"YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM" Paneli Tam Metni

 

Gökhan Göbel: 

Selâmun Aleyküm,

İstiklâl Marşı Derneği’nin tertip etmiş olduğu “Ya İstiklâl Ya Ölüm” serlevhalı panelimize hepiniz hoş geldiniz. 

Seçimlerden sonra bu toplantıyı yapıyoruz. Referandum ve ardından gelen seçimler ile parlamenter sistemden vazgeçildiği beyan edildi. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti varlığını parlamenter sisteme borçludur. Mîsâk-ı Millî son Osmanlı Mebûsân Meclisi’nde kabul edilmiştir. İstiklâl Marşı Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilmiştir; kanundur. Bugün parlamenter sistemden vazgeçilmesi daha işin başında parlamenter sistem aleyhine -yani Türkiye'nin aleyhine- yapılan işlerin bir sonucudur. Temsil kabiliyeti en yüksek Türk meclisi, İstiklâl Marşı’nın kabul edildiği, İstiklâl şairinin mebus olarak bulunduğu Birinci Meclis, gayr-i kanuni şekilde, Mustafa Kemal tarafından dağıtıldı, feshedildi. O Meclis, Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’na bir madde halinde de geçecek şekilde hilafetin ve saltanatın, vatanın ve milletin istihlâsı ve istiklâline kadar devamlı olarak kesintisiz toplanacağını beyan etmiştir. Bu madde rağmına Birinci Meclis dağıtıldı, feshedildi. Bu Meclis Lozan’ı imzalamayacak, Mîsâk-ı Millî’den verilen tavizleri kabul etmeyecek, toplanış gayesine aykırı olarak, hilafeti ve saltanatı yok sayarak Cumhuriyetin ilanına müsaade etmeyecek bir meclisti. Ve idare şekli olarak cumhuriyet değil Meşruti Monarşi ile yola devam edecekti bu meclis. Zaten Cumhuriyet ilan edilmeseydi inkılâpların hiçbirisi olmayacaktı. Cumhuriyet inkılaplar yapılabilsin diye ilan edildi. Bugün ama parlamenter sistemden vazgeçildi. Mebus olsun olmasın -yani artık onlara mebus mu diyeceğiz- gidip mecliste Atatürk İlke ve İnkılâplarını koruyacağına dair yemin ettiler. Türkiye’de meclis kalmadı, parlamenter sistemden vazgeçildi ama Atatürk İlke ve İnkılâplarına bağlı kalacağına dair yemin yerini koruyor. Deyip konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakak’ı, İstiklâl Marşı Derneği Genel Sekreteri Mustafa Tosun’u ve İstiklâl Marşı Derneği Konya Şubesi Başkanı Mustafa Deveci’yi kürsüye davet ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak:

Selâmun Aleyküm, 

Cümleten hoş geldiniz. Seçimlerden bir buçuk ay önce, seçimlerden sonra böyle bir panelin Konya’da yapılacağını ilân etmedik ama bunu böyle programladık. Seçimlerin neticesi ne olursa olsun, başımıza gelecek şey belliydi, sadece nereden geldiğini öğrenmiş olduk. Başlığa bakarsanız hamasi bir başlık: Ya İstiklâl Ya Ölüm! Gerçi hamasi, hamaset deyince bizde nedense bir önyargı oluşmuştur. Yani hamaset sanmayın ama bu şöyle şöyledir… deme ihtiyacı hissederiz. Hamaset ve hamasi şeyler gayet güzel şeylerdir. Cesaret, yiğitlik, kahramanlık demektir hamaset. İstiklâl Marşı hamaset değildir, hamasi bir şey değildir diye söze başlarız. Zannediyorum bu gayrimüslimlerden bize sirayet etmiş bir dil alışkanlığı olsa gerekir. Hamaset iyi bir şeydir ama bugün hamaset yapacak bir ortam bile yok. Türkiye derken bile biz artık yine ağız alışkanlığı olarak bir Türkiye’den bahsediyoruz. 

Nasreddin Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardır, hepiniz bilirsiniz. Türkiye’nin durumuna cuk diye oturan bir fıkradır. Bir gün Nasrettin Hoca’nın kapısı çalar. Açar bakar ki bir köylü elinde bir tavşanla gelmiştir. Hoca buyur eder. Köylü tavşanı hocaya bırakır: “Çam sakızı çoban armağanı hocam, buyrun” der. Akşam olur, köylü kalkmaz. Hoca anlar tavşanı yiyip gidecektir. Tavşan pişirilir. Beraberce yenir. Misafir yatıya kalır. Sabah olunca uğurlar hoca. Öğleden sonra tekrar kapı çalınır, iki kişi gelir. Derler ki “Hocam dün o tavşan getiren adam vardı ya, biz onun arkadaşlarıyız.” Hoca buyur eder. Akşam olur, dünden kalan tavşan yahnisinden, etinden kalma artıklarla bir çorba hazırlanıp önlerine konur. Yatıya kalırlar yine. Sabah olur misafirleri uğurlar. Yine öğleden sonra üç kişi gelir bu sefer. Hoca şaşırır. “Hani o tavşan getiren adam var ya, biz onun akrabalarıyız” der gelenler. Hoca buyur eder. Böyle duruca çorbamsı bir şey önlerine koyar. Ağız burun eğerler ama ekmeğin yanına katık olarak yerler, bozuntuya vermezler. Sabah olur yatılı misafirler uğurlanır. Ertesi gün beş kişi kapıya dayanır. Hoca artık illallah etmiştir bu uzayıp giden tavşan muhabbetinden. Gider kuyudan koca bir kâseye su doldurur. Koyar önlerine. Hepsi şaşırır; “Hocam bu nedir?” “Bu tavşanın suyunun suyunun suyu” der.

Biz şu ada Türkiye’den bahsediyorsak böyle bir şeyden bahsediyoruz. Türkiye bir tavşandı. Cendereye alındı. İstiklâl Harbi ile o cendereden kurtuldu o tavşan. Hediye edilen bu tavşanı biz damızlık olarak kullanmamız gerekiyordu. Üretmek, çoğaltmak, hayatımıza hayat katsın diye besleyip büyütmemiz gereken bir şeydi. Biz bunu 1923’te kestik ve 1960’a kadar karnımızı doyurduk bununla. 60’ta bitti o tavşanın eti. 1960’tan 1980’e kadar o kalan artıklardan bir tavşan çorbası içtik. 80’den sonra az çok tavşan kokulu bir sudan mamul duru bir çorbayla günlerimiz geçti. 2003’ten itibaren ise önümüze konan keşke duru bir su olsa! Çünkü sade suya tirit yapar yeriz. Ama duru bir su da değil önümüze konan: Kokuşmuş pis bir sudur şu anda önümüzde duran şey, Türkiye olarak tanımlamaya çalıştığımız ülke. Bu niye böyledir? Niye böyle olmuştur? İsmet Bey’in seneler önce söylediği şey: “Türkiye’yi Türkler yönetmiyor.” Bu ne zamandan beri böyle? İstanbul’un fethinden beri bu, bu şekilde. Ara ara kesintiler olabilir. Arada Türklerin İstiklâl Harbi gibi işe el koyduğu kısa zaman dilimleri olabilir. Ama İstanbul’un fethinden bu tarafa Türkiye’yi Türkler yönetmiyor. Kimler yönetiyor? Bilumum gayr-ı Türk unsurlar. 

İstanbul’un fethinde ne oldu da Türkiye’nin bizim yönetimimizden çıktığına bakarsak o günden bu güne gelen vetireyi anlayabiliriz. 1299 veya 1300 diyenler var, Osmanlı’nın kuruluş tarihi. Hepimiz zannederiz ki işte Osman Bey beyliği kurdu, Allah yürü ya kulum dedi, yürüdü, koca bir imparatorluk oldu. Yani bu işi Osmanlı Hanedanı kendi başına halletti. Osmanlı Hanedanı asla kendi başına değildi. Osman Bey’den başlamak üzere siz Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedişine kadarki 154 yıllık zaman diliminde Osmanlı Hanedanını güden, sürekli murakabe eden birkaç ailenin, Türk beylerinin olduğunu görürsünüz. Birazcık tarihe dikkatle bakarsanız bu ailelerden en meşhuru Çandarlı Ailesi’dir. Osman Bey zamanında dedelerinin dedesi vardır, Çandarlı Kara Halil Hayrettin. Kara Halil Ahi Teşkilâtı’nın üyesi olmakla kalmayıp ileri gelenidir aynı zamanda. Fakılar denir Çandarlılara. “Cendereli” aslında ama biz “Çandarlı” diye okuyoruz, tarih kitaplarına öyle geçmiş, öyle biliyoruz. Nesiller boyu fakılardır bunlar. Yani fakihlerdir. Hepsi İlmiye sınıfı mensubudur. İçinden bazı sivrilenler ise Seyfiye sınıfına geçmişlerdir, vezir ve vezir-i azam olmuşlardır. Daha doğrusu Fatih’e kadar tüm padişahlar hemen hemen bir Çandarlı vezir-i azamının idaresinde gelmiştir. İlk Osmanlı sultanlarını bu aile seçmiş, şehzadelerden kimin padişah olacağına bu aile karar vermiştir. Yaklaşık 12 yıl süren Fetret döneminden nasıl çıkıldığı, dağılan devlet düzeninin nasıl toparlandığı pek merak edilmez nedense. Dağılmış olan devleti milletin beyleri tekrar ihya etmiştir. I. Bayezit’in 6-7 şehzadesinden onu, şunu değil de Çelebi Mehmet’i tahta oturtan yine Çandarlılar olmuştur. Birkaç aile daha var ama sivrilmişi en bilindiği Çandarlı ailesi olduğu için bunu söylüyorum. Fatih’in İstanbul’u fethettiği gün değil hemen ertesi gün yaptığı ilk iş bütün Çandarlı sülalesini çocuklarıyla akrabalarıyla beraber hapse tıkmak, arkasından Çandarlı Halil’in kellesini almak olmuştur. Sebep olarak da İstanbul’un fethine karşı çıktığını, Bizansla işbirliği yaptığını iddia etmişlerdir. Ki bunu da şöyle bir bilgiyi saklayarak söylerler. Çandarlı Halil İstanbul’un fethine karşı çıkmıştır çünkü topla, barutla fetih olmaz, fikrindedir. Yani fıkhi gerekçelerle fethe karşı çıkmıştır. Fetih okla, yayla, kılıçla olabilecek bir şeydir. “Barutla fetih yapamazsınız” diyerek bu fethe karşı çıkmıştır ve bu adamın Bizans ile ilişkisi var falan filan diyerek kellesi alınmıştır. Ondan sonra Fatih bir Hıristiyan olarak Zağanos Paşa’yı baş vezarete getirmiştir. 

Yani o “Osmanlı klasik düzeni” dediğimiz düzen tamamen fakıların ortaya çıkardığı bir düzendir. Bu demek değildir ki tamamen İslâmî esaslara merbut olarak bir düzen inşa edilmiştir. Ama İslâm’a mugayir değildir. Bir mesele karşısında tavır takınırken sürekli buna bakmışlardır. İslâm’a mugayir mi değil mi? Yani İslâm’a, İslâmî esasa, bir ayete, hadise, fıkhi bir fetvaya dayandırmaktan ziyade İslâm’a mugayir mi bu yapılacak şey? Bu şekilde o Osmanlı klasik düzeni dediğimiz şey, fakihlerin eseridir. Fatih devlet üzerindeki Türk murakabesine ya da vesayetine, Bizans tahtında oturan bir sarıklı olarak son vermiştir. Ondan beri biz Türklerin yönetmediği ama Türklere rağmen de yönetilemeyecek, Türklere rağmen de devleti idare ettiremeyecek insanların yönetiminde bugünlere kadar geldik. Ama arada dediğim gibi üç-beş yıllık kesintiler halinde bir şeyler bulabilirsiniz. Onun dışında sizin tarihiniz Türklerin yönetmediği bir Türkiye tarihidir. Fatih’ten itibaren vezir-i azamlar başta olmak üzere diğer vezirler ve Seyfiye sınıfının ileri gelenleri devşirmelerden, özellikle Hıristiyanlardan seçilmiştir. Kanuniye geldiğimizde ise işin içine Yahudiler de dâhil olmuştur. Kanuni’nin karısı hepinizin bildiği o Hürrem Sultan bir Yahudi’dir. Kanuni’nin başdanışmanı Josef Nassi bir Yahudi’dir. Oğlu II. Selim’e başdanışmanının kızını almıştır. Yani geçin Hırıstiyanı Yahudi padişahlarımız bile olmuştur. Dolayısıyla Kanuni’den itibaren Hıristiyanların yedeğinde bir Yahudi devleti, bir Yahudi hâkimiyeti de başlamıştır. Ne zamana kadar? İstiklâl Harbine kadar bu şekilde geldik. II. Mehmet’ten itibaren 150 yıl boyunca kırk küsur vezir-i azam içinde Müslüman kökenli sadece dört vezir-i azam vardır, bunların üçü hadım edilerek vazifeden azledilmiştir. Ama ortada bir Türk milleti vardı, gaza olacağında, bir harp olacağında başka kimsenin elinde bir şey yoktu, Türk milleti vardı. Onun için bunu ekarte edecek bir şey de yoktu ellerinde, halk kitlesi de yoktu. Türk rengine bürünmüş, Türk kokusuna benzer kokular saçan bir düzenle İstiklâl Harbine kadar geldik. 1839’dan sonra bütün anâsır o güne kadar var edilen bütünün nasıl paylaşılacağının kapışmasına giriştiler. İstiklal Harbi bu kapışmaya nokta koydu. O nokta: Devletin dini din-i İslam’dır şeklinde tezahür etti. Bu hükmün samimiyeti tartışılabilir ama devletin Türk devleti olması için bu hükmün anayasada yer alması zarurî bir şeydi. O zaruret o günden bu güne devam ediyor. Türkiye’yi idare ediyormuş gibi görünenler aynı zamanda Müslüman’mış gibi görünmek zorunda. Kim olursa olsun bu böyle. Alenen İslam düşmanlığı yaparak millet aleyhine hiçbir şey yapılamaz.Türkiye’de İslâm düşmanlığı daha Müslüman görünerek yapılabilir. 

İstiklâl Harbinde ilk defa Türkler gidişata el koydu. Yani bu abartı değildir. İşte İstiklâl Harbinin komutanlarından şu şöyledir bu böyledir denebilir ama İstiklâl Harbi bir subaylar savaşıdır. Özellikle İstiklâl Harbinin içinde Sakarya Meydan Muharebesi’nin -meşhur ismi “Sakarya” sonradan konulmuş bir isimdir- subaylar harbidir o zamanki adı. Çünkü savaşanlar…

İsmet Özel: Zabitler, zabitler.

Durmuş Küçükşakalak: Zabitler Harbi. Evet, yine sonradan zabite subay demeye başlıyoruz. Savaşanların yarıdan fazlası subaydır. Mesela harbin en kızışmış olduğu bir zamanda -son gün olması lazım hatırladığım kadarıyla- geri cephede bekleyen bütün ihtiyat kuvvetlerini de cepheye sürmüş vaziyette Türk ordusu. Ve savaş içinden çıkılmaz bir hale geliyor. 22 gün 22 gece sürüyor zaten. Geri çekilecek miyiz, devam mı edeceğiz? Buna karar vermek için herkes harbin komutanı Fevzi Paşa’yı arıyor. Fevzi Paşa’yı yerinde, çadırında bulamıyorlar. Herkes birbirine soruyor “Fevzi Paşa nerede?” yani “Savaşa devam mı edeceğiz, çekilecek miyiz?” Bulamıyorlar. Bir süre sonra “Fevzi Paşa burada” sesleri yayılmaya başlıyor. Oraya gittiklerinde gittiklerinde Fevzi Paşa elinde süngü, göğüs göğse süngü harbinde, en ön safta. Tümen komutanlarının yani bugünkü tabirle tümgenerallerin, albayların şehit olduğu bir muharebedir Sakarya Meydan Muharebesi. Bu hadiseden sonra biz bir Türkiye’den bahsedebildik. Ama bu ismi de gavurlar söyledi. Yani Türkiye, Türkçe bir isim değil. Gâvurların bizim topraklarımıza verdiği bir isim ve biz de maalmemnuniye kabul ettik. Evet burası bir Türk vatanı, burası Türk üreten topraklar manasında evet öyle olsun, dedik. Ülkemizin adı Türkiye olsun dedik. O cendereden kurtulan, İstiklâl Harbi ile özellikle Sakarya Meydan Muharebesi ile cendereden kurtulan tavşanı, inkılap bıçaklarıyla kestik. Karnımızı doyurduk bir güzel. Cemal Süreyya’nın bir şiiri vardır: Kısa Türkiye Tarihi. Orada bu söylediğim şeyi daha mufassal hale getirir:

Türkiye'nin adı,
Soyadı yasasından beri
Atatürk adından
Soyutlanamadı:

1930'lu yıllarda
Etitürkiye;

1940'lı yıllarda
Atetürkiye;

1950'li yıllarda
Ûditürkiye;

1960'lı yıllarda
Ötetürkiye;

1970'li yıllarda
Atatürkiye;

1980'li yıllarda
Adıtürkiye;

Mavi yolculuklar var bir de,
O yunani o güzel yolculuklarda,
Hemen her zaman:
Adatürkiye.

“Adıtürkiye” 80’den sonra. Ama dikkat ederseniz Cemal Süreya o yunani o güzel yolculuklarda bir Adatürkiye’den bahsediyor. Yani birilerinin kaçacağı, başının çaresine bakacağı ada olarak da bir Türkiye var. Şu anda dediğim gibi Türkiye sadece ağız alışkanlığı olarak kullanabileceğimiz bir şeydir. İçimizden gele gele dilimize gelmeyen bir kelime. Bütün dinamikleri ortadan kalkmış bir ülkedir Türkiye şuanda. İşte az önce İkinci Başkanımız: “Parlamenter sistemle doğmuş bir ülkedir Türkiye” dedi. Bu bir imkân olarak geliştirilebilir, istifade edilebilir bir şey olarak pekâlâ savunulabilecek, giderek bu işin davası güdülebilecek bir şeyken; geçen seneki referandumdan sonra hukuken, 24 Haziran seçimlerinden sonra ise fiilen devlet adı altında bir şirketin tebaasıyız, biz şu anda. Bunu son kabineyle -kabine mi diyorlar, bakanlar kurulu mu- net görürsünüz. Sadece dört-beş bakan değil, her bir bakanın hangi uluslararası şirketin, hangi sermaye odağının Türkiye distribütörü, mümessili olduğunu araştırabilirsiniz, bulabilirsiniz. Onun için şu anda Türk milletini koruyup kollayacak, lehine kararlar alabilecek devlet mekanizmamız yok. Millet olarak “ya istiklal ya ölüm” tercihiyle başbaşayız. Gâvurlar devleti her bakımdan çoktan ele geçirmiş vaziyetteler. İşte derin devlet vardır, Türk milleti için, Türkiye için şunu yapar, bunu yapar… Bunları anmaya da bilmeye de gerek yok. Derin devlet dediğimiz şey bir istihbarat devletidir. 1960-61: Tavşanın suyu/Ötetürkiye yıllarında Millî İstihbarat Teşkilatı kuruldu ve ilk müsteşarı Fuat Doğu ölmeye yakın kendisiyle yapılan bir röportajda: “CIA başkanı gelse” diyor, “beni Sinop’a götür dese, ben arabamla onu Sinop’a götürme mecburiyetimdeyim” diyor. Çünkü maaşlarını oradan alıyorlar. Onun için öyle derin devletmiş falan filan. Bir derin millet varsa var; yoksa ölüm bizi bekliyor. O ölüm de zannetmeyin ki mecazî manada! İşte manevi değerlerimizi kaybetme, toplum dinamiklerimizi yitirme, yozlaşma gibi ağızlarda dolaşan mecazlar değil. Fiili olarak, kıtal manasıyla bizatihi ölüm bizi bekliyor. “Türkiye yaşayan insanlar zaten hızla Hıristiyanlaşıyor, Hıristiyanlaşırız ölümden, öldürülmekten kurtuluruz.” Bunu hiçbir gavura kabul ettiremezsiniz. Tamam, Hıristiyan oldunuz ama ne oldunuz? Yani öyle mücerreten Hıristiyan olmak diye bir şey yok. Hıristiyansın da nesin? Bu topraklarda Hristiyan olmakla Rum mu odun, Ermeni mi oldun, Süryani mi oldun? Yani mücerret Hıristiyanlık diye bir şey yok. Katolik mi, Protestan mı, Ortodoks mu, ne oldun? Yani buna cevap verecek insanlar çıkmadığı sürece Hıristiyan olup canını kurtarmanın bir yeri de yok. Ölümle karşı karşıya geleceğiz ve bizi de koruyup kollayacak şu anda bir devlet mekanizması yok, kalmadı. Şükür ki Türk milletinin Allah’tan başka ümit edeceği hiçbir makam kalmadı.

Ben giriş babında bunları söyledim. Daha sonra vakit kalırsa tekrar devam ederim. Şimdi Konya Şube Başkanımız Mustafa Deveci sizlere hitap edecek. Buyurun.

Mustafa Deveci:

Merhabalar,

Şimdi en son söylemeyi düşündüğüm şeyi ilk başta söylemem gerekecek artık. Geçen radyoda türkü dinliyordum bu münasebetlerle, bu konuştuğumuz, nakletmeye çalıştığımız meselelerle bir irtibatını kurdum. O yüzden böyle bir giriş yapayım dedim. “Ağlama Yar” diye bir türkü var, Celal Güzelses’ten alınmış. Diyarbakır yöresine ait bir türkü. Onun bir kısmını size okumayı düşünüyorum.

Ağlama yar ağlama anam
Mavi yazma bağlama
Mavi yazma tez solar anam
Ciğerimi dağlama

Elma al olanda gel anam
Ayva nar olanda gel
Hasta düştüm gelmedin anam 
Bari can verende gel

Konya’daki gazetelerden birinin bir çalışanıyla sohbet ediyorduk bu çözüm sürecinin çok civcivli olduğu, kimsenin aleyhinde laf edemediği dönemlerde. Benim yaşlarda falan bir arkadaş, Güneydoğuda yapmış askerliğini. Dedi ki, orada birisini tutuklamışlar . “Birisiyle böyle konuştuk” diyor. “Ben dedim ki” diyor, “ya neyinize güveniyorsunuz böyle? Karşınızda koskoca devlet var, yani yaptığınız iş hiç akıllı bir iş değil.” diye sordum diyor. “Bana dedi ki” diyor, “Sen nerelisin? dedi” diyor. “Ben Konyalıyım dedim.” “20 sene sonra kapın çalınacak karşında ben olacağım.” Şimdi yani Durmuş başkanımızın söylediği gibi bu işi insanlar gereksiz bir endişe zannediyor. “Ya istiklâl ya ölüm” deyince “Abi ne ölümü ya, ne güzel işte yaşıyoruz, kur, parite, dolar...” Bütün riskimiz bir ekonomik kriz, bunu da atlatırsan zaten böyle devam edecek hayat diye düşünüyorlar. Başımıza nelerin gelebileceği, dünya sisteminin ve Türkiye’deki maşalarının neler düşündükleri, Türkiye’de Türküm diyen Müslümanım diyen insanlarla ilgili ne tür şenaatlerle işler yapmayı planladığı konusunda hiçbir fikrimiz yok. Bu konuda hiçbir endişemiz yok. Yani 92 ve 93’teydi değil mi? Benim yaşımda olanlar çok iyi hatırlar. Bosna’da yaşananları hepimiz gördük. Yani şaka gibi geliyor insanlara bugün bu tür bir ikaz yaptığımız zaman. “Başımıza çok büyük felaketler gelebilir. Aklımızı başımıza alalım.” denildiği zaman “Abi korkacak bir şey yok, zaten her şey emniyet altında, her şey olması gerektiği gibi.” diye insanları böyle bir rehaveti var. Yapacak bir şey yok tabii, bizim elimizde bütün Türkiye’nin hududunu, Türkiye’nin varlığını tahkim edecek, Türkiye’de daha salih bir yola doğru çevirecek elimizde bir mekanizma yok. Yapacağımız sadece bir ikazdan ibaret.

Şimdi bu türküde de hani “Hasta düştüm gelmedin / Bari can verende gel” diyor. Yani hasta adam, hasta adam dediler Osmanlıya ve Osmanlı Devleti ortadan kaldırıldı. Ve yerine bir şekilde bir devlet kuruldu. Ha bu devlet şöyleydi böyleydi, şu oldu bu oldu vesaire; ama kuranlar, bu Mîsâk-ı Milli’yi ilan edenler ve bu Mîsâk-ı Milli içerisinde bir hayat sahası kurmaya çalışan insanlar, canlarını kanlarını veren bizim ecdadımızdı. Yani sonra birileri şöyle yapmış, böyle yapmış olabilir. Evimizin şeklini birileri bozmaya çalışmış olabilir, şu olabilir, bu olabilir. Burası bizim evimiz. O yüzden buranın tahkim edilmesi gerekirken bugün hakikaten bir şeyin eşiğine geldik, yok olmanın, haritadan silinme sürecinin eşiğine geldik. Ama bir tatlı rüyalar içerisinde, toz pembe propagandalar içerisinde yok edilmeyi bekliyoruz.

Şimdi burada bizi dinlemeye gelen topluluk içerisinde bizim dernek üyelerimiz var. Ve derneğimizin üyesi olmayan, dışarıdan “Ya bunlar ne diyor acaba?” deyip dinlemeye gelenler var. Bir de hani istihbarat niyetiyle veya haber almak için, malumat sahibi olmak için vesaire, vazifeli olduğu için gelenler olabilir. Tabii bizim dernek üyesi olmayıp da hakikaten bir merak saikıyla “Ya bunlar ne diyor, bir kulak verelim.” diye gelen insanlar da boş değiller. Şöyle, herkes buraya daha önce almış olduğu ideolojik birikimi tasdik ettirmek veya o birikime göre bizim nerede durduğumuzu anlamak için gelmiş durumda. Bizden bir şey öğrenmek, -yani kimseye akıl verecek değiliz ama- hani bir kafa karışıklığı içerisinde mi acaba insanlar?

Şimdi, Konya’dayız. Ben yıllardır Konya’da yaşıyorum ve insanların birisini dinlerken nasıl hareket ettiklerini biliyorum. Sürekli kafalarında bir takım bloklar var. Ve bu bloklara, bir yere yerleştirmeye çalışıyor hiç bilmediği bir şeyse mesela. “Ulan bu adam konuşuyor şimdi, ama bu hangi tarafa bir malzeme taşıyor?” Sürekli bunu anlamaya çalışıyor. Halbuki bu çok zehirli bir şey. Yani bir zehre maruz kaldığı için böyle düşünüyor. Bu, 1960’dan sonra insanlara zerk edilmiş bir zehir. 1970’lerde siyasal İslâm, Ülkücülük-Turancılık denen bir cereyan, sonra solculaşacak olan bir sosyalizm, insanlar bunların etkisi altında kalarak hâlâ hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Halbuki bu üç şey de temel dinamik, insanları harekete geçirebilecek üzerine siyaset yapıldığı söylenen üç temel dinamik şu an tamamen bitirilmiş durumda farkındaysanız. Türkiye’de büyük bir siyasi boşluk ve büyük bir bunalım var. İslâmcılık, giderek son AKP iktidarıyla sağcılaşarak farklı bir şeye dönüştü. İşte ülkücülük, ülkücülerin temsilcisi olan MHP iAKP’ye yaklaştı, birleştirildi, hemen imtizaç ettirildi. Ağır ağır bu tek bir kimliğe dönüşecek, öyle görünüyor. Saadet Partisi zaten yani müstakil olarak bir İslâmcılık vesaire gibi bir şeyin sesinin de çıkarılmasına da asla izin verilmiyor zaten. Siyaset bitirildi bunu bilmemiz lazım. Bu zamana kadar öğrenmiş olduğunuz, annenizin babanızın size telkin ettiği veya çevrenin telkin ettiği veya okulda öğrenmiş olduğunuz, şu veya bu sebeple size nakledilmiş olan ideolojik kimliklerin hepsi aslında şu an bitirilmiş durumda. Çünkü bunlar vazifelerini yaptılar. O vazife neydi? Türkiye’de ciddi bir millî dava doğmasın için yapılan işlerdi bunlar. Bu risk de ortadan kalktığı için artık bunların da defterini dürdüler.

İstiklâl Marşı Derneği’nin milliyetçiliğinin tasrih edilmesi lazım. İnsanlar mutlaka -dediğim gibi- o eski eskimiş, içi boşaltılmış ideolojilerine göre bizi bir yere damgalayıp oturtmaya, yerleştirmeye çalışıyorlar ki zihnen rahata kavuşmak için.İstiklâl Marşı Derneği’nin milliyetçiliği ile normal harcıalem milliyetçilik arasındaki çok bariz farklar var. Mesela, Türk Milleti’nin üstün bir millet olduğunu söylüyoruz. Bunu milliyetçiyim diyen insanlar da kabul ediyor: “Tamam Türk milleti üstündür.” Ama diyorlar ki: “İslâm’dan önce de üstündük.” Bundan on gün önce birisi söyledi bana yani işte milliyetçi falan olduğunu düşündüğüm bir adam kendince: “Ya işte bu esas Türk harfi diyorsan Göktürk alfabesi var” vesaire gibi bir şey söyledi. Şunu anlamamız lazım, Türk milletini yaratan Allah’la, Kur’an’ı nazil eden Allah aynı Allah değil mi? Burada çok büyük bir itikadî arıza var. Adam diyor ki: “Türk milleti büyük millet. İslâm olmadan da zaten üstündük.” O zaman yani Allah yaratmadı mı sizi? Siz zaten var mıydınız yani? Allah’ın hiçbir dahili yok mu Türk milleti yaratılırken? Öyle bir enteresan -itikadî olarak bütünlüğü taşımayan- bir şey var Türkiye’de, ülkücü-milliyetçilik diyebileceğimiz aslında çok muhkem olmayan bir ideoloji. Bununla tamamen farklı bir milliyetçiliğimiz var. Biz millî varlığımız dediğimiz şeyi tamamen ve sadece İslâm’a dayandırıyoruz; İslâm’dan başka hiçbir şeyi töre kabul etmediğimiz için Türklük diyoruz. Türklük budur diyoruz. İslâm’ın dışında bir töre arayan gavurların oyuncağı olmuştur, Türkiye aleyhine fikirlerin maşasıdır, diyoruz.

Öbür tarafta İslâmcılık cereyanın zararlarına da işaret etmemiz lazım. İslâmcılık, - Konya’da biz bunu hakikaten çok bariz yaşadığımız bir şeydir- gayr-ı millî olan her şeyi parlatan bir ideolojidir İslâmcılık. 1960 sonrası çıkan sahte ideolojilerden de en revaçta olan ve şu an işte iktidarda olduğu söylenen şey. Türkiye’ye ait olmayan ne varsa hepsi güzeldir, kalitelidir, temizdir, salihtir ama Türkiye’ye ait olan ne varsa takbih edilmelidir İslâmcılığa göre. Vatan dediğin şey mücerret bir şeydir: “İşte ta Endonezya’dan başlayan Endülüs’e kadar falan böyle mücerret, Müslümanların yaşamış olduğu, nüfusunun çoğunluğu Müslümanlardan oluşan yerlerin hepsi İslâm vatanıdır. Böylece Türkiye’yi bunlardan ayırarak ayrı bir kategoriye sokmak da itikadî bir bozukluktur...” Bu anlayışa göre böyle. Yani vatansız bir İslâm, milletsiz bir ümmet, dilsiz bir kültür ve edebiyat vs... Böyle bir şey İslâmcılık. Ve bunun da Türkiye’ye çok büyük zararları olmuştur. Bir zehirleme etkisi yapmıştır. İnsanlar kendi varlıklarına sahip çıkmayı İslâm’a mugayir bir şey gibi telakki etmişlerdir.

Türkiye’de bizim söylediklerimizin karışacağı bir de ulusalcı denilen tipler var. Şimdi bunlar dakika İslâm dışı bir hayatta Türkiye’nin devam edebileceğine hâlâ inanan insanlar. Eğer Türkiye var olacaksa bir şeye dayanarak var olması gerekiyor. Bu bariz bir şey. “Peki İslâm’ın dışında bir şeye dayanacaksa neye dayanacak?” sorusunun cevabı verilmiyor bu ulusalcı çevrede. Bir devlet kurduk tamam. Bu şöyle ya da böyle var; ayakta duruyor; böylece devam edecek. Böyle bir anlayış var. Ve bunda da İslâm’a mesafe koydukça sanki Türk varlığı parlayacakmış gibi bir numara döndürüyorlar. Türkiye’de eğer İslâmî bir anlayış terkedilecekse geride Türkiye’yi bir bütün olarak tutan hiçbir şey kalmayacak demektir. Devlet de kendini izah edemez İslâm dışı bir yapıda.

Şimdi panelin başlığı “Ya İstiklâl Ya Ölüm”. İstiklâl meselesi de tam istiklâl ile anlaşılabilecek bir şey. Bu ülke eğer istiklâlimizi temin edecekse, mali açıdan, kültürel açıdan, askeri açıdan, siyasi açıdan, itikadi açıdan her açıdan tam bir istiklâlle elde edebilir. Yarım yamalak bir şeyle artık Türkiye’nin gitmesi mümkün değil. Bunu anlamamız lazım. Bu zamana kadar geldi bundan sonra da idare ederiz diye düşünüyor insanlar. Bir şeye bu millet yekpare bir millet olmadan devam etti gene de devam edebiliriz diye düşünüyor. Bu çok büyük bir hata. Büyük bir seferberliğe hazırlık yapmamız lazım. Peki bu seferberlikte bizi yekpare, monoblok hale getirecek olan nedir, bunlara kafa yormamız lazım. Ben şu deminki bahsettiğim minval üzere düşünürken şunu fark ettim ki gerçek manada Türkiye lehine fikirler üretebilecek, Türkiye lehine işler yapabilecek adamlar bu üç şeyin, -ülkücülük, İslâmcılık ve solculuk diyelim- dışında kalabilmiş insanlar Türkiye’ye fayda getirmiş insanlar. Ve bunlar 1960’tan önce kendi varlıklarını yani ideolojik varlıklarını kurmuş insanlar. 1960’dan önce insanlar -tabii ki bir CHP ve CHP’nin dışındakiler gibi bir bölünme var- fakat insanlar hiçbir zaman kesinlikle ayrı dünyalara ait insanlar olarak kendilerini görmüyorlar. Hepsi Türkiye’nin mahsulü olarak görüyor kendini ve o siyasi kavgaları da gelip geçici bir arızî bir durum olarak değerlendiriyor. Kendi varlığının sağlam bir yansıması olarak görmüyor bloklaşmayı. Mesela Turgut Cansever, ülkücü değil, İslâmcı da değil, solcu da değil ama bu adam -mimarî konusunda fikirlerini beğeniriz beğenmeyiz vesaire-, kendini bir millete ait hissediyor, bir millete ait hissederek mimarî konusunda neler yapılabileceği hakkında kafa yoruyor, kitaplar yazıyor. Değil mi? Bu adam ülkücü mü? Değil. İslâmcı mı? Değil. Bu insanlara yutturulmuş olan ideolojiler aslında insanların elinden hiçbir şey sadır olmasın diye yutturulmuş şeyler. Mesela Cinuçen Tanrıkorur, yani bu adam her fikrini tasdik edersin etmezsin ayrı ama bu adam şimdi bu bloklardan birine mi mensup? Hiçbirine mensup değil. Ama bu adam Türk müziği nedir, -bütün teorilerine katılmayabiliriz ama- buna kafa patlatmış bir adam, bir şeyler yazmış, besteler ortaya koymuş. Ne diyorum ne anlatmaya çalışıyorum size? İstiklâl Marşı Derneği neyi göstermeye çalışıyor? İstiklâl Marşı Derneği bu sahte bloklaşmalara tutunarak artık bir yere gidemeyeceğimizi, hepimizin mensup olabileceği bir asgari müşterek deniyor ya, bir azami müştereğimizin olduğunu bilmemiz lazım. Aksi takdirde yarın nasıl bir süreçle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Şimdi böyle ortalık güllük gülistanlık görünüyor ama yarın bir Arap Baharı denemesiyle karşılaşıldığı zaman Türkiye’de acaba gavurlar kimleri kimlere kırdırmayı düşünüyor? Bunu hesap etmemiz lazım. Ve birbirlerini kırmaya hazırlık yapan bu bloklardan birine mensup olmanın nasıl büyük bir ihanet olduğunu fark etmemiz lazım. Bu sahte bloklaşmaları geride bıraktığımız zaman aslında bu insanların çok büyük bir mutabakat zemini var. Askerlik yapan insanlar bunu bilirler. Ben uzun dönem askerlik yaptım ve Türkiye’nin her tarafından farklı farklı siyasi kimliklerden etnik kimliklerden insanlarla askerlik yaptım. Yani ben şunu çok iyi biliyorum ki bizim birliğimizde bir düşman gelse o düşmana karşı kurşun sıkmayacak bir tane adam yoktu ve ben hepsine arkamı dönebileceğim adamlardı. Ve bu adamların hepsi farklı farklı siyasi fikirlerde. Aslında Türk milletinin birbirine kırdırılması çok zor bir millet ama bu sahte şeylerle, bloklaşmalarla farkındaysanız böyle birbirine diş bileyen, birbirinin canına kastetmeyi vatan millet müdafaası gibi gören bir anlayış doğurulmaya çalışılıyor. Ben de burada bitireyim ikinci turda tekrar görüşmek üzere... Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak: Konya’da söylenmiş bir sözdür, Maarif Vekili Mustafa Necati: “Eski harflerle Kur’an’ı da tarihe gömdük.”

İsmet Özel: “Bu harflerle birlikte Kur’an’ı da tarihe gömdük.”

Durmuş Küçükşakalak: “Bu harflerle birlikte Kur’an’ı da tarihe gömdük.” cümle bu şekildedir. Şimdi bu cümle mi doğrudur yoksa “Arapça orijinal haliyle Kur’an okumanın insana hiçbir faydası yoktur. Ne dediğini anlamak için mealinden okumak gerekir.” bu cümle mi doğrudur?

Dinleyici: İkisi de yanlış.

Durmuş Küçükşakalak: Hayır, ilk cümle doğrudur, o harflerle Kur’an’ı tarihe gömmüşlerdir. İkincisi yanlıştır. Eğer, bugüne kadar milyonlarca meal basıldı Türkiye’de, milyonlarca. Bu abartı değil. Otuzun üzerinde -belki kırk elli olmuştur son bilmiyorum- meal yazan insan çıktı, bunlar yüzbinler basıldı ve Kur’an’da işte böyle Hıristiyanlık gibi bir İslâm anlayışı... Türkiye’de Hıristiyanlık gibi bir İslâm anlayışı, kafası biraz iş çevirmeyi bilenler Yahudilik türevi bir İslâm anlayışını, bütün insanlara bunu anlatmış oldular. Halbuki eğer gerçekten millî, gerçekten İslâmî en ufak hassasiyeti olan birisi şunu demesi lazımdı: “Madem mealden okuyacağız bunu eskimez yazıyla, Türk harfleriyle” diyemez, “Kur’an harfleriyle bu meali okuyalım.” Bir kişi bile çıkmadı bu kadar süre boyunca; çünkü bütün, düşünce akımları diyelim hadi, bütün düşünce akımları İslâm’ı Türkiye’den silmek üzere ithal olarak Türkiye’ye sokulmuş düşünce akımlarıdır. İstiklâl Marşı rafa kaldırıldıktan sonra en muhtemel ideoloji İstiklâl Marşı ideolojisi olması gerekirdi. İsmet Bey bunu dile getirinceye kadar kimsenin aklına bile gelmedi. Onun için bugün en son elimizdeki, Türk milletinin elindeki argüman İstiklâl Marşı’dır. Bunu da boşa çıkarmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Dışarıda bülten alanlar varsa son sene-i devriye bültenimizi, orada Mustafa Tosun’un, Genel Sekreterimizin giriş yazısında belirttiği bir husus var. Şimdi AKP’yi eleştirenler diyorlar ki: AKP, fabrika ayarları bozuldu. 2007’den önceki AKP diye dikkat çekiyorlar. Ondan önceki fabrika ayarlarına uygun bir AKP. Demek ki buradan anlıyoruz ki AKP fabrikasyon bir şey. 2007 yılında ne oldu da AKP’nin fabrika ayarları bozuldu? Türkiye’de ne oldu? Kayda değer Türkiye’de tek şey oldu: İstiklâl Marşı Derneği kuruldu. Ve bizim ürettiğimiz her argüman, İstiklâl Marşı’nda söylenen her argüman -bunu abartısız söylüyorum- içi boşaltılmak üzere, yerinden edilmek üzere, bambaşka bir yere çekmek üzere her argüman çarçur edildi, içi boşaltıldı. Yani Türkiye’de işte “Üç Cari Bela” diye bir panel yaptık 6 sene önce. Neydi bunlar? Yeni anayasaydı, başkanlık sistemiydi, dokunulmazlıkların kaldırılmasıydı. Yeni anayasayı yapamadılarsa yani işi kotaracak kadar bir referandumla halledebildilerse bu İstiklâl Marşı Derneği sebebiyledir. Başkanlık sistemi işte cumhurbaşkanlığı sistemi, Türk tipi başkanlık sistemi falan, ne dedi, ne yaptıklarını zaten kendileri bilmiyorlar; önlerine yapılacaklar listesi şudur denilip konulan şeyleri yapıyorlar. Asla hiçbir düşünceleri yok hiçbir konuda. Bu işi kotaramadılarsa sebebi İstiklâl Marşı Derneği’dir. Yani 15 Temmuz’da ezanlar okunduysa gecenin bir vakti İstiklâl Marşı Derneği sebebiyledir. Çünkü İsmet Bey buna defalarca dikkat çekmiştir. Yani vakitsiz ezan okumanın ne derece önemli bir şey olduğuna defalarca dikkat çekmiştir. Vakitsiz ezan okumak, düşünün bütün ülke çapında vakitsiz ezan okunuyor. Bu normal şartlarda insanın tüylerini diken diken etmesi gereken şey, bu kadar önemli bir şey, öyle kötü bir oyuna malzeme yapıldı ki artık biz gerçekten lazım olduğunda ezan okuduğumuzda icabet edecek insan bulamayacak. Yani vakitsiz okunan ezana icabet etmeyen küfre girer. Bu kadar önemli bir şeydir. Ve bu kadar önemli bir şeyi... Af buyur... Vakitsiz ezan şunun için okunur, bir Müslüman veya bir gurup Müslüman...

Dinleyici: İstiklâl için 15 Temmuz’da ezan okunmuşsa ve millet onun ruhuyla toplanmışsa niye o kötü olsun?

Durmuş Küçükşakalak: İşte mesele... İstiklâl için okunmamıştır. 15 Temmuz’un ne olduğunu, ne olmadığını söyledik, yazdık. Onun için...

Dinleyici: (...) evet 60’larda, 70’lerde öyleydi ama şimdi 2010’dan itibaren MİT’te bir değişiklik yok mu yani?

Durmuş Küçükşakalak: Hiçbir değişiklik, değişikliği bırakın biz şu anda Türkiye’yi Türkiye lafzını ağzımıza alırken ağız alışkanlığı olarak alıyoruz diyoruz. Biz şu anda Türkiye’nin devlet olarak, devlet olarak Türk devleti diye bir şeyin olmadığını söylüyoruz. Siz neden bahsediyorsunuz? Bambaşka şeylerden bahsediyoruz. Ezan, vakitsiz ezan okumak şu demektir: bir Müslüman, bir gurup da olabilir fark etmez, bir Müslümanın hayati tehlikesi var demektir. Ve küfür olur, vakitsiz ezana icabet etmemek küfür olur. Vakitli okunan ezana elim hamurdaydı, ayağım çamurdu deyip dersin, evde kılacağım dersin, bir mazeretin olabilir ama vakitsiz okunan ezan öyle değildir. Her neyse meselemiz o değil. Ama 15 Temmuz’da ilk vakitsiz ezan İstiklâl Marşı Derneği’nde okunmuştur. Bunu da bilin. 15 Temmuz akşamı Konya Şubesinde sazende ekibi arkadaşlar vardı; işte bir neyzen, bir ûdî, bir tanburî ve şarkılar, türküler söyledik. Saat on, on buçuk civarı en son neyzen arkadaş, az önce camide müezzinlik yapan arkadaş çok iyi ezan okuyor, Türkiye’de derecesi varmış falan bize birkaç makamda ezan okudu. Yani 15 Temmuz’da ilk ezan İstiklâl Marşı Derneği’nde okundu. Bu bile çarçur edildi. Diyanet İşleri Başkanı, o zamanki başkanı, dedi ki: 15 Temmuz akşamı geç vakitte dokuz buçuk, on gibi biz MİT müsteşarıyla akşam yemeğindeydik dedi. Yani o ezanların nasıl okunduğunu falan buradan çıkarabilirsiniz. Her neyse konumuz o değil.

İstiklâl Marşı Derneği’nin bütün argümanları çarçur edilmek için bugün kullanılıyor. Hemen sahtesi üretiliyor. İşte “Yeniden İstiklâl Harbi”, falan filan. Dün yine İkinci Meclis’te İstiklâl Marşı okunuyordu. Yani Allah sonumuzu hayretsin. Ben lafı uzattım. Şimdi Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun’a... 

Mustafa Tosun:

Şimdi, iyi niyetli olanlar toplantımıza hoş geldiler. Televizyonlar var, saatlerce konuşuyorlar insanlar. İzliyorsunuz, izliyoruz, biz de bakıyoruz, ediyoruz. Biz burada bir saat, iki saat doğruyu söylemeyelim mi? Yani kötüye kötü demeyelim mi? Yani böyle daha iyi olur demeyelim mi? Bunu yapmayalım mı? Bunu yaptığımızda korkuya mı kapılalım? Yoksa bizi korkuttuğunu düşünenler mi korkuya kapılsınlar? Bunlar ancak düşünenlerin cevaplayacağı sorular.

Şimdi, az önce taraf olmak bahsi geçti. Şimdi, acaba taraflar mı var? Yani bir tarafta millî ve yerli bir duruş mu var? Türk’ün duruşu, onun kıyamda bulunduğu ve rükûa, secdeye gittiği duruşudur. O Allah’tan gayrısına rükua ve secdeye gitmez. Kıyamı da keza öyledir. Bu manada, şimdi taraf olmaktan, bir taraflı olmaktan bahsediliyor. Esasında bize belli şeyler yutturulmaya çalışılıyor. Bu gün geç kalma durumum oldu. Kırşehir’in Kaman ilçesinde arabamızı tamir ettirmek zorunda kaldık. Orada taraftarlığa ilişkin bir şeyler de öğrenmiş oldum. Şöyle ki; tabii bulunduğumuz yer gereği bunlar oluyor. Sonuçta politik birisiyim, hemen bir şekilde politika konusu açılıyor. Adamın biri AKP’ye oy verdiğini söyledi ve dedi ki: “Bu adamdan dedi üç kişiden birisi üretilecek:” dedi, “Ya Saddam üretilecek” dedi, “ya Kaddafi ya da Esad.” “Onlardan biri olacak.” dedi. Yani bu adam taraftar olduğunu söylüyor ama taraftarlığı bile sahte. Yani, yani madem bunu böyle görüyorsun niye taraftarısın? Falan filan… Öbür tarafta, karşı tarafında olan CHP, Millet İttifakının da ne kadar dandik oldukları saatler içinde ortaya çıktı. Adamlar bir şeyi iddia ediyormuş gibi göründüler. Oysa anlaşmalar en başta yapılmış. Sonrasında bir vodvil oynamışlar. İstiklâl Marşı Derneği ise rol yapmanın kendini kurtaramayacağını bilen insanların yeri olmalıdır. Rol yaparak taraftar olunamaz. 

Şimdi bir rol kesenle karşı karşıyayız. Mesela: Asrın lideri olduğu telaffuz edilen kişi mesela “Dünya beşten büyüktür.” diyor, bununla büyük bir reklamasyon yapıyor. Oysaki “Dünya beşten büyüktür.” sözünü söylediği yer şurası benim hatırladığım: Suriye’ye müdahale edilecek, bombalanacak, uluslararası müdahale yapılması isteniyor. Buna Çin’le Rusya izin vermedi, Rusya ve Çin’in müdahale etmemesinden dolayı dünya beşten büyüktür dedi. Yani Suriye bombalanmalıdır diye deniliyor yani. Bunu söylemeyelim mi? 

Dinleyici: Zorlama bir yorum oldu.

Mustafa Tosun: Zorlama; güzellik zaten zorla olur. Yani bu yutturmaca başından beri var yani bize İkinci Abdülhamid reklamasyonu da yapılıyor, dizileri çekiliyor. İkinci Abdülhamid döneminde kaybedilen topraklar çok fazla, Düyûn-u Umumiye gelmiş, hatta Yahudilerin yerleşmeye başlamalarının hız aldığı dönemler. Yani bir de bir şeyler gösteriliyor, ediliyor.

Şimdi “Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyoruz. Bir de taraf olmak dedik. Şimdi “Ya İstiklal Ya Ölüm” bir tür taraftarlığın bir sonucu ve söylemidir. Yani bir şey kişinin istiklâline ve ölümüne sebep olmuyorsa taraf olmaya değmezdir. Türklük yani İslâm davasının askeri olmak, kılıcı olmak ölüme değer bir şeydir. Ve bu, bu istiklâl dediğimiz şey de pür İslâmî ve peygamber efendimizden gelen bir kavramdır. Şöyle ki: Şimdi İsmet Bey’in de çoğu zaman aktardığı bir hadisi şerif var. Yakın zamanda gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı törenlerini gördüğümde, onlara yalakalık yapanları gördüğümde bende uyanan duygunun aklıma getirdiği bu hadisi şerif oldu. Allah Resûlüne Mekke’dekiler diyorlar ki: Sana en güzel kadını, en asil bildiğimiz kadını sana verelim ya da para toplayalım, en zenginimiz sen ol veya başkanımız ol, başkanımız ol emrinden çıkmayalım.” Allah Resûlü ise diyor ki: “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseler yine de davamdan vazgeçmem.” ve arkasından bir şey daha söylüyor, devam ederek “Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.” Mealen, biz aktarırken bile çok iyi bir şekilde aktaramadık ama bu bile “Ya istiklal ya ölüm.” deme halidir. Yani Allah’ın dinini hâkim kılmak istiklâldir. Bu uğurda ölmek te var. O da şehitlik halidir. Her beşerin Cennete gitmek ihtimali gibi cehenneme gitmek ihtimali de var. Cennete gitmeyi isteyen insan istiklâlini ister çünkü…

İsmet Özel: Hak eder. 

Mustafa Tosun: Hak eder, hak eder. Şimdi biz bazen hasta oluyoruz, dişimiz ağrıyor mesela, bir türlü sabah olmuyor; o gece sabah olana kadar çok zorlanıyoruz. Bizim için cennet yanında cehennem de çok basit bir şey gibi gelmiş maalesef. Her şey bizim için artık basit bir şey gibi. Düşünseniz ya yanan insanların yakıtı olduğu şekilde yanacak insanlar. Ve bu ebedî de olabilecek. Ama Müslüman olmak, istiklâlini korumakla cenneti hak edebileceğiz. Bu manada tevhid çok önemli. Yani biz bugün birilerinden bizi sevmesini istediğimiz, ondan korktuğumuz, rızkımızı veren bize özgürlüğümüzü veren kişi olarak görmeye başlamışsak neye kulluk ettiğimizi bir düşünelim derim. Bunlar ben de ilk elden yakıcı olarak duyduğum şeylerin ancak parçalı şekilde ifadesi oldu.

Şimdi az önce mesela Bosna Hersek’ten bahsedildi. Şimdi Türkiye’ye bir defa Bosna Hersek gibi bile bir şans tanınmayacak gibi görünüyor. Niye? Çünkü Bosna Hersek sonuçta etnik olarak yine de Sırplarla, Hırvatlarla akraba görünen bir unsur. Ama Türklerin kimseyle akrabalığı yok bu anlamda. Bu manada yok edilmeyi hak etmiş görünen, dünya tarihini bir şekilde belirlemiş olduğu için yok edilmesi istenen bir şey. Bu arada Bosna Hersek’e ilişkin bir bilgi söylemek isterim. Dayton anlaşması gereği insanlar zannediyorlar ki bir Hırvatistan, bir Sırbistan var, şunlar var bir de Bosna Hersek var zannediyorlar. Oysaki Bosna Hersek’te yine tüm unsurların diğerlerinin hepsi hak sahibidirler. Onun için başkanlık konseyi denilen bir yapı var. Sırbistan Sırpların elinde ama Bosna Hersek içinde yine Sırpların, Hırvatların olduğu başkanlık konseyinin yönettiği bir şey. Yani bu konuda bile hiçbir şeyi tam olarak bilmiyoruz. Yani öyle bir şeyle karşı karşıyayız. 

Şimdi bir şeyler olup bitiyor. Deprem olmadan önce, beş dakika önce insanlara deprem olacak deseydin yani “Allah bilir.” veya “Olmaz.” diyebilirdi. Her şeyin, bir beş dakika öncesi vardır, bir ay öncesi vardır, bir yıl öncesi vardır. Biz bunun neresinde olduğumuzu bilmiyoruz ancak dediğimiz gibi ancak “Ya istiklâl ya ölüm” denecek bir noktaya doğru gidilmekte. Ancak alemlerin rabbi olan Allah’a kul olmayı başarırsak bundan kurtulur veya şerefiyle ölme ihsanı bize bahşedilebilir. 

Ben konuşmayı ikinci bölümde sürdürmeyi düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ediyoruz. Şimdi on dakika ara veriyoruz İstiklâl Korosu konserini icra edecek. On dakika aradan sonra konserimiz başlıyor.

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ CELSE 

Durmuş Küçükşakalak:

Selâmun Aleyküm,

On dakikalık arada üç soru geldi. Yani 15 Temmuz’da ilk ezanı siz okudunuz derken buna destek babından mı… minvalinde sorular. Konu yanlış anlaşılmasın. O sırada o geceyle anılan hadiselerden haberimiz yoktu yani. Şarkı türkü okuduk, en son kalkmadan önce güzel ezan okuyan bir arkadaş ezan okudu bize birkaç makamda. Hadise budur yani. Camilerden ezanların okunması bir iki saat sonradır. Hatta dernekte bazen şarkı türkü okuduğumuzda hala espri konusudur: Aman ha ezan okumayın sabaha kadar ardı arkası kesilmiyor!

Şimdi “Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyoruz. İstiklâl fikri münferit bir fikir değildir. Yani münferit olarak bir insan teki hürriyetine kavuşabilir, özgür olabilir ne bileyim isyan edebilir ama istiklâl ancak bir topluluğun, bir seçilmiş topluluğun, cumhurun fikri olabilir. İstiklâl Harbi’nde de öyle olmuştur. Dünyada İstiklâl Harbi vermiş tek millettir Türk milleti. Yani bugün 60 küsur tane İslâm ülkesinin hepsinin tarihini açıp bakabilirsiniz, hiçbirinde İstiklâl Harbi diye bir şey bulamazsınız. Müstemleke haline getirilmişlerdir, özellikle mâlî bakımdan müstemleke oldukları ülkeye bağlandıktan sonra onlara güya bir bağımsızlık hediye edilmiştir. Biz İstiklâl Harbi vererek bileğimizin hakkıyla istiklâlimizi elde ettik. Bu bizi bir vatan sahibi kıldı, bir. İkincisi; devlet, Türk devleti olma imtiyazına kavuştu ilk defa ama dediğimiz gibi bu çok kısa süren bir şey oldu. İstiklâl bir şeyi yüklenip götürmek manasına geliyor. Başına buyruk olma, müstakil olma yani. Hayatî ve hayatiyetini devam ettirecek kadar az bir şeyi, -aynı zamanda azaltılmışlık da ifade diyor- yüklenip götürmek. Aslında azık; yani yola çıkarken su lazım olur, kaç günlük yolsa o kadar azık lazım olur, şu kadar para lazım olur, bu. Bir Türk bunun için yaşar. 

Bizim namazımız istiklâl içindir. Bakın namaza: Kıyam ediyoruz, tekbir getiriyoruz, sıra sıra saf tutuyoruz. Allah’ın görünmez orduları melekler de saflarımıza katılıyor... Namazı zaten münferit olarak düşünmeyin. Namaz cemaatle kılınır. İmamın durduğu yere mihrap denir. Yani harp mahalli. Harp ediyorsun! İmama, namaz kıldırdığı için imam denmez. O harbi idare ettiği için, ümmetin önünde olduğu için imamdır. Meselâ İmam Buhârî deriz, İmam-ı Âzam deriz, İmam Şâfii deriz, İmam Rabbânî deriz mesela. Niye İmam Rabbânî diyoruz? Diğer alimlerden ne farkı var da biz bunu imam olarak ayırıyoruz? 17’nci yüzyılda Hint adalarından başlayıp Hindistan’a uzanan işgale karşı çıkan âlimdir. Onun için ona imam rütbesi veriyoruz. Türkçede imam böyledir. Yani küfre, sultaya, gerektiğinde sultana karşı koyan adama imam denir. Namazda imama namaz kıldırdığı için imam demiyoruz. Harbin başında olduğu için imam diyoruz ki namazın ilk safına, namazda imamın hemen arkasında duranların makamına fetih makamı denir. Ne yapıyoruz, savaş mı yapıyoruz? Evet, bu bir harp, bu bir fetih! Bizim namazımız istiklâl içindir. Değilse hiçbir manası yok yani. Hıristiyanlar Pazar günü kiliseye gider, böyle bir ayin değil. Namaz bizi dipdiri tutmak için bir ibadettir. 

“Ya İstiklâl Ya Ölüm”, “Ya İstiklâl Marşı Ya Ölüm”dür aslında. Yine aslında “Ya İstiklâl Marşı Derneği Ya Ölüm”dür. Çünkü Türkiye’yi şiir kurmuştur, İstiklâl Marşı kurmuştur. Bunun hiç lamı cimi yoktur yani. İstiklâl Marşı cephede okunmak üzere, cepheden okunmak üzere yazılmış bir marştır. Bu tarihi olarak belgeli, ispatlıdır yani. Bunu Garp Cephesi Kumandanlığı istemiştir “Bize bir İstiklâl Marşı lazım.” diyerek. Garp Cephesi Kumandanlığı İstiklâl Marşı’nı istemiştir ve İstiklâl Marşı yazıldıktan beş ay sonra Sakarya Meydan Muharebesi zaferle neticelenmiştir. Yani Türkiye’yi bir şiir yapmıştır. Onun için “Ya İstiklâl Ya Ölüm” demek “Ya İstiklâl Marşı Ya Ölüm” manasına gelir, diyerek ben Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun’a sözü bırakıyorum, buyurun.

Mustafa Tosun: Az önce İsmet Özel Bey ve söz ve saz arkadaşları çok güzel bir konser verdiler. Teşekkür ediyoruz. Son parça Selanikli Ahmet Efendi’ye aitti. Yani, bu güzel şarkıyı yazan kişinin doğduğu topraklar artık Türkiye sınırı içerisinde değil. Ancak Selanik biliyorsunuz Mîsâk-ı Millî sınırları içerisinde. Yani sadece Selanik değil, yani bizim Kerkük türkülerimiz meşhurdur ancak Kerkük türkülerimiz olan topraklar şu anda bize ait değil veya Batum’umuz var, Halep’imiz var ve yine küçük şehirlerimiz var. Mîsâk-ı Millî: millî yemin. Yani yemin edilmiş bu toprak parçalarının bırakılmasının söz konusu olamayacağı, bunu bırakmanın bir ihanet olduğunu da ifade eden bir şey. Ama ne görüyoruz? Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazandıktan sonra bir anda ordu duruyor. Bir yıl bekleniyor, Büyük Taarruz için bir yıl bekleniyor. Bu bir yıl içerisinde nelerin döndüğü, nelerin planlandığı, nelere uzlaşıldığı önemli bir konu. Ama sonucunda 9 Eylül’de, 1922 yılında İzmir’e varılıyor. Selanik’te büyük bir şey oluyor. O zaman Yunan işgali altında, her an geldi gelecek diye, hatta büyük orada beklentiler de oluyor. Bunun karşısında korkular da oluyor Yunan tarafında. Ama korkulan olmuyor. Selanik’e yönelinmiyor. Acaba yeminden geri dönen birisi nedir veya o yemine sadık mıdır? Bu bir bahis konusudur. Bu manada bunun ikinci bir izdüşümü de şudur: Bugün biz bir türkü, Bitlis türküsü, işte Edirne türküsü diye de biliyoruz. Yarın bir gün bunların da elimizden çıkmasını ifade eden bir şey, böyle bir tehlikeye de işaret ediyor bu. Bir de bir yerde türkü olması demek, oranın, orada yaşanıldığını, oranın sahiplenildiğini, oranın sahibi olduğunu işaret eden bir şey. Aslında bizim bence dernek olarak bu Kerkük türküsü, Batum türküsü gibi türkülerle ilgili böyle bir çalışma yapabiliriz diye aklımdan geçiyor. Bir konu bu. Diğer bir bahiste şu: Dünya, gavur takvimine göre, 20’nci ve 21’nci yüzyıldaki gelişmelere baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşırız. ABD savaşlara girişi ve başlatışında hep bir haklı sebep üretecek bahane bulmuş. Yakından baktığımızda ise bu bahaneleri kendisinin tezgahladığı apaçık bir gerçek. Mesela I. Dünya Savaşı var, ancak I. Dünya Savaşı’nın kırılma noktası ABD’nin savaşa girişi. 1917’de giriyor ve aslında kendi gemilerini bombalatarak savaşa giriyor.

Dinleyici: Pearl Harbor.

Mustafa Tosun: Öyle bir iddia olduğunu görmüştüm ama hani öyle iddialara ilişkin metin okudum, şimdi bilmiyorum. Peal Harbor’dan bahsetmiyorum, ondan da bahsedeceğim. Sonuçta ABD kendi kamuoyuna rağmen Almanlara karşı savaşa giriveriyor. II. Dünya Savaşı zaten bir gösteri gibi. II. Dünya savaşı dünya tarihinde belirleyici bir rol oynuyor ve onda da 1941 yılında Pear Harbor sahte baskınıyla, kendi kendilerine yaptırdıkları, hatta İsmet Bey’den duyduğumuz şekliyle Japon yerine Japon bile bulamayıp, diğer Uzak Doğu milletlerinden insanları kelepçeleyerek pilot kabinine koydukları bir tezgah. Sonuçta saldırıya uğradıkları bahanesiyle beraber II. Dünya savaşına da girdiklerini görüyoruz. Aslında Vietnam’da da Amerika olmayabilir, olabilir ama orada da kendi botlarını bombalatarak müdahil oluyorlar. Bunun çok önemli bir etkisi oluyor dünya tarihinde. 1990 yılında Kuveyt’e Saddam’ı sokarak bir hareket başlatıyorlar. Ama esas işlerini 11 Eylül 2001 tarihinde yapıyorlar. 2001 tarihindeki olayın mantık olarak, kurgu olarak dışarıdan birinin yapma imkanı olmadığı, ispatlanan bir şey, ispatlanıyor. Yani öyle şeyler oluyor ki mesela kulelerin blok halinde yıkılması mümkün değilmiş, çünkü çelikten yapılmış, çeliğin birden bire o şekilde aşağı yıkılması mümkün değilmiş, mesela. Bunun dışında iki kulenin yanında bir kırk altı katlı küçük bir gökdelen var, o altı yedi saat sonra yıkılıyor. Neden yıkıldıysa, yani bunun herhangi bir şey de olmamasına rağmen. Ogün gökdelenlere belli bir insan gurubu yani Yahudiler işlerine gelmiyorlar. Bunun dışında hiç bir şey kalmıyor ama saldırdığı düşünülen kişiler, uçaklar kaçırılıyor kaç tane uçak, böyle. Şimdi biz, bize gösterilen şeylerle olan şeyler aynı olmayabilir. Bunlara dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum. Biz Türk milletiysek, beylerden ve hanımefendilerden ve onların evlatlarından oluşan bir şeyden bahsediyoruz. Bizim esas kaybetmek üzere olduğumuz şeyler beyliğimiz, hanımlığımız, evlatlığımızdır. Bunları kaybetmemek için sloganla bitireceğim: Ya İstiklâl Ya Ölüm!

Durmuş Küçükşakalak: Mustafa Deveci, buyurun.

Mustafa Deveci: Ben 1992 yılında mahallî bir televizyon var Kon TV diye, -burada hala faaliyet gösteriyor- onun kuruluşunda çalıştım. Belediyede çalışıyordum o zaman, belediyeden bazı yetenekli buldukları adamları oraya aktardılar falan. İşte program hazırlıkları yapılıyor, henüz de yayına başlanmadı. Uzunca bir yayın hazırlığı dönemi sürdü. İşte saat 8'den atıyorum 12'ye kadar bir vakit doldurulacak, yayın yapılması lazım. Ben kara kara düşünüyorum. Tabi o zaman Refah Partisi’nin en hızlı zamanları. Bir vakitn doldurulması lazım. Neyle dolduracağız bunu? Türkü koyamıyoruz, “milliyetçi” bir şey, “İslâm’a uygun değil.” Şarkı koyamıyorsun, ne bu şarkı markı işte yani. İlâhî desen yani hakikaten ilahinin Türk musikisi formlarına uygun olarak söylenilmesi gereken -yüksek bir musikinin mahsulü olarak söylenecek- bir ilâhî konusunda kimsenin bir beklentisi yok. Böyle kara kara düşünüyorum ben. Bu yayın nasıl dolacak diye. Sonra oradan işte program yapımcısı falan diyelim birileri geldi gitti, Ramazan ayıydı iyi hatırlıyorum. Mesela Konya’nın Araplar mahallesinden bir tane imamı getirdi, oraya koydu. Arkasına bir de Kubbe-i Hadra, Medine resmi, önüne naylondan iki çiçek, mikrofonu koydu, önüne kamerayı da koydu abimiz, tek kamera... Hoca veriyor vaazı, veriyor vaazı. Ondan sonra arada da böyle org “dım tıs dım tıs”lı ilahiler... Ben böyle ağzım açık bakıyorum tabii yani ne olacak diye. İki üç gün sonra Halil Ürün geldi tebrik etmeye. “Allah razı olsun! Ne güzel program!” Üç gün sonra Meram Belediye başkanı Veysel Candan geldi, çok güzel program falan. Ben tabi ağzı açık şaşkın bakıyorum. Yani o kadar seviyesiz, o kadar kalitesiz bir şeyi insanlar bağrına basıyor ki... O zaman dedim; bu Refah Partisi, İslâmcılık bilmem ne bunlardan hiç bir şey olmaz. Hiç bir şey olmaz. Yani kendi türküsüne, kendi şarkısına, kendi musikisine sırt çevirmek değil cephe almış bir görüşe millî görüş demek nasıl bir şey bilmiyorum. Gayr-ı millî bir görüş bu.

Ülkücü dediğim adamları da mesela benim akrabalarım vardı böyle ülkücü olanlar, hala oğullarım vardı. Ben daha küçüktüm seksenden sonra falan, evlerine giderdik. Yatar kalkar Ozan Arif dinlerlerdi. İşte Mamak’ta işkence gördük... Kenan Evren şöyle kötü falan filan. Yani güya bunlar milliyetçi. Bir Kütahya türküsü söyle, bir bozlak çağır. Hiç haberleri olmaz yani. Türküden habersizdir bu “Türkçüler”... Yani Türkiye’de millî varlık husûsen sahipsiz bırakıldı ve millî varlığa sırt çevirenler, hasım olanlar parlatıldı, takviye edildi. Bizim burada bir şarkı söylüyor olmamız, bir türkü söylüyor olmamız bunlar, yani bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Bize ait çok kıymetli bir dünya vardı. Hala var. Bunu görelim, bunu fark edelim. Kendi ülkemize girelim. Yani bu harfler “Ya istiklâl ya ölüm”.

Ben iki üç gün önce Çumra'daydım, Çumralıyım. Orada ortadan bir hızlı tren geçti. Hızlı tren geçince çarşının olduğu taraf böyle apartmanlar yığıldı. Çarşıya ait olmayan öbür taraf -Yenidoğan Mahallesi diye bir mahalle var o mahalle- böyle biraz gelişemedi, hâlâ eski sokaklar eski mahalleler falan. Tabi oranın adamları da çok şikayetçiler yani.. “Bir ilerleyemedik biz” diye çok şikayetçiler. Oradan dolaştım, bizim köylülerin çok olduğu bir mahalle vardı, o sokaktan geçtim. Yani ta çocukluğuma gittim. O ilişkiler, o ağlar, o yaptığımız ziyaretler, o insanlar, o oyunlar... Yani bir şehre girdiğim hissini aldım.

Şimdi bu harflerle okumaya yazmaya başladığımız zaman kendimize ait bir ülkeye gireceğiz demektir. İstiklâl Marşı Derneği kimseye bir şey telkin etmedi, hiç kimseye şunu oku bunu yaz demedi. Tek şey söylüyor. Bir çok şey söyleyecek de. İlk olarak başladığı şey, diyor ki: Yazımızı geri alacağız. Bunun manasını anlamamız lazım. Buradan bir şey söylemeye çalışıyoruz. Bu harflerle okumaya yazmaya başladığımız zaman bize ait bir ülkenin sokaklarında gezmeye başlayacağız arkadaşlar. Bizim bir ülkemiz olduğunu hatırlayacağız, o ülkede yaşayan insanlar olduğunu hatırlayacağız. Şairlerimiz olduğunu, türkülerimiz, gazellerimiz olduğunu hatırlayacağız. Cönklerimizi göreceğiz. Yani, ya bizim bir ülkemiz varmış, bizim bir milletimiz varmış, bunu fark edebilmemiz görebilmemizin tek, tek yolu bu harflerle okuyup yazmak. Bu harflerle okuyup yazdıkça kendimizi göreceğiz, kendimizi fark edeceğiz. Yunus, Yunus’un yazdığı, Yunus’un şiirlerinin yazdığı şekliyle okuyacağız. Bu çok kıymetli bir şey, bunu fark edelim bir istiklâl peşindeysek. bu zamana kadar Cumhuriyet ideolojisi denilen şey... “Başımızı kaldırırsak kafamızı bu koca gavurlar keser iddiasız görünerek devam edeceğiz” gibi bir şeyle geldik. Ama bu bizi öldürdü, bizi felakete sürükledi. Eğer bir istiklâl istiyorsak bunun lamı cimi yok. Biz kendi adımıza sahip çıkacağız, kimliğimize sahip çıkacağız, kendimizin ne olduğunun farkına varacağız ve bunu ısrarla müdafaa edeceğiz, savunacağız. Bunun başka yolu yok arkadaşlar. Bu artık gele gele sona geldi yani. Benim çocuklarım var, bunlarla ilgili, onların eğitimiyle yakından ilgilenmeye çalışıyorum, bunlara bir şeyler nakletmeye çalışıyorum, aciz durumdayım. Konya’nın okullarına gidiyorsun, özel okullarına bakıyorsun, yani çocuklara bir kimlik verecek bir tane okul yok Konya’da. Çocuklara kişilik verecek, ufuk çizecek, siz şu olmalısınız diyecek bir tane okul yok arkadaşlar. İstediğiniz parayı verin, böyle bir şeyi de elde edemiyorsunuz. Türkiye’de kişiliksizlik, kimliksizlik, ufuksuzluk, edepsizlik, kaypaklık, cesaretsizlik, yılışıklık her şeye hakim olmuş. Herkes günümü kurtarayım peşinde. Bu şekilde bizim olacağımız nedir? Yani biz yok olmasak bile pespaye oluruz, biz böyle ayakların altında kalırız bu gidişle, bunu fark edelim. Son siyasi gelişmelere de ben buradan gelmek istiyorum. Esas yapılan şeyin geleneksizleştirme olduğunu fark edelim. Yani her sahada bir geleneksizleştirme yapılıyor bize. Şimdi harp okulları kapatıldı, içine şunlar girmiş, bunlar girmiş bunları kapattık. Yani içinde ne kadar kötü adam varsa hepsini temizle, okul orda dursun. Bu 1930’larda kurulmuş bir Harbiye değil yanılmıyorsam tâ 1840’larda kurulmuş bir okul. Bir geleneği var, bir marşı var. İnsanlar Kemalizm’in bir payandasıymış gibi okunduğunu zannediyorlar. Harbiye Marşı’nı ben, bakın yanıma da aldım. Bu Harbiye Marşı’nda bizim millî varlığımıza düşman, İslâm düşmanı ne var? Bana bir gösterin, hiçbir şey yok. Bakın:

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, 
Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız 
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, 
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbânıyız.
 
Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle 
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle: 
Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen, 
Kartal yuvalarında bütün millet seninle.
 
Yüz senedir Harbiye bu orduya şan verir,
Çıkardığı dehalar semalara yükselir,
Baştan başa tarihtir mektebinin her zerresi,
Sarsılmayan azminle çelik kalalar erir.
 
Şahikalar üstünde meydan okur bu erler,
Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler,
Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti,
Tarihlere sorun ki “Ölmez Türk” derler.

Şimdi, yani tamam Harbiye Marşı’nı okuyarak birileri bir şeyler yapmaya çalışıyor, gayr-i İslâmî bir hedefi işaret ediyor falan. Bunların bir manası var mı? Bu marşı yazan adam 1905 doğumlu Cevdet Şakir Çetinel; Edirne’de 1905’te doğmuş bir adam, 1989’da ölmüş. Bunu yazmış. Şimdi bunu anlatmaya çalışıyorum, İslâmcılık vasıtasıyla yapılan Türkiye’de çok büyük bir bombardıman var. Yani bunları, bu safhaları hepimiz gelip geçtiğimiz için gayet iyi biliyoruz. Türkiye’ye ait ne varsa “câhilîdir, tâğutîdir, gayr-i İslâmîdir” yok edilmesi lazım!. Böyle bir fikriyatla yetiştirildi insanlar ve bugün bu fikriyat iktidar oldu. İktidar olduğu için de Türkiye aleyhine yapılan her faaliyet kolayca yürüyebiliyor. Bizim İstiklâl Harbi’yle elde ettiğimiz vatanın, devletin ne olduğunun farkına varmamız lazım. Bunu özellikle birileri bize fark ettirmiyor -şarkı düşmanı, türkü düşmanı, marş düşmanı bir şey-. Peki öbür taraftan İslâmcıların çıkarmış oldukları marşlara bir bakın Allah aşkına. Kompleksli, ezilmiş, hiçbir melodik değeri olmayan, tamamen gayr-i millî, Türkiye’ye ait hiçbir tını içermeyen, yani mantar bile değil. Şimdi insanlar bu müziklerle ne yapabilir? Böyle düşük seviyeli, böyle çapı düşük bir müzikle, çapı düşük bir şiirle, edebiyatsız, fikirsiz nereye gidilebilir?

Şimdi bu geleneksizleştirme millî eğitimde oluyor. Benim çocuğum bu sene TEOG sınavına -TEOG’du, TEOG olmadı, LGS oldu- işte ona girdi. Bir sene boyunca bana biz bu sınava niye giriyoruz diye sordu çocuk. Haklı yani, ne olduğunu bilmiyor kimse. Seneye de bunu tekrar değiştirecekler. Öbür seneye tekrar, öbür seneye tekrar; yani böyle bir felaketle karşı karşıyayız. Kimsede bunun hesabını sormuyor kimseden. Üniversite sınavını yanılmıyorsam bu yıl tekrar değiştirmişler. Farklı bir sistem getirmişler. Bu ne Allah aşkına ya? Bu insanlarla dalga geçmek değil mi? Adam Almanya’nın falan kasabasında bir merasim yapıyor, diyor ki 200 yıldır biz bunu yapıyoruz diyor. Bir merasim ya, bir karnaval yapıyorlar 200 yıldır aynı şekilde yapıyorlar. Yani gelenek düşmanlığı neye yarayacak? Gelenek düşmanlığı Türkiye’nin ortadan kaldırılmasına yarayacak arkadaşlar.

Şimdi hukuk alanında 1926 yılında yürürlüğe girmiş bir Medenî Kanunumuz vardı bizim. 2001 yılında MHP, ANASOL-D dediğimiz o hükümet döneminde, AKP iktidara gelmeden önce Medeni Kanun değişti. Bu Medeni Kanundaki madde şuydu, bakın arkadaşlar kanun maddesi: “Ailenin reisi kocadır.” 2001’e kadar. 2001’de bu ne oldu? “Aileyi karı, koca müştereken, ortaklaşa idare eder” yapıldı, 2001’de. Yani bu geleneksizleştirme hikayesi AKP’nin işi değil sadece AKP kendinden önce yapılanları devralarak, hızlandırarak yürüttü. Daha sonra AKP ne yaptı? Medeni Kanundaki bu mal ayrılığı rejimini getirdiler 2001’de. Ondan önce erkeğin malı erkeğin, kadının malı kadınındı; İslâm’ın hükmü de budur. Medeni kanun buydu önce, İslâm’ın hükmüne uygun bir medeni kanunumuz vardı. 2001’den sonra mal ortaklığı rejimi getirildi ve böylece koca rolünün tamamen tahrip edildiği, zayıflatıldığı, giderek güçsüzleştirildiği bir toplumsal düzene geçtik. Medeni Kanun baştan sona değişti. Borçlar Kanunu baştan sona değişti, Ceza Kanunu değişti, Ticaret Kanunu değişti, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu değişti. Peki bu kanunlar değişince yerine şeriat mahkemeleri mi kuruldu? Neyi kurduk biz yani? Ne oldu? Yapılan şuydu: Biz bu mevcut hukuk düzeniyle kara Avrupası hukuki sistemi içerisindeydik ve hani ufuk olarak İtalya’nın bir altında bir yere göz dikmiştik, yani modern Türkiye diyordu ki yani “tamam abi biz gayr-i İslâmî bir Müslümanlarla yürütmemiz mümkün değil anlaşıldı; o zaman kaliteli bir gavur olalım” fikri vardı. Şimdi bu terkediliyor. Şimdi bütün o hukuk kazanımlarını binlerce içtihad, binlerce yazılan kitaplar hepsi çöpe gitti.

Peki siyasi düzemizdeki başkanlık sistemi getirilince ne oldu? Aynı şeyler oldu. Burada da aynı gelenek düşmanlığı söz konusu. Sen milletvekili, mebûs, Millet Meclisi, Başbakan, Genelkurmay Başkanlığı, Yüksek Askeri Şura... Şöyle veya böyle sen bir şekilde bir toplumsal düzen kurmuşsun. Ve bu toplumsal düzeni girift hale getirmişsin. Bir yapı oluşmuş, beğen, beğenme. Bunu terk ediyorsun, bunu niçin terk edebilirsin? Daha üstünü için terk edebilirsin. Ama yapılan ne? Yapılan elimizde olanın daha da düşük hale getirilmesi için yapılıyor. Kentsel dönüşüm meselesi de tamamıyla bununla alakalı. Yani kentsel dönüşüm diye deprem bahanesiyle, Türkiye’deki mahalle hayatı, sokak hayatı her şey yok edildi. Yerine apartmanlar getiriliyor. Yepyeni apartman, yepyeni insan, yepyeni eşyalar, yepyeni bir hayat. Tamamen hapishane hayatı yaşayan, tablet ve beton arası yaşayan çocuklar. Ve insanlar bundan hiçbir şikayeti yok. Ben onu anlamakta zorlanıyorum.

Şimdi istiklâlsiz yaşamanın nasıl olacağı konusunda bizim Türkiye’de bir tecrübemiz yok. Yani Türk dediğimiz şey zaten bizim, istiklâlinden vazgeçemeyen Müslüman demektir. Endülüs, sürekli İslâmcıların ağzında olan şey budur, Endülüs de Endülüs, böyle o muhayyel bir dünya, acayip bir böyle Endülüs rüzgarları üfler herkes. Türkiye’deki yaşanan şeye hiç kimse işaret etmez. Yani Türkiye’deki İslâmcılık Türkiye düşmanı bir İslâmcılıktır. Endülüs de tamamen kâfirlerin hâkimiyeti altında yaşayabilen bir Müslüman tipini parlatır, kâfire söz geçiren “Kâfirin emri altında yaşayacağıma ölürüm.” diyen Müslüman tipini, Türkü, yok sayar.

Şimdi üst düzey memurlar, Başbakanlık memurlarının hepsi havuza alınmış. Bakanlık mensuplarının hepsi havuza alınmış; çünkü Kanun Hükmünde Kararname yayınlandı, bir günde 233 maddelik Kanun Hükmünde Kararname yayınlandı. Yani Tayyip Erdoğan’ın bildiğini falan hiç zannetmiyorum orada ne olduğunu falan. Ben okumakta zorlandım. Saatlerce baktım, yani 233 madde sayfalarca Kanun Hükmünde Kararname yayınlandı bir günde. Bunu birilerinin dayatıp yapıyor olduğunu fark etmiyorsanız hiçbir şey fark etmiyorsunuz demektir. Şimdi ne oldu? Daha önce nasıl Bakan oluyordu adam? Milletvekili oluyordu iki üç dönem, siyasi mekanizme içerisinde yer alıyordu, devlet tecrübesi vesaire “Ha bunu Bakan yapalım” falan diyorlardı.

Bu iyi bir şey miydi? Kötü bir şeydi ama şimdi felaket oldu. Felaket ne? Hiçbir şekilde devlet, millet böyle bir derdi olmayan adamlar getirilip en üst düzey devlet görevlisi haline getiriliyor. Bunun çok büyük bir riski var, sıkıntısı var o da şu: Şimdi bizim bir aristokrat zümremiz yok, Almanlar gibi, ne bileyim Fransızlar gibi vesaire. İngilizler gibi bir aristokrat zümremiz yok ülkeyi tutacak olan. Ruslar gibi bir entelijansiyamız da yok. Osmanlı hani geri dönüp baktığında sadece kimi gördü? Memûrîn tabakasını gördü. Aslında şu an Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet varsa, bu devletin devamını temin eden tek şey vardır memurlardır. Hele hele üst düzey memurlardır. Yani bu adam çünkü herhangi bir şirketten maaş almıyor, devlet yıkılırsa maaşı kesilecek ve bu zamana kadar ne elde etmişse devletten elde etmiş. O zaman diyor ki: “Abi biz bu devleti ayakta tutalım.” Yani Türkiye’nin dayanabileceği tek şey... Yani memurluğu övdüğümden değil burada yanlış anlaşılmasın yani. Bürokratik tabakayı... Yani sürekli böyle yanlış anlaşılma endişesi taşıdığımız için sürekli böyle bir açıklama yapmak zorunda kalıyoruz... Memurları yok ettiğin anda Türkiye’de, düşünelim şimdi, Türkiye’nin devamını temin edecek etkili kuvvet nedir? TÜSİAD mıdır, MÜSİAD mıdır? Yani orta yerde gezen yazarçizer takımı, -tamamen işini ticarete dökmüş yazarçizer takımı- mıdır? Yani Türkiye’nin devamı temin edecek güç nerededir? Hangi kuvvet bunu devam ettirecek? Yani asker veya sivil memur olan bürokrasi kesiminden, Müslüman ana babadan doğmuş olan ve kendini bu toprağa mensup hisseden bazı adamlar -hepsi değil çok nadir istisnalar bazı Türkümsü bazı Türk tipler- ayak sürüyorlardı Türkiye’nin felakete gitmemesi için. Artık bu ayak sürüme işi sona erdirilmiş oldu şimdi. Yani başımıza gelecek olan bu. İşe başladılar. Türkiye, Cumhuriyet idaresiyle belki büyük bir atılımın içerisine girmemişti; ama biz tabiri caizse uçurumdan aşağı düşerken şöyle meyilli bir yerde, şurada fren sıktık. Burada duruyorduk. Atılım yapalım deyince de “Hayır, hayır daha gerek yok atılıma,” diyorlardı, “aşağı düşmeyelim yeter.” Şimdi ne oldu? Bizim fren takımlarımız söküldü. Yani ben onu diyorum çok kısa sürede göreceğiz artık. İstiklâl Marşı Derneği bir sürekli karamsar bir tablo çiziyor, Türkiye kötüye gidecek falan filan diyor, “Yok öyle değil, çok iyiye gidecek.” diyorlar. Artık bunu çok kısa sürede göreceğiz. Çünkü fren takımları komple söküldüğü için... yani” “Türkiye iyiye gidecek.” Diyenler de görecek, bakalım biz de göreceğiz. Türkiye’nin başına birtakım belalar geleceği zaman o büyük bürokratik mekanizma, hantal mekanizma, Türkiye’nin aslında aleyhine de işleyen mekanizma, bir şekilde Türkiye’nin çok büyük felaketlere gitmesine de direnç gösterebiliyordu. Ama şimdi ne oluyor? O mekanizma da yok edilmiş olacak. Başkanlık Sistemi’yle ilgili bu zamana kadar o kadar çok şey konuştuk ben burada tekrar etmeyi de zaid addediyorum. Çocuklara bugün nasıl anlatılacak tarih kitaplarında bilmiyorum demokrasi vesaire Türkiye ile alakalı. İşte bir kral var, bir padişah var, onun elinde yetkiler budanır, bir meclise aktarılır demokrasi olur. Hani hikâye buydu. Şimdi ne oldu? Bir padişah vardı, Meclis-i Mebûsân kuruldu, işte meşrûtî sisteme geçildi, sonra demokrasi oldu. Sonra? Sonra, onun yetkileri alınıp yerine bir padişah... Hani şu ağa ile kahyanın hikâyesi var ağa demiş biz aynı halimizde kalacaktık da biz bu haltı niye yedik demiş yani bunca...

İsmet Özel: “Eski duruma dönecektik, niye bunu yaptık?”

Mustafa Deveci: Ha öyle demiş, “Madem bu eski duruma dönecektik niye bu haltı yedik.” Yani o hikâyeyi anlatmayayım. Anlatmış kadar oldum.

Durmuş Küçükşakalak: Genel Saymanımız Oruç Özel buyurun.

Oruç Özel: “Ya İstiklâl Ya Ölüm”, bugün bunu konuşurken, bir istiklâlden, Türk İstiklâlinden, Türk İstiklâlinin varlığından bahsedildi. Dönüp baktığımızda şu günkü halimize bir istiklâle kavuştuğumuzu iddia edemeyiz. Henüz ölmedik de, hepimiz buradayız kanlı canlı, bakın ben burada oturuyorum, siz orada oturuyorsunuz. O zaman halimiz nicedir? Bunu anlamamız lazım ki hayatımızın geri kalanını veya bugüne kadar nasıl geldiysek onu bir şekilde düzeltme imkânına sahip olabilelim, ki yarın rûz-i mahşerde hesabımızı verebilelim. Dernek üyelerinin yakalarında bu rozeti görmüşsünüzdür, benim yakamda da var, burada bir Türk bayrağı var. Bu Türk bayrağının altında ne yazıyor? Kur’an harfleriyle İstiklâl Marşının kırk bir mısraından biri yazıyor:

“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”

Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın diye devam ediyor. Şimdi bunun zihnimizin bir köşesinde durması lazım. Çünkü henüz ölmedik. Bir İstiklâle de kavuşup kavuşamadığımıza karar veremiyoruz, Türk İstiklâli ne olacak? Dünyada bugünkü hayat şekli belli bir standarda göre ayarlanmış vaziyette. İnsanlar belli bir şekilde düşünüyorlar ve bu belli şekilde düşünmenin neticesinde belli şekilde çalışıyorlar, ediyorlar, okuyorlar. Evlerimiz buna göre ayarlanmış vaziyette, kıyafetlerimiz de.Böyle bir zihnî bulanıklık ve kimlik bunalımı içerisindeyiz. Zihnî bulanıklığımız var ve bu bizde bir kimlik bunalımına sebep oluyor. Yani burada şayet medrese eğitimi görmüş kişiler yoksa herkes batılı tarzda eğitim görmüş insanlar olmalı.

Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde dünyada bir şey oldu. İmparatorluklara son verildi. Savaşı kaybedince son verilen imparatorluklar: Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rus Çarlığı -ki onun henüz savaş bitmeden önce işte devrimle değiştiği söyleniyor- ve Osmanlı İmparatorluğu. Bu imparatorlukların sona ermesi neticesinde onların yerine yine onların vazifelerini görebilecek veya belli bir geçiş sağlayabilecek devletler kuruldu. Yani bir Almanya, bir Avusturya, bir Macaristan var oldu, bir Rusya var oldu; sadece Türkiye, İstiklâl Harbi’ni vererek I. Dünya Savaşı’nın neticesinde kendilerine bırakılan topraklar üzerinde bir devlet kurmadı. Hayır biz diğerleri gibi yapmadık, harp sonunda bize bırakılan topraklar üzerine bir devlet kurmadık. Allah bize nasîb etti, bir İstiklâl Harbi verdik ve İstiklâl Harbi’nin neticesinde bir vatanımız oldu. Bütün dünyanın daha savaş başlamadan önce, patlak vermeden önce hemfikir olduğu şey Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde Türkiye’nin, Türklerin veya o zaman resmî adıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkması, bir siyasî organizasyon olarak İslâm’ın dünya üzerinden lağvedilmesi. Bunda mutabıktılar. Allah’a şükür böyle bir şey olmadı. Olmadı ama dünyada imparatorlukları kaldırdılar. Kaldırdıkları için hiçbir kişi kendi milleti lehine hareket etme karakteri göstermez hale geldi. Şöyle izah edelim: Almanlar bir Almanya için, Alman imparatoru için; Ruslar Rusya için bir şeyler yapabilme, yani mevcut bulunduğu durumu para için, şan için, şöhret için, başka bir şey için değil kendi milleti için; adam Rus’sa Rusya için, Rus Çarı için, Rusya Ana için -Çar baba, Rusya ana olduğundan-, bunun için hayatını ortaya koyabiliyordu. Bunu ortadan kaldırdılar. İkinci Dünya Savaşı’yla Birinci Dünya Savaşı arasında birtakım devletler kuruldu; Birinci Dünya Savaşı’ndan bir netice aldılar ama bu netice insanların kendi milletleri için çalışmamalarının ve sadece dünya üzerinde kapitalin, para hâkimiyetinin tek geçer akçe olmasını tam manasıyla sağlayamamıştı. Dolayısıyla II. Dünya Savaşı’nın neticesi I. Dünya Savaşı’nda alınmak istenen neticelerin tamamlanması şeklinde oldu. Oldu, hakikaten de öyle oldu. Bizler, Cumhuriyet’in îlânından sonra İstiklâl Marşı’nın rafa kaldırıldığını söylüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin her şeyini borçlu olduğu İstiklâl Marşı’nın rafa kaldırıldığını söylüyoruz. Ve ne oldu, ne geldi başımıza? İnkılaplar geldi. Bu inkılaplar -1934’e kadar Soyadı İnkılabını son olarak biliyoruz- Bunlar ile bizler dünya sisteminin istediği tipte insanlar olmaya kanalize edildik. Yani insanı Allah fıtrat üzere yaratmıştır ve o insan peygamberler vasıtasıyla Allah’ın kelâmına muhatap olduğu sürece dalalete düşmez. İnsanlar zorla sapıtırlar. Ve bile isteye kafir olurlar. Yani küfür hakikatin üstünü örtmek demektir ve insan hakikatin ne olduğunu bilmeden kâfir olamaz. Dolayısıyla bizler Türk milleti olmaktan çıkarılmak üzere istiklâlimizi hiç ağzımıza almayacak, zihnimizin kenarında durmayacak şekilde unutturulmak üzere inkılâplara maruz bırakılmış insanlarız veya onların çocukları veya torunlarıyız.

Ne oldu? Dünyada para kazanmanın ve ona bağlı olan şeylerin hâkim olduğu bir düzen söz konusu oldu; biz de bunlara intibak etmiş insanlar olarak yaşıyoruz. Bizim hiçbirimizin -bilmiyorum varsa aranızda bilmiyorum, hakkına girmeyelim- Türk evi yok. Çalışıyorsunuz, para kazanıyorsunuz, herkes her gün çalışıyor. Hafta tatili diye bir şey var Türkiye’de kanunla yapılmış ve ilk defa İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen bir şey. Onun haricinde işte resmî makamlar, iş kanunu falan belirli günlerde insanların izinli olmalarına salık veriyor, geri kalan zaman da herkes sürekli çalışıyor. Bu gayr-i insânî bir şey. Yani insanların her mevsim çalışıyor olmaları anormal bir şey.

Bunu kabul ettiremiyoruz kimseye veya akıllarına getirmiyorlar: Her gün çalışıyorsunuz, çoluğunuzun, çocuğunuzun nafakasını te’min için fakat hiçbirinizin evinde tandır yok. Hiç kimse ekmek yapmayı bilmiyor. Süt alıyorsanız, evde süt var. Kıyafetleriniz var; hiçbirini kendinizin dikmediğiniz. Evde halı var; dokumayı bilen yok. Dolayısıyla bunların hepsini te’min etmek için para kazanılıyor, bunlar da size bir şekilde geliyorlar. Ve gelen şeyler de bildiğiniz üzere gayr-ı sıhhî şeyler, ister halı olsun, ister ekmek olsun, ister süt olsun… Bunlar temel şeyler olduğu için söylüyorum. Bunlar insanların yaşaması için gerekli olan şeyler olduğu için söylüyorum. Bunları, sadece bunları te’min etmek için çalışan insanların düştükleri zavallı durumu söylemek için söylüyorum. Bunun haricinde cep telefonu almak gibi, işte televizyon, aman Allah’ım; böyle şeyler için para kazanmak niyetinde olan insanlar başka insanlar. Zaten onlarla “istiklâllerini”, “istiklâl mi ölüm mü” hiç konuşabileceğimiz kanaatinde değilim. Biz bugün 1439 senesinde -İstiklal Marşının kabulünün üzerinden tam 100 sene geçmiş- burada bir garip durumdayız. İnkılapların neticesinde karakterlerimiz bozuldu. İşte soyadlarımız var. Benimki “Özel”. Niye “Özel”? Bir hikayesi var mı? Yani sadece gayr-i müslimlerin soyadlarının bir esprisi var, onlar biliyorlar. Geri kalanların da sürdürmek istedikleri gayr-i İslâmî bir etnik numaraları varsa onun için bir soyadları var. Bunun haricinde işte kod adlarınız gibi soyadlarınız var hepinizin. Bu kimliksiz bırakılmak için yapılmış bir şey. Şimdi kimliksiz bırakıldınız artık soyadınız var. Ve en önemlisi yazımızdan olduk. Durmuş Bey teferruatıyla izah etti; sadece dünya sistemi üzerinde para hakimiyetini bunu kabul eden ve bunu elde etmek için çalışan insanlar haline gelebilecek zihnî yapıya devşirildik.

Dünya sistemi bir piramide benzer lafını tekrar edelim: Piramidi biliyorsunuz koyduğunuz zaman üstü sivri, altı geniş. Burada değerler aşağıdan yukarıya doğru gidiyor, menfaatler ve talimatlar-emirler yukarıdan aşağıya doğru iniyor. Ve her bir bireye bir pozisyon piramidin içerisinde gösterilmiş. Kabul edin veya etmeyin, var böyle bir pozisyonunuz. Adam nerde olduğunuzu tayin etmiş. Konya’nın bir yerindeysen piramitte bir yerdesin, İstanbul’daysan başka yerdesin, Berlin’deysen başka yerdesin, Madagaskar’daysan başka yerdesin. Ama bir yerin var, sana verilmiş bir yerin var ve herkese diyorlar ki Konya’daysan İstanbul’a gelmeye çalış, İstanbul’daysan Paris’e git, Paris’teysen New York’a git. Bu dünya sisteminin çarklarının daha iyi dönmesini sağlamamız telkini ediliyor ve bu telkinle hepimiz yaşıyoruz. İçinde bulunduğumuz durumun benim dilimin döndüğünce kısa tarihi böyle bir şey. Dünya sistemi bir bisiklet gibidir. Kapitalist sistem, para ilişkileri, pedalı çevirmezseniz düşersiniz. Yani bisiklet gitmez ve bıraktığınız zaman düşer. Bırakmıyorlar ve bu dünyanın bırakılmamış hali sanki böyleymiş gibi; yani dünya sistemini haşa Allah’ın bunu böyle gider diye bırakmış zannıyla yaşanıyor. Öyle bir şey yok. Kısa, küçük şeylerle Türk hayatına geçmek için alınacak tedbirlerle dünya sistemini reddedilebilir. Yani evinizi Türk evine çevirmek gibi, bu kapitalizmin sonunu getirme ihtimali yüksek olan bir şey. Yeter ki insanlar böyle bir şeye talip olsunlar. Bunu geri almamızın tek şartını da, dilimizde tüy bitti fakat nereye geldiğini söyleyemediğimiz bir yazımızı geri alma meselesi... Dilimizde tüy bitti bunu söylüyoruz; ama ne kademede olduğumuzu, ne seviyede olduğumuzu göremediğimiz bir yazımızı geri alma meselesindeyiz. Bunu geri aldığımız zaman her şeyimizi geri alacağız diyoruz. İşte bir çıkmaza girdik, bu çıkmazda önümüze bir duvar çıktı ve akl-ı selim olanlar dediler ki biz Müslüman mıyız, değil miyiz belli değil; acayip bir yerdeyiz. O zaman geri dönmemiz lazım veya o engeli aşmamız lazım; iki ihtimalimiz var. Biz diyoruz ki önümüzdeki engeli geri dönerek aşacağız, yazımızı geri almak suretiyle aşacağız.

Konuşmama son verirken bir son ihtimale, ölme ihtimaline de değinmemiz lazım. Şimdi bilindik bir karikatür var. Karikatürde bir grup adam yürüyorlar, heyecanlı bir şekilde, en öndeki bağırıyor: “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” diye. Arkadakiler mukabele ediyorlar ona: “İstiklal! İstiklal!” diye. Hiç kimsenin ölmeye niyeti yok. Ama ölmeyi göze almadan, istiklâle kavuşma ihtimali de yok. Cihatta gözleri olsaydı hazırlık yaparlardı. Bu lafın bizler için yerinde bir laf olabilmesi için işte o zaman şahit olmamız lazım şehit olmak için. Onun için de yazıyı geri almak lazım. Ne konuştuğumuzu, ne söylediğimizi bilebilmemiz için. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. 

Şimdi, ezan okunduğu için ben biraz daha konuşacağım. Mustafa Bey bahsetti Türk musikisine niye İstiklâl Marşı Derneği önem veriyor diye. İstiklâl Korosu’nun burada üçüncü kez Türk musikisinden eserleri icrası oldu. Bu da, Türk hayatını geri almamız için ehemmiyetli bir şey. Yani yazımızı geri almamız bizim incelmemizi sağlayacak. Üç senede öğreniyor çocuklar yazıyı ve ne konuştuklarını bilir hale geliyorlar. İnşallah biz de o hale geleceğiz. Ve Kur’an harfiyle yazan adam incelecek. Yani, aptal bir adam olmayacak. Yani zorla güzel olacak ve zorla belli inceliklere sahip olacak. Bunlardan bir tanesi de Türk musikisine sahip çıkmak ve onun kendi karakterini oluşturduğunu bilmek. Yani kendi karakterinin bir parçası olmadığı takdirde Türk musikisine sahip çıkacaksın da ne olacak, diyorum tekrar teşekkür ediyorum. Selâmun aleyküm.

Durmuş Küçükşakalak: Türk milleti, yeryüzünün en orijinal, en tarihî milleti. Bunun tek sebebi on beş asır önce mushaf haline getirilmiş tek kitabı okuyabiliyor Türk milleti. Dünyada böyle başka bir millet yok. Çinlisine gitseniz modern bir Çince vardır. Eski Çinceyi öğrenmek için ciddi bir tahsilden geçmesi gerekir. İbranice deseniz, ilk İbranice konuşan çocuk 20’nci yüzyılın başında konuşmaya başlamıştır. O zaman kadar hahamlar içinde sadece kısıtlı metinleri okumak için bir İbranice vardır.

Oruç Özel: Kadınlara özellikle öğretmiyorlar.

Durmuş Küçükşakalak: Evet, kadınlara özellikle öğretmiyorlarmış.

Oruç Özel: Tevrat okuyamıyor kadınlar, o haram.

Durmuş Küçükşakalak: Yani Türk milleti tarihi bir millettir. Sebebi de Kur’an harflerini, sadece harflerini değil kelimelerini diline raptetmiş, on beş asır önce yazılıp çizilenleri okuyabilecek kıratta bir millettir. Yeryüzünde böyle başka bir millet yok. Ha, biz bunları inkâr ediyoruz. Özelliklerimizi inkâr ederek, çok matah bir şeyler yaptığımızı falan zannediyoruz. Kendimizi adam yerine koyuyoruz vesaire. Varlığı inkâr edilemez bir milletiz ama varlığının anlamını o varlığı taşıyan bizler kavrayamıyoruz, bilmiyoruz. Çünkü böyle bir bilince ermenin önüne kasten set çekildi.ş Yani Türk milleti diye bir şey var, ama var olan o Türk milleti, kendinin anlamı hakkında tamamen boş. Kendi adımıza hareket edemiyoruz, kendi adımıza karar veremiyoruz. Yani bugün çok büyük bir risk altındayız. Ölümün eşiğindeyiz. Bu şartlarda kendi adımıza da ölmemize imkân yok. En kötüsü bizden olmayan başkalarının adına ölmek...

Şimdi bu, çok önemli bir şey. “Ya İstiklâl Ya Ölüm” meselemiz. Kıtal anlamında ölümü uzak bir ihtimal görebilirsiniz. Ama şu anda marketlerden hazır gıda alamadığı takdirde bir ayda açlıktan ölecek insanlar yaşıyor Türkiye’de. Dünyada zaten yaşıyordu ama Türkiye kendi imkânlarıyla yakın zamana kadar… Adam diyelim İstanbul’da, büyükşehirde bir yerde oturuyor, köyle irtibatı var, senelik yiyip içeceğini getiriyor. Yani marketle bağı olmadan hayatiyetini devam ettirecek bir mekanizma çalışıyordu. Herhangi bir gıdanın tarladan şehre tevzii ucuzluğuyla, kalitesiyle, sürekliğiyle temin edilebiliyordu. Şu anda marketlerden gıda alamadığı takdirde, açlıktan ölecek insanlar var. Ve bu bizim istiklâlimize gâvurların elinde bulundurduğu bir tehdit. Hem de böyle bir düğmenin ucunda devreye sokulabilecek kadar kolay bir tehdit. “Şu temel gıdanın üretimi ve dağıtımını hiçbir şey aksatamaz” diyebileceğiniz hiçbir mekanizma bırakılmadı. Konya’da sulak arazisi olan çiftçiler artık buğday ekmiyor. Buğday kıraç arazilere mecburiyetten ekilen bir şey. Şu anda Rusya doğalgaz vermesin, soğuktan ölecek insanlar yaşıyor Türkiye’de. Çünkü yeni yapılan konutlarda soba kurulamaz, baca yok. Doğalgaz olmadığında elektriğimiz de olmayacak şekilde bir sistem kuruldu mesela en basitinden. Bir hafta elektrik olmadığında intihar edecek insanlar var Türkiye’de artık. Onun için istiklâlden bahsetmek… Biz dediğim gibi Türkiye derken bunu ağız alışkanlığı olarak ağzımıza alıyoruz. İstiklâl Marşı Derneği olarak yapıp ettiklerimiz, Türk Eli’ne matuftur. Değilse hiçbir anlamı yok.

Hayırlı akşamlar.

 

14 Temmuz 2018, Konya