"KALP İLE TASDİK" Paneli Tam Metni

Durmuş Küçükşakalak:

Selamun aleyküm,

Bugün İsmet Bey’in İstiklal Marşı Derneği internet sitesinde yayınlanan yazılarının bir kitap haline gelmesi vesilesiyle bu toplantıyı tertip ettik. Kitabın ismi: Dil ile ikrar. Kalp ile tasdik değil. Panelin ismini de Kalp ile Tasdik koyarak imanın şartı olan “kalp ile tasdik, dil ile ikrar” hükmünün ne manaya geldiğini izah etmeye çalışacağız. Yani kitabın ismi niçin Dil ile İkrar konmuş, ikisi bir anılmamış? Çünkü bu münafıkları kale almayan yazılardan müteşekkil bir kitap, yani mü’minden mü’mine yazılmış yazılardan müteşekkil bir kitap. Sadece dil ile ikrar! Aynı şeyi kalp ile tasdik ettiğini var sayarak muhataplarına ulaşmış yazılar bunlar. 

Şimdi ehl-i sünnet içinde acaba bu terkip niçin oluşturulmuş? Kalp ile tasdik dediğimiz şey tamamen münafıkları bertaraf etmek üzere oluşturulmuş bir terkiptir. Biz bugün şartlandırmalar içinde öyle bir dünyada, o biçim bir kafa konforuyla yaşıyoruz ki sanki münafıklık Resul-i Ekrem döneminde kalmış bir sınıflandırma gibi… Yani bugün Müslümandan çok bir şey yok! Münafıklık tarihte kalmış bir kategori! Bu mantık başta Türkiye’de, tüm dünyada böyle… Böyle bir mantıkla bakıyoruz. Bu çocuk mantığıyla… Mesela ben lise üçüncü sınıfa kadar Yahudi’nin İsrail’de yaşadığını, Ermeni’nin Ermenistan’da olduğunu, Rum’un Yunanistan’da olduğunu zannederdim. İlk defa Adana’da eniştem Adana’yı gezdirirken burası Ermeni mahallesi, bak bunlar Ermeniler falan dediğinde hayret içinde kaldım. Nasıl yani? Böyle Türkiye’de Ermeni var falan… Daha sonra bir dolmuşun içinde yanımdan geçen zülüfleri uzamış iki fötr şapkalı Yahudi gördüğümde şaşırdım mesela. Şimdi şunu düşünelim: Resul-i Ekrem kanlı canlı hayattayken sayıları mebzul miktarda münafıklardan bahsediyor, okuyoruz bunları. Resul-i Ekrem ölmeden önce münafıkların isim isim listesini verdiği sahabeyi biliyoruz. Hatta anlatılır işte Hazreti Ömer cenaze namazı kıldıracağında bakarmış o sahabe var mı yok mu arkasında. Huzeyfe el-Yemani radıyallahu anh. Bir defasında, bir cenaze namazında yine bakıyor Huzeyfe yok ve telaşla terk ediyor namazı.

İsmet Özel: Kendi namaz kıldıracağı bir cenaze.

Durmuş Küçükşakalak: Nasıl dediniz?

İsmet Özel: Kendisi cenaze namazını kıldıracak, bakıyor cemaatte kimler var kimler yok diye. Bakıyor Huzeyfe yok başkası kıldırsın deyip kaçıyor.

Durmuş Küçükşakalak: Evet. Huzeyfe’nin de yakasına yapışıyor: Söyle o isimler içerisinde ben de var mıyım? Yani bu hayat boyu hesaba katmamız gereken bir şey. Yani biz hayata geldiysek Müslüman ölme garantimiz yok. Zaten Kur’an-ı Kerime de bakarsak kâfirden çok münafık anlatılır. Münafikun suresi diye bir sure vardır. Mealen o sureyi okuyacağım münafıklar neymiş ne değilmiş. Kısa bir sure zaten:

Münafıklar sana geldiği zaman «Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah’ın peygamberisin» dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette Onun peygamberisin. (Fakat) Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da biliyor.

Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah’ın yolundan saptılar. Hakikat, onların yapdıkları şeyler ne kötüdür!

Bu (kötü amelleri şundandır:) Çünkü onlar (zahiren) îman ettiler. (Fakat) sonra (kalpleriyle) kâfir oldular. Bu yüzden kalplerinin üstüne (küfür) mühr (ü) basıldı. Onun için onlar (îmanın hakikatını) anlamazlar.

Onları gördüğün zaman gövdeleri (kalıpları, kıyafetleri belki) hoşuna gider. Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. (Halbuki) onlar giydirilmiş  odunlar gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. (Asıl) düşman onlardır. O halde onlardan sakın. Allah gebertsin onları. Nasıl olup da döndürülüyorlar?

Onlara «Gelin, Allah’ın peygamberi sizin için istiğfar ediversin» denildiği zaman başlarını çevirdiler. Gördün ki onlar kibirlerine yediremeyerek halâ yüz döndürüyorlar.

Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha onlara istiğfar etmemişsin, haklarında birdir. Allah onları kat'iyyen yargılamaz. Şüphe yok ki Allah fasıklar güruhuna hidâyet etmez.

Onlar öyle kimselerdir ki «Allah’ın peygamberi nezdinde bulunan kimseleri beslemeyin. Tâki dağılıp gitsinler» diyorlardı. Halbuki göklerin ve yerin hazîneleri Allah’ındır. Fakat o münafıklar ince anlamazlar.

Onlar «Eğer Medîneye dönersek, andolsun, en şerefli ve kuvvetli olan  oradan en hakir olanı muhakkak çıkaracaktır» diyorlardı. Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah’ındır, peygamberinindir, müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.

Ey îman edenler, sizi ne mallarınız, ne evlatlarınız Allah’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

Herhangi birinize ölüm gelib de «Ey Rabbim, beni yakın bir müddete kadar gecikdirseydin de sadaka verib dursaydım, iyi adamlardan olsaydım» diyeceğinden evvel size rızk olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayın.

Halbuki Allah hiçbir kimseyi, eceli gelince, asla geri bırakmaz. Allah, ne yaparsanız, hakkıyle haberdârdır.

Evet Münafikun Suresi’nde onlar, onlar, onlar… diyerek üstüne basa basa bahsettiği, daha bir çok ayetlerde bahsettiği münafıklar, Müslümanın başına kafirlerden daha çok bela açan insanlardır. Türklük burada devreye girer. Türklük tarih boyunca münafıklığı devreden çıkaran unsur olmuştur. Başlangıcından itibaren, İsmet Bey Türklüğü Medine’de başlatır; Mescid-i Dırar hadisesiyle. Orada münafıkların yaptığı mescidi Resul-i Ekrem’in yıktırmasıyla Türklüğün bir tavır olarak başladığını söyler, öyledir. Münafıklığı devreden çıkarmak suretiyle Türklük başlar ve Türk Türkle sarahaten münafıkları kaale almayarak konuşabilir. Türklük doğuşundan bugüne nifaktan arınmışlık manasına gelir. Türk münafığı en başta dilinden bilir. Dile getiremeyişinden…

Bugün dünyada bir buçuk milyar, bir buçuk milyarı aşkın hatta Müslüman var. Bırakın dünyayı Türkiye’nin %99’u Müslüman… Kimse şunu sormuyor, bu nasıl iştir? Bu kadar Müslüman var ve dünyada Müslüman kanından başka şu anda hiçbir şey dökülmüyor. Böyle bir şey olmaz. Bırakın siyasî, tarihî olarak böyle bir şeyin olamayacağını; bu vaziyet fizik kurallarına aykırıdır. Türkiye’yi Türkler yönetmediği için bugün tüm dünyada Müslümanlar katliama tabi tutulabiliyor. Çünkü Yahudilere göre Türkiye Türklerin yönetimine bırakılmayacak kadar kıymetlidir. Bu cümleyi Mehmet Ali Birand ölmeden önce açıkça itiraf etmiştir. Dünyada ve Türkiye’de bu kadar Müslüman var ama Müslümanlar katliama tabi tutulabiliyor? Bunu kendi kendimize sormamız lazım. Türkiye’ye hassaten bu soruyu odaklaştırmak lazım. Çünkü etrafımız yine hakeza sadece Müslüman kanıyla sulanıyor şu anda. 

Türkiye’de münafıklık Osmanlı’dan tevarüs edilen şekilde gelmiş bir mirastır. Çocukluktan başlar bu iş… Çocuklar münafıklığı ebeveynlerinden öğrenirler. Bu oradan sirayet ederek gelir ve bizim işte toplum yapısı dediğimiz o şey Osmanlı düzeni bozulduktan sonra, Tanzimat’tan sonra yani hangi milletin yerinin neresi olduğunun izi kaybedildikten sonra o milletler Müslüman numarası çekmek zorunda kalmışlardır. Ne zaman? İstiklal Harbi’nden hemen sonra. İstiklal Harbi’nden sonra 1923-25’tir bizim %99 Müslüman olduğumuz tarih. Ondan önce bu topraklarda yaşayan insanların %45-50’siydi Müslüman olanlar resmi rakamlarla. %50-55 gayrimüslim nüfus vardı ve biz iki yıl içinde %99 Müslüman oluverdik. Bunu hesaba katarak yaşamak, bakmak lazım. Yani bugün işte güncel olarak ortaya bir münafık koyuyorlar ve münafıklar münafığa münafık deme yarışına katılıyorlar. Yani gâvurlar miadını doldurmuş bir münafık tespit ediyor, bakın bu münafık diyor delilleriyle, ispatıyla, görüntüleriyle, resmi evraklarıyla… Ekranlardan bakın bu münafık diye herkesin önüne bir münafık atıyorlar ve öbür münafıklar ona münafık demekle münafıklıklarını gizliyorlar. Böyle bir ortamda yaşıyoruz. Bu özellikle 15 Temmuz’dan sonra böyle. Türkiye’de vatan haini o kadar çok ki işte bir kişiye vatan haini demekle sen kahraman oluyorsun. Böyle abuk sabuk bir ülke haline geldik bugün. Şimdi ben konudan uzaklaştım biraz. Fikret Demir hocaya söz vereyim. Buyurun.

Fikret Demir:

Merhabalar. Muhterem Genel Başkana teşekkür ediyorum. Ben de onun bıraktığı yerden devam edeyim. Panel imanın tanımının, tarifinin bir kısmı. Bir kısmı da önümüzdeki kitaba isim olmuş: "Dil ile İkrar". Kalp ile tasdik. Bu ifadeyi Türkî’de daha çok benimsemişiz. Arabî olarak yine imanın tanımı için "" ibaresi de vardır. Yine aynı şekilde lisan ile ikrar, cinân dediği de kalp, kalp ile tasdik denmiş. 

Mesele şu ki; hem panelin hem kitabın hem fahri genel başkanın hem de İstiklal Marşı Derneği’nin işaret ettiği, ifade ettiği şey imana taalluk ediyor. Bunun dışında başka bir şey yok. Ne kitabın isminden ne panelin isminden başka bir şeyi anlamak mümkün değil. Ben meseleyi biraz daha farklı bir çerçeve içerisinden ifade etmeye çalışacağım. İbnü’l Esir, ‘Meselü’s-Sair’ adlı kitabının mukaddimesinde şöyle diyor; “ Hazret-i Adem aleyhisselam cennetteyken Arabî tekellüm ederdi. Şeytanın iğvasına kapılıp cennetten kovulunca Süryanî tekellüm etmeye başladı. Daha sonra Allah c.c.onun tövbesini kabul edince yine Arabi tekellüm etmeye başladı. Hoş bir nükte gibi duruyor. Acaba nükte mi yoksa meselenin aslına, esasına işaret eden bir şey mi?

Hiç şüphesiz biz elvanımızı da elsinemizi de ayet-i kerimenin ifade bildirdiği üzere Allah’ın ayetlerinden kabul ederiz. Ama yine de bir dil alimi bunu demişse üzerinde düşünmek lazım. Hadiseyi hatırlayalım Kur’an’dan öğrendiğimiz şekliyle, şeytanın iğvasına kapılıyor Adem aleyhisselam ve cennetten kovuluyor. Ayet-i kerimede şöyle deniyor:

Şimdi Hazret-i Adem’in tövbesinin kabul olması hadisesine geleceğiz. İtaat ettiğinde Arabî tekellüm ediyordu, isyan edince ya da iğvaya kapılınca Süryanî tekellüm etmeye başladı Tövbesinin kabul olması ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: "Âdem Rabbinden kelimeleri aldı",

"bunlar üzerinden, bunlarla tövbe etti."

"Sonra bütün bunların da fevkinde Allah tövbeleri kabul edendir." Demek ki lisanın aslında, esasında Allah'tan alınması söz konusu. Demek ki hani Allah'tan aldığı için tekrar Arabî tekellüm etti diyor İbnü’l Esir.

Şimdi bundan hareketle meseleyi iki buuduyla ele alabiliriz. Türk lisanı, Lisan’ı Türki dediğimiz, Türkçe dediğimiz lisanın aslı esası nedir? Birincisi bu. İkincisi biz 1928’den Kur’an harfleri elimizden alındıktan sonra neye duçar olduk? Eğer bu nükte üzerinden devam edecek olursak şu an Latin hurufatıyla yazarak bir çeşit Süryanice’ye muhtaç ya da duçar edilmiş durumda mıyız?. İkincisi bu. Ben böyle olduğu kanaatindeyim çünkü yine ilerleyen kısmında konuşmanın ifade etmeye gayret edeceğim lisana ihanet etmek zulümdür ve insanoğlunun yapabileceği en büyük zulümlerden birisi ve Allah hiçbir zalimi, hiçbir zalim kavmi hidayete erdirmez.

Dolayısıyla bu kitabın bu panelin İstiklal Marşı Derneği’nin yazımıza geri dönmeliyiz derken neyi işaret ettiği neyi ifade etmeye çalıştığı sarahate kavuşsun diye. Dil ile ikrar kalp ile tasdik diyoruz. Dil deyince bizim lisanımızda hem tekellüm etme telaffuz etme deme söyleme uzvumuza dil diyoruz hem de onunla dile getirdiğimiz şeyi de ifade etmek için kullanıyoruz. Dil belası da diyoruz mesela. Dil belası da muhtevasını Rasul-ü Ekrem’in hadis-i şerifinden alıyor. Neden dile bela diyoruz? Çünkü Rasullullah Aleyhissalatu Vesselam buyuruyor ki bana dilinizi ve fercinizi garanti edin ben de size cenneti garanti edeyim. Demek ki dil neyi ikrar ediyor neyi söylüyor söylediğini kulağı duyuyor mu duymuyor mu çok asla ilişkin bir şey. 

İkrar meselesiyse yine ister kelimenin Türkçe’deki müştakları üzerinden yürüyelim… karar diyoruz. Müstakar olmak diyoruz, karar kılmak karar vermek diyoruz. Söylemek değil telaffuz etmek değil. İkrar. Dilimizle bir şeyi ikrar ediyoruz. İster Arabi sözlüklere bakın ister Türkçedeki istimaline bakın kelime mana olarak:’bir şeyi yerleştirmek. Bir şeyi sabitlemek anlamlarına geliyor. Mesela çadırı meraya ikrar ediyor Arabi’de. Yerleştiriyor, kuruyor. Böyle bir şey. Bunun dışında yine ikrarın itiraf manası da var yani dil ile bir şeyi, bize ulaşan bir şeyi, ikrar ediyor, dilimize yerleştiriyoruz. Dil ile ikrar ve bu ikrardan dönmüyoruz. İkrar bugün çok kullanılan bir kelime değil ama ister Karacaoğlan’a ister Yunus’a bakın şiirle irtibat kurup yakınlık temin edildiğinde görülür ki sıkça kullanılmaktadır. İkrar vermek, ikrarından dönmek ve ikrar sahibi olmayan ikrarından dönen hiçbir şekilde ciddiye alınır bir insan kabul edilmez. 

Bu meselenin aslı neyle alakalı? Bu meselenin de aslı kal-u belayla alakalı. Çünkü biz hayat-ölüm arasındaki çizgiyi bezm-i elestten başlatıyoruz. Orada ervah-ı ezelde biz Allah’ın c.c. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine “Elbette ki bizim rabbimizsin.” diyerek bir ikrar verdik. Dolayısıyla ikrarından dönen buradaki ahdine sadakat de bir kusur işliyordur . Bizim birisine ikrar vermemiz veya söz vermemiz muhteva olarak kendimizden menkul bir şeye istinat etmez. Dar-ü dünyadaki ömrümüz eles bezmindeki ikrarın terk edilmemesi esasına dayanır. O nedenle ikrar verir ve ikrarımızdan dönmeyiz. Aklıma Karacaoğlan’dan bir dörtlük, arkasından da Pir Sultan Abdal’dan okumak geldi. Karacaoğlan diyor ki:

Madem dilber meylin yoğ idi bende 
Ezelinden ikrar vermeyeydin 
Muhabbettir güzelliğin nişanı 
Uğrun uğrun bakıp gülmeyeydin.
Pir sultan abdal da diyor ki:

İkrar verdim bu ikrarı güderim
İkrarımdan dönmem yolun ucundan
Eksikliğim bilip yoldan kalmadım
Tarikim ararım dinin ucundan

Ahtı bütün ikrarında bîkarar
Söz verip, durmayan yari neyleyim?
Rast gelsem tenhada bana bergüzar
Bir buse vermeyen yari neyleyim?

İkrarla alakalı çok daha harika, harikulade şiir, dörtlük, mısra bulup okumak mümkün. Dil ile ikrar dedik, kalp ile de tasdik diyoruz. Hem ikrar kelimesi olsun, buna dikkat etmek lazım, bize geleni ikrar ediyoruz. Bize gelen haberi ikrar ediyoruz. Ne ikrarda ne de tasdik kelimesinde, dilin icat ettiği bir şey söz konusu değildir. 

Buradan tasdik kelimesine geçecek olursak aslı sıdk, sadakat. Hemen her Türkün aklına benim gibi sizin de Hazreti Ebubekir gelir. Hazreti Ebubekir Radiyallahu Anh’a sıddık denilmesinin sebebi malumaliniz. Müşrikler gelip müstehzi bir edayla diyorlar ki senin dostun buradan mescidi aksaya oradan da göklere gittiğini söylüyor, hani oraya kadar işi vardırdı. Sen ne diyorsun? O söylüyorsa öyledir diyor, doğrudur. O yüzden kendisinde -mübalağalı ismi fail, sadık; doğru söyleyen onun daha mübalağalısı daha da vurgulusu sıddık. Bu lakap Hazreti Ebubekir’e veriliyor. Bir şeyi tasdik etmek demek de tabiatı gereği tekzip etmemek demek tasdiğin zıddı tekzip, yalanlama. Bize ulaşan haberi dilimizle ikrar ettiğimizi kalbimizle de tasdik ediyoruz. Bütün bu kelimeler, bütün bu kavramlar Kur’an’dan. Bütün bu ıstılahlar Kur’an’dan. Ayeti kerimede, estaüzübillah:

"Allah'tan daha doğru sözlü bir varlık mı var?" Yine aynı üslupla:

Vaadinde sadık olmak. Bütün bunlar bizim dilimize Kur’an’dan dahil olmuş şeyler. Dolayısıyla sıdk, sadakat bize ulaşan bir haberin tasdikine raci.

Kalp meselesine geldik, kalbimizle tasdik ediyoruz. Dikkat edilirse dil için de kemiği yoktur deriz biz, lisan-ı Türkî’de; ‘dilin kemiği yoktur.’ Kalp de mana olarak bir şeyi sarf etmek demek, yani bir şeyin çokça dönmesi, değişebilmesi, dönüşebilmesi. İnsanın o, derunundaki yapının kalp diye tesmiye edilmesinin de onun çokça dönmesiyle alakalı olduğu ifade edilir. Kuran-ı Kerim’de kalp kelimesi müştaklarıyla beraber sıkça kullanılır örneğin: "inkılab/" Esteûzübillah:

Rasullullah aleyhi vesselamın ölümsüzlüğü gibi bir iddia ortaya atılınca bu ayet-i kerimede şu ifade ediliyor: "Muhammed de ölümlü bir rasuldür. O, şehid edilir veya ölürse siz gerisin geriye inkilab mı edeceksiniz, ya da topuklarınız üstüne bu işten vaz mı geçeceksiniz?" İnkılab böyle bir şey. Yani inkılablar diyorlar. Bunu Latin hurufatıyla yazdığınız zaman kelb, köpeklik manasına gelir. İster inkılab, ister inkilab okuyun bu içten içe köpekleşmek manasına gelir. Yani, Latin hurufatıyla inkilablar dediğimiz de, bunun köpekleşme dışında hiçbir manası yoktur. Çünkü  harfi yok. Ya transkripte edeceksiniz transkripte edemediğinize göre, inkilablar dediğiniz de köpekleşme manasına gelir. Fakat kaf ile yazılan inkılab () gerisin geriye dönmek veya dönüşmek manasına gelir. Kuran-ı Kerim’de kalp ve muştakları yüzün üzerinde kullanılır. Hadis-i Şerif’lerde de çok üzerinde durulan bir meseledir. Genel  Başkan da ifade etti, meselenin oturduğu zemin,  münafıklık, nifak meselesi. Daha teorik bir zeminde konuşmaya kalkışırsak eğer, teori-pratik; zahir- batın ilişkisi. Şimdi İslam’da bu mesele nerede durmaktadır. Bununla ilgili hadis-i şeriflerden bir tanesi şu, Rasul-u Ekrem buyuruyorlar ki:

"Agah olun! Bedende bir et parçası vardır." 

"O et parçası Salih olursa, vücudun diğer  bütün uzuvları olan bu salihlikte ona tabi olurlar."

"Eğer fasid olursa, bozulursa,"

"bu sefer de vücudun diğer  bütün uzuvları bozuklukta ona tabi olurlar."

"Agah olun! Dikkat edin! İşte o kalptir." Demek ki, kalbin bozukluğu ve sıhhati, insanın zahirindeki bozukluğu ve sıhhati de belirleyen şeydir. Eğer bir nifak söz konusu ise burada kalp sıhhatsiz demektir. Onun bozukluğu bedene, diğer uzuvlara sirayet ediyor demektir.  Hz. Ömer ile ilgili şöyle bir rivayet var: namaz kılan birini görüyor ve namazında titizlenmediğini -etrafındakilerle beraber- görünce şöyle diyor Hz. Ömer: , "Eğer kalbi huşu duysaydı diğer azaları da huşu duyar, namazını ciddiyetle kılardı." Demek ki kalbin söylediği ve yaptığı şey hususunda bir rikkate, bir dikkate  sahip değil. Yine bütün bunların, buraya kadar ifade edilenlerin, çok daha sarih ifade edildiği bir hadis-i şerif var, ben İbn-i Teymiye'nin bir eserinde gördüm. Lisan, kalp ve iman arasındaki irtibat neye taalluk eder? Buraya geçmeden önce, Yunus’un şiirini hatırlayacaksınız. Çıktım erik dalına anda yedim üzümü diyor. Bu şiirden iki dörtlük okuyayım. Eğer dil ile ikrar, kalp ile tasdik edilmiyorsa neye duçar oluyoruz. Nifak, münafıklık böyle bir durumda başımıza geliyor? Yunus, o şiirin devamında diyor ki:

Bir sinek bir kartalı
Salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir
Ben de gördüm tozunu

Bir sinek bir kartalı yerden yere vurmuş, şair de bunun tozunu görmüş. Şair bu şiiri şöyle bitiriyor;

Yunus bir söz söylemiş 
Hiçbir söze benzemez
Münafıklar elinden
Örter mana yüzünü.

Eğer, hangi hususta olursa olsun iman; dili ile ikrar ettiğini kalbi ile tasdike müteveccih değilse, orada cari olan münafıklık ve nifaktır ve böyle bir ortamda da sinek, kartalı yerden yere vurur – işte bu onbeş temmuz hadiselerinde olduğu gibi- kaç yıl onun tozu, insanların gözlerini ve kulaklarını meşgul eder onu Allah bilir. Böyle bir şeye duçar ediliyoruz. 

Bu ortamı iyi görmek bakımından Avrupa Birliği Parlamentosu Başkanı tavsiye niteliğinde bir konuşma yapıyor. Biz diyor Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olarak girmesine taraftar değiliz fakat Türkiye’ye üç hususta yüksek seviyeli iş birliği teklif ediyoruz. Bunlardan birincisi mülteci meselesi, ikincisi terör meselesi, üçüncüsü iktisadi işbirliği diyor.

Yine bu yakın zamanlarındaki televizyon haberlerinden bir iktibasta daha, bir alıntıda daha bulunayım. Donald Trump diyor ki: CIA’ya talimat verdim, Suriye’deki ılımlı muhalefeti silahlandırmaktan vaz geçsinler. 

Basına da intikal eden bu haberlerden sonra Camilerde şu ayeti kerimelerin okunduğunu duymuşsunuzdur. Şimdi alçaklığı görebilmek gösterebilmek için söylüyorum. Suriye'de Trump'ın istihbarat örgütünün silahlandırdıklarının bakiyeleri bunlar "muhacir"miş ve Rasûl-ü Ekrem ve ashâbına Medine'de Ensar'ın yaptığı muamele bunlara da yapılmalıymış. Ensar’ın kendisini ve ailesini Muhacire tercih etmesinin ifade edildiği ayet-i kerimeler yani bu hususta okunarak neyin neye alet edildiğini görmek ve göstermesi bakımından çok acı ama böyle.

Yani biz bir şekilde neyse gavurların planı, programı Kuzey Irak'ta, Suriye'de yanı başımızdaki besbelli bir operasyon uygulanıyor ve oradan Türkiye'ye, Türkiye'nin her tarafına, çok öyle rastgele değil, öyle sünni falan filan hiç değil... Çünkü kendim de şahit oldum. Kütahya'dayım, ben Kütahya'nın yolunu akrabalık, hısımlık münasebetim olmasa, Sivaslı olarak bilmem. Ama Musullu, Süleymaniyeli çocuklarla konuştum ve Şiiler bunlar. "Sen" dedim, "buraya nasıl geldin?" Dedi ki: "Öyle değil, bizi Ankara'dan yönlendiriyorlar. Orada bir daire var ve Türkiye'nin her tarafına bilinçli olarak...

"Bu melanet işlendikten sonra, alınan talimatlar yerine getirilerek bu göçlerle ülke Pakistan'a dönüştürüüyor…Fakat bunu tenzih etmek, bunu tebriye etmek, bunu tezkiye etmek -ki bu kelimelerin hepsine yazık-, daha doğrusu bu yaptıkları melanetin üstünü setretmek için camide ayet-i kerime okutturuyorlar. "Ensar" diyor, "kendi çoluğunu çocuğunu değil Mekke'den Rasûl-ü Ekrem'le beraber hicret edenleri tercih ederdi. 

"dil ile ikrar ve kalp ile tasdik" meselesi dilin ne söylediği, neyi ikrar ettiği; kalbin de neyi tasdik ettiği meselesi çok çok esas. Bütün bunların hepsini, hatta diyebilirim ki İstiklâl Marşı Derneğini, Muhterem Fahrî Genel Başkanın panele konu bu eserini, İstiklâl Marşı Derneği'nin ısrarla "Anadilimize dönmeliyiz, tekrar Kur'an harfleriyle yazmalıyız" dememizi, bütün bunları özetleyen bir hadîs-i şerif okuyarak meseleyi ben bir adım daha ileriye taşıyayım. Çok enteresan. Yani, lisan nedir, kalp nedir, iman nedir? Hadîs-i şerif şöyle:

"Kulun imanı istikamet bulmaz, ta ki lisanı istikamet buluncaya kadar", "Kulun imanı lisanı istikamet buluncaya kadar istikamet bulmaz."

"Lisanı da istikamet bulmaz, mustakîm olmaz,"

"ta ki kalbi istikamet buluncaya kadar."

Şimdi, kalbimiz istikamet bulduğunda lisanımız, lisanımız istikamet bulduğunda da imanımız istikamet buluyor. Yani lisanla imanı, imanla lisanı, lisanla kalbi birbirinden ayırmak imkan dahilinde değil. Dolayısıyla neyi tekellüm ettiğimiz, neyi konuştuğumuz, neyi telaffuz ettiğimiz, neyi ikrar ettiğimiz eğer kalbimizle tasdik edeceğimiz bir mahiyette değilse bir şekilde nifak halkasının içerisinde -Allah korusun- kalmak durumuna duçar oluruz. 

Mikdad bin Esved radiallahuanh'dan gelen bir hadîs-i şerif var ve şöyle: "Rasûl-ü Ekrem bana bir şey söyledi ki" diyor, "onun üstüne artık hiç kimsenin sonunu görmeden iyi ya da kötü diye onun hakkında hiçbir şey demeyeceğim." "Ne söyledi?" diye sorunca yanındakiler, "Rasûlullah buyurdu ki:" diyor, "Bir insanın kalbi ateşte kaynayan tencereye benzer/tencerenin ateşte kaynamasına benzer." Dolayısıyla o kalbin her zaman dönebilmesi, kelimenin asli manası da bu. - bizim son nefeste iman diye ettiğimiz duayı da işaret etmesi bakımından çok önemli. Yani demek ki biz ne Hıristiyanlar gibi vaftiz olarak, kendimizi kurtuluşa ermiş kabul edebiliyoruz, ne Yahudiler gibi doğduğumuz kadınla olan doğum bağımız sebebiyle. İtikadımız gereği kalbimizi, lisanımızı ve imanımızı hidayete erdiğimizin şuuruna vardıktan öldüğümüz güne kadarki süreçte muhafaza etmek zorundayız. 

Konuşmamı Rasûlullah aleyhisselatü vesselam'la ilgili Ümmü Seleme validemizden gelen bir rivayet var. Onunla bitireyim-: "Rasûlullah aleyhisselatü vesselam sizin yanınızda en çok hangi duayı ederdi? veya "en çok hangi duayı ettiğine şahit oldunuz?" diye sual edildiğinde Anamız diyor ki: "Şu duayı ederdi:", hadîs-i şerif'in farklı tarîkleri de var ama ben aklımda kalanını söyleyeceğim: , "Ey kalpleri halden hale çeviren Allahım, kalbimi dinin üzere sabit kıl." Ben bu duayla konuşmamı bitirmiş olayım. Mevla bize de hazirûna da cümle ümmet-i Muhammed'i de ‘kalbi, din-i İslam üzere sabit olup ömrünü ikmal edenlerden eylesin, diyorum. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Gökhan Göbel:

Selâmun Aleyküm,

Ben de dil ile şunu ikrar ederek başlamak istiyorum: Zilkade ayındayız. Önce üç aylar dediğimiz Recep, Şaban, Ramazan; sonra 1 Şevval, Bayram; sonra Zilkade; sonra Zilhicce, o da Kurban bayramı ayı. Türk milletinin dilinde Zilkade ayının diğer ismi Aralık ayıdır, iki bayram arası olduğu için. Bugün Hıristiyan takviminde bilinen Aralık ayının ismi buradan aparılmıştır. Çünkü 1945'te "öztürkçecilik" gayesiyle Rumî takvimden kalan ay isimleri değiştirilirken Teşrîn-i Evvel, Teşrîn-i Sânî Ekim ve Kasım ayları oldu. İşte buğday ekildiği için muhtemelen Ekim ayı öyle isimlendirildi, Kasım ayı ise eskiden beri halk takvimi dediğimiz takvimde de yer alan, seneyi ikiye bölen, "kasım", taksim eden demek olan bir kelimedir. Arabîdir. "Kasım yüz elli, yaz belli." denir. Çünkü iki ay var, diğeri de Hızır’dır. Teşrîn-i Evvel, Teşrîn-i Sânî'den sonra da Kânûn-i Evvel (????? ???) değil Kânûn-i Evvel (????? ???) -kef'ledir kaf ile değil- ve Kânûn-i Sânî ayları da -bunlar bir ara Birinci Kânûn, İkinci Kânun olarak da anıldı- o aylardan Kânûn-i Sânî'ye Ocak dediler; çünkü Arapça "kânun" ocak anlamına geliyor. Kânunuevvele bir şey bulamayınca kasımla ocağın arasında diye güya “aralık” dediler. Halbuki Türk milletinin aralık diye isimlendirdiği ay zilkade ayıdır. Evet aralık ayındayız. 

İsmet Özel’in İstiklal Marşı Derneği portalinde neşrettiği yazılardan müteşekkil dördüncü kitap “Dil İle İkrar”. Evvela “Desem Öldürürler Demesem Öldüm” sonra “Küfrün İhsanı Olmaz” sonra “Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı” şimdi de “Dil İle İkrar” kitabı neşredildi.  Bu kitaplar “Of Not Being A Jew” kitabıyla birlikte İsmet Özel kitaplarının en çok düşmanlık gösterilenleridir. “Of Not Being A Jew”den sonra en çok düşmanlık gösterilen kitaplar bu dört kitaptır. Aleyhinde tavır takınılan, tedbir alınan kitaplar bunlar. Bunda muhtevanın yanında şeklin de payı vardır çünkü bu kitaplar hem soldan sağa Latin yazısıyla hem de sağdan sola Türk yazısıyla neşrediliyor. Bir gün sağdan sola yazının soldan sağa yazıyı ortadan kaldıracağı endişesiyle hususi tedbir alıyorlar bu kitaplara karşı. Biz İstiklal Marşı Derneği olarak İsmet Özel’in kitaplarını Türk yazısıyla da neşrediyoruz. Sınıf bilinci mecmuamızda istiklal takvimimizde de hususen Hıristiyan takvimine göre 1928’den sonra Latin yazısı mecbur edildikten sonra yazılmış edebi metinlerin de imlaya gelenlerini Türk harflerine geçiriyoruz. Ama bugün Türkiye’de tam tersi bir şey var.  Bir faaliyet yapılıyormuş gibi 1928’den önceki metinler Latin yazısına aktarılıyor. İnsanların onu öğrenmesi yerine yapılan şey budur. Yani yazının aslı “Firenk yazısı gibi ters” hale çevriliyor. Bu, aslı ve asaleti terk anlamına gelir.

Bu yazılar, bu kitaptaki yazılar evvela güzel yazılardır. “Güzel Yazılar” diye Şehabettin Süleyman’ın 4 ciltlik bir kitabı vardır. Kuran harfleriyle neşredilmiştir. Son devirde yazılmıştır. Bir nevi antolojidir o kitaplar. O kitaplarda veya benzeri kitaplarda –Nefais-i Edebiye, Bedayi-i Edebiye ilh.-  bugün güzel yazı diye anlaşılan metinler yoktur sadece. Yazıya bakışın yazımızı kaybetmemiz dolayısıyla nasıl tahrif edildiğini söylemek için zikrediyorum bunu. Sadece şiir, hikâye, tiyatro metni, roman parçaları yoktur orada. Mesela Namık Kemal’in “Nüfus” makalesi de vardır. Ebuzziya Tevfik’in Abdülhak Hamit’e yazdığı mektup da vardır. “Ata Tarihi”nden büyük İstanbul yangını, “Harik-i Kebir” bahsi de vardır mesela. Yani yazılan şeyin konusu ne olursa olsun, söylenen şey ne olursa olsun güzel olması esastır. Bu kitap bunun numunesidir. 

İsmet Özel “Dil İle İkrar” kitabına sözlerin biricikliğinden bahsederek başlıyor. Her söz biriciktir. Yani bir kelimenin söylenişi yere ve zamana göre değişiyorsa eğer söylenen şey de değişiyor. Yani mesela “diyar-ı küfr” dediğimizde başka bir şeyi, “Avrupa” dediğimizde başka bir şeyi kastediyoruz. Eskiden diyar-ı küfr diyorduk bugün Avrupa diyoruz diye bir şey söz konusu değildir. Sözler eğer biricik değilse tefekkür imkânı da yoktur. Ha “soru” ha “sual”, ha “dil” ha “lisan”, ha “vatan” ha “yurt”, ha “ak” ha “beyaz” diyorsak bu kitap bize bir şey söylemeyecektir. Bu kitap kafa konforuna talip olanlara değil tefekkür imkanına yer verenlere, tefekkür imkânı peşinde olanlara bir şey söylüyor. Biz de bu kitaptan hareketle bir kitap neşredeceğiz Türk harfleriyle inşallah. “Lafı Karıştırıyorsan Lafa Karışma” adında. Yani orada “anlam”la “mana” aynı şey mi, “vatan”la “yurt” aynı şey mi, “sandalye”yle “iskemle” aynı şey mi? Hayır asla değil. Bunların aynı şey olmadığını o kitapta göstereceğiz inşallah. 

Şimdi bu kitapta dil ile ikrar edilen hiçbir şey İsmet Özel’den başka kimse tarafından dil ile ikrar edilmedi. Bu kitap yazılırken birçok hadise oldu. Birini söyleyeceğim sadece, misal olması bakımından. Başşehrimiz Ankara defaatle bombalandı, terör hadiseleri diye söylediler bunu. Ama bunun Belgrad’ı havadan bombalayan NATO’nun Ankara’yı karadan ve rahatça defalarca bombalaması olduğunu İsmet Özel’den başka dil ile ikrar eden olmadı.  Terör kavramı dolayısıyla da anlam kaymalarını, bununla ne numara çekildiğini, Fikret Demir bahsetti, sığınmacı krizi, 15 temmuz hadisesi vesaire… Bunlar çok yukarıdan bakışla Türk’ün kim olduğu Türkçenin ne olduğu bilinerek ele alındı ve anlatıldı. 

Bu kitap aynı zamanda Türk milletinin adlandırma gücünü gösteren bir kitaptır. Şiirle yükselmiş Türk milletinin dil ile ikrar ettiği tabirler bu kitapta bol bol mevcuttur. Bugün biz yazımız elimizden alındığı için tabirlerin hangi manaya geldiğini kavrayamıyoruz. Bu kitapta İsmet Özel tek başına Türkçenin gücünü gösteren metinler yazdı. Mesela kabaklı patlıcanlı tabirler var bu kitapta. “Başına kabak patladı”, “acı patlıcanı kırağı çalmaz”…  Bunların harikulade ifadeler olduğunu İsmet Özel'in yazılarıyla anlayabildik ancak. Mesela bu kitapta yer alan tabirlerin bazıları: "Şu Allah'ın işine bak!", "Dervişin fikri neyse zikri de odur.", "at başı", "yalan dünya" tabiri, "beylik vermekle olur", "harama hile karıştırmak" Bu laflar ne demek? Yahut "kime niyet kime kısmet" diye bir laf olur mu? Yani bunu söylüyoruz ama bunun bir mânâsı var mı? Varsa müspet mi, menfi mi? Bu tâbirlerin çoğu bugün bildiğimiz deyimler sözlüklerinde olmadığı gibi var olanları da mânâsı tam ters şekilde verilmiştir. Mesela; “kurunun yanında yaş da yanar” gibi. Bu kitap bir veçhesiyle de lugat başlangıcı sayılmalıdır. Yani İsmet Özel’in kendi de belirtti bu kitapta, "benim her kavramın doğrusunu Türklere anlatmaya imkanım yok" dedi. Bu yüzden burada dil ile ikrar edilenleri kalp ile tasdik edenlerin, bir şekilde bir teşrik-i mesai içinde olması lazım. Biz bu hususta da inşallah gene bu kitaptan aldığımız ilhamla  bir  tabirler lugati hazırlayacağız.

Mesela; kitapta dikkat çeken tâbirlerden biri: Duraklama Devri. Bunun Türk’ün kim olduğu, Batı'da yükselen medeniyetin ne olduğu anlaşılmasın diye üretilmiş bir tâbir olduğunu İsmet Özel söyleyene kadar herhâlde düşünen yoktur. Varsa helâl olsun. Şimdi, "Duraklama Devri" dedikleri şey ne zamana denk geliyor? 3.Murat'ın tahta çıkışıyla başlatıyorlar. 3. Murat'ın tahta çıkışı ne zaman? İnebahtı'dan üç sene sonra. İnebahtı nedir? Donanmamızın yakıldığı yerdir ve bütün küfür aleminin "Türkler mağlup edilebilir" fikrini bütün dünyada yaymaya başladığı zamandır. Yani harp meydanında bizi durduranlar, Türkleri harp meydanında durduranlar, ondan sonra Türk düzenini yok etmeye çalıştılar. Yani, Duraklama Devri diye bir şey yok. Yani iyiye de gitmiyor kötüye de gitmiyor. Böyle bir şey yok. Şimdi bu kitapta geçen ve başka kitaplarda rastlamayacağınız iki ibare: Türk toprakları, Türk düzeni. Tarihçiler için İsmet Özel bu kitapta, bohçacı karı ağzıyla konuşuyorlar, dedi. Eğer öyle konuşmasalar kendileri en iyi Duraklama Devri diye bir şeyin olmadığını fark edip söylemeleri lazım. Söylemiyorlar çünkü Türk toprakları ve Türk düzeni diye bir şeyden bahsetmeleri lüzûmu var o zaman. Bu, devlet-millet ayrışmasının da böyle sarahate kavuştuğu zaman da İnebahtı'dan sonradır. Yani bu hususta Hanyalı Konya'nın üçüncü sayısında Seyfullah Köksal'ın neşrettiği bir yazı var. Tafsilatını öğrenmek için oraya bakılabilinir. 1071-1571, beş yüz sene ediyor tam olarak, işleyen bir Türk düzeni var. Henüz Osmanlı diye bir şey yokken ortada Türk düzeni vardı. O geri kalan, 1571'den bugüne  kalan devir de -beş yüz sene olmasa bile 450 sene kadar vardır- Türk düzeninin yok edilmesi tarihidir. Yani bununla uğraşılmış bir tarihtir. 19. asrın meşhur paşalarından Keçecizade Fuat'ın lafı mâlumdur. Avrupa'nın en güçlü devleti hangisi diye sorulunca kendisine, o diyor ki; "Osmanlı Devleti'dir çünkü siz dışarıdan biz içerden bir türlü yıkamadık." 450 senedir durmadı yani Türk düzenini yok etme çabaları. İstiklâl Marşı "Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın." diyor. Hayâsızca akın durmadı Halbuki durabilirdi bütün dünya Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra Türklerin kim olduğunu görebilirdi fakat Misak-ı Milli tahakkuk ettirilmedi, İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı, Sakarya Muharebesi'ndeki zaferimiz heba edildi. 

İstiklâl Marşı Derneği olarak biz hep vurguluyoruz İstiklâl Marşı'nın Sakarya Meydan Muharebesi'nden önce yazıldığını. Şunu da hususen vurgulayalım: Aynı zamanda İstiklal Marşı Misak-ı Milli'den de sonra yazılmıştır. Yani Hrıstiyan takvimine göre 1920'de Misak-ı Milli yazıldı. 1921 İstiklâl Marşı'dır. Akabinde Sakarya Meydan Muharebesi'dir, yani beş ay sonra. Misak-ı Milli'nin ne demek olduğunu anlayamazsak İstiklâl Marşı'ndan da bir şey anlamamız zordur. Misak-ı Milli ne demek? Biz bu topraklardan vazgeçmiyoruz, yeminidir. İsmet Özel Dil ile İkrar serlevhasını kaldırıp, “Batum'suz, Selanik'siz, Halep'siz Ne Bir İzmir Olabilir Ne Türkeli” başlığında yazılar yazdı bir dönem. O yazılar da bu kitapta var. Yani Misak-ı Milli’ye Batum, Selanik, Halep dâhildir. İstiklâl Marşı'nda "Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı." derken kastettiği yer mücerret bir yer değil; Halep'in, Musul'un, Selanik'in, Batum’un içinde olduğu bir yerdir. Ayrıca Misak-ı Milli sınırları demek, Türk topraklarının asgarîsi demektir, asgarîsi. Misak-ı Milli metnine bakarsanız orada şunu görürsünüz: “Sulh için ihtiyâr edebileceğimiz fedakârlığın hadd-i azamîsi” der Misak-ı Milli metninin başında. Bundan daha fazla geri gidemeyiz der. 

Mücerret bir ülkeden bahsetmiyor dedik İstiklâl Marşı. Mücerret bir ülkeden bahsedenler, Turancılardır. Onlar; Tanrı Türk'ü korusun, diyenlerdir. Ziya Gökalp'in dediği gibi onlar; "Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan. Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan" Ne Dar-ül İslâm'a ne Türk toprakları kavramına yer tanıyan bir laftır bu. Fakat bu lafın tarihi mühim. 1908'deki 2. Meşrutiyet'ten üç sene sonra yazılmıştır bunlar. O zaman savaş patlamamış olmasına rağmen Halide Edip'in bir kitabı vardır, bu fikirle ördüğü. Herkes yani bütün etnik unsurlar gayr-i müslim, müslim etnik unsurlar Türk topraklarından parça koparmaya çalışma yarışına girmiştir ve bu topraklar Türklere bırakılmayacaktır, fikriyle yazılmış metindir. Fakat biz işte Misak-ı Milli ile, İstiklâl Marşı'yla, Sakarya Meydan Muharebesi'yle en azından “Türkiye”yi ona buna yağma ettirmedik. 

“Tanrı Türk'ü korusun” lafının “Arnavut-i Zoti” lafından bir farkı yoktur. ARNAVUTİ ZOTİ VEYA NEREDEN ÇIKTI BU KUYRUKLU KÜRTLER? başlıklı bir yazısı var İsmet Özel'in bu kitapta. Orada “zoti” kelimesinin Arnavutların “Allah” lafzı yerine kullandıklarını belirtilir. Şimdi bu kitapta her yazı müstakil başlı sonlu yazılar fakat kitap çok orijinal bir bütünlük içinde. Kitabın ortasındaki bir yazıdan sonundaki bir yazıya yollar var. İsmet Özel bugüne kadar Türkiye’de yapılmayan bir şey daha yaptı bu kitapta “dilce lisânen lugavî” diye yazı yazdı. Orada Türk dilinin neye taalluk ettiğini, Türk lisanının neye taalluk ettiğini anlattı. Türk dili ve lisanı arasındaki farkları gösterdi ve Türk lisanı yerine Türklük lisanı dememiz isabetli olacaktır dedi. Böyle bir teklif sundu. Ve orada dilden farklı olarak lisânın kendi adına konuştuğundan bahsetti ve şu misali verdi, Mevlit'te geçer:

bir kez Allah dise aşk ile lisân
Dökülür cümle güneh misli hazan

Bu mısralardan da mesela “Tanrı Türkü korusun”la “Arnavuti Zoti” arasında bir fark olmadığını görürsünüz. “Allah” lafzı yerine “Tanrı“ lafını kullanmak, Türkleri otuz altı etnik unsur diye telaffuz edilen o etnik unsurlardan biri derekesine düşürmek anlamına gelir. Niye? Çünkü tarih sahnesinde “ila-yi kelimetullah dolayısıyla yer alan bir milletin “Allah” lafzı yerine başka kelamları kullanan Müslüman unsurları takbih etmemesi diye bir şey olamaz. Bizim mesela otuz altıyı baliğ olmasa da çeşitli etnik unsurların tiplemelerinin yer aldığı ortaoyunumuz vardır. O ortaoyununda gayri Müslim; Ermeni, Rum, Yahudi tipleri gibi Müslüman; Arnavut, Kürt, Çerkez tipleri de vardır. Fakat onların arasında Türk yoktur. Çünkü bu topraklarda esas olan şey dini ile milliyeti yekpare olmaktır. Yani Türk olmaktır. Ortaoyunundaki bu tipler de yani seyirlik malzeme veren tipler, Türklüğe ve Türk lisanına olan uzaklıkları dolayısıyla gülünç tiplerdir. 

Her zaman söylüyorlar: İsmet Özel ne yapılacağını söylemiyor diye. Halbuki yani bu kitabı okuyanlar tam tersine bir durumun olduğunu görmüş olmaları lazım. Yani “Dil ile İkrar” kitabında söylenenleri “kalp ile tasdik” edenlerin ne yapacağı belli. Yani İsmet Özel ne yapılacağını söylemiyor diyenler kalp ile tasdik sıkıntısı olanlardır. Mesela “yazımızı geri almak”. Bunu en belirgin olduğu için söylüyorum. Ha bir de İsmet Özel bunu Latin yazısı ile en büyük şiirleri yazmış olan kişi olarak söylüyor. Diğer 1928 sonrası edebiyatçılarda, şairlerde   affedemeyeceğimiz bir şey varsa odur. Yani işleri yazı çizi olup da -bugün de dolu insan var öyle- işleri yazı çizi olup da Latin yazısı ile Türkçe yazılabileceğini savunanın affedilecek hiçbir tarafı yoktur.

Şimdi bir de şiir bahsi var kitapta. İsmet Özel “modern Türk şiirinin zirvesi Metin Eloğlu’dur” deyince herhalde birçok insanın zihninde o zaman İsmet Özel ne oluyor sorusu doğmuştur. Divan Edebiyatı terk edildikten sonra tanzimat sonrası edebiyata doğru bir adlandırma ile “Batı tesirinde Türk edebiyatı” diyoruz. Bu kitapta İsmet Özel’in bir benzetmesi var, yani kendi icat ettiği tabir değil -gerçi kendi icat ettiği çok şık tabirler var “kedersiz kadercilik” gibi- bu var olan bir deyim“arabayı atın önüne koşmak” yani modern Türk şiirinin ters bir şey olarak arabayı atın önüne koştuğunu söylüyor İsmet Özel bu kitapta. Gerçekten de batı tesirinde Türk edebiyatı yani Tanzimat'tan sonraki bütün şairlerimiz bir şekilde batıda yükselmiş, batıda Türk’e rağmen yükselmiş medeniyeti içinde bir milli hayat kurulabileceği -gene milli hayatı kurmak maksatları vardı- fikriyle hareket ettiler. Arabayı atın önünde koşmak da budur. Aslında olmayacak bir şeydir. Mesela Ziya Paşa diyor ki: “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm” tamam diyar-ı küfür diyor gene ama beldeler kâşaneler de diyor. Mehmet Akif “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” diyor. Tevfik Fikret zaten “milletim nev-i beşer vatanım rûy-i zemin” diyor. İsmet Özel ise yani neşredilen ilk şiirinden itibaren, ilk şiirinin ilk mısraından itibaren görülebilecek bir şeydir Türk’e mahsus gerçeklerle şiirini kurmuştur. Kendisi de “ölüler beni serinliğe yakıştıramaz” mısraının; İstiklal Marşındaki “Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı” mısraının İsmet Özel’cesi olduğunu söylemiştir. Mesela bir de Amentü şiirinde “babam seferberlikte mekkaredir” der İsmet Özel. İsmet Özel “mekkareci” demeyi bilmiyor değil ama Yahya Kemal efendinin de söylediği gibi bunu Sakarya Meydan Muharebesinden sonra söylemiştir: “haydi çocuklar evinize dönün Kur’an devletini kurtardınız” bütün tarih boyunca başımıza gelen budur. İsmet Özel’in şiiri bizim şiirimiz midir? Mesele de budur. 

Mesela İsmet Özel bir şey daha yaptı: Şiiri dile doladı. Yani İsmet Özel şiir yazmaya başaldığı zamanda dile dolanmış şiirler yazılmıyordu. İkinci Yeni’de mesela. İkinci Yeni’nin ezberlenmiş şiirleri falan... Böyle şey nadirattandır. Ama ben mesela askere Erbain kitabını götürmedim çünkü hepsini ezbere biliyordum. Hem de kendi terazisi ile dile doladı İsmet Özel şiiri. Mesela Türkiye’de, “Allah kahretsin! İsmet Özel şiiri okumadan duramıyorum” diyorlar. Yani adam okumamak istiyor ama karşı koyamıyor, guardı düşüyor. Bunun sebebi de İsmet Özel’in dile şiiri dilin kendi terazisi ile dolamasıdır. Mesela birçok misal var ama bir tane vereceğim 1944 doğumlu İsmet Özel. 1965 yılında 21 yaşındayken:

Hançeremde bu şehrin
o geçimsiz mushafı
vardım dayandım parmaklığına o büyük hesapların

diyor. 1965 yılında 21 yaşında "hançere" diyor "mushaf" diyor. Bu şey değil sözlükten kelime çıkartıyor falan demiyorum. Öteki şairler bu kelimeleri terk etmiş. Bir misali var kitapta İsmet Özel'in. Sinema filmlerini övmek için kullanılan üç tane kelimeden bahsediyor gençlik yıllarında; aşk, macera ve heyecan. Üçü de Arapça kelime. Ve en popüler, çağrışımı en kuvvetli kelimeler olmasa bu kelimeleri kullanmazlar. Ama Türk Şiiri'nde “Arapça” kelimeler terk edilmişti. Mesela  Metin  Eloğlu  bu kelimeleri terk edenlerin arasında aslında dile en çok hizmet eden birisi olarak Arabi ve Farsi  kelimelerin hiç birini kullanmaz belli bir dönemden sonra. Çünkü madem Arapçayı Farsçayı terk ettik bir millet dilsiz yaşamaz diyerek o kendi çabasını gösterdi. Ama mesela bir kelimeyi kullanamadan edemez; “elif”dir o. Salah Birsel'in bir yazısı var “Kuşları Örtünmek” kitabında İsmet Özel’le alakalı. "Bin yaşasın İsmet Özel'in şiiri. İnsan onu okuyunca eşekten düşmüş karpuza dönüyor." Aynı yazıda Propaganda şiiri için Propaganda şiirinin sonu "Ey çocuklarda uyuyan intizamsız güneşler." diye bitiyor. Bitmiyor da sonunda öyle bir mısra var. Bunu, “intizamsız güneşler” deyişini mesela Salah Birsel İntizam kelimesi Arapça olduğu için içine sindiremiyor. Bu tarih de 72 falan. Keşke intizam gibi Arapça bir kelime kullanmasa da -ki bu Salah Birsel’in şahsi görüşü değildir resmi görüş yani- da (İsmet Özel'e de Allah hidayet nasib etmemiştir henüz , o zamanlardan bahsediyoruz) “eciş bücüş” dese mesela onun yerine diyor. Sonra kendi de gerçi teslim  ediyor eciş bücüş de olmuyor diye. Yani oluyor mu? Olmuyor. 

Gene şiir bahsinden devam edersek, yani batıda yükselmiş medeniyetin içinde bir milli hayatı savunurdu şairlerimiz. Fakat Divan Edebiyatı terk edildikten sonra “batı tesirindeki Türk edebiyatı” Türk Milleti'ni canlı kılan şey şiirdi. Bu haliyle 27 Mayıs 1960 'a kadar devam etti. 27 Mayıs 1960'dan üç sene sonra Tugut Uyar "Çıkmazın güzelliği" diye bir yazı yazdı. 1963’ün  Kasım Ayı'nda yazılmıştır o yazı. 1965'in Şubat'ında da İsmet Özel Partizan diye bir şiir yazdı. Türk Şiiri 1965'ten beri İsmet Özel'in şiiridir. Çelimli Çalım'da da "Türk Şiiri'nin son yarım asrı diye" bir başlık altında bu hususta metinler yayınladık.

Şimdi bu kitap yazılırken Türkiye'de sosyalist bir dönüşümü imkansız hale getirenlerle İslami bir dönüşümü imkansız hale getirenler arasında bir çatışma vardı, hala var. Referandumda bu çatışma vuku buldu zaten. Mesela kitapta Strasbourg’da Ertuğrul Kürkçü ve Ahmet Davutoğlu münakaşasına dikkat çeker İsmet Özel. Bu iki isimden biri olan Ertuğrul Kürkçü sosyalist dönüşümü akamete uğratanlardan birisi, Ahmet Davutoğlu İslami dönüşümü akamete uğratan insanlardan birisidir. Bu insanlar Avrupa'da Avrupa Parlamentosu'nda birbirlerine saldırıp onlardan aferin alma çabasını gösteriyor İsmet Özel Hadis-i Şerife binaen 'Cihadın ve niyetin milleti' başlıklı yazılar yazarken. Bu gün şöhreti olan insanlar arasında solcu diye bilinen ve siyasal İslam'ın içinde insanlar arasında Ne Ertuğrul Kürkçü tektir ne de Ahmet Davutoğlu.  Hepsi Ertuğrul Kürkçü’dür hepsi Ahmet Davutoğlu'dur. Bu yüzden 27 Mayıs'tan sonra Allah'ın bize bir İsmet Özel vermesi lütuftur. Yani İsmet Özel olmasa Ertuğrul Kürkçü  sosyalist dönüşümü akamete uğrattı Ahmet Davutoğlu İslami dönüşümü akamete uğrattı diyemezdik. Çünkü bir tek İsmet Özel'in hayatı bunu böyle gösteriyor. Of Not Being a Jew'den bir şiir okuyarak bitirelim.

BU SABAH GÜLE OYNAYA

Onundu başka kimin ola ki
Elden gelen elleriydi elifin
Oydu ol ilde bıraktığım
Terktim önce terkiydim 
Şimdi terklerdeyim terkik
Tam tamım tıpı tıpına bire bir 
İrkintiyim girift elifi elifine 
Ne tahtaboşum ne de kellepuş 
Dingin dibe çöken kil gibi 
Sokakcacılar sokağı 
Civarında erkenden 
Sabahleyin bıraktım  
Gövdemin bedenini.
 
O koyun o koyunu o koynun 
Koyusunu koyverdim
Şıppadak hop hoplaya 
Zıppıdı zıppadak zıplaya
Tersledim hayır dedim 
Nefyimi büyüttüm inkârımı 
Güle oynaya irilttim cerhimi
Red dersen reddim civan 
Reddiyem merdane hoplak 
Zıplak tekzip tırlak gülerek 
Oynayarak kah kah görün 
Bundan geru gülüp de güle güle 
Her dem şakşuk hah hah hay 
İşim gücüm oynamak 
Sanmayınız vereceğim fasıla
Hah güle hah hah oynaya şıkıdım
Sebebini sormayın.

İyi oldu aramadınız ya sebep
Siz zaten bi-sebep yer yerinde 
Her herinde zevk ile zınkladınız
Bir sebep iyi oldu aramadığınız
Gülüşe oynayışa bundan böyle
Kırıtarak hoplayıp zıplayışa 
Sebepsiz gülerek sebepsiz oynayınız
Sormayınız sormayınız sormayınız
Mışlı mişli den dan dılı dili cek cak
Nedir karları küremekten maksadınız
Açtığınız yollar neye ne için ulaşacak?

Gitmez boşa emeğiniz
Şapkanızı eğiniz.

Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Biz de teşekkür ederiz Gökhan Göbel’e. Nasıl bir toplantı olacağını merak ediyorduk toplantıdan önce ama dikkatle dinlediğinizi gördük. Hepinize teşekkür ederiz. Hayırlı akşamlar diliyorum.

29.07.2017, İstanbul