“10’A 2 KALA” Paneli Tam Metni

Oruç Özel:

Selâmun aleyküm,

Hepiniz hoş geldiniz. İstiklâl Marşı Derneği kuruluşunun on birinci senesinde sekizinci defa İstiklâl Takvimi’nin 1440 senesine ait nüshayı neşretti. Bugün burada 1440 İstiklâl Takvimi’nin tanıtımı ve “Neden takvim çıkarıyoruz, Türkiye’de bunun elzem olmasının sebebi nedir?” hususunda bir panel yapacağız. Panelimizin adı “10’a 2 Kala”. Sekizinci takvimimizi neşrediyoruz. On takvim neşretmemize iki sene kaldı. Türkiye’de sekiz senedir Müslüman takvimi, Müslüman zamanı, Türk takvimi, Türk zamanı hususunda yegâne neşriyat İstiklâl Takvimi’dir. Geçen sene 1439 nüshası için tertip ettiğimiz toplantıda demiştik ki; Türkiye’de Allah’tan korkan, ahirete inanan insanların İstiklâl Takvimi'ne, Rasûlü Ekrem’in bütün hayatımızı ona göre tanzim ettiği vakte, Allah’ın bütün dünyanın düzenini ona göre kurduğu takvime itibar etmeleri gerektiğini ve bu itibarın, bu takvimin neşrine olan itibarla mukayese edilebileceği, buna nisbetle mukayese edilebileceğini söyledik. Ve şayet Türkiye’de İstiklâl Takvimi’ne bir itibar olmazsa bunun neşrinden vazgeçebileceğimizi söyledik. Fakat böyle bir şey yapmadık. Çünkü her şeyde olduğu gibi Türkiye’de de Müslümanlara güvenilerek hiçbir iş yapılamıyor. Biz İstiklal Takvimi çıkarmakla ısrarlıyız. Bunun sadece birkaç kişi, birkaç on kişi, birkaç yüz veya bin kişi arasında bir irtibat kuracağını daha ileri gitmeyeceğini ama sadece bu kadar insanın dünyasını ve ahiretini kurtarabileceğini bilerek, bunun şuurunda bu işi yapıyoruz. 

Şimdi konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ı, İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, İstiklâl Marşı Derneği Merkez Yönetim Kurulu üyesi ve Sakarya Temsilcisi Fikret Demir’i kürsüye davet ediyorum. 

Bu vesileyle de Sakarya’da bir temsilciliğimizin olduğunu, ihdas edildiğini, Allah’tan bir mani gelmezse bir sonraki programımızı bu temsilciliğimizin açılışı ve onun akabinde bir program olarak yapacağımızı da ilan ediyorum. Selâmun aleyküm.

Durmuş Küçükşakalak:

Selâmun aleyküm,

İstiklâl Takvimi’nin sekizincisi ve takvim tanıtım toplantılarının -hatırladığım kadarıyla- üçüncüsü olması lazım. Tanıtım toplantıları yapıyoruz. Bu işin ehemmiyetini, önemini anlatmaya çalışıyoruz. Fakat biz anlattıkça rağbet düşüyor. Bunun sebebi nedir? Benim aklıma gelen sebeplerden birisi bu ülkede yaşayan insanların Türkiye’yi pençesine almış küfür düzeninin devam edeceğine olan inançları. Birincisi bu. İkincisi ilkokul eğitiminden başlamak üzere bizim zihinlerimize çakılmış olan bilimsel bilgilerin bizi esareti altına alması. Başlıca bu iki sebep olabilir. Üçüncü sebep olarak şunu sıralayabiliriz: Türkiye’de Türküm diyenlerin, milliyetçiyim diyenlerin millet aleyhinde bir hayat sürmeleri; Türkiye’de İslâmcıyım diyenlerin, Müslümanım diyenlerin Türkiye’nin İslâmî bir geleceğine dair en ufak bir düşüncelerinin, en ufak bir isteklerinin olmayışı. İstiklâl Takvimi'ne dair rağbetin olmayışının aklıma gelen üç başlığı bunlar olabilir.

Şimdi İstiklâl Takvimi böyle fürûattan bir şey midir? Hakeza yazımız, harflerimiz teferruat mıdır? Buradan başlayabiliriz. Bunlar hep fürûattan kabul edilerek inkılaplar yapılabilmiştir. Yani bütün inkılaplar “İslâm’ın açık naslarına bu yapılacak değişiklik mugayir mi?”, bu ölçülüp tartılarak inkılaplar yapılabilmiştir. İnkılap olarak ne yapılacaksa… Kılık kıyafet inkılabından tutun ölçü tartının değiştirilmesi, medeni kanununa kadar birçok inkılap kanun taslağı hazırlandıktan sonra, önce Diyanet İşleri Başkanlığına gitmiştir. Rıfak Börekçi’nin onayı alındıktan sonra "Bu İslâm’ın açık naslarına aykırı değil" yani bu fürûattan denilen meseleler üzerinden inkılaplar yapılabilmiştir. Zaten dün de bugün de başımıza gelen bütün belalar bununla alakalıdır. Yani bir şeye ruhsat aramak, fetva aramak dini birilerinin elinde oyuncak etmek manasına gelir, her zaman için. Türklük dediğimiz şey Hanefiliktir. Hanefilikte ruhsat değil azimet esastır. Yani dâr'ül-harp, dâr'ül-İslâm meselesi de olsa, seferilik de olsa bu böyledir. Hanefi görüşü umumen azimetten yanadır. Biz Türkler azimeti kendimize yol belledik yüzyıllar boyunca. Fetva peşinde koşmadık. O inkılaplar dediğimiz meselelerin her biri özellikle seçilmiş, Türk milletinin şekli, kabuğu gibi gözükse de özüne bitişmiş hassasiyetlerini bünyesinden koparmak üzere yapılan şeylerdi. Bunlardan birisi takvimimizdi, diğeri harflerimizdi. En hayatî olanlardan ikisi buydu.

Şimdi takvim dediğimizde ay takviminden bahsediyoruz. Hicrî takvim, Hicretle başlamış kamerî takvim, ay takvimi… Eğitim-öğretim denilen tezgahtan geçmiş herkese ilkokul ikiden itibaren (Hayat Bilgisi dersi!) öğretilen şey: Ay dünyanın bir uydusu! Biz bu bilgiye göre bir ay takvimi tasavvur ediyoruz. Uydu! Uydurukça bir şey yani. Uymuş Dünya'ya, dönüyor. Bir tarafta da okkalı vaziyette ortada bir Güneş duruyor. Miladî takvim o okkalı cismi esas alıyor; bizimki kıytırık bir şeyi esas alıyor gibi bir düşünceye sahibiz. Bu herkesin zihninde olan bir şeydir. Modern bilimler ortaya çıktıktan sonra bizim zihinlerimiz bu hale geldi. Bizim kainata bakışımız çok çok farklıydı. Bugün bilimsel bilgi yedeğinde bakmaktan başka bir yol bilmiyoruz. Dünyada bu öyle kabul gördü ki aslında bir sapma olmasına rağmen, hatta sapkınlık olmasına rağmen mutlaklaştırılmış olması insanları baskı altına aldı. Bilimin tartışılmaz üstünlüğü itikat oldu. Biz bütün dünyada bir çeşit hastalığa tutulmuş insanlar halindeyiz. Kapasitemizi, bazı kavrayış biçimlerimizi dumura uğratmış olmamız, herkes bu noksanlığa duçar olduğu için uygun ve yerinde gibi görülüyor. Mesela mevcut bilimsel bilgiyle kevnî ayet ve hadislere bakmaya çalışanda bu hastalığı, bir yalpalamayı çok çabuk hissedersiniz. Yani kimse söylemez ama içinden şu duygular geçer: Bu nasıl tevil edilecek, (haşa) bu ayet, bu hadis olmasa olmaz mı idi? Bunu insanlar içinden geçirir; çünkü öyle ayetler, öyle hadisler vardır ki o meseleye öylece iman etmenin bugünkü modern bilimle, astronomi bilgisiyle imkânı yoktur. İzah etmenin, içinden çıkmanın da imkânı yoktur. Bizim şu anda zihinlerimizde şekillenen, bildiğimiz kâinat algısı Kopernikus'un on altıncı asrın başında, daha mağlup edilemez Türk anlayışının olduğu zamanlarda ortaya koyduğu bir mantık düzeni içinde yer alıyor. O algı içinde Güneş merkezli, onun etrafında dönen Dünya başta olmak üzere başka gezegenler var. O gezegenler içinde herhangi bir gezegen olan Dünya'ya uymuş, uyduruk bir şey daha var: Ay! Böyle bir düşünce yapımız var şu anda. Tüm bilimsel faaliyetler Kopernikus'un bu fantezisi üzerine bina edildi. Yapılan izah bilim dünyasında devrim kabul edildi. Teorik olarak devirdiği neydi? Mağlup edilemez Türk’ün kafasıydı.

“Öyle oluversin, ne zararı var bunun?” deyip geçilecek bir mesele değil. Yaklaşık üç asır sonra üst üste bina edilmiş çok teşekküllü, aksi savunulamaz bir bilgilenme yöntemiyle karşı karşıya kaldık. O bilimsel yöntem kainata hasbelkader geldiğimizi, hiçbir özelliğimiz, hiçbir vasfımız olmadığını kabul edecek bir vasatı hazırladı. Büyük bir patlama (Big Bang) sonucunda optimum sıcaklığı, optimum nemi yakalamış bu gezegende birtakım inorganik maddeler açığa çıktı, o inorganik maddelerden mikroorganizmalar üredi, mikroorganizmalardan sivrisinek, maymun falan diyerek geldik bu günlere… Biz böyle bir canlıyız! Kainat böyle uçuşan cisimlerle dolu! Bizim önceden nasıldı kainat düşüncemiz? Ayetlerde, hadislerde nasıl geçiyorsa öyleydi. Ne bir eksik ne bir fazlaydı. Çünkü biz Miraca çıkmış peygamberin ümmetiyiz. Yani Rasûl-ü Ekrem Miraca çıktı. Rasûl-ü Ekrem Miraca çıkarken -ayet-i kerimede geçer yedi kat gök, yedi kat yer- her kat gökte hangi hadiselerle karşılaştığını, kimlerle, hangi peygamberlerle karşılaştığını tek tek anlatır. Yine başka hadislerde her kat gök arasında mesafenin ne kadar olduğunu söyler; 500 yıldır. Ve o göklerin üzerinde cennet, onun üzerinde arş. İstiklâl Marşı'nda “O zaman yükselerek arşa değer belki başım” derken başımızın nerelere yükseldiğini bugünkü iğdiş edilmiş kafalarımızla akledebilir miyiz? Biz yakın zamana kadar gayet materyalist düşünüyorduk aslında. Mesela benim ninem gayet materyalist düşünüyordu. Cennetin yerini de bilirdi, cehennemin yerini de. Bizim böyle bir dünyamız vardı. Zannetmeyin ki Kopernikus on altıncı Hıristiyan asrının başında bu işi bilim dünyasına kazıkladığında bizim fikrimiz hemen değişti. Daha benim ninem öleli 20 sene oldu, 25 sene oldu hala yaşayan bir şeydi bu onun kafasında.

Sahabeden Katade, ismini yanlış hatırlamıyorsam Katade radıallahuanh diyor ki: “Yıldızlar üç maksatla yaratıldı.  Birincisi Allah yıldızları gökyüzünün ziyneti kıldı. İkincisi onları şeytanlara atılacak taş kıldı. Üçüncüsü geceleri istikamet tayin etmek için bir işaret kıldı.” Sahabenin bu söyledikleri ayet-i kerimedir zaten. “Kim yıldızlar hakkında bunlar dışında bir tevil ileri sürerse hataya düşer, nasibini kaybeder, manasız bir yükün altına girer ve hakkında bilgisi olmayan, peygamberler ve meleklerin bile bilmekte aciz kaldıkları bir şeye burnunu sokmuş olur.” 

Şimdi bugünkü mantığımızla düşünelim; yıldızlar hepsi birer güneş ya da Güneş aslında bir yıldız… Bize çok uzak oldukları için ışıklarını güneş gibi sarı değil parlak beyaz görüyoruz falan… Hatta yeni keşfedilen yıldızlar var, ışığı bize yeni ulaşan yıldızlar var… Bilmem kaç yüz bin ışık yılı ilerde ve ışığı yeni bize ulaşıyor! Bu tür hurafelerle zihinlerimiz iğfal edilmiş vaziyette. Nasreddin Hoca’ya birisi soruyor: "Hocam ay doğuyor, bir ay geçiyor yeni ay doğuyor… Bu eskiyen ayları ne yaparlar?" Nasreddin Hoca: "Kırpıp kırpıp yıldız yapar, asumana asarlar." diye cevap veriyor. Şimdi Kopernikus’tan iki buçuk asır önce yaşamış Nasreddin Hoca burada bir espri mi yapıyor yoksa gerçekten ciddi bir şey mi söylüyor? Bugün biz bunu espri olarak anlıyoruz çünkü dediğim gibi zihinlerimiz iğfal edilmiş vaziyette ama Nasreddin Hoca burada gayet ciddi. Alim bir adam, yıldızın ne olduğunu da biliyor, ayın ne olduğunu da biliyor. Benim kanaatim gayet ciddi bir şekilde bu cevabı veriyor. Çünkü ben çocukken öyle anlıyordum. Yani bu fıkrayı duyduğumda kırpıp kırpıp yıldız yaptıklarını anlıyordum. Daha sonra işin güya aslını öğrenince “Aa bu böyle değilmiş, bu espriymiş.” dedim. Kırkından sonra ben yine bunun öyle olduğuna, Nasreddin Hoca’nın böyle düşündüğüne kaniim. Yani bugün böyle bir dünyada yaşıyoruz, böyle bir zihin yapısıyla yaşıyoruz ve bu zihin yapısı içinde, işte kamerî takvim dediğimizde kıytırık bir şey yani; Ay neticede. Halbuki düşündüğümüzde Ay, ayda bir sefer, bir halini ayda bir sefer gördüğümüz bir şey; Güneş her gün gördüğümüz bir şey yani ay güneşten çok daha ağır hareket eden, ne diyelim oturaklı bir şey. Şimdi bunlara inanıyoruz ama Müslüman olarak bir iddiaya, bir habere, bir bilgiye inanmamız için iki tane Müslüman şahit gerekir; tabii erkek olarak iki, kadın olursa dört. İki Müslümanın şahit olmadığı bir iddiaya, bir habere biz inanamayız, onu öyle kabul edemeyiz. Kâfirin şahitliği caiz değildir. Ama bugün hiçbir Müslümanın, bırakın Müslümanı kâfirlerin kendilerinin bile şahit olmadığı farazî şeylere inanıyoruz. İnanmak ne? O bilimsel bilginin militanlığını yapıyoruz. Yani bize ait olmayan bilgilerle bilgiçlik taslayarak yalancı şahitlikte yarışıyoruz. Biz bugün kâfirlerin önümüze koydukları şeyleri tartışılamaz hakikatler kabul edip ayetten şüpheleniyoruz, ayeti tevil adı altında eğip büküyoruz, sünnetten şüpheleniyoruz… Bu hadis uydurmadır kaçamağı en kolay yollardan birisi buna sapıyoruz ama o kafamızda bilimsel olarak oturtulmuş şeyi asla, sorgulamaktan çekinmiyoruz.

İsmet Özel: Dört kadın iki erkeğin yerine geçmez. Bir erkek varsa, bir erkek eksikse iki kadın onun yerini tutar, yani dört kadın iki erkeğin yerini tutmaz.

Durmuş Küçükşakalak: Evet, dört kadın şahit olmaz yani iki kadın şahidin yanında bir erkek olacak. Şimdi bu kevnî ayetlerle alakalı olarak herkes bir şeye sapmıştır ve sapkınlık aslında buradan başladı yani bizim bilimle, bilimsel bilgiyle karşılaşmamız akabinde kafalar ikiye bölündü, şizofrenik bir hal ortaya çıktı. Bir taraftan materyalist düşüneceksin öbür taraftan maneviyatçı, idealist falan olacaksın gibi böyle abuk sabuk bir kafayla yaşar hale geldik. Başkasının kafasıyla sıkıştığımız yerde; burada bir metafor var, işte burada bir mecaz var, yahut kesretten kinayedir,  müteşabihtir bu!… demeye başlıyoruz. Müteşabihin bir sınırı da yok zaten. Gerçekten ayette geçtiği gibi kalplerinde eğrilik olanlar müteşabihlere sarılıyor. Mesela göklerin yedi kat olarak yaratılışında, yedi sonsuzluğu temsil eder falan filan gibi yorumlarla bugünkü bilimsel bilgiye yaklaştırılmakla bilimsel bilgiyi tahkim ediyoruz. Öyle zihinlerle yaşıyoruz biz bugün, onun için İstiklâl Takvimi dediğimizde teferruat bir şeymiş gibi görünüyor. Şimdi yeri mi, zamanı mı? Türk Harfleri dediğimizde, aynı işi biz zaten Latin Harfleriyle yapıyoruz, diyebiliyor insanlar. Çünkü tanımını düşmanının yaptığı bilgilenme içinde, takvimini düşmanının hazırladığı bir zamanda, düşmanının çizdiği bir kâinat modelinde yaşıyor. Herkes bu kafayla yaşıyor, düşünüyor. Bu kafa bizi cehennemin dibine götürecek kafa. Yani bu fürûat diye gözüken şeyler gerçekten de İslâm’da naslarla tespit edilmemiş şeyler. Yani ayetlerde, hadislerde ne harfler hakkında bir hüküm vardır, ne takvim hakkında bir hüküm vardır… Bu teferruat gözüken şeyler, bizi biz yapan, bizim Müslümanlığımızı muhafaza etmemizi ve bu Müslümanlığı gözle görünür hale getirmemizi sağlayan şeylerdi, elimizden alındı bunlar. Biz bunların davasını güdüyoruz, davamız duamızdır. 

Giriş babında ben bunları söylemiş olayım. Şimdi ay takvimiyle güneş takvimi arasındaki tefriki yapması için Fikret Demir’e sözü bırakıyorum, buyurun Fikret Hocam:

Fikret Demir:

Teşekkür ederim, merhabalar. 

İki şey var, zihnimde. İkisinden birini diğerine tercih etmeyeceğim, ikisiyle beraber giriş yapacağım. Ama önce Resul-ü Ekrem’in hadis-i şerifini zikir edeceğim, bende yeni öğrendim. Buyuruyor ki Rasûl-ü Kibriya:

Tercüme edilebilir mi? Şöyle tercüme edeyim “Zayıf kişi, kervanın emiridir.” Zayıf kişi, kervanda yönetici olur mu? Öyleymiş, çünkü Rasûl-ü Ekrem öyle demiş. Bunu şu vesileyle zikrettim: Aslında biz takvim meselesiyle ilgili söylenecekleri hasbelkader, gücümüz vüsatince söyledik. Dolayısıyla bu konuşmam tekrar olacağı için kısmen özet olacak. Diğer takvim konuşmasını daha önce yaptığımda bunu söylemedim diye içimde ukde olmuştu, onunla da giriş yapmayı düşünüyordum. İkincisi de şu Nurettin Topçu diyor ki: “İsa’nın miladı yani doğumu viladeti insanlığın en önemli rasat kulelerinden birisidir.” Şimdi bundan ne anlayacağız? İnsanlığın rasat kulelerinden birisi her şeyin gözlendiği kulelerden birisi Hz. İsa aleyhisselamın viladeti mi? Bir Müslüman olarak bunu böyle anlamamız mümkün mü? Asla mümkün değil. Elbette ki Kur’an'ın bize öğrettiği gibi Hazreti Adem’den Rasûl-ü Kibriyaya kadar gelen bütün peygamberlere iman etmekle mükellef ve bundan mesulüz. Nurettin Topçu’nun kastettiği ne? Nurettin Topçu’nun kastettiği bugünkü kullandığınız miladî takvim. İsa’nın viladeti deyince neyi kastediyor? Hıristiyanlara göre tanrı oğlunun veya tanrının bir parçasının bedenlenerek dünyaya gelişini kastediyor. Aslında en önemlisi bu. Hıristiyanlar açısından bu takvimi kullanarak tanrı oğlunun miladın sıfırıncı günü bedenlendiğini, dünyaya geldiğini kabul ediyoruz ve bunu kabul ettikten sonra devamı geliyor. Artık bundan sonra bütün yaptıklarınız tanrının tarihe dahil olduğu günden başlamış oluyor. 1976’da ben doğduysam eğer tanrının tarihe müdahil olduğunu veya tanrının üç uknumunun birisi olan İsa’nın bedenlenmesinin 1976’ncı yılında dünyaya geldim. Bunu zımnen kabul ediyorum.

Hal böyle midir? Yani bugün miladî takvimi kabul edenler, Katolik Kilisesi veya Ortodoks Kilisesi veya bilimsel veriler esas alındığında bugün miladî takvimin neresindeyiz diye yapılan araştırmalar neticesi sonuç sürekli değişmekte. Bugün de değişiyor. Yani dünyanın güneşin etrafında bir devrini esas alıyor miladî takvim. 365 gün 6 saat ve küsurat var ve bilimsel veriler bu küsuratta ihtilaf ediyorlar bu da geriye doğru bütün tarihleri yanlış çıkarıyor. Zaten Ortodoks Kilisesi de Katolik Kilisesi de tanrının dünyaya gelişini farklı zaman dilimlerinde kutluyorlar. Yani bunda da müttefik değiller. Bilimsel verilerle de iş daha da çetrefil hale gelmiş. Bugün bütün dünyada Yahudiler dışında -onlar kendi takvimlerini kullanıyorlar- kullanılan takvim miladî takvim. Yani bu takvimi kullandığımızda zamanın neresinde oluyoruz?

Mesele sarahate kavuşsun diye hicrî takvimle ilgili  şunu zikredelim. 365 gün miladî takvim dedik dünyanın güneşin etrafındaki bir devrini esas alıyor. Hicrî takvim ise ayın devrini esas alıyor. O ise 354 gün biz Kur’an’dan hem ayın hem ayın dolaştığı burçların hem güneşin zaman ve vakit için Allah tarafından aynı zamanda halk edildiğini biliyoruz. Fakat yine Kur’an’dan ve hadis-i şeriflerden bir şey daha biliyoruz. Müslümansak eğer itikadımız gereği hicrî takvim veya İslâmî takvim dediğimiz takvim dışında bir takvimle yaşamamıza ihtimal yok. Yani yaşayamayız. En basiti şuradan: Şimdi takvim dediğimiz mesele en sade haliyle günümüzü haftamızı aylarımızı ve yılımızı neye göre bize belirlediğimizi söylüyor. Şer’an bir gün İslâm'a göre ne zaman başlıyor? Fecr-i sadıkla başlıyor. Ne zaman bitiyor? Güneşin gurubuyla bitiyor. Fecr-i sadık yani sabah namazının vakti girdi. İşte şer'an bir gün başladı. Ne zaman bitti? Güneş gurub etti. İşte güneş gurub ettiğinde bizim günümüz bitiyor. Dolayısıyla diyelim ki bugün Perşembe, akşam namazıyla beraber Perşembe günü bitiyor. Dolayısıyla biz ilk olarak Cuma akşamından başlıyoruz güne, ama bugün öyle değil sabahla başlıyoruz. O yüzden mesela benim babam rahmetlik derdi ki: Cuma akşamı şunları okuyun. Şimdi Cuma gününün akşamı okumam lazım benim öğrendiğim ilmi bilgilere göre. Hayır Cumanın akşamı Perşembe gününün akşam namazı bittikten sonra başlayan akşamıdır. Demek ki Müslümansak daha en başta gün hususun da miladî takvime uyamıyoruz. Tabiatı gereği gün uymuyorsa hafta uymuyor, hafta uymuyorsa ay uymuyor.

Şimdi hicrî takvim dedik ki ayın devrini esas alıyor ve bu 354 gün. Rasûl-ü Ekrem hayattayken bu ayet-i kerimeyle sabitleniyor. Müşrikler o zaman ay takvimi kullanıyorlar ama iki şey yapıyorlar, iki türlü nesî diye bir uygulamaları var. Güneş takvimi de o zaman biliniyor, ay takvimi de biliniyor. Hepimizin bildiği gibi güneş takviminde mevsimler esas. Yani bahar var, yaz var, baharın sonu var ve kış var. 365 gün de bu senelere göre hiç değişmiyor. Yani Ağustos ayı miladî takvimi esas aldığımızda her zaman Ağustos ayı veya yaz ayı fakat hicrî takvimde böyle değil. 11 gün erken geliyor. Dolayısıyla mevsimler senenin bütün aylarını dolaşıyor. Müşriklerin iki nesî uygulaması var: Birinde ay takvimiyle güneş takvimini birbiriyle eşitlemek için, diğerinde de bir başka türlü nesî uygulaması yapıyorlar. Bunu şu vesileyle zikrediyorum: Şu anda biz miladî takvim kullanıyoruz -Genel Başkan da ifade etti- bununla da hani İslâmî bir çerçeve içinde durduğumuzu düşünüyoruz. “Hani Müslümanız miladî takvimi de kullanabiliriz ne var bunda?” deniliyor. Acaba böyle bir şey mümkün mü? Mümkün olabilir mi? Nesî uygulamasını bu sebeple zikredeceğim. Birinci nesî uygulaması şu şekilde: Şimdi aylarımız şu şekilde, âyet-i kerîmede şöyle ifade ediliyor: Ayların sayısı on ikidir ve bunun dördü haram aylardır. Ayet-i kerime şöyle devam ediyor:

Yani Allah'ın yeri ve göğü yarattığı günden beri bu böyledir. Bu ne zamana denk geliyor? Veda Hutbesi’nde Rasûl-ü Ekrem bunun farkında. Rasûl-ü Ekrem Veda Hutbesi’nde hem bu ayet-i kerimeyle hem de hadis-i şerifle o zaman nesî uygulamasını kaldırarak ayet-i kerimenin emriyle bunun küfürde ziyâdeleşmek, katmerleşmek olduğunu ifade ederek nesî uygulamasına son veriyor. Ve hilkatin başından bugüne kadar takvimin o gün yerine oturduğunu ifade ediyor. Yani dolayısıyla bugün elimizde, bir cümle ile ifade edeyim, bir takvim varsa o da bizim 1439 hicrî yılında olduğumuzdur. Dünyada bunun dışında doğru bir takvim yok. Bu da Hicret esas alındığında öyle. "Miladî takvim kullanıyoruz ama İslâm dairesindeyiz", nasıl olacak? Nesîin birincisi şu: Şimdi zilkade, zilhicce, muharrem, safer diye geliyor aylar, son iki ay zilkade ile zilhicce. Muharrem birinci ayımız, safer ikincisi. Müşrikler şunu yapıyorlar: Şimdi bu aylar, hac öncesi, hac ayı ve hacdan sonraki aylar savaşmanın yasak olduğu aylar. Mina’dan dönerlerken müşriklerden kendilerince alim kabul ettikleri kişi diyor ki: “Ben bir günah işlemiyorum fakat tanrımız bu sene Muharremin haramlığını Safere verdi.” Şimdi Zilhiccede haccı yaptık şu anda hac bitti ya, önümüzdeki ay Muharrem ayı, insanlar dönecekler memleketlerine ama savaş yasak. Haram safere ertelediği ne zaman ne oluyor? Artık savaş serbest, dilediğinizi yapabilirsiniz. Birinci nesî uygulamaları bu şekilde. Yani küfürde katmerleşmek diye Kur’anın ifade ettiğinin birincisi bu. İkincisi de kebs veya kebse diye Yahudilerden öğrenildiği rivayet edilen hadise. Miladî takvimle hicrî takvim arasında 11 günlük fark var. Bu üç yılda bir aya tekabül ediyor. O bir ayı tutuyorlar hicrî takvimi miladî takvime eşitlemek için kullanıyorlar. Zilkade, zilhicce, muharrem olacaktı değil mi? Tutuyorlar buraya o artan zamanlardan oluşan ayı ilave ediyorlar. Ve bu ayı da diledikleri ay olarak tesmiye ediyorlar. Bunu da ne için yapıyorlar? Buraya hangi ayı korsak yani buna muharrem diyoruz veya safer diyoruz bunu haram ay kabul ediyoruz ama saferi buraya getiriyoruz. Bu da mevsimleri ve ayları miladî takvime eşitlemiş oluyor. İfade edebildim mi bilmiyorum ama bu ikisi de Kur’an’ın ifadesiyle kafirlik, küfürde katmerleşmek, ziyadeleşmek olarak ifade ediliyor. Şimdi bunu düşününce miladî takvimi kabullenerek bizim şer’an günümüzü, namaz vakitlerimizi, haccımızı işte zilhicce hac ayı bu ayları ibadetlerimizi gününde vaktinde zamanında yapmamıza ihtimal yok.

Yani takvimin birinde Ay'ı esas alıyoruz, diğerinde de Güneş'i esas alıyoruz ikisi de zamanı belirliyor diye bir şey kabul etmek mümkün değil. Tabi dernek olarak hem İslâmî takvim, hicrî takvim basıyoruz aynı zamanda bunu kendi yazımızla da basıyoruz. Çünkü yine Genel Başkan ifade etti. Bunlar bizim elimizden alınmış şeyler. Alınarak da varlığımıza kastedilmiş şeyler. Sadece bunu başkalarının yaptığı gibi Latin hurufatını ve rakamlarını kullanarak yapmıyoruz, aynı zamanda Türk harfleriyle bunu yapıyoruz. Dolayısıyla İstiklâl Marşı Derneği olarak duamız aynı zamanda bu yazıya yeniden dönebilmek. Ben şimdilik bu duayla bitirerek inşallah tekrar kendi yazımızla yazdığımız günlerin duasıyla, dileğiyle diyerek teşekkür edeyim beni dinlediğiniz için.

Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. Fikret Demir konuşurken birkaç husus aklıma geldi. Şimdi bir güneş takvimi var. Biz mevsimleri yaşıyoruz, bunun bizde bir etkisi var. O zaman güneş takvimi neyin nesi? Güneş'e göre de deveran eden bir şey var. Dünyada hayvanların ve bitkilerin hayatını devam ettirmesi için, beşer hayatının devam etmesi için bir güneş takvimi var. Farkımız, insan olmamızın farkı burada aslında. Güz oluyor, kış oluyor, bahar oluyor, yaz oluyor. Biz bunlardan; hayvanlardan, bitkilerden, sair beşerden farklıyız; biz insanız demenin yolu aslında kameri takvim yani hicrî takvim. Şimdi İkinci Başkanımız Gökhan Göbel konuşacak buyurun.

Gökhan Göbel:

Selâmun aleyküm,

Ben de Genel Başkanımızın bıraktığı yerden devam edeyim. İnsanız, yani bizim tarihimiz hicretle başlıyor. Şimdi dışarıda afiş vardı, Sakarya Meydan Muharebesi'nin yıldönümü dolayısıyla asılmış bir afiş. Tabii ama Hıristiyan takvimine göre hesaplayıp asmışlar. Fikret Demir bahsetti, 354 gün var bizim takvimimizde. On gün fark var Hıristiyan takvimiyle arasında. 33 senede bir işte aynı zamana denk geliyorlar. Geçen sene takvim panelimizin adını “Düşmanın Zamanıyla Gerdeğe Girmek” diye koymuştuk. Yani bu düşmanın zamanı meselesi… İnsan olarak bizim takvimimiz var, tarihimiz var. Bizim takvimimize göre Sakarya Zaferi’nin tam 100ncü yılındayız. Henüz zafere erişmemiş günlerinin sene-i devriyesindeyiz. Ağustos’ta başlayıp Eylül’de bitmedi Sakarya Meydan Muharebesi. Bizim takvimimize göre 1339’da başladı 1340’da son buldu. Kurban Bayramından hemen sonra başladı - Zilhiccenin 10’nu Kurban Bayramıdır-Kurban Bayramından hemen sonra başladı. 22 gün 22 gece dünya tarihinde görülmedik bir meydan muharebesi oldu ve tam da Muharrem’in onunda aşure günü bitti. Biz Türkler Muharrem ayına aşure ayı da deriz. Yani aşure gününde Sakarya Meydan Muharebesi Türk zaferiyle neticelendi. İstiklâl Marşı Derneği söyledikten sonra bir yerlerde Sakarya Meydan Muharebesi zikrediliyor ama geçtiğimiz hafta Hıristiyan takvimine göre 30 Ağustos şenliklerinin gürültüsünü herkes duydu.Bugün biz bir Türk varlığından bahsedebiliyorsak bu Sakarya Meydan Muharebesi sayesinde 30 Ağustos sayesinde değil. Türk zaferi dediğimiz şey Sakarya Meydan Muharebesidir, 30 Ağustos zaferi değildir. Çünkü Sakarya Meydan Muharebesinde Yunanlılar Polatlı’ya kadar gelmişti, meclisi taşımayı düşünüyorlardı. Mustafa Kemal cephede değildi attan düşüp kaburgasını kırmış. Savaşın kaybedileceğini düşünüyordu o da. Ankara’daydı. Ordunun başında Mareşal Fevzi Çakmak vardı. Ve Kur’an okuyarak -Halide Edip’den öğrendiğimize göre- bütün muharebeyi Kur’an okuyarak geçirdi. Arada bir cepheye, ön saflara gidip talimat verdiğini yazarlar.

Şimdi niçin Türk zaferi olarak Sakarya Meydan Muharebesi değil de 30 Ağustos gösteriliyor? Çünkü ikisinin arasında tam bir senelik bir zaman var. Sakarya Meydan Muharebesi Hıristiyan takvimine göre 1921 Ağustos’unda başlayıp Eylül’ünde bitti; 30 Ağustos da -adıyla söylendiği gibi işte- 1922’de. Tam bir sene vardır aralarında. Bunu yine, İstiklâl Marşı Derneği'nin bu bir senelik araya dikkat çekmesi dolayısıyla bazıları “Sessiz Bekleyiş” olarak adlandırdılar. Bu bir senelik zaman içinde beynelmilel pazarlıklar yapıldı. İşte bizim bugün bu konuşmayı yapmamıza sebep olan şey de bu. Yani takvimimizin elimizden alınması, yazımızın elimizden alınması o bir sene içinde yapılan pazarlıklarla halledildi. Türk askerine Mehmetçik adını veren Medine muhafızı Fahreddin Paşa, Malta’dan esir olarak tutulduktan sonra Türkiye’ye dönüyor Sakarya Meydan Muharebesi günlerinde. Fakat bu çok tehlikeli bulunuyor çünkü Fahreddin Paşa o gün sadece Türkiye’nin değil bütün Ümmet-i Muhammed’in en prestijli adamıydı. Yani bütün Müslümanlar arasında en prestijli adam Fahreddin Paşa idi ve esirliği boyunca üniformasını üstünden çıkarmamıştı. Gittiği yerlerde kendisine sevgi gösterileri olmuştur. Geçtiğimiz yıl işte yine bu zamanlarda Fahreddin Paşa’nın Mustafa Kemal’e yazdığı bir mektup neşredildi. Bunu neşreden Murat Bardakçı'ydı. Cumhurbaşkanlığı arşivinden bulup yayınladım diyor ve orada şunu da ekliyor: “Başka belgeler de var ama onları yayınlayamam.” Çünkü Fahreddin Paşa’nın Sakarya Meydan Muharebesinden sonra ordunun gidişatına yönelik Yenigün Gazetesinde yazdığı yazılar, Mustafa Kemal Paşayı çok hiddetlendirdi diyor. Zaten bu sebeple Fahrettin Paşa Kâbil’e sefir tayin edildi. Harbe iştirak etmesine mani olundu. Eğer Fahreddin Paşa o bir sene boyunca Türklerin başında bir komutan olarak kalsaydı bugün takvimimizin arkalığında Misak-ı Millî haritası var, bu harita tahakkuk ederdi. Bugün 30 Ağustos zaferi diyorlar ve mesela Anıtkabirde Misak-ı Millî kulesine gidiyorlar yani tamamen saçmalık. Yani Misak-ı Millî… Efendim?

Durmuş Küçükşakalak: Olmayan şeyin kulesi...

Gökhan Göbel: Misak-ı Millîden en çok taviz verilmesi hadisesi olduğu için Mustafa Kemal işin başında idi.

Takvimimizden biraz bahsetmek istiyorum. Takvim, saat, harf. Bunların hepsi Arapça, Kur’anî, Türkçe kelimeler: Takvim de, saat de, harf de. Mesela Müslüman olmadan önceki Türklerin takvimi yahut harfleri… Yani nasıl denecek bu? Diyorlar ki, kitap da yazdı mesela Osman Turan, “On İki Hayvanlı Türk Takvimi.” Bunun ismi yok mu? Takvim mi bunun ismi? Yani madem kullanılıyordu bu… O da Çin takvimidir aslında. Bugün de görüyorsunuz Çinliler işte şu hayvan yılındayız falan diyorlar. Genel Başkanımızın söylediği gibi bitkilerin, nebatın hayatını ilgilendiren bir güneş takvimi tabii ki var. Mesela bunların da isimlendirmesi Türkçe isimlendirmeleri dikkat çekicidir. Halk takvimi diyorlar. Bunu mesela Müslüman takviminden uzak kalmak için zikrediyorlar ama halk takvimi dedikleri ayda da iki ay vardır. İsim olarak birisi kasım birisi hızırdır. Yani ikisi de Kur’ani kelimelerdir. Kasımla başlar halk takvimi seneyi ikiye böler taksim eder, diğeri de hızırdır. Bir de mesela inkılaplar dolayısıyla en basit şeyleri bile fark edemediğimiz için takvim konusunda bir bilgimiz yok. Mesela hafta tatili günü, hafta tatili diye bir şey var. Bu dünya sisteminin dayatması sonucu oldu. Osmanlı zamanında mesela hafta tatili diye bir şey yoktu. Bugün insanların zihni Osmanlı-Cumhuriyet çatışması şeklinde işlediği için bunu hesap  etmiyorlar ama hafta tatili cumhuriyetin kendi getirdiği şeye karşı yaptığı bir inkılaptır. Hafta tatili diye bir şey vardı da Osmanlı’da bu cuma günü idi, Cumhuriyetle Pazar oldu diye bir şey yok. Hafta tatili önce İzmir İktisat Kongresinde teklif edildi, 1924’de kanun oldu ve cuma günü idi hafta tatili. 1924’de oldu. Osmanlı devrinde belli aralıklarla bazı memurlar dinlerine göre cuma, cumartesi, pazar çalışmaz imiş ama sabit bir uygulama yok. 1936’da ise hafta tatili pazar gününe dönüyor. Şimdi biz hafta tatili dolayısıyla günleri mesela pazartesini birinci gün gibi düşünüyoruz. Halbuki bu takvim, yazı meselesi beraberdir; pazar, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi. Bunların -pazarla başlar birinci gün- hepsi Arapça, Farsçadır. Pazar Farsça hakeza  Pazartesi. Öztürkçecinin biri demiş: “Ya sinir oluyorum salıdan başka öztürkçe gün ismi yok.” Halbuki Salı da yevm-i salis, üçüncü gün demek yani. Çeharşenbe dördüncü gün,  pençşenbe beşinci gün, cuma, cumartesi. Bu günlerin hepsi ya Arabi Ya Farisi asıllıdır. Yani Müslüman olmadan önce Türkler, onların kullandığı takvim falan varsa bunların isimleri olması lazım. 

Önceki takvimlerimizdeki okuma metinlerimizden bahsedeyim biraz. Bu sekizinci takvimimiz; “10’a 2 Kala.” 1433 ve 1434 takvimlerimizde okuma metinleri yoktu, 1435 takvimimizden itibaren okuma metinlerimiz var takvimimizin arka sayfalarında. 1435 takvimimizde ilk olarak okuma metni koyduğumuz için husûsen insanların bildiği edebi metinleri seçip koyduk. 1928’den önce yazılmış metinlerdi bunlar. Mesela bugün türkü olarak söylenen Karacaoğlan şiirlerini koyduk, Yunus Emre ilahilerini koyduk. Daha çok böyle şeyler koyduk. 1436 yılında okuma metinlerimiz dünya edebiyatından tercümeler oldu. Bunların da kısm-ı azamisi 1928 öncesi yapılan tercümelerdi. Böylece biz kendimiz de görmüş olduk bu yazıyla neler yapılır, hangi tercümeler ne şekilde yapılmış. Onların karşılaştırmasıyla ilgili geçen sene Seyfullah Köksal iki metin okumuştu burada. 1437’de ise husûsen yazımız elimizden alındıktan sonra neşredilen yani Hıristiyan takvimine göre 1928’den sonra neşredilen edebi metinleri koyduk. Oruç Özel açılış konuşmasında söyledi, takvim tercihe şayan görülmese de takvim bizim için her bakımdan faydalı. Biz buna çalışırken de günü gününe tâkib ederken de çok şey öğrendik, öğreniyoruz. 1928 sonrası metinlerde hangi şairlerin yazıyı terk edip etmediğini mesela biz asıl yazıya geçirirken fark ediyoruz. Yahut tahsili Latin yazısıyla olan şairlerin, ediplerin yazdıklarıyla diğerlerinin yazdıkları arasındaki farkı görebiliyoruz. Yine bu konuda Seyfullah Köksal geçen sene epey bir malumat sunmuştu. Onları biz kendimiz fark ettik. Yani istiyoruz ki insanlar da fark etsin. Yani kimse istemese bile biz bu takvim işinden vazgeçmeyeceğiz. 1438’de ise Hıristiyan takvimine göre 15. Asırda yazılmış Türkçe metinleri koyduk takvimimize. Bunu da husûsen yaptık. Tanzimat sonrası batılılaşma macerası dolayısıyla elimizde Arapçadan başka bir şey olmadığı için dilin nasıl daha ağır, ağdalı hale geldiğini;  15nci asırdaki metinlerin bugüne daha yakın bir Türkçesi olduğunu fark edin diye, hem kendimiz farkedelim hem okuyanlar fark etsin diye yaptık. 1439 İstiklâl Takvimi. Son iki günü kalan bu takvimimize de Türk İstanbul metinleri koyduk. Afet dediğimiz şeylerin; yangın olur sel olur, zelzele… Bunların edebiyata yansımasını,  edebi metinleri bulup, tetkik edip takvimimize  koyduk. Mesela ona çalışırken fark ettiğimiz bir şey: Destanlarımız. Her şeyin, bilhassa böyle afet dediğimiz hadiselerin destanı yazılıyor. Biz yaşımız itibariyle onları görmedik ama 1980'lere kadar her hadiseyle ilgili bu destanların yazılmaya devam edildiğini gördük. Yani öyle bir millet ki Türk milleti, tarih düşerek bir şey anlatıyor ama onu da manzum yapıyor. Onlardan da epey takvimimize koyduk. 1440’a geldiğimizde, bu sene takvimimize Türk tarihinin çok önemli 10 yılı, Hıristiyan takvimine göre 1950-60 arası yazılan metinler var. Bizce çok noksan oldu ama o kadar hadise var ki yani okurken tetkik ederken fark ettik. 1950-1960 arası yazılan, 1950-1960 arasına dair yazılan metinleri, gazete haberlerini koyduk bu seneki takvimimize. Yani seçimler esas tabiî ki burada, 14 Mayıs 1950 seçimleri. Fakat bir ay öncesinden, mareşal öldüğü için oradan başladık. Mareşalin ölümünden sonra 27 mayısa kadar yazılan, o tarih aralığında yazılan şeyler, takvimimizde okuma metinleri olarak var. Oraya acaba ikinci bölümde  mi gelsem?

Durmuş Küçükşakalak: İkinci bölümde gelebiliriz.

Gökhan Göbel: Tamam. Takvim metinlerinden de ikinci bölümde bahsedeyim. Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:Biz de teşekkür ederiz. İstiklâl Takvimi sekiz yıllık mazisi var ondan önce, 1925'e kadar Hicret’e raptedilmiş takvim bir şekilde millet içinde yaşayarak ama günü gününe takip edilerek Müslümanlığını ciddiye alanların bildiği bir şey olarak geldi. Yani matbu olarak bu takvim gayet modern bir şey…  Ay takviminde aslolan göğe bakmaktır. Hatta hilalin ru’yeti, vacib-i kifaye diye geçer fıkıh kitaplarında. Yani özellikle ramazan hilalini...

Fikret Demir: Farz-ı kifaye.

Durmuş Küçükşakalak: Vacib-i kifaye.

Fikret Demir: Diye bir ifade var.

Durmuş Küçükşakalak: Evet, öyle bir ifade var. Farz değil yani, vacib-i kifaye olarak geçer. Yani aslolan göğe bakmaktır, gökle irtibatı koparmamaktır. Ama biz modern insanlarız şehirlerde yaşıyoruz. Binalardan göğü görmenin imkan yok, ışıklardan bile göğü görmenin imkanı yok. Mesela doğan ayı herkes az çok  görmüştür, dolunayı görmüştür ama batan ay nasıl bir şeydir? Salonda parmakla sayılır batan ayı gören. Yani modern insanlarız. Onun için İstiklâl Takvimi matbu halde modern bir nesne ama bu takvim bizim dirayetimizi, duamızı simgeliyor. Onun dışında takvim gökte her zaman işliyor, o takvim.

Gökhan Göbel: Bir şey ilave edeyim.

Durmuş Küçükşakalak: Buyurun.

Gökhan Göbel: Affedersiniz. Söylemeyi unuttum. Niçin birinci gün pazar, ikinci gün pazartesi? Yine bunu da Türkler hadis-i şeriften öğrenmiş. Rasûl-ü Ekrem pazartesi ve perşembe orucunu andığı hadiste yevm'ül-isneyn ve yevm'ül-hamis diyor. Pazartesi için “isneyn”, perşembe için “hamîs”, ikinci ve beşinci gün yani. Teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak: Gökhan Göbel’in söylediklerine şunu ilave ederek celseyi kapatayım: Aslında günler yeryüzünün yaratılmasını da temsil ediyor. Allah yerleri ve gökleri altı günde yarattı. Onun için Arapça ve Farsçada günler birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün, beşinci gün ve altıncı gün Cumadır. Yerlerin göklerin cem edildiği gündür. Sebt; Cumartesi de arşa istiva ettiği gündür, onun için hafta yedi gündür. Allah yerleri gökleri altı günde yaratmıştır. Tabi bunu da gene yorumlarken işte bu şeydir müteşabihtir derler. Altı günde yaratılır mı yerler gökler? Bu altı milyon yıldır falan filan… Böyle  yorumlara giderler. Uçsuz bucaksız kainatı altı günde yaratmak Allah'a (haşa) zor gelir, diye düşünürler. Ama Allah yerleri gökleri altı günde yaratmıştır. Haftamız onun için yedi gündür; yedinci gün istiva etmiştir.

10 dakika ara vereceğiz daha sonra İstiklâl koromuz konserini sunacak. Dinlediğiniz için teşekkür ederiz. Selamun aleyküm.

 

 

İKİNCİ CELSE

Oruç Özel:

Konserimizin ardından bir ara vermeden panelimizin ikinci celsesine geçiyoruz. Ben tekrar İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ı, İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i ve Yönetim Kurulu Üyesi Fikret Demir’i davet ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak:

Konserden sonra nereden, nasıl başlayacağız? Şimdi, hicrî takvim tarihimizin başlangıcı. Bunu biz böyle kabul ediyoruz diye böyle değil. Bu gerçekten modern tarihin başlangıcı. Hicrî takvimden, hicrî sıfır yılından, Rasûl-ü Ekrem’in Mekke’den Medine’ye hicretinden önce, Mekke dönemi de dahil, doğru düzgün yazılı, tarihi vesika niteliğinde bir kaynak bulamazsınız. Ne Çin kaynaklarında bulabilirsiniz ne İran kaynaklarında bulabilirsiniz ne Bizans kaynaklarında bulabilirsiniz. Çin kaynakları mesela çok bariz bir örnektir. Çin’de Hicret'ten yedi yıl sonra tarih encümeni diye encümen kurulmuştur. Bütün Çin tarihçilerine açar bakarsanız -Hıristiyan takvimine göre- 629, 630’da kurulan bu tarih encümeninden sonra yazılıp çizilenleri “gerçek kayıtlar” olarak kabul ederler. Ondan önceki kayıtların edebî bir değeri vardır Çin edebiyatı içinde. Çünkü hepsi efsane, anlatı havasındadır. Fakat hiçbirinin tarihi yoktur. Tarihsiz tarih kaynağı mı olur? 629’dan önce, yani Hicret'ten yedi yıl sonra başlayan Çin’deki tarih yazımının daha öncesindeki yıllara, milattan önceye gitseniz de hiçbirinde tarih düşülmemiştir. Tarih gerçek anlamda, modern anlamıyla Hicret'le başlamıştır. Bunu daha önce de bahsetmiştim. Bu çok bariz görülebilir ve gösterilebilir bir şeydir.

Şimdi Müslümanlar astronomi ile uğraşmışlardır derler. İşte medreselerde bu işle uğraşılan hususi bölümler ayrılmıştır. Dertleri nedir bu adamların? Yani uzaya çıkmaya falan mı çalışıyorlardı? Astronot mu yetiştireceklerdi? Hayır. Mikat ilmi olarak başlayan bir iştir bu. Yeni fethedilen topraklarda yapılan ilk işlerden biri budur. Birincisi kıble neresidir? İkincisi hangi namaz hangi vakitte girer, hangi vakitte çıkar? Bugün hangi ayın kaçıdır? Ramazan ne zaman girecektir? Bayram ne zaman olacaktır? Astronomi çalışmaları denilen o herkesin ağzından düşürmediği, işte bütün Batı bilimi buralara dayanır falan dedikleri şeyin temeli budur. Fethedilen, yeni fethedilen topraklarda en başta kıble neresidir? Gayet fonksiyonel bir şeydir bizim göğe bakmamız da, güneşe bakmamız da, aya bakmamız da, yıldıza bakmamız da... Gayet fonksiyonel, bu dünya hayatına ibadet için gönderildiğimiz için bu dünya hayatında ibadetin vakti nasıl tespit edilir, bütün mesele budur. Bunun üzerinden türeyip gitmiştir birçok şey. Daha sonra işin içine saltanat sebebiyle müneccimliğe varıncaya kadar birçok unsur sokulmuştur. Şimdi İkinci Başkanımız Gökhan Göbel’e sözü bırakıyorum. Buyurun.

Gökhan Göbel:

Selâmun aleyküm,

Hıristiyan takvimine göre 14 Mayıs 1950’de seçimler oluyor. İlk defa Türk milleti başında kimin olmaması gerektiğini beyan ediyor. Bunun böyle olduğuna dair, aynı günlerde, seçimin olduğu günlerde, yazılmış bir metni takvimimize koyduk. Burhan Felek 1950 yılında yazdığı yazıda, “halk Demokrat Parti’yi seçmedi” diyor. Cumhuriyet Halk Partisi’ne bir ders verdi, diyor. Muvazaa partisi zaten bildiğiniz gibi, Demokrat parti de Halk Partisi’nin içinden çıkma bir parti. İlk seçimler ve Türkiye’nin on yıllık demokrasi tecrübesi diyeceğimiz bir aralık, takvimimizdeki metinlerin mahiyeti. 27 Mayıs 1960’ta Türk milletinin seçtiği ilk ve son başvekil, hem kelime itibariyle hem de bu sıfatı hak etmesi bakımından ilk ve son başvekil idam ediliyor. Yani daha önce Başbakan vardı, sonra da Başbakanlar vardı kelime olarak ama başvekil yok. Başvekil idam edildi. Cumhuriyet tarihinde yine aşılamamış bir sözün söylendiği tarih de 1950 - 1960’ın tam ortasıdır. 1955’te Demokrat Parti mebuslarına hitaben Adnan Menderes: -takvimdeki metinlerde bunun aleyhinde olan insanların bu hadiseyi andığını göreceksiniz, Şevket Süreyya Aydemir’in falan-  “Muhterem heyetiniz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” dedi. Türk siyasetinde aşılamamış bir sözü söyledi. Bu, az önce ilk celsede bahsettiğimiz Sakarya Zaferi ve 30 Ağustos meselesi ile birebir alakalı bir şeydir. Bu 10 senenin her bakımdan parlak bir on sene olduğu dikkate şayandır. Türkiye’deki son modern şiir atılımı o on sene içinde oldu. 1954 ve 1959 arası. Bu tarihleri İsmet Özel verdi. İkinci Yeni’nin mesela doğuşu ile ilgili başka şeyler söylerler. Parasız yatılı olduğunu söylerler, Demokrat Parti baskısı olduğunu söylerler İkinci Yeni şiirinin doğuşu ile ilgili olarak. Halbuki 1954 seçimleri esastır. O da Türk tarihinde görülmemiş bir şeydir, aşılamamış bir şeydir. 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’nin aldığı oy oranı %58. Çıkardığı vekil 502. 1959 tarihi de 27 Mayıs olmadan önceki tarih olması hasebiyledir. Takvimimizde o atılım içinde yazmış şairlerin metinlerini de koyduk. 

Futbol mesela. Şiirden futbola en parlak yılları Türkiye’nin 50 - 60 arası. Vâlâ Nurettin’in futbolla alakalı bir yazısı bile var takvimimizde. 1956’da Macaristan'ı yeniyor Türk Milli Takımı. 3-1’lik bir skorla. O zaman çok güçlü birtakım Macarlar. Bir şey daha var futbolla ilgili. Bugünkü siyasi ortamla hakkında mukayese edilmesi için söylenebilir. 1958’de -yine takvimimize o metni de koyduk- Türk Milli Takımı hakkı olduğu halde Dünya Kupası elemelerine katılmıyor. Böyle bir karar veriliyor. Bunu da şunun üzerine veriyor: FIFA, Avrupa grubuna almıyor; Asya ve Afrika grubuna atıyor Türk Milli futbol takımını. Burada ön eleme yapacaksın diyor ve kurada da İsrail karşısına çıkıyor Türkiye’nin. Ve o zaman biz İsrail ile maç falan yapmayız diyorlar ve yapmıyorlar. 1958’de böyle bir şey Türkiye’de vuku bulmuş. Bunların metinleri var. 

Bir de yani çok şeyden bahsedilebilir ama 1950 - 1960 arasında bir şeyden bilhassa bahsetmek lüzumu var takvimimizin yazısı itibariyle. Şöyle bir broşür neşrettik: “Bunlar gerçekten Arap harfleri mi?” diye. İçinde bir yazı daha var: “Osmanlı yokken Türk yazısı da mı yoktu?” diye. Biz bu takvimi Türk yazısı ile neşrediyoruz. Türk harfleridir buradaki harfler. Mesela mahiyetine bakabilirsiniz ama şu tablo bile (broşürün kapağındaki elifba tablosunu göstererek) bunu söyler. Yani Pe, Çim, Je, Kâfi Türkî dediğimiz harfler mesela Arapça’da yoktur. Onun için mesela biz Japon diyoruz ama Araplar Yaban der, Yabani der. Biz çay diyoruz, Araplar şay der. O harfler, Arapça’da yoktur. Kâfi Türkî dediğimiz, işte deniz, donuz, kapının kolu derken ikinci “n” sesi diyelim latin yazısı ile ifade edersek, Kef kadar çok kullanılan bir harftir Türk yazısında. 27 Mayıs’a kadar Türk yazısını terk eden olmamıştır. Türk yazısı ile okuma yazma bilip de Türk yazısını terk eden okur-yazar, siyaset adamı yoktur. Latin yazısını kullananlar belli isimlerdir, bunlar da sivrilmiştir. Mesela siyasîler arasında İsmet İnönü Latin yazısını kullanır, edebiyatçılarda ise Nurullah Ataç diyebiliriz. Onun bir iktibasını okuyacağım takvime koyduğumuz. 1953’te “Günce”sinde yazmış: “Yeni yazıyı, latin harflerini bir türlü kabul edemediler. Harıl harıl Arap harfleri ile yazıp terkipli terkipli konuşuyorlar. Alaturka çalgıdan bir türlü kurtulamadılar. Eskinin özlemini çekip duruyorlar. Kendilerine sorarsanız devrimci hepsi de.” 

Herkes Türk harfleri ile yazıyordu 27 Mayıs 1960 sabahına kadar. Bâbıâli’de iş bulmak için Türk harfleri ile okur yazar olmak şarttı. Bunun da bir misalini Dıranas’ın yazısından vereceğim. 1950’de yazdığı bir yazıda şöyle diyor Ahmet Muhip Dıranas. Yani Bâbıâli’de çalışmak için Türk harflerini bilmek niye gerekli? Birçok şey için, ama Dıranas’ın yazdığı bunu sarahaten izah ediyor: “Türk bu. Ayranı kabardı diyoruz, ayranı kabarıyor. Ondan sonra da gözü bir şey görmüyor. Bir kere kızdı mı, kızmanın Z’sindeki noktayı attığı gibi bu sefer kırmaya başlıyor” diyor. Latin yazısı ile anlaşılacak bir şey değil. Kızma Z ile yazılıyor. Bizim harflerimizde Z ile R arasında bir nokta var. Yani Ahmet Muhip Dıranas, Türk harfleri ile yazıyor, okuyucuların hepsi Türk harflerini biliyor. 1960 sabahına kadar böyle bir Türkiye var. Ondan sonra milletin ümidi kırılıyor. Yani bir milleti ümidi tutar, bir şeyleri muhafaza edebilmesi için milletin ümidi olması lazım. Ayrıca çok yoğun baskı ve takibat da uygulandı. 27 Mayıs 1960’tan sonraki gazeteleri açarsanız bütün her şey harf inkılâbı aleyhine davrananların takibata uğrayacağı, cezalandırılacağı ile ilgilidir yani. Broşürümüzde de bunu göstermesi bakımından bir numune var. Süheyl Ünver’in 1958’de Bağdat’lı hattat Ali bin Hilâl hakkında yazdığı kitabın önsözünde. Broşürümüzde şunu hususen belirttik: Kuran-ı Kerim’in hattı olan Nesih hattı İstanbul’da kimliğini buldu. Orada gene Süheyl Ünver’den iktibasla şunu söylüyoruz: “Kuran Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” sözü bir Arap atasözüdür. Arapların söylediği bir laftır bu. İstanbul’da yazılmıştır Kuran’ın bugün bildiğimiz hattı. Türklerin şekil verdiği hattır. 1958’deki önsözde Bağdatlı alim ve sanatkarlara hitaben Süheyl Ünver: “Siz madem bu yazıyı resmen hâlâ kullanıyorsunuz. İstanbul’a güzel yazıya kabiliyetli bir kaç genç gönderin, biz onlara bu yazıyı -nesih ve sülüs hattını- öğretelim, bu yazıyı Bağdat’a götürsünler.” diyor. Yani böyle bir ortam var Türkiye’de. Bunu Irak’taki darbeden önce söylüyor. Sonra söyleme imkânı yoktu. 

Konu çok ama bir şey söyleyip bitireceğim. Siyasal İslam Türkiye’de 1973’te başladı Hıristiyan takvimine göre. İsmet Özel, Amentü şiirini 1974’te yayınladı yine aynı takvime göre. İsmet Özel’in Müslüman olduğunu beyan ettiği şiirdir. O şiirde İsmet Özel, müptedî bir mühtedî olarak, “Bilmezdim neden bazı saatler alaturka vakitlere ayarlı” diyor, “Tokat aklıma bile gelmezdi babam onbeşli olmasa” diyor başka bir yerde. “Babam onbeşli olmasa” diyor (çünkü babası hicrî 1315’te doğmuş). Biz buraya, bugün bulunduğumuz yere şairin açtığı yoldan gelmedik, yani onu yol bile tanımadı Türkiye’deki insanlar. Siyasal İslam’ın açtığı yoldan geldik ve İstiklâl Takvimi  -mesela bu kadar zamandır Müslüman kimliği ile öne çıkmış insanlar var- 2007’de kurulan İstiklâl Marşı Derneği’ni bekledi. Yani daha önce böyle bir şey yok. Aynı şekilde yazı meselesi de öyledir. İsmet Özel, Çıdam Yayınları’ndan Ziya Paşa’nın şiirlerini hem Türk yazısı ile hem Latin yazısı ile neşretti, deyip teşekkür ediyorum.

Fikret Demir:

Merhabalar. Ben Rasûl-ü Ekrem hilali gördüğündeki ettiği dua ile bitireceğim. Meramımızı ifade edebildiğimiz kanaatindeyim. Hani, Genel Başkan da ifade etti. Başından beri miladî takvim dünya menfaatinin, Mısır’dan beri bu böyle, işte tarım işleri vesairenin durumuna mahsus hep böyle devam ediyor. Hicrî takvim ise itikadımız gereği, Müslümanlığımız gereği, ubudiyetimizi işaret eden bir şey. Rasûl-ü Ekrem de hilali gördüğünde o duayı edermiş. Ben de duanın aslını kıraat ederek bitireyim:

Kısaca da tercüme edecek olursam: “Allah’ım hilâli üzerimize emniyyet, iman, İslâm, selamet, senin sevip de razı olduğun işlere muvaffakiyet nasip edecek bir şekilde üzerimize doğdur, (ey hilal) bizim de senin de rabbin Allah’dır.” diyor. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Biz teşekkür ederiz. Ben de ne diyerek bitireyim? Domuz eti yemek haramdır. Açlıktan ölmek üzereyken, öleceğini biliyorsan domuz eti yemek bir ruhsattır. Yani bu ruhsatı kullana da bilirsin, açlıktan öle de bilirsin. Bu bir tercihtir. Ama domuz eti davar eti gibidir diyen adam dinden çıkar. Yani bu takvim ve yazımız meselesi de böyledir. Mecburiyetten bugün miladî takvime göre çalışıyoruz. Latin harfleriyle yazıp çiziyoruz. Ne yazıp çiziyorsak! O ayrı mesele. Ama bunları esas kabul etmek bizi küfre götürür ki küfre götürdü. 90 senenin, 90 senenin sonunda bugün Türkiye’ye gelen, dışarıdan gelen bir Müslüman, kafasında bir Türkiye hayaliyle gelen bir Müslüman bize bakıp aman bunların Müslümanlığı burada kalsın deyip gidebilir ki öyle de oldu. Domuz eti yemektense ölmeyi tercih edenler oldu bu ülkede. Ölüm hak, miras helal. Hak bir dava güdeceksek o tercih sebebiyle ölenlerden kalan mirasın davasıdır. Harf inkılâbı yapıldığı gün, gece daha doğrusu, gece ilerleyen saatlerde harf inkılâbı meclisten geçiyor, neticeyi merakla bekleyen Ankara’da bir adam var: Seyyid Taha. Meclisteki oylama öncesinde bu adamı ağlar vaziyette buluyorlar Ankara sokaklarında. Seyyid Taha aynı zamanda Diyanet'te fetva emini olarak görev yapıyor. Diyorlar ki derdin ne, niçin ağlıyorsun? Diyor böyle böyle duymadınız mı? "Harfleri değiştirecekler. Bunun yerine bir kanun çıkarıp boynumuza haç assalar bundan iyidir" diyor. Bu halden müteessir olan ve mecliste epeyce tanıdığı olan kişi diyor ki “Sen bir mektup yaz, oylamanın yapılacağı gün ben bu mektubu vekillere dağıtayım.” Seyyid Taha son bir umutla tek tek eliyle bir tomar mektup yazıyor. Vekillere dağıtılıyor. Tabii sonucunu bekliyor merakla. Gece geç saatlerde geliyor mektupları meclise ileten şahıs. Diyor ki: Meclisten geçti, harfler kaldırıldı. Seyyid Taha sapsarı kesiliyor, fenalaşıyor. Bir bardak su verin diyor. Suyu içiyor, yatıyor ve sabah kalkamıyor. Selâmun aleyküm.

8 Eylül 2018, İstanbul