DÖRDÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULUMUZDA FAHRİ GENEL BAŞKANIMIZ ŞAİR İSMET ÖZEL'İN YAPTIĞI KONUŞMA

Dördüncü Olağan Genel Kurulumuzda Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in yaptığı konuşmanın tam metni:

Selâmünaleyküm,

Dokuz sene geçti İstiklâl Marşı Derneği kurulalı. Bu toplantının böyle sakin bir toplantı olması normal değil; yani dokuz senede İstiklâl Marşı Derneği’nin geleceği yer burası değildi. İstiklâl Marşı Derneği dokuz sene sonra buraya gelmek üzere kurulmadı. Benim şimdi ayakta, heyecanlı bir şekilde sizlere “omuzdaşlarım” diye hitap ederek bir konuşma yapmam gerekirdi. “Omuzdaş” ne demektir? Aynı safta yer alan insanlar omuzdaştır. Namazda saflar sıkı tutulduğu zaman herkesin omzu diğerine değer. Omuzdaşlık namazda aynı safta durmak manasına gelir. -Biliyorsunuz kanunî zaruret sebebiyle derneğimizin adı İstiklâl Marşı Derneği. Normalde İstiklâl Marşı Cemiyeti olması lâzımdı. Ama bize dediler ki dokuz sene önce, kanunen şöyle yapabilirsiniz ancak: “İstiklâl Marşı Cemiyeti Derneği”. Yani mutlaka “dernek” adı kullanılacak. Ben de bunun üzerine, “Hayır, madem dernek demek mecburiyeti var, ‘Dernek İstiklâl Marşı Derneği’, adımız böyle olacak!” dedim. Dernek İstiklâl Marşı Derneği. Buna aslında kendi delilleri, kendi argümanları sebebiyle itiraz edememeleri lâzımdı. Çünkü “Derneği” diyoruz işte: “Dernek İstiklâl Marşı Derneği”. Yani başka dernek yok manasına geliyordu bu. Fakat bunu o işle görevli memur reddetti. Aslında ben ısrar etsem kabul ettirebilirdim; çünkü buna mâni olacak bir hal yoktu. Ama daha o zamandan biliyordum ki eğer bunu elde etmek için bir tavır gösterilir, bir pazarlık içine girilirse, orada iş bitmiş olurdu. Çünkü onlar diyecekler ki “Tamam bunu kabul ediyoruz ama siz de şöyle yapacaksınız…” ya da buna benzer bir şey olacaktı mutlaka.-
 
 
Şimdi dokuz sene sonra İstiklâl Marşı Derneği’nin geleceği yer burası değildi derken bir şeyi söylüyorum. Neyi söylüyorum? İstiklâl Marşı Derneği dokuz sene önce kurulduğunda hiçbir yayın organında, belki marjinal birkaç internet portali hariç, yer almadı. İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulması bir rahatsızlık, husumet doğuran bir şeydi. İstiklâl Marşı Derneği’nin kurulması birilerinin aleyhine idi, bu daha başında biliniyordu. Daha gerilere gitmeyeceğim, yani benim İstiklâl Marşı Cemiyeti kurmak üzere 1992’de teşebbüse yeltendiğimi ama hiçbir kimseden bu konuda yakınlık görmediğim bahsinden başlayarak bir şeyler anlatmayacağım.
 
Şimdi biz bu derneği kurduğumuz zaman dedik ki, “İstiklâl Marşı niçin yazıldıysa İstiklâl Marşı Derneği de onun için kuruldu.” Yani İstiklâl Marşı “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” mısraının telaffuz edilmesi için yazıldı ve aynı sebepten bu dernek kuruldu. Bugün geldiğimiz yer maalesef çok kötü bir yer. Bugün faaliyet raporu okunurken dikkatimi çeken şey, üç sene önce yani üçüncü olağan kongremizden sonra biz Reyhanlı’da bir toplantı yapmak istedik ve o toplantıyı yapamadık. Yapabilmiş olsaydık bu son üç sene dünyada ve Türkiye’de başka türlü yaşanacaktı. İş bu kadar vahimdir. Yani bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak mevcut olduğumuz İstiklâl Marşı Derneği’ne muhtaç olan insanlara duyurulmuyor. Biz Reyhanlı’da o toplantıyı yapmış olsaydık, üç sene önce orada yaşayan insanlar Türkiye’de medya aracılığıyla yayılan şeyin dışında bir hazırlığın bahis konusu olabileceğini anlayacaklardı, bileceklerdi. Ama olmadı. Ve dolayısıyla İstiklâl Marşı Derneği Reyhanlı’da toplantı yapamamasıyla hâlâ kapanmamış bir yara aldı. Yaralı haliyle ne olacağını bundan sonra sizler kararlaştıracaksınız. Bu yara kapanacak mı, bu yara İstiklâl Marşı Derneği’nin sonu mu olacak, onu göreceğiz. Beni dinleyenler defalarca işitmişlerdir, bizim kafamızı işletmemek için birtakım şeyler söylüyorlar. Mesela şöyle şeyler söylüyorlar: “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”. Bu rezilâne bir beyandır. Bilhassa son zamanlarda bol bol çatışmalarda ölen güvenlik güçleri haberlerine rastlıyorsunuz. “Şehitler ölmez” sözünü derken ne demek istiyorlar? Şimdi adamlar diyorlar ki “Maalesef hastanede şehit oldu”. “Maalesef” kelimesini söylemiyorlar ama öyle. Yani, sanki şehit olmak telef olmak kabilinden bir şey gibi yapılıyor. Bunun şehitlikle bir alâkası yok. Şimdi bildiğiniz bir şeyi hatırlatayım. Cihada katılmak isteyen orta yaşın üzerinde bir adamı, ailesi Rasulullah’ın yanına götürüyor ve diyorlar ki “cihada katılmayabileceğini söyle buna”, “gelmesen de olur de.” Yani gitmesini istemiyorlar. Rasulullah da bunların bu kadar kendilerini parçalamalarına tepki vermiyor ve adama “Tamam, sen, cihada katılmasan da olur.” diyor. Ama adam gittikten sonra onu getiren akrabalarına diyor ki Resulü Ekrem: “Neden bu kadar ısrarlısınız adamın cihada katılmamasına, belki de şehit olur!” Anlatabiliyor muyum? Yani, insan şehitliğe ulaşmaya çalışıyor; dangalakça ölmek değil şehitlik. Dolayısıyla bugün insanların anladıkları şeyler hepsi zararlı ve kötü şeyler. Yani -bu başımıza geldi- gayr-i müslimlerin çerçevesini çizdiği bir İslâm’dan haberdarız. İslâm’ın aslını İstiklâl Marşı gibi rafa kaldırmış durumdayız.
 
Allah Müslümanlara her zaman, kıyamete kadar istifade edebilecekleri bir asr-ı saadet verdi. Ve Allah Müslümanlara kıyamete kadar mesele olarak karşılarına çıkacak şeylerin hallinde tutacakları yolu keşfetmeleri için bir Hulefa-i Raşidîn devri verdi. Yani bizim bir asr-ı saadetimiz var, bir Hulefa-i Raşidîn devrimiz var. Bunları kendi müktesebatı olarak, kendi zimmeti olarak görmeyen insanlar Müslüman değildir. Yani buradan şu manayı çok kolaylıkla çıkarabilirsiniz: İslâm, Sünni İslâm ve Şii İslâm diye ikiye ayrılmaz. Çünkü Şiilere göre Hulefa-i Raşidîn devri diye bir şey yoktur, asr-ı saadeti ister istemez kabul etseler bile. Ama Hulefa-i Raşidîn yoktur Şiiler için.
 
Kafamızı gayr-i müslim bazı otoriteler deforme ettiler. Onun için biz meselâ sanki Allah develeri yarattı da penguenleri yaratmadı gibi düşünüyoruz. Yani Allah’ın yaratıcılığını böyle bir hikâyeye raptetmiş halde hayatımız geçiyor. Ve Kur’an-ı Kerim’in nazil oluşunun insanlık bakımından ne mana ifade ettiği hususu Müslümanların dördüncü, beşinci meselesi olarak var. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim biz bu günlere gelmeyelim diye nazil oldu. Eğer biz Kur’an’a bağlı olmanın ne mana ifade ettiğini kavrayan Müslümanlar olabilseydik her çağda bütün handikaplar aşabileceğimiz handikaplar olarak önümüzde olurdu. Ama şimdi aşamayacağımız handikaplarla yüz yüzeymişiz gibi görünüyor ve insanları buna inandırıyorlar. Yani işte “Mikrofonsuz konuşulur mu?” deniliyor. Isaac Asimov’un bir bilim kurgu hikâyesi var. Adam makine kullanmadan aritmetik işlemi yapılabileceğini savunuyor ve takibata uğruyor. Yani, adam makine kullanmadan yapılabilir toplama, çıkarma işlemi diyor. O zaman adam tehlikeli! Hikâye tabi çok güzel bir şekilde devam ediyor… İnsanlar çoktan o duruma geldi, yani bu bilim kurgu değil; çıktı bilim kurgu olmaktan. Yani insanlar hayatlarının belli bir şekilde ancak idame edebileceğini, Allah’ın yaratıcılığının kendilerine bir faydası olmadığını düşünerek yaşıyorlar. Allah’ın kadir-i mutlak olduğu görüşünü hesaba katmadan ya da buna güvenmeden yaşıyorlar. Geldiğimiz noktayı Türkiye olarak kavramamız lazım. 
 
Şimdi İstiklâl Marşı Derneği faaliyetleri içinde anlatmaya çalıştık: Dünyanın başına gelenle Türkiye’nin başına gelen birbirinden kopartılamaz. Bu her ülke için böyle midir? Hayır. Sadece Türkiye için böyledir. Yani, bugün dünyada büyük bir güç gibi görünen Amerika Birleşik Devletleri’nin başına gelenle dünyanın başına gelen aynı şey değildir. Ama Türkiye’nin başına gelenle dünyanın başına gelen aynı şeydir. Arjantin’in başına gelenle dünyanın başına gelen aynı şey değildir. Bunu birilerinin anlaması lazım. Öncelikle sizin anlamanız lazım. Eğer İstiklâl Marşı Derneği bir işe yarayacaksa onu yapacak olan sizlersiniz. Ben artık Fahri Genel Başkan olarak fikirlerine müracaat edilen birisiyim, o kadar. İnşallah bundan sonra fikirlerime müracaat edersiniz. Çünkü İstiklâl Marşı Derneği dokuz sene İsmet Özel’siz yaşadı. Bundan sonra belki İsmet Özel’i hesaba katarsınız. 
 
İstiklâl Marşı Derneği’ne gelen bir insan iki şeyden birini yapacaktı: Ya İsmet Özel’in bir şey yaptığına inanıp o ne yapıyorsa ona yardımcı olmak veyahut kendisinin bir şey yaptığına inanıyor olması lâzımdı ve bunu İsmet Özel’le birlikte yapacaktı. Değil mi? Yani İstiklâl Marşı Derneği’ne gelen insan ya İsmet Özel’in bir şey yaptığına inanıyordur ve dolayısıyla onun yapmak istediği ya da kafasında olan şeye kendi elinden ne geliyorsa katkıda bulunması söz konusudur. Veyahut kendisi bir şey yapmak istiyordur ve İstiklâl Marşı Derneği’ne geldiğine göre bunu İsmet Özel’le birlikte yapmak istiyordur. Bana üçüncü bir şık gösterebilirseniz dinlerim. Bu ikisi de olmadı. Şimdiye kadar, dokuz sene boyunca İstiklâl Marşı Derneği’nin yürümesine katkıda bulunmuş arkadaşların çabalarını inkâr veya küçümsüyor değilim. Yani onlar bir şeyler yapmamış olsalardı zaten dokuz sene olmazdı. Ama bu değil yani. Onlar da bu işin din gününde verilecek bir hesapla alâkalı bir şey olduğunu esas alarak yapmadılar. Onlar normal, insanî, yani iyi insan oldukları için bunu yaptılar. Ve biz uzunca bir zaman İstiklâl Marşı Derneği’ni yok etmek için, en azından sakatlamak için dernekte bulunan insanlarla uğraşmak zorunda kaldık. O insanlar da sizlersiniz. Yani İstiklâl Marşı Derneği üyeleri İstiklâl Marşı Derneği’nin mesafe katetmesi için bir sorumluluk hissiyle hareket etmediler. Etmiş olsalardı dediğim gibi bugün burada asla olmazdık. Ama arada bir fark var: melunlar ve diğerleri. Yani İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin bazıları mel’un, tel’in edilmesi gereken yaratıklar; diğerleri değil. Ama hangileri hangilerinden, onu insanlar içlerine sorup bilirler. “Asıl sen mel’unsun!” diye içinden geçirenler olduğunu biliyorum.
 
Şimdi, problem nedir? Bu lafları böyle mahalle kahvesinde konuşur gibi konuşmuyorum. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla ve Türklerin bir vatan sahibi olmasıyla insanlığın arkaik çağdan beri dünyada bulunuş sebebi yeni bir istikamet kazandı. Yani insanlar Kur’an nazil oluncaya kadar dünyada sadece Allah’a kulluk etmek için bulunduklarını düşünerek yaşamıyorlardı; zaten sakat bir ruh halleri vardı Kur’an-ı Kerim nazil oluncaya kadar. Biz İslâm’a vahdet dini diyoruz. Yani Kur’an-ı Kerim nazil oluncaya kadar insanlar kutsal olan ve olmayan ayrımını hesaba katarak yaşıyorlardı. Kur’an-ı Kerim nazil oluncaya kadar insanlar “physis-nomos” ayrımı yaparak yaşıyorlardı. Yani bir şey tabiatı icabıyla öyledir veyahut öyle adlandırıldığı, öyle tarif edildiği için öyledir. Bu zihniyetle yaşıyordu insanlar. Kur’an-ı Kerim bize yaratıcılığın sadece Allah’a mahsus olduğunu öğretti ve dünyada bulunuş gayemizin de “kalu bela”da verdiğimiz sözle alâkalı olduğunu öğretti. Yani “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sualine müsbet cevap verenler sözlerine sadık kaldılar mı veyahut bu söze menfi cevap verenler acaba dünya hayatı içinde hatalarını kavradılar mı? Dünyada bulunuşumuzun gayesi bundan başka bir şey değildir. “Evet” diyenler hâlâ “evet” diyor mu? “Hayır” diyenler keşke “evet” deseydim noktasına geldi mi? Kur’an’ın nazil olması, insanın insanlığıyla tanışmasıdır. Türklerin vatan sahibi olması da Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasının bekçiliğini yapmadıkça hiçbir sonuç alınamayacağının gösterilmesidir. Yani Türkler bir vatan sahibi değilken “Kur’an’ın bize öğrettiğinin muhafızlığını yapmak” kavramı insanlığın tanımadığı bir şeydi. Türkler dünyaya Kur’an’ın muhafızlığını yapmayı öğrettiler. Onun için gayr-i müslim dünya Müslüman yerine Türk kelimesini kullanmaya başladı. Bugün hâlâ Suudi Arabistan’da çocuğunun ismini “Türk” koyanlar var. Yani pekâlâ biliyor kendinin Arap olduğunu falan filan; ama o bir mana ifade ediyor. “Türk” dediğin zaman Kur’an’ın muhafızlığını başka hiçbir şeye değişmeyen adamı anlıyoruz. Bugün Türklerin bir vatan sahibi olması insanların zihninden uzaklaştırılması gereken bir şey olarak söz konusu ve rahatlıkla bunu sanki kınıyormuş veya aleyhindeymiş gibi yaparak insanları alıştırmak üzere söylüyorlar: “Orta Doğu’nun haritası yeniden değişecek.” Bu değişecek haritalar arasında Türkiye de var. Bunu medyada duyuyorsunuz değil mi? Birileri bunu -üstelik bu değişmenin aleyhindeymiş gibi- söylüyor ama bunu kafalara bir kere sokuyorlar.
 
Bir şeyleri bilmeniz lazım. Türk toprakları diye bir kavramdan haberdar olmamız lazım. Şimdi Bulgarların yaşadığı yere Bulgaristan diyebilirsiniz. Efendim Arnavutların yaşadığı yere Arnavutluk diyebilirsiniz. İşte Kırgızların yaşadığı yere Kırgızistan diyebilirsiniz. Bu, eski dünyanın adlandırmaları, “Hindistan” dedikleri gibi. Yeni dünyada, yani kuzeyi ve güneyiyle beraber Amerika kıtasında, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da isimler biraz değişik. Mesela ülkenin adı “Yeni Zelanda”, yani bir “Zelanda” var ama orası “Yeni Zelanda”. Yani orada isimler değişiyor. Türk toprakları dediğimiz zaman bir iddianın hüküm sürdüğü, bir iddianın kararlılık haline geldiği şeyi anlarız. Yani bize hiçbir mesnedi olmaksızın böyle bir resim yutturuyorlar. Dıgıdık dıgıdık birtakım adamlar gelmişler, buraları kendi vatanları yapmışlar; öyle bir şey olsa olsa kısmen var. Aslında bu toprakların Türk toprakları olması doğrudan doğruya darü’l-İslâm haline gelmesiyle alâkalıdır. Yani buralar Türk toprakları olmadan önce buralarda yaşayan Kürtler -Müslüman iseler eğer- Kürdistan sahibi oldular. Yani orası, buralar darü’l-İslâm olmadan önce Kürdistan değildi. Onun için de zaten dünyada Kürt diye adlandırılan insanların %80’i şu günkü Türk topraklarında yaşar, %80’i. Ama şimdi bizi kendi aleyhimize şartlandırıyorlar, eğer Türk isek. Marmara ve Boğazları, hayır böyle bir tabir kullanmamak lazım, Türk Boğazları buralar. Biz daha Orhan Bey hüküm sürerken -biliyorsunuz Osmanlı tarihinde para basan, hutbe okutan kişi odur- o zaman Çanakkale boğazını geçtik. İstanbul’un fethi Türk boğazlarının muhkem hale gelmesine yarayabilirdi ama öyle olmadı. Orada da bir kırılma söz konusu oldu. İstanbul’un fethi Osmanlı gücünün sınırlarını tespit etti. Yani zaten İstanbul’u almak Osmanlıların rüyasıydı, onun için Yıldırım Bayezid İstanbul’da Güzelce Hisarı yaptırdı. Bugün Anadolu Hisarı diye anılan yer önce Güzelce Hisarı diye anılıyordu, bunun gayesi İstanbul’un fethine dönük bir şeydi. İşte arkasından biliyorsunuz Timur’un galibiyetiyle beraber bir fetret devri geliyor. Fetret devri tabi Osmanlı mantığına göre fetret devri. Ama Yıldırım’ın torununun oğlu Fatih Sultan Mehmet veyahut İkinci Mehmet -birincisi Çelebi Mehmet-; Nurettin Topçu’nun benzetmesiyle yeni bir Muaviye doğdu. Yani İkinci Mehmet, nasıl Emevi saltanatının kurumsallaşmasında Muaviye merkez rolü oynadıysa Osmanlı saltanatının esas karakterini kazanmasında da, -kazanmasında değil, kökleştirmesinde- İkinci Mehmet rol oynadı ve biliyorsunuz bir imparatorluk mantığıyla hareket edildi; yani bir İslâm devleti olmaktan ziyade bir uzlaşma teşkilatı oldu. Yani Fatih’ten sonra Patrikhane devlet işlerinde ikinci derecede önemli yer haline geldi. Ermeniler Fatih’in eliyle bir Patriklik kazandılar, zaten Yahudilerle daha Osman zamanında anlaşmışlardı. Yani hahambaşılığı tesis ederek Osmanlılar daha en başında Yahudilerle anlaştılar. Önce Yahudileri kendi ortakları haline getirdiler, sonra Rumları; tabi ta bu toprakların İslâmlaşması döneminden itibaren bir Ermeni işbirliği var. Yani Ermeniler Bizans’a karşı Türklerle beraber hareket ediyorlar. Her ne hal ise, şimdi böyle bir alan doğdu. Yani burada Türklük ve Osmanlılık farkını iyi anlamamız lazım. İşin Kur’an’ın nazil olmasına vesile olan kısmı Türkleri ilgilendiriyor. Kur’an-ı Kerim’in cephe aldığı taraf da Osmanlı saltanatı haline geliyor. Bu sebeple 1571 yılına kadar bir Türk düzeni söz konusu bu topraklarda. Osmanlı düzeni de var, Türk düzeni de var. Şimdi Osmanlı düzeni devlet-reaya ayrımına müstenit. Bir sunuf-u devlet var: Seyfiye, kalemiye, ilmiye; bir de reaya var. Fakat Osmanlı teşkilatı reayanın gayr-i müslim unsurlarının desteğiyle yürüyor. Reaya içinde, onların devlet olarak reaya, hâlâ reaya saydıkları fakat kendilerine beraya dedirten bir zümre var, yani Müslümanlar. Müslümanlar devlete haraç vermiyorlar. O yüzden bir Osmanlı düzeni var, bir de Türk düzeni var. Devlete haraç vermeyenlerin tanzimat alanı, berayanın gücünün olduğu şey… 
 
Bugün gene insanlar ahmak yerine konularak, insanlar tabi bu ahmak yerine konmayı defalarca hak ediyorlar, o ayrı hikâye… İstiklâl Marşı Derneği’nin bünyesi içinde defalarca böyle şeyleri söyledim ama kime ne? “Hâkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir”, bu ne demek? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yazıyor bu: “Hâkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir.” Ne demek bu: Elimizde sadece beraya kaldı. Millet-i hâkime deriz ona biz, “Hâkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir.” Diğerleri? Tamam, onlar da yaşayabilir, fakat bariz bir şey, bunu hiç kimse inkâr edemiyor, Lozan gayr-i müslimlerin haklarını güvenlik altına aldı, gayr-i müslim hakları Lozan’la teminata kavuştu. Yani Türklerin bir devlet teşkil etmelerine itiraz edilemiyor; ama bunları da ben koruyacağım diyor birileri. Bunu anlamamak için öbür tarafta olmak lazım, yani Türklerin karşı tarafında olmak lazım.
 
Şimdi başımızda birtakım sıkıntılar varsa eğer, insan olarak, yani sağlığımız, ailemiz, ne bileyim iş ilişkilerimiz bakımından bizi hoşumuza gitmeyen durumlara sürükleyen bir şeyler varsa, bunların ne olduğuna bakalım, bunlar nedir? Yani biz neden zarar görüyoruz, ne olmasaydı biz daha iyi durumda olurduk? Bu tek kelimeye indirgenebilir: Kapitalizm. Hıristiyan XXI. asrında birtakım sıkıntılara duçar oluyoruz. Çevrecilik cart curt falan böyle şeyler var, yani ne kadar istemediğimiz şey varsa bunun bir tek sebebi var: Kapitalizm. Ve kapitalizm Karl Marks’ın teorisi sebebiyle şu veya bu değildir. Kapitalizm anti-Türk düzenin aldığı şekildir. Ve buna dünya sistemi demek mantıklıdır. Çünkü Türk düzeni işlerken bu düzeni aşmak, bu düzenin kendilerini geriletmesine mâni olmak üzere bir şey başlatıldı. Bu, Roma imparatorluğunun mirasını en yoğun bir şekilde devralmış olan İtalyan site devletlerinde başlatıldı. Ama işin aslı Türk boğazlarını tutarak, Balkanları Türkleştirerek, Avrupalıları iklim bakımından elverişsiz, toprak bakımından verimsiz bir sahaya hapseden Türk düzeninin aşılabilmesi ve kendilerinin geriletilmesine son verilmesi meselesini İtalyan site devletleri başlattı. Yani bugün mükemmelen işleyen mekanizma o zaman ilk adımlarını attı. Bir sermayenin biriktiği, teraküm ve temerküz ettiği metropol ve bu sermayenin temini için istismar edilen çevre, periferi. İtalyan site devletleri diyoruz çünkü sadece Venedik değil, en büyüğü Venedik, Floransa, Papalık Devletleri, Milano… hepsi o zaman topluca metropol mevkiindeler. Yani deniz-aşırı ticaret yapılıyor ve değer aktarımı oluyor. Sermaye bir yerde birikiyor. Bunun bugün geldiği nokta başlangıç noktasıdır. Yani bu topraklar Türk toprakları olmasıyla bu belâ onların başına sarılmıştır ve bu toprakların Türk toprakları olmasından çıkarılmasıyla bu belâ onlar tarafından defedilecektir. Yani nihaî zafer bütün küfür âlemi için Türk topraklarının yok edilmesidir. Öbür şeylerin hepsi marjinaldir, olsa da olur olmasa da olur. Türkleri yok edemedikleri için Türk topraklarını yok edemediler. Burada da merkez Sakarya’dır. Yani Sakarya’da o iş Türklerin aleyhine sonuçlansaydı bugüne gelinmeyecekti. Ama Sakarya’da Türkler “gâvura bu toprakları bırakmayız” iradesini hasımlarına 22 gün 22 gecede kabul ettirdiler. Onlar da Türkleri yok edemeyeceklerini gördükleri için bizi bu günlere getirecek bir süreci başlattılar. Gene İstiklâl Marşı Derneği çatısı altında söylüyorum, söyledim defalarca, Büyük Taarruz’la Sakarya Meydan Muharebesi arasında bir sene var. Yani Türkler tarihten silinemez fikrini kabul etmek zorunda kaldıkları zaman, bu şekilde yapamıyoruz ne şekilde yaparız diye bir sene beklediler. Bir sene sonra Büyük Taarruz oldu.
 
Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’ya diyor ki, “İsmet, İnönü soyadını aldı; sen de herhalde Sakarya soyadını alırsın”. “Yok” diyor Fevzi Paşa, “benim soyum sopum belli.” “Benim ailem çakmaklı tüfek yapardı” diyor “ben çakmak soyadı alacağım.” Şimdi bu anekdotta dikkatinizi çeken şey nedir? Sakarya. Sakarya’nın gerçek mareşali Fevzi Paşa’dır. Fakat Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal’i mareşal yapmıştır. Resmî olarak Fevzi Paşa’nın mareşalliği Dumlupınar’dan dolayıdır. Yani bir sene sonrasında. Biz Sakarya’dan dolayı mareşal diyoruz ona. Ama devlet ona Dumlupınar’dan dolayı mareşallik verdi.
 
Şimdi, bir kere bunu eğer gâvur değilseniz kafanıza sokun: Misak-ı Millî’den en çok taviz verenlere Türkiye’nin idaresi bırakıldı. Misak-ı Millî’den daha az taviz vermek isteyenler tasfiye edildi. Misak-ı Millî dediğimiz zaman bugünkü sınırlarımızı anlamıyoruz. Misak-ı Millî dediğimiz zaman kuzeyde Batum, batıda Selanik, güneyde Halep… Misak-ı Millî budur. Ve bunlar Türk toprakları olarak bugün anılmıyor ama bunlar Türk topraklarıdır. Yani İstiklâl Marşı “Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı” derken Misak-ı Millî’yi kastediyordu. Misak-ı Millî’nin başka bir şeyi kastettiğini söyleyen varsa, öğrenelim. Neden Misak-ı Millî? Çünkü Araplar gâvurlarla anlaşmışlardı. Ha bütün Araplar mı? Olmayabilir. Zaten o anlaşmayanlar kendilerine Türk diyorlardı ve gelip bizimle beraber savaştılar. Esas nokta budur. Eğer İstiklâl Marşı Derneği bundan sonra faaliyet gösterecek olursa vatanın neresi olduğunu bilerek faaliyet göstermesi lâzım.
 
Şimdi biz dünyaları alsak bile vermeyeceğimiz cennet vatanın stratejik ve taktik yolunu keşfettik mi? Evet, keşfettik. Çünkü diyoruz ki yazımızı geri alacağız. “Die wahre Heimat ist eigentlich die Sprache.” Von Humboldt söylemiş bunu. “Hakiki vatan hususen lisandır.” Yani biz önce yazımızı geri alacağız, sonra atlarımızı geri alacağız ve sonra bütün dünyada yaşanabilecek en iyi yerin Türkeli olduğunu göstereceğiz. 
 
Türkiye kelimesi Fransızca telaffuzdan doğmuş bir şeydir. Biraz yazılışına da bakmışlar, “la Turquie” yazılır. Yani “Turkey” değil, “die Türkei” da değil. Ama Fransızca bilmek o zaman daha ağırlıklı bir şeydi, Türkiye; ama birçokları o zaman “Türkiya” derdi, “İtalya” der gibi. Türkiya denirdi, hiç öyle yadırganmazdı bu yani.
 
Türk toprakları üzerinde yaşayanların hiç kimseye ağız eğmeden, boyun bükmeden yaşayabileceği yerler olacak. Biz bunu temin etmek üzere yola çıkıyoruz. Bütün Türkiye’de satın alınmadan ele geçirilebilen gıda imkânları olacak, bitki ve hayvan olarak. Hiç kimse rızk endişesiyle ona buna kavuk sallamayacak. Çalışmak şeref kazanmak anlamına gelecek. Yani şerefini korumak ve yükseltmek isteyen insanlar çalışan insanlar olacak. Ve hepinizin bildiği gibi, bunu yıllar öncesinden ilân ettik, sabah namazından bir veya iki saat sonra mesai başlayacak, bu yere ve zamana göre değişebilir; bazen bir saat sonra, bazen iki saat sonra başlayabilir. Ve ikindi ezanı okunduğu zaman mesai sona erecek. Dediğim gibi biz birbirimize ait insanlar olarak yaşayacağız. Yani Rasulu Ekrem’in dediği gibi bir vücut, yani yek, yekpare olarak yaşayacağız. İkindi ezanı okunduğu zaman da mesai bitecek. Yaz veya kış. Kışın daha az çalışacağız, yazın daha çok çalışacağız. Yani bulunduğumuz yere göre. Tabi İsveçliler ne yaparlarsa yapsınlar. Bütün Türk toprakları su yoluyla birbirine bağlanacak. Yani Çoruh’tan Meriç’e kadar, aradaki göller hepsi dâhil olmak üzere birbirine bağlanacak. Yani bir kayığa binip bütün Türk topraklarını gezebilirsiniz. Böyle, motorlu olması şart değil, kürekli bir kayıkla her yere gidebilirsiniz. Bu tabi ki önemli bir iklim değişikliğine de sebep olacak. Çünkü bununla herhalde yağışların seyri falan filan değişir, ondan sonra... Ve bütün o çok katlı binaları hayvan ve bitki yuvası yapacağız. Yani oralarda tabii ki bitkiler de olacak. Meselâ mantar yetiştirmek gayet kolay. Bunu yapabilir miyiz? Bir kere insanların aklına “Bunu bize yaptırmazlar.” geliyorsa onlar yapamazlar tabi... Çünkü İstiklâl Marşı Derneği Türkiye üzerine yapılan planların reddi üzerine bina edilmiştir. Yani şimdi insanlar merak ediyorlar, bundan sonra ne olur? Meselâ dolar düşer mi? Böyle şeyleri merak ediyorlar. Ve şu anda da Türkiye’de siyaset doğrudan doğruya Amerika’daki seçimlere endeksli olarak yürüyor. Birileri belki ne olacağını, ne olmayacağını da biliyorlardır.
 
Şimdi şunu da aklınıza koyun: Hristiyan takvimine göre 29 Ekim 1923 olarak verilen tarihte ilân edilen Cumhuriyet, 27 Mayıs 1960 sabahı lağvedilmiştir. Epey uzun bir zaman yaşadık o zamandan bu yana. Bu sebepten dolayı Türkiye’de çok partili seçim ilk defa 1950’de olmuş ve son defa 1957’de olmuştur. 1946’da bir seçim yapıldı, bunun ne büyük bir rezalet olduğu dünyaca propaganda edildiğinden 50’de belli şartlara riayet edilerek seçim yapmak zorunda kaldılar ve o Türkiye’de Türk milletinin başında kimin olmaması gerektiği iradesini ayan etti. 54’te bir seçim daha oldu. Bu da 50’deki hareketin öyle ezbere, heyecan sebebiyle olmuş bir şey olmadığını, pekâlâ milletin aynı yaklaşımda olduğunu gösterdi. Ama 57’de Demokrat Parti’nin Adnan Menderes’in yaptığı birçok numaraya rağmen oyları oran olarak yükselmedi ve oran olarak CHP’nin oyları yükseldi. Ve dolayısıyla bu da Türkiye’de büyük bir bakış bozukluğudur. 27 Mayıs hem Demokrat Parti’yi tasfiye etti hem de Cumhuriyet Halk Partisi’ni. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi eğer 27 Mayıs gelmeyecek olsaydı oyla iktidara gelmeye ayarlıyordu kendini. Türkiye’de “kafir devlet” tabirini canlandıran Ticaniler aracılığıyla CHP’dir. Tabii ki 61 seçimleri eğer 27 Mayıs olmasaydı CHP’nin İslâmî sloganlarla seçime gireceği seçim olacaktı. Bunlar tamam spekülasyon, geçelim. Ama bilmemiz gereken şey, son seçimin 57’de olmuş olmasıdır. Yani bugünlerde eğer meclisten dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi eğer yeterli oyla çıkmayacak olsaydı, cumhurbaşkanı mevkiinde bulunan zat diyor ki, eğer referanduma gidilecek olsaydı %70, %80’i bulacaktık diyor. Bu zatın tabii ki yüksek vukufiyeti(!) bunu söyletiyor ona ama gerçekte Türkiye’de sadece seçimlerin değil bütün oy mekanizmasının çok ciddi bir manipülasyona maruz kaldığının bir şekilde ifadesidir bu. Yani, Amerikan elçisi kaç kere Yüksek Seçim Kurulu’nu ziyaret etmiştir, bunu arşiv meraklısı olanlar bulsun öğrensin. Yani bir ülkenin büyükelçisi Yüksek Seçim Kurulu’nu niye ziyaret eder? Şimdi de burada Ankara’da kocaman bir Yüksek Seçim Kurulu yapıyorlar. Zaten yüksekti, yani o Ordu Evi’nin arkasında, şimdi daha yükseltiyorlar ki yukarıdan gayet güzel her şey hallolabilecek.
 
Şimdi, mesele bu. Mesele ne? Sen, ben, kimiz, neyiz, yani derdimiz ne? Ortaya çıkıp ona buna saldırmanın âlemi yok. Ama kendimiz eğer helal lokma diye bir şey biliyorsak ona göre davranmamız gerekiyor. Benim yazı başlıklarımdan bir tanesi şudur: “Erimezsen Eritirsin.” Şimdiye kadar eğer Müslümanım diye afra tafra eden insanlar prensip sahibi olmuş olsalardı ve söylediklerinde samimi olsalardı, Türkiye başka türlü olacaktı. Ama olmadı. Zaten Türkiye’de İslâm’ın aslî karakteri fark edilmesin diye bir siyasal İslâm başlatıldı 1973 yılında ve her safhada bu alâkalı zevat sözüm ona karşı çıktığı çevrelerin onlara açtığı yere yamalandılar.
 
Şimdi siyasal İslâm dediğimiz şey doğrudan doğruya Türkiye’nin İslâmî beklentilerini sulandırmak için yapılan bir şeydi ve fonksiyonu da 12 Eylül 1980’le sona erdi. Ben gazete yazarlığına 80’den önce başladım. O zamanların nelerle çalkalandığını gayet iyi biliyorum. 80’de bütün partiler kapatıldı, Millî Selamet Partisi de kapatıldı ve sonradan Refah Partisi diye bir şey çıktı ortaya. Bu, ite kaka olan bir şeydi, gözümün önünde olan bir şeydi. Çünkü Millî Selamet Partisi’nin kadroları ANAP’a adapte olmuşlardı ve ANAP teşkilatının %40’ı MSP’liydi. Yani Turgut Özal o zaman “Dört eğilimi birleştiriyorum…” falan filan diyordu; aslında MSP’yi ANAP’a taşıdılar. Ben de hatamı kabul ediyorum ve hiç canım da sıkılmıyor böyle bir şeyi yanlış algılamış olmaktan: Ben ANAP’lılaşmamış insanlar olarak Refah Partilileri görüyordum. Hâlbuki onlar ANAP tarafından “Hadi git kumda oyna!” denen adamlardı. Ve ondan sonra onlar tabii ki fırsatını buldukları zaman beterini yaptılar. Yani meselâ dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi şu -bunlar çok zeki insanlar mı, çok kabiliyetli insanlar mı-: İETT otobüsleri dışardan ilân almaya, Refah Partisi belediyeyi aldığı zaman başladı. Yani bu o güne kadar akıl edilemeyen bir şey miydi? Ama böylelikle daha o zamandan yollar döşendi, ondan sonra, nerden nereye gidileceği planlanmıştı, olan oldu. Bugüne öyle gelindi. Şimdi İstiklâl Marşı Derneği “Üç Cari Belâ” diye bir toplantı yaptı. O gün, İstiklâl Marşı Derneği matah bir şey olsaydı bunu bütün Türkiye’ye tanıtırdı, fark ettirirdi; ama bugün bunlar Amerikan talepleri olarak, en makbul şeyler olarak ve de sanki Müslümanların en çok istedikleri şeyler gibi sunuluyor. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşıydık biz -hâlâ karşıyım ben şahsen-, başkanlık sistemi, yani Türkiye’nin siyasî şahsiyetini yok edecek olan bir şey. Yani Türkiye’nin siyasî bir şahsiyeti olmayacak başkanlık sistemi olduğu zaman. Öbürü de yeni anayasa ki onu da gene İstiklâl Marşı Derneği toplantılarından birinde sarahaten ifade ettim; Beşar Esat AKP’lilere dönüp diyordu ki: “Ben ABD’nin bana verdiği bütün vazifeleri yerine getirdim, siz bir anayasa bile çıkaramadınız.” Yani bunun da aynı kutuda Türkiye’ye verilen bir vazife olduğu belliydi; zaten şu anda biliyorsunuz Suriye’ye bir anayasa düşünülüyor. Türkiye’de yaşayan insanlar bunu anlamıyorlarsa, görmüyorlarsa helal olsun! Bu insanlar neyle meşgul oluyorlar, kafaları nereye çalışıyor bilmiyorum.
 
Böyle işte... Benim aforizmalarımdan birisi, biliyorsunuz: “İyi şeyleri kabul etme, kötü şeyleri reddet.” İyi şeyleri neden kabul etmiyoruz? Çünkü toplumda iyi diye bilinen şeyleri reddediyoruz. Kötü şeyleri niye reddediyoruz? Çünkü sana teklif edilen şey rüşvetten başka bir şey değil. Camiye girdiğimiz zaman içimizi ferahlatan insanlar görmüyorsak ne yapmamız lazım? Camiyi mi terk edeceğiz? Yoksa o insanlarla bu iş senin bildiğin gibi değil diyaloğu mu başlatacağız? Çünkü hakikaten insanlar büyük ölçüde malumat noksanlığından zarar görüyorlar. Neyin malumatını vermeli acaba? “Şimdi insanlara uzun uzun, işte dünya sistemiydi, yok bilmem ne… Bunları anlatırsak anlarlar mı? Anlamazlar, o halde kestirmeden şöyle diyelim…” diyebilirsiniz. Bu, en kötü yöntem olacaktır. İnsanlara anlayamasalar bile işin doğrusunu söylemek lazım. Çünkü insanları anlar hale getirmektir amaç, insanları kandırmak değildir. “Anlamıyor, bu anlamaz, buna şöyle söyle!” Hayır! Buna doğrusunu söyle ki o doğrusunun ne olduğu konusunda bir şey bilsin. “Bir şey söyledi ama anlamadım.” desin, anlayacağı günü beklesin ya da anlayacağı imkânları araştırsın. Şimdi bu Marksist sanat tartışmalarında ciddi bir problem olmuştur. Biz çok zor ulaşılan sembollerle bir sanat eseri ortaya koyarsak bundan halk bir şey anlamaz, onun için işi biraz sulandıralım diye düşünebilir insanlar. Ama asıl sanat eseri mübdileri bu şekilde, bu formu ortaya çıkarmadığım takdirde hiçbir şey söylememiş olurum derler ve orada ısrar ederler. Başkan Mao derdi ki: “İyi ama su dolu kovayı yukarı kaldırmak için sapına kadar eğilmek gerekiyor.” Şimdi, sanat böyle fonksiyonel bir şey olarak düşünüldüğü zaman haklı gibi görünüyor ama sanat bizim yaşadığımız hayatın tasdiki üzerine üreyen bir şey değildir. Bilakis, yaşadığımız hayatın terk edilmesinin yollarını açar bize. O yüzden insanların yükselmesini beklememiz lazım kendimiz alçalacağımıza. Kendimiz de yükselelim; ama başkaları da yükselsin. Onun için ben öteden beri Risale-i Nur okuyan insanlara hayret etmişimdir. Bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa insanlar, demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir. Çünkü bir metin iyiliği yüzünden okunur. Doğru şeyler söylüyormuş gibi olsa bile kötü ifade edilmiş bir şey yanlıştır. Bizim hoşumuza gitmeyen bir ifade olabilir ama o kötü ifade değildir. Anlatabiliyor muyum? Doğru her zaman güzeldir. Yani, bir şey doğruysa mutlaka güzeldir. “Bizle zihnen irtibat kurdun... Ne güzel söyledin!” deriz değil mi? Hâlbuki “ne doğru söyledin” demeyiz. Çünkü güzel olmak zorundadır her şey. Yani insanların da güzelliği, kadınların cilveli, erkeklerin yakışıklı olması manasına gelmez. Güzel bir insan dediğin zaman kendisine itimat edilen bir insan demek istersin, başka bir şey yoktur. Emanete ihanet etmeyen herkes güzeldir. Ama Kayserili ne diyor: “Bir güzellik yap ayağımız alışsın.”
 
Evet. Fahri başkan olarak bu kadar yeter. Umarım daha sonra tekrar konuşma fırsatı buluruz.
 
Selâmünaleyküm.
 
21 Mayıs 2016, Ankara
İSTİKLÂL HARBİ VERMEMİZ ÖLDÜKTEN SONRA AKSIRMAKTI

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısını Kocaeli Kitap Fuarı’nda imzaladı.

"Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak" Konuşmasının Tam Metni

"bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"

Bu son mısraları tekrar edebilmek için bu şiiri yanıma aldım kitaptan koparıp. Bu mısralar yazıldığı zaman henüz İstiklâl Marşı Derneği yoktu. Şimdi “Son Ocak, Sönmez Ocak, Bizim Ancak" serlevhalı bir konuşma yapacağız burada.

DÖRDÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULUMUZDA FAHRİ GENEL BAŞKANIMIZ ŞAİR İSMET ÖZEL'İN YAPTIĞI KONUŞMA

Dokuz sene geçti İstiklâl Marşı Derneği kurulalı. Bu toplantının böyle sakin bir toplantı olması normal değil; yani dokuz senede İstiklâl Marşı Derneği’nin geleceği yer burası değildi. İstiklâl Marşı Derneği dokuz sene sonra buraya gelmek üzere kurulmadı. Benim şimdi ayakta, heyecanlı bir şekilde sizlere “omuzdaşlarım” diye hitap ederek bir konuşma yapmam gerekirdi.

Türk Tarihin Neresinde?

“Türk Tarihin Neresinde?” Konuşmamızın başlığını böyle tespit ettik. Bunu, bu sorunun cevabını merak ettiğiniz için mi buraya geldiniz, bilmiyorum. Hiç sanmıyorum.

Üryan Geldim Gene Üryan Giderim

Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 28 Eylül 2013 Cumartesi günü Ankara'da yaptığı "Üryan Geldim Gene Üryan Giderim" serlevhalı konuşmanın tam metni

Lisan İle Kabul, Lisan-I Hâl İle Ret

İstiklâl Marşı hakkında yapılacak bir konuşmanın yerinin Sivas olarak seçilmesi fevkalade önemli; çünkü Sivas, İstiklâl Marşı’nın yazılmasına sebep olan durumun ortadan kaldırılması yani İstiklâl Harbi’nin muvaffakiyetle sona erdirilmesi için yapılan işlerin önemli bir dayanak noktası.

İstiklal Marşı'nın Hayatımızdaki Yeri (19 Mart 2011, Bayrampaşa)

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 19 Mart 2011 tarihinde Bayrampaşa’da “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.