Bir Kalemde

Gökhan Göbel, Azı Dişi Ağrıyan Canavar, Eylül 2013

Latin yazısı Türkçe ifade imkânını yok etmekle kalmadı; yaşayan, var olan, milletin diline doladığı ifadeleri de bilinmez, esrarlı bir şey haline sokuverdi. Bir manayı ifade etmek için bir tabire başvuruyoruz. Belki yanlış da kullanmıyoruz o tabiri. Ama onu neden kullandığımız hep bir muamma. Bugün konuşurken kulaktan kulağa gelmiş bir Türkçe ile konuşuyoruz. Fakat yazarken Latin yazısı ile yazıyoruz. “Bir seferde, toptan, çabucak” manalarında “bir kalemde” tabirini kullanıyoruz mesela. Ama neden bu tabire o manaları yüklediğimizi, neden bu manaları ifade etmek için başka bir tabire başvurmadığımızı bilmiyoruz. 1928 yılından beri Türkçe tahsil imkânından mahrum olduğumuz için o güne kadar Türkçe tahsil eden insanlardan bakiye bir dille konuşuyor, yine onlardan bakiye bir telaffuz şekliyle her kelimeyi telaffuz ediyoruz. Yoksa Türkçe bilenlerin elifba-alfabe tartışmaları başladığı zaman “üç buçuk harfli Firenk yazısı” diye tesmiye ettiği Latin yazısına kalsa, kalem ve kâğıt derken, mesela, neden kalemin “k”sını ? (kaf) yani kalın ve neden kâğıdın “k”sını ? (kef) yani ince telaffuz ettiğimizin cevabını asla bulamayız. “Bir kalemde” derken neden bu tabiri kullandığımızı nasıl bilmiyor isek, kalem derken neden ve kâğıt derken neden dediğimizi de bilmiyoruz. Her şey muamma.

“Bir kalemde” tabiri doğrudan Türk yazısının hususiyetleri ve bariz vasıfları sebebiyle doğmuş bir tabirdir. Ve biz eğer bugün Kur’an harfleriyle okuyup yazıyor olsa idik neden “bir kalemde” dediğimizi bir kalemde fehmedecektik. Çünkü Kur’an harfleriyle yazılan Türkçe bir kalemde yazılır. Mesela “kalem” mi yazmak istiyorsunuz; elinizi hiç kaldırmadan bir seferde ve çabucak şu şekilde yazabilirsiniz. Bugün mecbur edildiğimiz Latin yazısının tam tersi bir hususiyet. Latin yazısı ile değil bir kalemde “kalem” yazmak, bir kalemde “k” harfini bile yazamayız. Önce “k”nın dik çizgisini çekip sonra elimizi kaldırıp “k”nın çizgisine dik bir “v” harfi yapmak zorundayız. “Bir kalemde” tabiri Türk yazısının bir kalemde yazılması sebebiyle doğmuş ve “bir kalem”, “bir kalemde” şeklinde bir tabir olarak lisanımıza girmiştir. Burada dikkate değer bir husus da yazımızın bariz bir vasfından ötürü doğmuş bir tabirin okuryazar olsun veya olmasın bütün bir milletin diline dolanması ve dolayısıyla Türk yazısının Türk hayatındaki yeri hakkında bize bir fikir vermesidir. Okuryazar olmayanlar da “bir kalemde” demekle ne dediklerini gayet iyi biliyorlardı. Çünkü bir kalemde yazmak müşahede edilebilir bir şeydir. Kâtipler, arz-ı halciler olduğu gibi, “Kâtip arz-ı halim yaz yâre böyle” diyenler de vardı.

Peki, Türk yazısının hangi vasıfları bir kalemde yazmayı sağlayıp “bir kalemde” diye bir tabirin doğmasına vesile olmuştu? Evvela Kur’an harfleriyle yazılan Türk yazısı sağ elle ve sağdan sola yazılır. Meşhur bir “yesari” hattatımız vardır lakin onun yesari yani solak olmasının sebebi sağ tarafının doğuştan felçli olması hasebiyledir. Sağ elle sağdan sola yazmak insan için tabii bir hatt-ı harekettir. Bunun için günlük hayatımıza bakmak kâfi olacaktır. Sağ elimizde neyi tutarsak tutalım tuttuğumuz şeyin hareket yönü tabii olarak sağdan soladır. Biz çocukluğumuzdan beri Latin yazısını sağ elimizle soldan sağa yazmaya mecbur edildiğimiz ve gayr-i tabii olana zorlandığımız için tabii halin de pek farkında değiliz. Mesela, dikiş dikerken sağ elinizdeki iğnenin hareket yönünü düşünün. İğneyi soldan sağa doğru hareket ettirmeyi belki tasavvur bile edemezsiniz. Gayr-i tabiidir çünkü. Ancak iğneyi sağdan sola doğru hareket ettirerek dikiş dikebiliriz. İşte biz bugün Latin yazısı ile yazarken iğneyi soldan sağa doğru hareket ettirerek dikiş diker gibi yazıyoruz. Üç buçuk harfli Latin yazısı matah bir şey olsaydı bile, yine bir kalemde yani çabucak yazılamazdı. Yine aynı şekilde sağ elinizde bir kılıç tuttuğunuzu ve karşınızdaki düşmana çaldığınızı düşünün ve aynı işi sol elinizle yaptığınızı düşünün ve aralarındaki kuvvet ve sürat farkını sağdan sola yazmanın tabii oluşuna ekleyin. Yani sağ elin sağdan sola doğru olan hareketi tabii olduğu gibi kuvvetli ve süratlidir de. Türk yazısının kesik uçlu kalemle yazılması ve kalemin ucunun daima kâğıdın boş, yani yazılacak cihetine doğru hâzır ve nâzır bulunması da yazımızın bir başka vasfıdır.

Türk yazısının vasıflarından bir diğeri de harflerimizin birbirleriyle belli kaidelerle birleşmesi ve bitişik yazılmasıdır. Birkaç tane birleşmeyen yani munfasıl harf olmakla beraber -ki onlar da kendinden önceki harfle değil yalnızca kendinden sonra gelen harfle birleşmez- umumiyete yakın bir ekseriyetle birleşen harflerden mürekkeb bir yazımız vardır. Kalem misalinde olduğu gibi Türkçe kalem böyle yazılır: ve kaf’ın () lam () ile, lam’ın mim () ile nasıl birleşeceği kaidelerle sabit olduğu gibi kaidelerden habersiz birinin bedaheten de kalem yazarken harfleri o kaidelere muvafık bir şekilde birleştirmesi normal bir harekettir. Çünkü harflerimizin şekli ve yapısı kalem tutan eli belli bir birleştirme hareketine kendiliğinden sevk edecek durumdadır. Bu husus Latince el yazısına hiçbir şekilde benzemez. Latince el yazısı herkesin kendi el yazısı olmakla beraber, yani bir nevi şifreli yazı olmakla beraber Türk yazısı İslâm yazı çeşitlerinden birinin kaidelerine muvafık olması sebebiyle el yazısı hükmündedir. Mesela Namık Kemal’in el yazısını, rika yazısından haberdar iseniz okuyabilirsiniz. Çünkü Namık Kemal’in yazısı rika hattında kendi el yazısıdır. Kütüphanelerimizde bulunan el yazması eserlerin çoğu Kurân-ı Kerim’in de yazıldığı nesih hattı ile yazılmıştır ve nesih yazısını bildiğiniz zaman o el yazmasını kimin yazdığını mevzubahis etmeden rahatça okuyabilirsiniz. Tabii harflerimizin şekli çok mühim bu mevzuda. Bizim harflerimiz Latin harfleri gibi girintili, çıkıntılı, geometrik tarzda şekillere sahip olmadığı için birbirleriyle birleşmeye elverişli bir yapıya sahip. İşte bütün bu hususiyetler; harfleri birbiriyle birleştirerek, elimizi hiç kaldırmadan sürat ve suhuletle, bir kalemde, yani bir seferde ve çabucacık “kalem” yazmamızı sağlamıştır. Mesela bu hususta Enver Paşa bizim seferberlik dediğimiz Birinci Cihan Harbi sırasında yeni bir imla denemeye çalışmış, Türk yazısını aynen Latin yazısındaki gibi her harfin birbiriyle birleşmeden birbirinden ayrı olarak yazdırmak için bir elifba tertip etmişti. Ama millet bunu, bırakın kabul etmeyi, “Enver imlası” diyerek alay konusu bile etmişti.

Hususen Arapça ve Farsça menşeli kelimelerde bugün “sesli harf” denilen “sait harfler”in hepsinin yazılmaması da bir kalemde yazmanın bir başka vechesidir. Kaf (), lam () ve mim’den () ibaret bir şekilde yazılan “kalem” kelimesinde olduğu gibi. Latin yazısında a ve e seslileri olarak gösterilen “elif” harfi bu kelimeyi yazarken kullanılmaz. Zaten buna lüzum da yoktur. Latin alfabesiyle düşünmek bunu anlamaya mani olabilir. Kalem kelimesi Latin alfabesiyle sesliler olmadan “klm” şeklinde yazıldığı zaman, bu kulum, kelim, külüm, kilim, kelam, kalım, kalem diye çok çeşitli okunabilir. Ama bizim yazımız böyle değil. Çünkü bizim yazımızda bugün kalın sesli ince sesli harf dediğimiz gibi, kalın sesli ince sesli sessiz harfler vardır. Samit harflerimiz yani (kaf, ayn, ğayn, sat, tı, hı) gibi kalın harflerimiz (kef, he, hemze, sin) gibi ince sesli harflerimiz vardır. Kalın sesli harf kalın sesli ile, ince sesli harf ince sesli ile okunur. Onun için mesela a sesi kalın, e sesi ince olduğu için kimse kaf harfini gördüğü zaman (kalem) kelimesini (kelam) diye okumazdı. Çünkü “kelam” kelimesindeki e harfi baştaki harfin (kaf) değil (kef) olduğunu gösterir. Bugün bu farktan haberdar olmamamıza rağmen kalem derken “k” harfini kaf, kelam derken ise kef harfi gibi söylüyoruz. 

Bir kalemde yazmak bir seferde ve çabucak yazmak demek olduğu gibi aynı zamanda tashihsiz yazmak da demektir. Bugün “düzeltme” deniyor tashih yerine. Lakin düzeltme başka bir şey, tashih başka. Tashih dediğimiz zaman işin içine sıhhat ve sahih kelimeleri de giriyor. Bu üç kelime de aynı kökten ve anlıyoruz ki tashih etmek sıhhatini iade etmek, sahih hale getirmek demek. Tashihsiz yazmak da yazılanın sahihliğine halel getirmeden yazmak demek. Bir kalemde yazmak deyince zaten illüzyonistlerin “el çabukluğu marifet”ine benzer bir şeyden bahsetmiyoruz. Yazı yazmak demek ne yazdığını bilmek ve bildiğini yazabilmek demek. Ezberlenmiş, öğretilmiş bir cümleyi yazmak yazı yazmak manasına gelmez. 

Türk yazısı hangi sebeplerle bir kalemde yazılıyorsa yine aynı sebeplerle bir kalemde okunur. Okumak zaten gözün harflerle ülfetinden hâsıl olan bir şeydir. Latin yazısının geometrik şekilleri bu yazıyı bir kalemde okumaya manidir. Latin yazısı nasıl yazarken bir kalemde yazılamıyorsa okunurken de gözlerin o girintili çıkıntılı şekilleri bir kalemde, çabucak, bir seferde takip etmesi mümkün değildir. Gözler Latince bir “z” harfini müşahede edene kadar Türk yazısı ile yazılmış (kalem) kelimesini okuyup geçer. Tabii yine Latin yazısında harflerin birleşmemesi ve bütün sesli harflerin yazılması da bir kalemde okunmasına manidir. Bugün televizyonlarda altyazı diye bir şey var. Yahut altyazılı filmler olur. Hatta birçok kimse filmi altyazılı olduğu için seyretmez. Altyazıya yetişemediklerini söylerler ki haksız da sayılmazlar. Mesela CNN veya BBC televizyonları ile Al Jazeera televizyonun altyazılarının akış süratini mukayese edin. Al Jazeera televizyonunda sağa doğru akan Arapça altyazıların, BBC ve CNN televizyonlarının sağdan sola doğru akan İngilizce altyazılarından bir bakışta fark edilecek kadar bariz bir şekilde çok daha süratli aktığını hemen fark edersiniz. 

Türk yazısı Türk hayatından tard edilince yalnızca neden bir kalemde dediğimizin cevabını değil, okuma yazmadaki sürat ve suhuletimizi de kaybettik. 1928’den sonra Kur’an harfleriyle tahsil görmüş olan hocalar mekteplerde talebelere derslerini kendi hocalarından aldıkları dersin süratinde veremediler. Hiçbir talebe hocanın sınıfta takrir ettiği dersi aynen yazmaya güç yetiremedi. Hocalar derslerini daha yavaş takrir etmek zorunda kaldılar. 1920 yılında Ankara’da henüz idadi -bugünkü lise- talebesi iken Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ile beraber heyet-i tahririye azası olarak giren Salih Onar, 1965 yılında Milliyet Gazetesi’ne verdiği mülakatta, “Meclis kürsüsünde hatiplerin söylediklerini değil tek kelime kaçırmadan, tek hece bile kaçırmadan yazmak zor olmuyor mu idi?” sualine cevaben “Yooo! Nasıl olsa sınıfta hocanın anlattıklarını yaza yaza alışmıştık, bugünkü deyimle antrenmanlı başlamıştık işe.” demiş. 1920’de meclise heyet-i tahririye azası olarak sınıf arkadaşı Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ile birlikte giren Salih Onar’ın doğum tarihini bilmiyorum. Ama Velidedeoğlu’nun doğum tarihi 1904. Aynı mülakatta Salih Onar “Harf inkılabından sonra bu Latin harfleriyle nasıl olur da süratli yazabiliriz diye kara kara düşünürdük ve ağzımızı bıçak açmazdı.” diyor. Latin harfleriyle kürsüde hatiplerin irad ettiği nutukları yazmak mümkün olmadı tabii ve Latin harfleriyle yazan milletlerin süratli yazı yazabilmek için bulduğu çarelerden olan stenografiye muhtaç hale gelindi. Avram Benaroya isimli bir Yahudi, meclise stenografi hocası olarak girip heyet-i tahririye azalarına kurslar verdi. Stenografi, Latin asıllı Fransızca bir kelime ve “daraltarak, kısaltarak yazmak” demek. Stenografinin kökleri Roma İmparatorluğu devrine kadar gidiyor. Cicero’nun senatodaki nutuklarının stenografik tarzda zabt edilişini tarih kitapları yazıyor. Modern manada stenografi ise bütün Avrupa’da XIX. asırda yaygınlaşmış. XIX.asır aynı zamanda özbeöz Türk yazısı olan rika yazısının umumun el yazısı olduğu asırdır. Bu asırda yaşamış ve Avrupa’yı gidip görmüş orada bulunmuş bir Türk Şairi Namık Kemal bir mektubunda Latin yazısının daha süratli yazıldığını zanneden muhatabına şu cevabı vermişti: “Ben de ömrümde benim Türkçe yazdığım kadar süratli yazı yazar bir Firenk görmedim. Bu tecrübe sana istinograflıktan geliyorsa yanlış bir fikre zahib olursun, bir kere merak etmiş Türkçe bir istinograf tertibi yapmıştım. Anınla tekellüfsüzce dakikada seksen kelimeden ziyade yazmak mümkün olurdu.” Namık Kemal’in kendi kendine ve tekellüfsüzce tertib ettiği stenografi o günün şartlarında stenografi makinesiyle temin edilen süratle yarışacak durumdaydı. Bir de Namık Kemal yazı yazmak ile stenograflığı haklı olarak birbirinden ayırıyor. Stenografi, her ne kadar kelimenin aslında “graf” olsa da yazı değildir. Sembollerle simgelerle örülü, kurslarla öğrenilen, herkesin okuyamayacağı, yalnızca yazanın okuyabileceği şifreli bir zabt etme türü stenografi. Yazı ise en sarih ifade ile okunabilen şeydir, okunamayan şey yazı değildir.

“Söz uçar yazı kalır” derler. Lakin bizim şu halimiz için “Yazı uçurulduğu için söz havada kalıyor” dense yeridir. Yazımız elimizde olmadığı için ne “bir kalemde” derken ne dediğimizi biliyoruz ne de “bir kalemde” yazabiliyoruz. Lisanımızın doğduğu yazının hususiyetlerinden, vasıflarından haberdar değiliz. Rasulullah hadisleri ezberlemekte güçlük çektiğini söyleyen bir sahabeye eliyle yazı yazarmış gibi yaparak “Sağ elinden yardım al” demiştir. Yazımız elimizde olmadığı için neyi kaybettiğimizi hatırlayamıyoruz.