The Co-Alliance of “Ey-Ki-Pi”

Dadaşhan Celaleddin Kavas, Azı Dişi Ağrıyan Canavar, Eylül 2013

Hiç kimse Türkiye’de devlet teşkilatının son on yıl boyunca koalisyonlarca idare edildiğinden bahsetmedi. Çünkü son on yılın hükümetlerinde bütün bakanlık koltuklarına, aynı “siyasî parti” mensuplarının oturduğu görüntüsü verildi. “Siyasî parti” görüntüsündeki bu örgüt, bu güruh, bu furya, bu “tanımlanamayan cisim” kanunlar muvacehesinde bir bütünlük arz ediyordu. Hâlbuki son on yılda bakanlık koltuklarına oturduğu müşahade edilen, gelmiş geçmiş tüm eşhas gözden geçirilecek olursa bunların nasıl olup da aynı siyasî partiye mensup oldukları sorusu beliriverecek. Bu bakanlardan bazıları başka siyasî partilere genel başkan dahi oldular. Başka siyasî partilerin genel başkanlarının bu “siyasî parti”ye katılmaları ise işleri daha eğlencelik bir hale sokuyor. 12 Eylül 1980 sonrasında bakanlık kadrolarıyla irtibatlarını hiç kesmeyenlerden bahis açarsak lafı iyice uzatmış olacağız. Son on yılda kaç koalisyonun kurulup kaç koalisyonun yıkıldığını bilmiyoruz. Elhamdülillah. 

90’lı yılların siyasî tablosunu koalisyon hükümetlerinin şekillendirdiği söyleniyor, 2001’de kurulup 2002’de iktidara gelen A.K.P. (JDP)’nin ise Türkiye’yi koalisyonların sebep olduğu siyasî istikrarsızlıktan kurtardığı ifade ediliyor. Siyasî “istikrarın” hangi “karar”a raptedildiğini soran yok. A coalescence? An alliance? Allies! Not Central Powers! Dünya Sistemi’nin merkezinde etkin rol oynayan büyük üç lobinin Türkiye’deki operasyonları birbiriyle uzlaştığı sürece o çok methedilen “siyasî istikrar” kendini gösterdi durdu. Bunu başka herhangi bir ülke için söylemek mümkün olmayabilir zira bu üç büyük lobinin üçü de Türkiye’yle meseleleri olan çevreler (ya da merkezler) tarafından teşekkül ettirilmiş halde. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı ile Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı arasındaki yıllar, öyle anlaşılıyor ki bu çevrelerden birinin veya ikisinin geri planda kaldığı koalisyonların çekişmelerine sahne olduğu müddetçe inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Recep – Tayyip – Erdoğan Koalisyonu ise, o meşhur “siyasî istikrar”ı temin etmeyi becermek gibi, koalisyonlardan beklenmeyen bir işi becerdi. Yetmedi, mevzubahis koalisyonu lidersiz bir şekilde sürdürmek gibi bir ilke de imza attı. Danışmanları olmayan bir Recep Tayyip Erdoğan düşünülebilir mi? Danışmanları olmayan bir Recep Tayyip Erdoğan kameralar karşısında ne konuşabilir? Hangi konuda ne kararlar alabilir? Mesela Süleyman Demirel bildiği kadarını konuşurdu ki, bu yüzden lafı yuvarlamasıyla meşhurdu. Bu yüzden de Süleyman Demirel’in danışmanlarının megafonluğunu yaptığını söylemek haksızlık olurdu. Şu anda başbakanlık koltuğunda yer alan danışmanların irtibatları ise koalisyonun gerçek dokusu hakkında fikir verebilir.

Son on yılın koalisyon ortakları arasında, kendi aidiyet ve mensubiyetini diğerlerine ezdirmemeye çalışanlar çıktıysa derhal kendilerini bu “büyük uzlaşı”nın dışında buldular. Hükümete dördüncü, beşinci, ilh. koalisyon ortakları çıktıysa da bunlar ya büyük üçlüye ayak uydurarak mevki elde ettiler ya da yukarıda örnekleri zikredildiği üzere devre dışı bırakıldılar. 

Bugün “Gönüllüler Koalisyonu” adı altında silahlı bir güç oluşturarak Suriye’ye “girmeyi” teklif eden A.K.P., bundan onbir sene önce Türkiye’ye bir “Koalisyon” olarak girmiş olmasının verdiği tecrübeyi kullanarak kendine biraz daha ömür temin etmek istiyor. Verdiği mesaj dikkate alınırsa, tecrübesi, en azından Irak’a 2003’te giren “Koalisyon Güçleri”nden daha başarılı olduğu iddiası yedeğinde iş görebilirmiş. “Çokuluslu Güç” Irak’ta resmi olarak 2010’a kadar idareyi yürüttü, ama A.K.P. halen iş başında!

***

2007’de bir referandum yapıldı. 2007’de, Cumhurbaşkanlığı seçimi meselesi vesilesiyle, siyasî sisteme kütle ve hacim olarak büyük ölçüleri haiz bir yükleme yapıldı. Burada kütle ve hacim olarak Abdullah Gül’ün kütlesini ve hacmini kastetmiyorum. Bu yükleme, sistemin işleyişinde bir tıkanıklık meydana getirmek üzere yapıldı ve bir çukurun sopayla deşilmesi gibi, bu tıkanıklık da bir referandumla giderilmeye çalışıldı. 2010 yılında yapılan referandumla ise, insanlar kendi üzerlerine sifonu çektiler ve böylece tıkanıklığın giderilmesi bir yana, sistemin rahatlaması ve genişlemesi sağlandı. Öyle bir genişleme ki, A.K.P. koalisyonunun 2011 seçimlerinde %49 oranında oy alması temin edildi. Üzerinde yaşadığımız topraklarda “işlem hacmi”, belki de katlanarak arttı. Hatırlanabileceği gibi 2010 referandumunda dört güruh vardı: “Evet”çiler, “yetmez ama evet”çiler, “yetmez o halde hayır”cılar, “yetmez o halde boykot”çular. Bütün kavga rahatlamanın ve genişlemenin yetip yetmediği ve bu güruhların nasıl tatmin olabildiği üzerineydi. Azıp sapmanın böylesi…

Her zaman, bir tıkanıklık üretmek ve bu tıkanıklığı aşma bahanesiyle sistemi genişletmek taktiği Türkiye’ye büyük kötülüklerin uğramasını kolaylaştırdı. Krizler bir yapı değişikliğiyle karşılandı ve işlem hacmi arttıkça arttı. 1980’de Cumhurbaşkanlığı seçiminin tıkandığı, 1961 Anayasası’nın işlemez hale getirildiği söyleniyordu. Türkiye’nin başına gelen iş Turgut Özal oldu. Sistemin sloganı “siyasî istikrar”dı. Bugün A.K.P.  Koalisyonu’nun alenen ve resmen ifade ettiği, “Siyasî istikrar demek ekonomik istikrar demektir!” formülü, sistemin yönünün aslında paranın yönü olduğunu açığa vuruyor. İnsanlar hususî bir direniş göstermedikleri zaman bu hegemonik yönü takip etmekten kendilerini alamıyorlar. Bir malı daha ucuza satıldığı yerden almak gibi. İnsanlardan “rasyonel” davranmaları bekleniyor. En azından bu istikametten şaşmamakta sabit olmaları, bunu ispatta berdevam olmaları bekleniyor. “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün” sloganı böylelikle anlam kazanıyor. Büyüyen ve genişleyen böylesi bir mecranın, sürtünmesiz bir ortam olarak hangi akışlara mekân olduğu böylelikle anlam kazanıyor. Hâlbuki parlamenter sistemin istikrarı “garanti” etmediği, rejimin tıkanıklıklara açık (!) olduğu söylendiğinde, tıkanıklığın giderilmesi bir yana, söz konusu akışı iptal edecek şekilde, sistemin üzerine beton dökülmesinden bahis açılmalı. “Hukukun Üstünlüğü”nden bahis açıldığı vakit, müdafaa edilmeye lâyık olanın “Üstünlerin Hukuku” olduğu vurgulanmalı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilânının bu topraklarda Müslümanların üstün olduğu kaziyesine dayandığı hatırlandığı takdirde, “Üstünlerin hukuku olmasın, hukukun üstünlüğü olsun” lafını eden çevrelerin hangi merkezlere çevre oldukları da hatıra gelebilmeli. 

***

Başkanlık sistemi Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte doğmuştur. Amerika’daki İngiliz kolonileri, Britanya Kralı’nın ve bilhassa Britanya hükümetinin ve parlamentosunun baskısını üzerinden atmak hırsıyla harekete geçtiklerinde, bunların Founding Fathers rehberliğinde bir uzlaşma temin ettikleri söylenir. Founding Fathers, (kendilerinden “We the people!” olarak bahseden şizofrenik klik) kolonilerdeki demokrasi hırsını, yani doludizgin para kazanmanın önünde herhangi bir engel tanımama hırsını, kontrol altında tutacak bir anayasa meydana getirdiler. Bu dönem itibariyle “The President” icra kudretini iktisap etmiş tek kişi olarak Amerikan Anayasası’ndaki yerini aldı. Bu anayasada yazılı olan sistemi bir bütün olarak ele aldığımızda icra kudretinin gayet sınırlı bir hareket sahası içerisinde yer aldığını görmemiz mümkün. Ancak 1930’lardan sonra, bilhassa Franklin Delano Roosevelt’ten itibaren icra kudretinin hareket sahası hiçbir anayasa değişikliğine müracaat edilmeksizin, de facto olarak genişledi. Böylece “siyasî istikrar”ın icra kudretine dayanarak mevcudiyetini ısrarla dayatabildiği bir ortam meydana getirildi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Afrika ve Latin Amerika kıtalarındaki dekolonizasyon dönemi, aynı zamanda, buralarda “Başkanlık Sistemi” uygulamalarının hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönem oldu. Bu uygulamaların “siyasî istikrar” bakımından hiç de parlak neticeler vermediği de görüldü. Zira sistem buralardaki işleyişin yatağını genişletmek için sürekli olarak krizler ve yeniden yapılanmalar üretti. 

Neden böyle oldu? Başkanlık Sistemi neden sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde istikrarlı bir uygulamaya kavuştu? Acaba Başkanlık Sistemi “Adil Düzen” gibi, dünyanın neresinde uygulanırsa uygulansın başarı vaad eden bir sistem değil miydi? Belli ki, Başkanlık Sistemi, bir ülke ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde bir fonksiyon icra ediyor. Zira Başkanlık Sistemi, farklı ülkeler arasında alt alta -veya üst üste- işleyişe elverişlilik vaad ediyor. Yani Başkanlık Sistemi uygulanan ülkelerin teşrî organları, icra organı karşısında nisbi bir bağımsızlığa sahip, fakat olup bitene karışamayacak ölçüde yalıtılmış bir pozisyonda yer alıyor. Bu da, hem o ülke bakımından, hem de ülkeler arasındaki hiyerarşi bakımından, işleyişin alttan üste doğru değil, üstten alta doğru şekillenmesini sağlıyor. Bir mukayese yapacak olursak, Başkanlık Sistemi karşısında Parlamenter Sistem işleyişin daha karşılıklı olabildiği bir sistem. Mukayeseyi genişletirsek, “Meclis Hükümeti” sisteminin, yani 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndaki modelin ise bilhassa, aşağıdan yukarıya bir işleyişi temin ettiğini görebiliriz. “Meclis Hükümeti” sisteminin tarihteki bir diğer örneğinin de Fransız İhtilali sonrası meydana getirilen Convention Nationale olduğunu hatırlatalım. 1921’de “Kuvvetler Birliği” prensibi1ni esas sayan bir sistem bu şekilde kendini gösterdikten sonra, günümüze dek meydana gelen her anayasal değişiklik teşrî organı karşısında icra organını güçlendirme istikametinden şaşmadı. İcra kudreti karşısına zaman zaman yargının (kaza) veya başka başka kuvvetlerin birer dengeleyici unsur olarak yerleştirildiği vaki ise de alınan bu tedbirler hiçbir zaman teşrî organı lehine tahakkuk etmedi. Neticede 1982 Anayasası’nın getirdiği sistem, mukayeseli anayasa hukuku literatürüne “Rasyonelleştirilmiş Parlamenter Sistem” adıyla geçti. Bu rasyonelleşmenin zirvesine “Başkanlık Sistemi” ile vasıl olunacak!

Bugün Başkanlık Sistemi’nin Türkiye’ye getirilmesi arzusu, halen kendini göstermiyor olsa da bir millî potansiyelin imkân dahilinde olduğunun ispatıdır. Başkanlık Sistemi dolayısıyla şu veya bu şahsın diktatoryal bir güç elde edeceği sözleri boş avuntudur. Yetkileri az veya çok, bir maymunu ve yahut bir domuzu bir koltuğa oturtacaklar. O artık kendini ne sanacak, bilemeyiz. Başkanlık Sistemi’nin bir federasyona sebebiyet verip vermeyeceği tartışmaları da gayet beyhudedir. Başkanlık Sistemi ile amaçlanan şeyin bir federasyona yol açmak olup olmadığını öyle anlaşılıyor ki, Başkanlık Sistemi’nin müdafileri de bilmiyorlar! Dolayısıyla “Hayır, biz bunu federasyon olsun diye istemiyoruz! Dünyada federasyon olmayan başkanlık sistemleri ve federasyon olan parlamenter sistemler de var!” laflarını söyleyenlerin kendilerinin de bir şeylerden haberleri olduğu gayet şüpheli. Kaldı ki bu insanların yalan söylemeyecek insanlar olduğunu kim söylemiş?

Türkiye’ye Başkanlık Sistemi getirilmesinin bir ısmarlama iş, bir müteahhitlik işi olduğu, bugün Başkanlık Sistemi’nin müdafaasına kendini tamamen angaje etmiş bulunan A.K.P.’nin neyi müdafaa ettiğini tam olarak bilmemesinden de belli. Burhan Kuzu şunu söylüyor: “Güney Amerika örnekleri veriliyor mesela. Ama o ülkelerde Kuzey Amerika’daki başkanlık tipolojisi yok. Ne yapmış adam? Anayasalarına açıp bakıyorsun, ‘Başkan şu şartlar olursa parlamentoyu fesheder’; felaket şey işte bu. Bir süreden sonra vuruyor tekmeyi parlamentoya, oluyor sana diktatör. Bunu koyarsan olacağı bu. Kanun yapma yetkisi vermişler başkana, aynen parlamenter sistemde olduğu gibi, kesinlikle olmamalı. Bunları koyarsan sistem yanlış başlar.”2 Bu laflara karşılık Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na A.K.P.’nin getirdiği teklifte bu yetkinin mevcut olduğu görülüyor. 

A.K.P.’nin Başkanlık Sistemi teklifine dâhil ettiği bir diğer dikkat çekici müessese ise “Yedek Milletvekilliği.” Teklife göre milletvekili aday listelerinde yer alıp da seçilemeyen adaylar, bulundukları sıra itibariyle yedek milletvekili sayılacaklar ve milletvekilliklerinde boşalma olması halinde bu kişiler yedek kulübesinden çıkarak derhal sahada top koşturmaya başlayacaklar. Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması talepleri ile yedek milletvekilliği projesini yan yana getirdiğimizde kendisinden beklenen performansı sergilemeyen veya istenen manevraları gerçekleştirmeyen milletvekillerinin kolaylıkla oyun dışına çıkarılarak hevesle kenarda bekleyen başkalarının işe koşulması gibi, daha uygulamaya başlanmadan pis kokuları etrafı saran bir mekanizmadan bahsedildiği anlaşılacaktır. 

Bütün bu cârî belâların odağında ne olduğu ve yukarıda zikrettiğimiz “millî potansiyel”in kendini nasıl gösterebileceği soruları karşısında bir “millî irade” meselesinin yer aldığını söylemek mümkün. Bugünkü mesele, dün de olduğu gibi, Dünya Sistemi’nin, mevcudiyetine tahammül edemediği millî irade meselesidir. Hayret! Burada bir terslik yok mu? A.K.P. temsilcileri ağızlarını ve sair organlarını yaya yaya “millî irade” lafları etmiyorlar mı? Burada bir terslik değil bir çarpıklık bahis mevzuu. Zira bugün Türkiye’de cârî sistemin uygulayıcılarının bahsettiği “millî irade” hiçbir bakımdan “millî” olmadığı gibi bir “irade”ye de sahip değildir. Bugün seçim sandıklarını oy pusulalarıyla dolduran güruhun “millî” bir varlığı temsil ettiğini ve bu güruhun bir “irade”ye sahip olduğunu söylemek için iki ayak üzerinde durmaya gerek yok. Ama seçim sandıkları bir yana, sistemin işleyişi bakımından bir “millî irade”nin mevcudiyetinden bahis açılacaksa orada da bütün gayr-i Türk unsurların iradelerinin bileşkesinden bahis açılabilir. Bu bahis zaten çoktan açıldı elbette. On seneyi aşkın süredir bütün bahisler A.K.P.’ye oynandı. Nasıl bir bileşkeden bahsettiğimizi, bu yazının ilk satırlarından takip edebilirsiniz. 

Başkanlık Sistemi’ne hevesle bakanların en çok sözünü ettiği şey, iki partili sistemdir. Bugün siyasî sahnede olan biten (siyasî sahne sözü manidardır) kâfirlerle münafıkların çekişmeleri tuluatıdır. Bu sahnede Türk Milleti’ni kuvveden fiile çıkaran bir millî iradeye yer yoktur. Başkanlık Sistemi bu ikili yapının gediklerinden, çatlaklarından, dibinden köşesinden millî iradenin filiz vermesi ihtimalini sıfırlamaya ve ikili yapıyı mutlaklaştırmaya müteveccihtir. Bu bizim değil, onların düşüncesidir. Zira millî irade, sözünü ettiğimiz millet Türk Milleti ise, kendini göstere göstere inkişaf edebilecek bir iradedir. Başkanlık Sistemi’nin  ve diğer belâların teveccüh ettiği yön, Türklerin değil; onların, yani Amerikalıların planlarıyla alâkalı bir meseledir.