(...)
Dergâhta şiir yazarken
Üstad Ankaradaki bütün şiirlerini, İstiklâl marşını hep bu dergâhta yazmıştır.
Yüzlerce asır Türk Milletile beraber yaşayacak olan bu marşı ne vakit okusam, Taceddin dergâhında üstadın bu şiiri yazarken düşündüğü zamanları hatırlarım :
Odanın bir tarafına çekilmiş, elinde ufak bir kağıt... tefekküre dalmış... ara sıra bir kelime yazıyor... bazan yazdığını çiziyor... sonra tekrar yazıyor... bazan saatlerce düşünüyor...
Üstad şiirini yazmak için çok zaman sarfederdi. O sehli mümteni dediğimiz şiirler öyle kolay kolay olmıyordu. Bazan bir beyit üzerinde günlerce uğraştığı olurdu.
Şiir tamam olup da tebyiz edildiği zaman çaylar demlenir, hep arkadaşlar toplanır, bilhassa pek sevdiği Basriye haber gönderilir, o, elinde uzun çubuğu, sallana sallana gelir, üstadın yanına oturur, üstad tamam olan şiirini kendisine mahsus ahenkle okurdu, çaylar da tevali ederdi.
İstiklâl Marşı
Hele istiklâl marşı kabul edildikten sonra dergâhda çok samimî bir merasim yapıldı. Üstadın sevdiği bütün arkadaşlar, bir çok mebuslar üstadı tebrike geldiler. Güzel sohbetler oldu.
Heyecanlı günler
O günler ne kudsî, ne mübarek günlerdi! o günleri yaşamayanlar bunu, mümkün değil, anlayamazlar.
Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin halâsından başka bir şey düşünmüyor... Herkes şahsî emellerini bir tarafa bırakmış... Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı.
Hırslar, husumetler... Hep ayaklar altına alınmış... Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu. Müşterek tehlike bütün kalbleri sım sıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankaranın dağları taşları samimiyet ve sevgi içinde idi.
Müsabaka
Bu mukaddes mücadelenin büyüklüğünü, kudsî heyecanını terennüm edecek, onu gelecek asırlara nakşedecek zaman artık gelmişti. Maarif Vekâleti memleketin bütün şairlerini harekete davet etti.
Her taraftan güzel şiirler yağmağa başladı. 724 parça şiir geldi. Bunların içinden bazıları seçilerek basıldı. Bütün meclis âzalarına dağıtıldı.
Bu ne mübarek bir hassasiyet idi !
Manevî şeref
Vakıa bu marş için Vekâletçe bir mükafat vadolunmuştu. Fakat bu, mevzuu bahs değildi. Şiirlerini gönderen 724 şairimiz de, hiç şüphe edilmez ki, sırf manevi bir şeref için milletin heyecanını ifadeye çalışmışlardı.
Maarif Vekili, millet kürsüsünden bütün bu kıymetli şairleri tekrim etti, hiç birisinin maddî bir menfaat kaygusunda olmadığını söyledi.
Vekâletçe vadedilen mükâfat ancak bir nişanei takdir idi.
İstenen şiir
Vekâlet bu 724 parça şiiri iftiharla, göğsü kabararak okumuş, takdir etmiş olmakla beraber, asıl aradığı, istediği şiiri bulamamıştı. Mücahedenin azameti nisbetinde kuvvetli bir şiir, gönülleri heyecana verecek heyecanlı bir ses istiyordu.
Öyle bir ses ki gelecek nesillere, her an, o kudsiyet ve azameti terennüm etsin... Kalbleri o heyecanla doldursun... Yurdun bütün afakını o heyecanla inletsin... Bütün seslerin fevkinde yükselsin, yükselsin... Arşın kapılarına yapışarak bağırsın :
Ruhumun senden ilâhi şudur ancak emeli :
Değmesin mabedimin göğsüne na mahrem eli !
Milletin sesi
Kim söylüyordu? Bu ufukları titreten ses kimin sesi idi?
Bu ses ezelden beri hür yaşayan, kükremiş sel gibi bendini çiğneyip aşan, dağları yırtan, enginlere sığmayıp taşan, yurdun her taşı altında kefensiz yatan, her zerrei hâkinden şühedâ fışkıran bir milletin, iman dolu bir göğsün sesi idi.
Bu ses, al sancaklar dalgalanan fazilet ve şehamet şahikalarından bütün bir cihana karşı: «hangi çılgın bana zincir vurabilir?» diye meydan okuyan ; medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın hayasızca akınlarına karşı kükreyen bir sesti.
Bu ses, elinden silâhları alınan, hürriyet ve istiklâl içim dişile tırnağile boğuşan bir millete ümitler verecek, onu ye’isden, füture düşmekten uzaklaştıracak, önüne cennetler serecek, ona hakkın vadettiği büyük günlerin, büyük zafer günlerinin yakın, pek yakın olduğunu söyleyecek bir sesti.
İlâhi şair
Bu kadar azametli heyecanlı, bu kadar kutsî hisleri, bu kadar ilâhî nagmeleri kim terennüm edebilirdi? Bütün bu heyecanları, bu nagmeleri ruhunda duyan ve yaşayan, «en yüksek , en ilâhî bir belâgatle yazan Mehmet Akifden» (1) başka kim vardı? «Senelerden beri memleketin kederlerini, ıztıraplarını, bütün mefahirini söyleyen» (1) millet şairi Mehmet Akiften daha güzel kim milletin hislerini ifade edebilirdi?
Büyük şaire müracaat
Büyük Millet Meclisinin kudretli Maarif Vekili bunu biliyordu. Fakat ne çareki büyük şair, mükâfatı nakdiye verilecek diye müsabakaya iştirak etmemişti.
Maarif Vekili bunu sezdi ve müsabaka haricinde olmak müsabaka şartlarından azade kalmak şartiyle üstada müracaat etti. İstiklâl marşının, onun yüksek ve ilâhî belâgatlı kalemiyle yazılmasını rica etti.
Büyük şiir
Onun üzerine üstad Taceddin dergâhının odasına kapandı, o günkü heyecanlarından ilham alarak İstiklâl marşını yazdı. 17 Şubat 1337 Perşembe sabahı «Kahraman Ordumuza» ithaf edilen bu muazzam şiir, Sebillürreşadın baş sahifesinde intişar etti. (2)
(1) Maarif Vekili Hamdullah Suphi bey, meclisteki hitabesinde üstadı bu kelimelerle tavsif etmişti.
(2) 21 Şubat 337 Pazartesi günü de Kastamonudaki Açık Söz gazetesinde neşrolundu. Üstad bir nüsha kendi eliyle yazıp Açık Söze göndermişti.
Bundan dolayı (Açık Söz) naşirleri çok memnun olmuşlar, gazetelerine dercettikleri İstiklâl marşının baş tarafına şunu yazmışlardı:
«Şairi a’zam ve muhterem Mehmet Âkif Bey Efendi üstadımız (İstiklâl marşı) unvanlı bir bediai nefiselerinin ilk neşri şerefini gazetemize lütuf buyurdular. Her mısraında Türk ve İslâm ruhunun ulvî ve mübarek hisleri titriyen bu abidei san’atı kemali hürmet ve mubahatla dercederiz.» 21 Şubat 337
(...)
Eşref Edip - Mehmet Âkif Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları,
Sebilürreşad Neşriyatı, 1962, s. 152-156.
(...)
Millet kürsüsünde
Birkaç gün sonra - 1 Mart 1337 - Maarif Vekili, bu marşı Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okuduğu zaman meb’usların alkışlarından meclisin tavanları sarsılıyordu. Ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün meclis yekpare bir kalp halinde dalgalanıyordu. Üstad ise mahcubiyetinden, başını kollarının arasına sokmuş, sıranın üstüne yumulmuştu.
Meclisin heyecanı
Meclisin o günkü heyecanı fevkalâde idi. Mebusların hissiyatı cuşu huruşa gelmişti. Herkes imanının yükseldiğini görüyordu. Al sancağın dalgaları gönülleri heyecandan heyecana sürüklüyordu. Milletin hürriyet ve istiklâl yıldızının dünyalar durdukça parlıyacağına bütün gönüller imanla dolmuştu. Vecid içinde titreyen bütün kalpler bir kalp olarak, bütün sesler bir ses olarak bağırıyordu:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakka tapan, milletimin istiklâl!
o gün fezalar yalnız bu sesle dolmuştu.
(...)
Eşref Edip - Mehmet Âkif Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları,
Sebilürreşad Neşriyatı, 1962, s. 159-162.
(...)
Marş Kürsüden okunuyor
Ondan sonra – ufak bir müzakereyi müteakip – Maarif Vekili kürsüye çıkarak büyük bir heyecanla İstiklâl Marşını okuyor. Marşın her mısraı, her kıt’ası sürekli alkışlarla karşılanıyor. Meclisi büyük bir heyecan kaplıyor. Abdülgafur Efendi dua ediyor, büyük meclis amin han oluyor.
O gün üstad için en muazzam bir gündü. Hayatında bu kadar heyecanlı bir gün geçirmediğini söylüyordu.
Marşın resmen kabul merasimi
Meclisin 12 Mart 1337 içtimaında da İstiklal marşının resmen kabul merasimi yapıldı. Kastamonu mebusu Suad bey kürsüye çıktı:
- Bendeniz, dedi, Akif Beyin diğer eserlerini de okumuşum. Esasen bir marş, bir milletin heyecanlarını, tahassüsatını terennüm etmek itibariyle kıymetli ise Akif Beyin son yaptığı İstiklal marşından evvel inşad etmiş olduğu şiirler zaten bidayeti inşadından çok evvel, bizim hayatımızı, tahassüsatımızı ifade etmişti. Kendisinin memleketin tahassüsatına karşı ne kadar kudreti şiiriyesi olduğunu, garp ve şark alemi hakkındaki tahassüsatının en güzel nümunelerini (Safahat) ismindeki eserleri gösterir. Bu itibarla bu kahramanı edibi tebcil etmemek elden gelmez. Bendeniz kendi namıma Mehmet Akif Beyin büyük bir alaka ile tertib ettiği eseri tetkik etmek istemem. Tahsisen bu mes’elede. Bunların içinde, yazmış olduğu şiirlerin en güzeli İstiklâl Marşı'dır. Ve bundan evvel de Mecliste büyük bir vecd uyandırmıştır. Onun için duru biraz mütalea etmeksizin bunun tasvib edilmesini teklif ederim.
Birçok takrirler verildi. Nihayet «bütün meclisin ve halkın takdirlerini celbeden Mehmet Akif beyin şiirinin tercihan kabulünü teklif eden» Basri Beyin (Balıkesir Mebusu) takriri reye konularak kabul edildi.
Onun üzerine meb’uslar tarafından «Milletin ruhuna tercüman olan ve meclisin kabulile resmi bir mahiyet iktisab eden İstiklâl marşının ayakta dinlenmek üzere, Maarif vekili tarafından bir def’a daha meclis kürsüsünden okunması» teklif edildi. Bütün azalar ayağa kalkarak büyük bir vecd ve heyecan içinde İstiklâl Marşı okudu, dinledi. 12 Mart 1337 Cumartesi, saat 17:45 üstad heyecanından, mahcubiyetinden mecliste duramamış, salona çıkmıştı.
Marş milletin malıdır
Üstad uzun bir hicretten sonra memelekete dönmüştü (16 Haizran 1936) gurbet illerinde sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakmış, kavurmuştu. Ciğerleri şişmiş, vücudü bir külçe kemik halinde kalmıştı. Beyoğlunda Mısır apartmanının loş ve sakin bir odasında son günlerini yaşıyordu. Sevdiği bazı arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdi. Milli mücadele günlerinden bahsediliyordu. Söz istiklal marşına intikal etti.
İstiklal marşı denince üstadın gözleri büyümüş ve parlamıştı. Hasta bakıcının yardımile doğruldu, anlatmağa başladı:
- İstiklâl Marşı… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ıztıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse yazamaz… Onu bende yazamam… Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur…
Bunu söylerken üstad yorulmuştu. Başı yastığa düşüyordu. O kemik külçesini yavaşçacık itina ile yatağına uzattık. Misafirler veda ettiler. Üstad gözlerini kapadı. Sakin, sessiz uyumağa başladı.
Üstadın büyüklüğü
İstiklâl marşı için tahsis edilen beş yüz lira mükafatı üstadın kabul etmemesi o zaman çok kimselerce tuhaf görülmüştü. Bahusus o sırada sıkıntısı da vardı. Bu ikramiyeden bahsedenlere çok kızardı.
Baytar Şefik de bir gün bu sebeple üstaddan fena bir azar yedi.
Üstad Ankarada caketle gezerdi. Paltosu yoktu. Pek soğuk günlerde Şefiğin muşambasını istiare ederek giyerdi. Bir gün Şefik:
- Akif bey, şu mükafatı red etmeyite bir muşamba, yahut bir palto alsaydın daha iyi olmaz mıydı?
Diyecek oldu. Hiddetinden ne hallere geldiğini görmeliydiniz. Böyle söylediği için tam iki ay Şefikle konuşmadı.
(...)
Eşref Edip - Mehmet Âkif Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları,
Sebilürreşad Neşriyatı, 1962, s. 162-165.
(...)
İstiklâl marşı
Bir gün üstada sordum:
— İstiklâl marşını niçin safahata koymadınız?
— Onu millete hediye ettim, dedi ; artık o, milletindir. Benimle alâkası kesilmiştir. Zaten o, milletin eseri, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.
(...)
Eşref Edip - Mehmet Âkif Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları,
Sebilürreşad Neşriyatı, 1962, s. 261.
Akif, medeniyet düşmanı değildir; iman esastı zira. Medeniyetle karşılaşmasına teknik vasıta oluyor.
Mehmet Akif Ersoy'da Türk Kimliği
Vatanperverliği, Türkçülüğü ve Türk Kimliği
İstiklâlimizi ebediyen kazanıp Cumhuriyete kavuştuktan sonra millî ahlâkımızda bir cihet, bütün açıklığıyle göze çarpıyordu: Bayrak saygısı… Bu, pek tabiî bir neticeydi. Çünkü İstiklâl Harbi neydi? Bayrağımızın İstiklâli, hür ve müstakil topraklarımız üstünde dalga vuracak olan mukaddes Türk Remzinin hâkimiyeti için çarpışmış değil miydik?
stiklâl Marşı'nı yazması için yapılan ısrarlara rağmen Âkif, içinde para olduğu için teklifleri geri çevirir. Sonra Maarif Vekili Hamdullah Suphi’nin kazandığı takdirde ödül verilmeyeceğini
İstiklal marşı, bir marş olarak, yani beste bakımından belki kusurlu bir eserdir, fakat tarihsel ve bediî değeri inkar edilemiyen bir şaheserdir.