MUKADDEME 1

Tersinden Edebiyat Tarihi yazıyorum. Edebiyat tarihi denilen şeyi tersinden yazıyorum. Bunu yapmağa Hicri takvim uyarınca seksenine merdiven dayamış bir adam kalkışıyor. Bir kalkışma var. Ömrümün yazmağa başladığım kitabın sonunu getirmeme yetip yetmeyeceğini bilmediğim için, buna mukabil ahirete amellerimden başka bir şey götüremeyeceğimi bildiğim için edebiyat tarihini tersinden yazmam gerektiğine inanıyorum. Gayret edeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Benim işim Allah’a kalmış. Bu demektir ki, emr-i Hak vaki olur da bitirmeden ölürsem yazdığım yarım kalmayacak. Hesap gününde elimden geleni ardıma koymadım demeğe yüzüm olacak. Vakıa bunu benden başka biri yazsaydı işime daha çok gelirdi. Aylaklık tabiatımda var.  

Hilkatte kusur olmadığından da haberim var. Yaradılış hata kaldırmıyor. Canlı veya cansız hiçbir nesne (ne ise ne), kişilik sahibi veya kişiliksiz hiçbir kimse (kim ise) yanlış bir yerde, herhangi bir mahrumiyet bölgesinde, yanlış bir zamanda, uygunsuz, aksi bir vakitte, namüsait bir biçimde yaratılmış değildir. İşte budur insanoğlunun anlamasına müsait hakikatin hepsi. Halk edilişte haksızlığa uğramadığımız için halk edilmiş hiçbir şeye haksızlık etmeğe biz insanların hakkı yok. Bir gün kıyamet kopacak, dağlar yerinden oynayacak. Her şey ancak şimdilik yerli yerinde duruyor. Başından beri her şey hep yerli yerinde idi. Kıyamete kadar da ikmale muhtaç bir şey olmayacak. Kıyamet koptuğunda ise ikmal için çok geç kalınmış olacak. Varlık alanında bu sebeple her bakımdan, her ân, her bapta yekparelik de tevhit de esastır. Hak olanı ikada gecikme ve geciktirme mazereti kimseye verilmiş değil. Ne muvahhitleri aldatanı, ne de muvahhitler arasında fesat çıkaranı muvahhit sayıyoruz. Vakit görevimizi yerine getirmenin vaktidir. Bilelim ki, son pişmanlık fayda vermez. Faydayı arıyorsan ilk pişmanlıkta ara. Acilen en geniş yeri ilk pişmanlık fırsatına tanı. Hemen ve alenen tövbe et. Tövbe ettiğini belli et ki, dostlarının itimadına sebep olan saha, düşmanlarının ye’sine sebep olan saha büyüsün.       

Benim edebiyat tarihini tersinden yazışım kadirşinaslığa çağrıdır. Allah’ın en üstün millet olarak yarattığı o yekpareliğine halel getirmemiş, küfrün hiçbir salvosuyla sarsılmamış, dalalette ittifak etmemiş topluluğa mensup biz Türkler kendi kadrimizi bilelim. Kadrimizi bilmek haddimizi bilmek anlamına gelir. O halde hadler neler? Haddimizi Allah’ın koyduğu hudutları hiçe sayarak bilebilir miyiz? Keyfine göre tarih uydurarak bilmiş olmazsın. Hâkim sınıflardan herhangi birinin uydurduğu tarihlerden herhangi birinin ayarına kapılarak hiçbir hayra vesile olamazsın. İyisi mi gerek fert, gerekse millet olarak kendimize din gününde yüzümüze tutulacak tarihin aynasından bakalım. O zaman göreceğiz ki, biz Türkler tarih sahnesine değiştirerek değişmek suretiyle çıktık. Türklerin tarih sahnesine çıkmasından kime ne? Zurnanın zırt dediği yer burası. Değiştirerek değişirken Diyar-ı Rum’u Dar-ül İslâm kıldık. Bir vatanımızın oluşunda yegâne sebep budur. Gerisi fasaryadır. Biz Türkler başımıza her nasılsa geçmiş adamların zoruyla değiştikçe değiştirdik. Dünün Frenk mukallitliği bugünün Türklerini vatansızlık uçurumunun kıyısına getirdi. Ülkemizde artık modernliğe işin bidayetinde olduğu gibi asrilik denilmiyor. Daha doğrusu neye ne denir ve/veya neye ne demeli hassasiyetine sahip çıkanların yaşadığı günler geride kaldı. Birilerinin birilerine danışmasının tadına Türkçe üzerinden varma endişesi tarihe karışınca giden günlerin yerini ne aldı? Kurduğum bu son cümlede bir sakatlık yok. Ne dediğimin, neyi sual ettiğimin farkındayım. Tadına varmayı tadına varmanın endişesiyle birleştiriyorum. Kimler nelerin gerçekleşmesine ümitle bakıyor? Kimler nelerin vuku bulacağı korkusu hissediyor? Mesele buradadır. 

Meseleye Türk milleti nezdinde meselelik hususiyetini veren şeyin veya şeylerin tarihten de ötede kayıplara karışması bilhassa meseledir. O meselenin içine sizi buyur etmek için mevcut ve gücün bulabildiğim bu satıh üzerine yazılar diziyorum. Okuyacaklarınız bir şeyin serencamına dairdir ki, o şey hiçbir zaman, tarihin hiçbir kesitinde yürürlüğe girmemiştir. Böyle ruh incitici bir hükmün isabetine ihtimal veriyorsanız kendinize o şeyin husule getirdiği metnin bir yerinde bulunma imtiyazı tanıyın. Her ne kadar hâlâ Türkler olarak elimizde o esaslı şeyin var olduğu kesin ise de; bu şeyin neyin nesi olduğuna karar verenler zümresinin bizden olmadığına akıl erdirenimiz pek az. 

Türk milleti olarak bizler kimleriz? Buna benzer bir suali bütün milletlerin kendilerine sorduklarına şahit olabilirsiniz. Herhangi bir millet kendinin ne olduğuna dair isabetli bir cevap üzerinde anlaşmış mıdır? Hayır, modernliğin buna cevaz vermediğini biliyoruz. Yeryüzündeki milletlerden herhangi birinin bahsettiğimiz mutabakatın getirisine kavuştuğu söylenemez. Getiriye talip olanlar iç savaşların acısını çekti. Ben bu ilginç vukuattan cesaret alarak gözünüzün önüne getirdiğim metin vesilesiyle Türk milletinin keşfi yolunda doğmamış çocuğa don biçme merakına daldım. Tarihin hiçbir kesitinde yürürlüğe girmemiş bir şeyin bahsini açma cüretinde bulunmakla yanlış mı yapıyorum? Türk vasfı taşıyan herkes hakkımızda karar verenlerin aramızda hayatiyet kazanamadığının ferasetine yönelmesi gerekiyor. “Aramızda” diyorum. Kim ile kim arasında? 

Bir Türk’le yekdiğeri arasında aranıp da bulunamayan şeyi her Türk kendi içinde bulabiliyor mu? Bundan da tamı tamına emin olanımız yoktur. Bizlik hissimizin, sair bütün hislerimizin körelmesinden istifade edenler var. Gerek içimiz ve gerekse dışımız hakkında katiyet hissinden uzak düşürülmüş isek ümidimizin sönmesine nasıl mani olacağız? Bilmiyoruz. Varlığının sebebi kasten bulanıklaştırılmış Türkler olarak halimiz diğer milletlerinkinden daha tuhaf. Bilinç bulanıklığının cari olduğuna itiraz eden yoktur; ama yine de bulandırma bahsinin açılmasına kimse razı değildir. Böylesi bir tuhaflığın neylesi bir tuhaflık olduğunun anlaşılmasını ölçüsüzlük derekesinde tuhaflaşmış kimselerden bekleyemiyoruz. Beklentisiz bir bekleyiştir bu. Ben battı balık yan gider demedim, demiyorum. Türk topraklarına birikmiş ve biriktirilmiş insanlar öyle tuhaflaştı ki, hiç birinin maşa ile tutulacak kadar bile hali kalmadı. Hâlbuki ilk işimiz üzerimizden tüm tuhaflığı atmak olmalı değil mi? 

Bu hususta da fikir birliğine varamayışımızı kurcalayalım. Cumhuriyetin ilânı ve bilhassa bu ilânın “hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şiarı altında yapılmasıyla duçar olunan tuhaflığın birinci safhasını idrak ettik. Müdrikemiz yerinde idi. Yani bu ilk safhayı tuhaflığın tuhaflık olduğu bilincini muhafaza ederek geçirmiş idik. Meş’um 27 Mayıs 1960 sabahı ise tuhaflığa yeni bir safha, ikinci safha ilâve etti. Bu ikinci safhada tuhaflığa apolet takmakla, 27 Mayıs’ı 30 Ağustos’un yanına iliştirmekle, o günü millî bayram telâkki etmekle meşgul olduk. Halen meşgul olduğumuz; daha doğrusu güçlü suçluların bizi iştigale icbar ettiği ise her iki tuhaflıkta da bir tuhaflık olmadığını bir “efkâr-ı umumiye” şekline sokmağa çabalamaktan ibarettir. İki safhalı tuhaflığın mahiyetini anlamamız için nereye bakmamız lâzım? Bunu ben, yalnızca ben, 75 senelik hayatımla ve hassaten Türk şairleri arasından sıyrılıp ilk şair-Türk olmaklığım hasebiyle biliyorum. Modernliğin yani asriliğin Türk milletini esir alışından itibaren neler oldu? Olan bitenden bilhassa ben ne anladım? Aralarında iyi bir yer tutma şerefine talip olarak gözümü açtığım şairler zümresinden eziyetli bir sürecin sonunda kendimi niçin sıyırdım? Edebiyat tarihini tersinden yazma müfredatı dâhilinde hassaten bu var.

İsmet Özel, 12 Ekim 2018


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.