da bitmemiştir. Lozan Görüşmeleri başlamıştı. Daha sonra ise Âkif ve oğlu Emin ile birlikte Ankara’ya gelen, Kayseri nutkunu vermiş Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey bir suikaste kurban gitmişti. Birinci Meclis’in seçim kararı ile dağılması üzerine Mehmet Âkif de İstiklâl Madalyası ve mavzer tüfeği ile 1923 yılının Mayıs ayında İstanbul’a dönmüştü. İkinci Meclis’te ise Mehmet Âkif de dâhil birçok isim kendine yer bulamayacaktı. Daha o yıllarda bile Mehmet Âkif’in peşine hafiyeler takılıp izlenmesi, takip edilmesi gibi durumlar başlamıştı ve şairin de bunlardan haberi vardı. Mehmet Âkif, Harp’ten İstanbul’a döndükten 5 ay sonra (Neyzen Tevfik’in kardeşi) Şefik Kolaylı, Mehmet Âkif hakkında şunları demişti: “Bir Cumartesi günü idi, yanında Prof. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır'a gideceğini ve arz-i veda'a geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır'a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek, kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Âkif büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki: ‘Arkamda polis hafiyeleri gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum." (Fahri Kutluay, 'Aydınlatılan İki Mühim Sır', Sebîlürreşâd, IV/99, s.375-376)” Böylece Mehmet Âkif vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye dayanamayıp Mısır’a gidecekti. İki kışı Mısır’da geçirip tekrar memlekete döndüğünde vaziyetin kötüden betere gittiğini görmüştü. Zira mecmuası Sebîlürreşâd, Takrîr-i Sükûn ile kapatılmış ve Eşref Edip ise Ankara Şark İstiklâl Mahkemesi’nde “Vatan’a ihanet” suçundan 9 Şaban 1343 (5 Mart 1925) yılında yargılanmaktaydı. Zaten 26 Cemaziyelahir 1343 (22 Ocak 1925) tarihinde neşredilen Vahdet şiiri mecmua kapatılmadan önceki son şiiriydi. İstemeyerek da olsa 1925 yılında Mısır’a kesin dönüşe karar vermişti ve ahirete irtihal edeceği günlerden hemen önceki 26 Rebiülevvel 1355 (16 Haziran 1936) tarihine kadar memleketine dönemeyecekti. Gölgeler kitabı dahi müstakil bir kitap halinde -İstiklâl Marşı Derneği’nin yeniden Kur’an harfleri ile tabettiği günlere kadar- Kur’an harfleriyle yazılmış bir şekilde kendi memleketine sokulamayacaktır.

Sebîlürreşâd mecmuası bir anda bu hâle sokulmadı. Mesela Cumhuriyet gazetesinin çizimlerinde yılan şeklinde ve “İrtica’nın timsali” olarak gösterilen Sebîlürreşâd, İskilipli Atıf ve Şeyh Said ile birlikte ele alınıyor, hedef gösteriliyordu. Kendilerince çizilen Müslüman tasvirleri süpürge ile süpürülüyordu. 1925 tarihli Vakit gazetesinde ise Sebîlürreşâd mecmuasındakiler “Fesatçı” olarak görülüyor ve “Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde fesatçıların muhakemesine devam edildi.” diye haber yapılıyordu. Yine İstiklâl Marşı Derneği tarafından neşrolunan 7 kitap şeklindeki Safahat kitapları, müstakil olarak aslıyla basılamayacaktır. 1928 yılında yapılan harf inkılabı sebebiyle ancak 1943 yılında damadı Ömer Rıza Doğrul’un Latin hurufatıyla Safahat’ı hazırlamasına kadar eser tabedilememiştir. Bu tarihten sonra da Latin hurufatıyla neşredilmiş fakat yine Kur’an harfleriyle/Türk harfleriyle uzun süre basılamamıştır. Mehmet Âkif’in bütün bu serencamıyla alakalı Mısır ve Hatay’dakiler dâhil her türlü takibatın yer aldığı, Mehmet Âkif’i anma programlarının bile izlendiği, hatta bu anma konuşmalarının birinde “ezan okumak sureti ile anma töreninde irticaî davranış gösterdiği” için birinin tutuklandığı, şairin hasta yatağında bile takip edildiği ve bazı anma programlarına ise “Sıkıyönetim komutanlığınca bu törende her hangi bir numayiş ve harekette bulunulmamak ve öğrencilerden 4-5 kişinin hazırlayacakları çelengi bir otomobil ile Mehmet Âkif'in kabrine götürmeleri şartı ile” müsaade edildiği kayıtlar “Dosya No: İrtica 906” ismiyle tutulmuştur. Ulaşılabilinen istihbarat belgelerinin bir kısmı aşağıdadır:

27 Ağustos 1935[1]

Bir zamandan beri Mısırda ihtiyarı ikamet eyleyen İslâm şairi unvan ile maruf safahatcı Şair Âkif üç haftadır Antakya ve civarında dolaşmaktadır. (...) Şair Âkif, Antakyada hep eşraf ile düşüp kalkmaktadır (...) Şair Âkif bu içtimalarda ulu orta hilâfetten, hilâfetin lüzumu şer’i ve akli ve siyasisinden bahsetmektedir (...) Ankara hükûmeti erkânını tenkid ederek, şeairi İslâmiye ve adat mütehassenei kavmiyyeyi mahv ve heder eylediklerini söyleyerek, hilâfet lehinde (...) pek müessir propagandalarda bulunmaktadır (...) Muhit pek müsait, dinleyicileri pek muvafık bulan Şair Âkif (...) ilk günlerde biraz diline bağ vurmaya karar vermişken, kendisini ifratkârane teşvik eyleyen bu yardakçıların tesiri ile bütün boş boğazlığı ile bugünkü Türk inkilâbının müessesatı ahlakiye ve diniyesinde açtığı yaraları, uçurumları söyleye söyleye memlekette pek müdhiş bir tesir husule getirmiştir. Şair Âkif, Abdülmecid’den bahseylerken (...) “Halife, ecnebi devletlerinden bir çoğu tarafından def'atle muavenet teklifine maruz kaldı. Fakat bir ecnebi ve gayri müslim ordusu marifeti ile ecdadının tahtına ve peygamberin postuna oturmağı bir zul, bir günah sayan halife, bu tekliflerin hepsini reddeyledi. O ancak Türk ve müslümanın umuzuna eska ederek makamı meşruuna çıkmak istiyor bu gün de uzak değildir” (demektedir) (...) Şapka ve Türkçe ezan hakkında bir çok kimseler şair Âkifden reyini sormuş o da; “Şapka giymek, doğrudan doğruya Avrupalıya benze- mek maksadı ile yapıldığı gibi temamen küfürdür. Türkçe ezan ise katiyen mekruhdur. Namaz caiz değildir. Lâtin hurufatı ise İlhan Kur'anı kerimi tağyir eylediği cihetle şeran mekruhdur. Aynı zamanda Türk müslümanla Arap Müslümanı bir birinden ayıran bu üç bedeatı seyie menkülvech haram, mezmum ve mekruhtur" cevabını vermiştir.

 

6 Eylül 1935

Şair Âkif Antakya’da pek mühim bir tesir husule getirmiş, adeta Türkiye idaresi hazırası aleyhinde zehirler saçmıştır. Şair olması, dini malumatı bulunması, Türkiye Darülfünununda hocalık ve Ankara Büyük Millet meclisinde mebusluk yapması ve İstiklâl Marşı’nın nazımı sıfatını taşıması itibari ile her söylediği söz fevkalade bir dikkat ve tesir husule getirmiştir. Şair Âkif, Türkiye ricalinden de yegane yegan bahsederek, Atatürk hakkında demiştir ki; (Rauf bey Türkiye'ye avdet eylemiş fakat kabil değil bir mevki ihraz edemez. Zira Gazi Paşa, Rauf beyi çekemez. Çünkü Gazi Paşa defa'atla hayatını, şerefini ve mevkiini Rauf beye medyundur. Topal Osman vak'asında (Ali Şükrü Bey'in öldürülmesi), Sivas Kongresi zamanlarında kaç kere Rauf bey Gazi'yi kurtarmıştır. İşte bu minnettarlık makus bir netice vermiş ve iyilik yapacak yerde Rauf beyi mahva çalışmıştır.

Şair Âkif, halife meselesine dair dini bir çok adla ve ahkam zikrederek ilgayı hilafeti en büyük dinsizlik addeylemiş ve ma haza "Çok geçmiyerek halife makamına avdet edecektir" demiştir.

-Şair Âkif İslam Türklerin makamı hilafetin harsı ve muhafızı olduğunu ve binaenaleyh nehyi ve gasbi ve ilga edilen hukuk hilafetin iadesi için her müslüman türkün dinsizlerle cihada minkablirrahman memur ve merzaf bulunduğunu söyleyerek, “Antakyadaki bazı beyinsiz gençlerin bilmiyerek ansemain Kemalistlere zahir ve tarafdar olmasını" tenkid etmiş ve evliyayı etfali şiddetle tevbih eylemiştir.

 

26 Haziran 1936

Şifre

7408

1. İstanbul Valiliği’ne

 

1- Şair Âkif’in İstanbul’a geldiği, gazetelerde okunmuştur. Ne zaman geldiğinin, kimlerle temas ettiğinin ve asıl geliş sebebinin ve durumunun tetkiki ve takibini rica ederim.

 

Dahiliye Vekili N.

S. Çitak

(İrtica 906)

30 Haziran 1936

Dahiliye Vekaletine

 

C: 26/6/1936 ve Em. 7408 sayılı şifreye:

 

1- Şair Mehmet Âkif, kansere müptela olduğundan tedavi için İstanbul’a gelmiştir. Maçka'da İzmir palasta oturan Abbas Hilmi paşa ailesinden prenses Emine'nin himaye ve yardımı ile 19/6/1936'da Teşvikiye sağlık evine yatırılmıştır. Halen orada tedavi altındadır. Mısır'a dönmeyeceğini ve bundan böyle memlekette kalacağını ziyaretçilerine söyleyen bu şahsın durumu tarassut altına aldırılmıştır. İstanbul'a gelişinde başka bir maksadı olup olmadığı da tahkik edilmektedir. Sonu arzedilecektir.

 

Vali N.

H.Karataban

 

(El yazısı ile: Nasıl Gelmiştir, vizeyi nereden almıştır. Ve Dahiliyenin talebi var mı idi' sorularının 'Acele' araştırılması notuyla.)

(El yazıları ile: Suriye ve Mısır’dan gelen İstihbarat tetkik edilecek. İstanbuldan ne zaman ve ne suretle ayrıldı? Sorulacak)

 

İrtica 906

 

14 Temmuz 1936

1- Âkif Hakkında

2- Şair Mehmet Âkif  1341 (1925) senesinde ve Teşrinievvel (Ekim) nihayetlerinde Mısıra gitmiş ve Mayıs ayı zarfında geri gelmiştir. Bundan evvel iki defa Mısıra gidip geldiği anlaşılmıştır. En son olarak Vilâyetimizden aldığı 15/10/1931 tarih ve 10363 sayılı pasaportla memleketimizden ayrılmıştır. Bu pasaportuna müsteniden Kahire Konsolosluğumuzdan tebdilen verilen 2/7/1935 tarih ve 364/2915 sayılı bir pasaport alarak buna 6/6/1936 ve 30989/1700 sayılı vizeyi yaptırmak sureti ile 16/6/1936'da İstanbula gelmiştir.

 

3- Burada siyasi fenalığına dair tesbit edilmiş malûmat mevcut değilse de, kendisinin Antakya ve civarında dolaştığı bir sırada Hilâfet ve halife lehinde ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde bir çok propagandalar yaparak muhitinde müsait dinleyiciler bulduğu, 30/9/1935 gün ve 83405/1771 sayı ile İstanbul Komutanlığından alınan Genelkurmay Başkanlığının 28 Eylül 1935 gün ve 59750 sayılı yazı örneği münderecatından anlaşılmıştır.

 

4- Hasta olarak yattığı Teşvikiye sağlık evinden 10/7/936'da çıkıp Beyoğlu'n da Mısır apartmanının beşinci katında Abbas Hilmi paşa ailesinden Prenses Eminenin vekili avukat Fuadın yanına gitmiştir, halen oradadır arz.

 

Vali N.

Hüdai Karataban

 

El yazısında: 'Bu Eminenin hüviyeti..?, İstanbula yazıldı. 16.7.936 denilerek araştırılması talep ediliyor.

İrtica-906

18 Temmuz 1936

Şair Mehmet Âkif H. 8222-18/7/936

 

Milli Em. H. Reisliğine

 

(Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı'na)

 

Yurdumuza dönen ve tedavi için yattığı hastaneden çıkıp, Beyoğlunda Mısır apartmanının beşinci katında Abbas Hilmi Paşa ailesinden Prenses Emine'nin Vekili avukat Fuad'ın yanında oturan Şair Mehmed Âkifin hariçle yapacağı muhaberesini lütfen kontrol ettirilmesine müsaadelerini saygı ile arz ve rica ederim.

 

Emniyet İŞ.U.Müdürü

 

29 Temmuz 1936

KAHİRE ELÇİLİĞİ / Konsolosluk şubesi / GİZLİDİR No: 105/91

 

Kahire, 29 Temmuz 1936

 

Emniyet İşleri Umum Müdürlüğü Yüce Makamına

(...) Geçen sene çok hasta olan Mehmet Âkif, doktorların tavsiyesi üzerine berayi tebdili hava Suriye'ye gitmişti. Üç seneye yakın Kahire'de bulunduğum müddetce, diğerlerinin olduğu gibi, şair Âkif'in hal ve vaziyetini de daima göz önünde bulundurdum. Helvan'da prens Abbas Halim paşanın dairelerinden birinde bila ücret ailesi ile birlikte oturan şair Âkif'in gayet münzevi yaşadığı ve ekseri zamanları gerek kendisinin ve gerek ailesinin hastalığı ile geçtiği ve Mısır Darülfünun'unda ücretle edebiyat dersi verdiği ve bu hizmetine mukabil eline ancak yirmi Mısır lirası kadar para geçtiği ve bu para ile de son derecede zaruret ve muzayika içinde yaşadığı bittahkik anlaşılmıştır. (...) Şair Âkif'in üç senede üç defa Konsolosluk Şubesine müracaat ettiğini hatırlıyorum: Nezdinde bulunan büyük oğlunun askerlik çağına gelmesi üzerine bizzat Konsolosluk Şubesine gelerek oğlunun askere gönderilmesini ve vatan borcunu ifa etmesini söyledi. Ve oğlu askere gönderildi.[2] Diğer iki müracaatından biri, tabiiyyet ilmühaberini tecdit ettirmek ve ikincisi de, pasaport almak içindi.

 

Keyfiyeti derin saygılarımla arz eylerim.

Kahire Elçiliği Katibi ve Kahire Konsolosluk İşlerini çeviren.

 

20 Ağustos 1936

Kudüs

Özet : Şair Mehmet Âkif Hakkında

 

20/7/936 tarihli ve 8297 sayılı yazıları karşılığıdır:

Uzun zaman Musurda ikamet etmiş olan Şair Mehmet Âkif’in yurdumuz aleyhinde çalışanlarla temas ve muhaberesi hakkında Konsolosluğumuzda bilik yoktur. Burada Cumhuriyetin lehdarı fakat, layıklığın (Laiklik) aleyhdarı, çok müteassıp bir şahsiyet olarak tanınmaktadır. Geçen yıl, tedavi ve tebdili hava için Mısırdan Lübnan’a giderken, Kudüs’e de uğramış bir iki gün kalıp, bu arada, Konsolosluğumuzu da ziyaret etmiştir.

Bu adam hakkındaki kanaatim, yurdumuz ve rejimimiz için tehlikeli bir unsur olmadığı yolundadır.

 

26 Ağustos 1936

 

Dahiliye Vekaleti'ne

(İçişleri Bakanlığı'na)

 

ACELE

Mehmet Âkif'in kitapları hakkında.

1- Şehrimizde bulunan Şair Mehmet Âkif'in, Mısır'da Matbaatüşşebap'ta eski Arap harfleri ile bastırdığı (Safahat'ın Yedinci Kitabı, Gölgeler) ismindeki kitabından 2175 tane kendi namına gelmiştir. Gümrük'te bulunan bu kitabın dışarıya çıkarılıp çıkarılmayacağının acele bildirilmesine müsaade buyurulmasına rica.

 

İstanbul Valisi N.

Hüdai Karataban

Dosya: İrtica 906

El yazısı: (metnin altında)

'Acele..." "Arapça harflerle Türkçe yazılmış olduğuna göre, memnu olmak lazımdır. Kanuna göre müsadere ve yahut mahrecine iadesi keyfiyetlerinin tetkiki.. 27.8.1936

El Yazısı (kenara dik şekilde)

Bu kitaplar hakkında (...) kararnamesi alındı imha olunacak.

26 Ağustos 1936

Şifre 9656

İstanbul Valiliğine

K: 25/8/936 tarihli ve Em.22940 sayılı şifreye

1- Şair Mehmed Âkif'in Mısırdan gelen kitapları eski arap harfleri ile basılmış olduğundan dışarıya çıkarılması Türk harfleri kanuni hükümlerine muhaliftir. Bu kitaplardan birkaç nüshasının tetkik edilmek üzere elde edilmesi ve Vekâ Vekalete gönderilmesi rica.

Dahiliye Vekili

(İçişleri Bakanı)

28 Ağustos 1936

Mehmed Âkif'in Mısır'da (1352-1933) da bastırdığı (Safahat-Yedinci kitap-gölgeler) ismi altındaki kitabından 2175 tanesi kendi namına gelmiş, İstanbul Vilâyeti Gümrükte bulunan kitapların çıkarılıp çıkarılmayacağını sormuştu. Türk cürümleri kanunu hükümlerine mugayir olan bu kitapların gümrükten çıkarılması muvafık değildir cevabı Vilâyete verilmiş ve kitaplar istenmişdi. Gelen bir nüshasını bağlı olarak takdim ediyorum.

Dosya: İrtica 906

31 Ağustos 1936

İstanbul Valiliğine

EK; 26/8/936 gün ve 9656 sayılı yazıya:

1-Şair Mehmet Âkif'e ait Safahat kitabının Matbuat kanununun 51'nci maddesine dayanılarak müsaderesi ile on tanesinin Vekâlete yollanması, diğerlerini usulen imhası ve sonunun bildirilmesi rica.

2- Em.U.Ş.I. (9847) sayılıdır.

1 Eylül 1936

Şair Mehmet Âkif'in kitapları hakkında;

1G2

Matbuat U.Müdürlüğüne

ÇOK ACELE

İstanbul'da bulunan şair Mehmet Âkif adına Mısırdan gelen (Safahat'in yedinci kitabı; Gölgeler) adlı kitap hakkında İstanbul Valiliğinden 26/8/936 gün ve EM.22940 sayılı yazısı örneği ile sözü geçen kitaptan bir tanesi bağlı olarak takdim kılınmıştır.

Bu kitapların eski arap harfleri ile basılmış ve muhteviyatı irticai propagandalarla dolu bulunduğu görülmüş olduğundan gümrükten çıkarılmasına müsaade edilmeyerek, mahrecine iadesi İstanbul Valiliğine bildirilmiştir.

Zararlı yazıları ihtiva eden sözü geçen kitapların yurdumuza sokulmaması ve her hangi bir surette sokulacak olanların toplattırılması için müstacelen karar istihsalini saygı ile arz ve rica ederim.

E.İŞ.U.Müdürü

Dosya: İrtica 906

29 Aralık 1936

Dahiliye Vekaletine

Şifrenin Tarihi: 28.12.1936

Açıldığı Tarih: 29.12.1936

C:27-8-936 gün ve em: 18973/19675 yazıya:

Şair Mehmed Âkif 27/12/1936'da ölmüştür. Cenazesi 28/12/1936'da Beyoğlundaki Mısır Apartmanından kaldırılarak namazı Beyazıt camiinde kılındıktan sonra, Edirnekapı mezarlığına defnedilmiştir.[3]

Arz ederim.

Vali N.

Salih Kılıç

Dosya: İrtica 906

5 Ocak 1937

Yüksek İç Bakanlığa

28/12/1936 Gün ve Emniyet 35285-33608 sayılı şifreye ektir:

Mısır apartmanından otomobil ile Beyazıd camiine getirilen Şair Mehmed Âkif'in cenazesi, namazı kılındıktan sonra el üstünde Edirnekapı mezarlığına götürülmüş ve orada Şehidlik karşısındaki kabrine defnolunmuştur. Cenaze merasimine Saylavlardan (milletvekillerinden) Şemseddin, Fadıl Ahmed, Yahya Kemal, Profesör Muhiddin, ölü General deli Fuad oğlu Esad Fuad, muhalif rmesadan ve tarassud edilenlerden Çolak Selahaddin, tüccardan Emin Vasfi, Kuleli Askerî lisesi Edebiyat Muallimi Tahirülmevlevi, Şehremininde oturan Suudulmevlevi, Fuad Şemsi, gazeteci Feridun ve daha bir çok kimselerle üniversite ve Askerî Tibbiye talebeleri iştirak etmiştir. Mezarlıkta alçı ile yüzünün kalıbı alınmış ve bazı kimseler şiirleri ve bestelediği İstiklâl Marşı münasebeti ile kendisinden sitayişle bahsetmişlerdir.

Bilgi olarak arz ederim.

İstanbul Valisi N.

26 Aralık 1940

T.C.

DAHİLİYE VEKALETİ

Emniyet Umum Müdürlüğü

Şube: H.S

Numara: 2263

Ş.I. Müdürlüğüne

İstanbul'dan alınan haber aşağıdadır:

"İstanbul Üniversitesi Tıp ve Edebiyat fakülteleri talebesi arasında ölü şair Mehmet Âkif'e bir mezar yaptırmak üzere iane toplanmaktadır. Bu iş için toplanması lazım gelen 3 bin liranın henüz bin lirası toplanabilmiştir. 28/12/1940 Cumartesi günü Şair'in mezarına gidilerek nümayiş yapılacak ve söylevler verilecektir.

Bu işe ön ayak olanların başında askeri tıbbiye dördüncü veya beşinci sınıfından Fethi Teveh gelmekte ve Edebiyat fakültesi dekanının[4] da keyfiyetten haberdar bulunduğu anlaşılmaktadır.

Bir müddetten beri üniversite talebesi ve umumiyetle gençlik arasında Mehmet Âkif'in ismi ve hatırası hakkında bariz bir propaganda faaliyeti cereyan etmektedir.

Bu şairin dinci ve ümmetçi olması nazarı dikkate alınırsa bu faaliyetin Türk gençliği arasında dincilik ve ümmetçilik cereyanı uyandırmağa matuf olması muhtemeldir. Bilgi edinilmesini rica ederim.

H.S.Müdürü

7 Ocak 1947

Öz: Şair Mehmed Âkif'in ölümünün 10. yıldönümü

münasebeti ile Türk Talebe Birliği tarafından yapılan tören hk.

T.C

İSTANBUL VİLAYETİ

Emniyet Müdürlüğü

Kısım:C.B

No: 812

       819

İçişleri Bakanlığına

Şair Mehmet Âkif'in ölümünün 10.uncu yıl dönümü münasebeti ile 26/12/1946 perşembe günü saat 14'de Eminönü Halkevi salonunda bir anma töreni tertibine müsaade verilmesi için "Türk talebe birliği" Başkanı Rehai İslam tarafından müracaatta bulunulmuştur. Sıkıyönetim komutanlığınca bu törende her hangi bir numayiş ve harekette bulunulmamak ve öğrencilerden 4-5 kişinin hazırlayacakları çelengi bir otomobil ile Mehmet Âkif'in kabrine götürmeleri şartı ile müsaade edilmiştir. Mezkur gün, törene talebenin okuduğu İstiklâl Marşı ile başlanmıştır. Birlik Başkanı Rehai İslam, profesör Ali Nihat Tarlan ve İsmail Habib Sevük tarafından Âkif'in şahsi meziyetlerinden vatanperverliğinden ve Balkan Harbinden, İstiklâl savaşına kadar yazmış olduğu şiirlerinden bahsedilmiş ve bu şiirlerden bir kısmı okunduktan sonra, saat 15'de törene son verilmiştir. Müteakiben bir hey'et tarafından evvelce ihzar olunan çelenk, otomobille mezarlığa götürülüp mezarına konmuştur. Ayrıca emekli öğretmenlerden M.Kemal ve Üniversite İlahiyat fakültesi talebelerinden Hafiz Ali'nin tavassutları ile 29/12/1946 Pazar günü Beyazıt Camii'nde saat 13.30'da Beyazıt Camii baş İmamı Abdurrahman Cevdet, Hafız Esat ve Hafiz Ali tarafından Şair Mehmet Âkif'in ruhuna ithaf edilmek üzere mevlüd okunmuştur. Gerek anma töreninde ve gerek mevlüd esnasında kayda değer bir hadise olmamıştır. Keyfiyeti yüksek bilgilerine saygı ile arz ederim.[5]

İstanbul Valisi

15 Ocak 1963

T.C

Malatya Vilâyeti

Emniyet Müdürlüğü

27/Aralık/1962 günü ve saat 20’de ilimiz ticaret lisesi müsamere salonunda (...) Mehmet Âkif’in anma töreni namı altında toplantı yapmışlardır. (...)

Tören baştan sonuna kadar takip edilmiş olup ezan okumak sureti ile anma töreninde irticaî davranış gösteren Sami Canatan hakkında düzenlenen zabıt varakası Cumhuriyet Savcılığına tevdi olunmuştur. Arz ederim.

Cezmi Kartay

Malatya Valisi”

Muhammed Koç11 Ramazan 1446 (11 Mart 2025)

 


[1] Bu ve daha sonraki yazışmaların tamamında orijinal metin olduğu gibi aktarılmış, yazım ve noktalama hatalarına dokunulmamıştır.

[2] “Mehmed Akif Mısır'da hasta ve maddi sıkıntı içerisinde bulunmasına rağmen oğlu Emin'i Türkiye'de askerlik yapması için göndermişti. Aslında Emin de Milli Mücadele gazisiydi.. Oğlu Emin de Mısır'dan askerlik için geldiği Türkiye'de beklemediği manzara ile karşılaşmıştı. Zira, askerliğini yapmak için Mısır'dan Türkiye'ye gelen Emin Ersoy, asker ocağında arkadaşlarına Kur'an öğrettiği için hapse atılacaktı. Cezaevinden kaçan Emin yakalanarak yeniden cezaevine konulmuştu. Bu olay, Akif'i çok üzmüş, dönemin Türkiye'sini anlatması açısından da çarpıcıdır.” M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Mısır Hayatı ve Kur'an Meali, Şule, syf.117-123.

[3] Mehmet Akif 13 Şevval 1355 (27 Aralık 1936) pazar günü akşam saat 19.45'te Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nın 5. katında ahirete irtihal etti. Hükümet adına, İstanbul Valiliği, üniversite ve resmi kurumları temsilen cenaze törenine kimse katılmamıştı. Daha sonra da Mehmet Akif hakkında yapılan törenlere takibat uygulandı. Ayrıca Ali Nihat Tarlan da Mehmet Akif ve Safahat kitabının 11. sayfasında şöyle ifade eder: “Büyük vatanperver şairin cenazesi, bir cenaze arabası içinde Beyazıt Camii’ne getirilip bırakılmıştı. Maalesef hükûmet bu hâdisede üzerine düşen millî vazifeyi yerine getirmemişti. Lâkin âdeta bir mucize tecelli etti. Üniversite gençliği bir anda harekete geçerek çıplak tabutu dinî an’aneye en uygun şekilde teçhiz edip Türk bayrağına sardı. Pek az bir zamanda Beyazıt Meydanı hıncahınç dolmuştu. Üniversite gençleri tabutu cenaze arabasına koymadılar. O soğuk ve karlı günde Beyazıt’tan Edirnekapısı’na kadar başları üstünde götürdüler. Tabutu arkasından bir millet yürüyordu. Cenazenin bir ucu Fatih’e yaklaştığı hâlde diğer ucu henüz Beyazıt’ta idi. Ferit Kam’ın bir mektubunda dediği gibi Âkif, ayaklar altında öldü, eller üzerinde mezara götürüldü.”

[4] Bahsedilen Edebiyat Fakültesi dekanı Ahmet Hamit Ongunsu (1885-1967)’dur.

[5] 29 Cemaziyeahir 1439 (17 Mart 2018), Cumartesi, Kastamonu. İSTİKLÂL MARŞI NASRULLAH CAMİİ'NİN İÇİNDE DEĞİL ANCAK AVLUSUNDA OKUTULDU: İstiklâl Marşı Derneği olarak Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel riyasetinde iki sene üst üste (Hıristiyan Takvimine göre 2017 ve 2018 senelerinde) İstiklâl Marşımızın Meclis'ten önce ilk okunduğu yer olan Nasrullah Camii'nde, ilk defa okunmasının sene-i devriyesinde Mevlid-i Şerif ve İstiklâl Marşı okuduk. Fakat bu sene Nasrullah Camii'nde sadece Mevlid-i Şerifi okuyabildik. Bunu da cami mikrofonlarının görevlilerce kapatıldığı bir ortamda yapabildik. Kastamonu Valiliğinin, Emniyet Müdürlüğünün ve Müftülüğünün talimatı olduğu söylenerek İstiklâl Marşı’nın ilk okunduğu yerde İstiklâl Marşımızı okumamıza kolluk kuvvetleri nezaretinde mani olundu. Kolluk kuvvetlerinden, İstiklâl Marşımızı Nasrullah Camii'nde okumaktan bizi men eden emrin, emri veren makam tarafından tanzim edilmiş, resmi mühür ve imzalı evrak talep ettik. Bize evrak göstermemekle birlikte, tarafımıza bunun gönderileceğini söylediler. İstiklâl Marşımızı yine kolluk kuvvetleri nezaretinde ancak Nasrullah Camii'nin avlusunda okuyabildik. İstiklâl Marşı’nın hem Türk tarihindeki rolü ve yerine hem de Anayasa ile dokunulmaz kılınan hukuki konumuna ters düşer şekilde kolluk kuvvetleri aracılığıyla İstiklâl Marşımızı Nasrullah Camii'nde okumaktan menedildik. Bizi men eden emrin ve/veya talimatın hangi kişi veya kişiler ve makam veya makamlar tarafından verildiğini, hangi gerekçeye isnat edildiğine ilişkin resmi mühür ve imzalı evrakın tanzim edilerek tarafımıza verilmesini dilekçe göndererek valilikten talep ettik. Cevap bekliyoruz.

Milli Marş ve Gençliğin Sesi

Milli bayramlarda, ihtifal günlerinde İstiklâl Marşı çalınırken şahit olduğumuz feci manzaralar güzümüzün önündedir.

Koca bir milletin ölüm kalım savaşının canlı bir tarihi, bir destanı idi

İstiklal Marşı millete mal olalı kırk yıl oldu. Bu müddet içinde zaman zaman bazı boğuk sesler güftesini tırmalamak istediler. Bestesi ayrı bir sanattı.

İdris Küçükömer - Düzenin Yabancılaşması - Batılaşma

Daha sonra birikim ve geniş pazar, sanayi devrimini getirdi. Bu bir yandan makineli ve kitle halinde üretim ve öte yandan da işçi sınıfının bir gecikme ile büyümesi demekti.

Halefsiz Şair

İki gündür Mehmed Âkif'in hâtırasını kucaklıyan ve başının üstüne çıkaran Üniversite gençliği...