"İstiklâl Marşındaki heybetli ve ahenkli heyecanın da bu marşın sözlerinden kuvvet aldığına inanıyorum."

Mehmet Akif

Tevfik Fikret, bir zamanlar, daha çok, Avrupalılaşmış münevverlerimizce hissedilen bir istibdâda kızarak, İstanbul’a lânet yağdıran bir şiir yazmıştı: Sis.

Bu şiirin bir yerinde, yine İstanbul’a:

Milyonla barındırdığın ecdâd arasından 
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâküdırahşan?

diye haykırıyordu.

Biz, hiddetlenmeden düşününce, hatırlarız ki bu şehrin topraklarına gömülü ecdâdımız ak alınla yaşamış ve öyle ölmüşlerdi. Fikret’in o hiddet ânında düşünemeyeceği kadar çok ve büyüktür. Hattâ İstanbul, bir bakıma, Bursa gibi, yâhud bütün Türkiye gibi, evliyâlar yatağı bir yurt parçasıdır.

Milyonla barındırdığı ecdâd arasında, kimi Fâtih gibi hükümdar, kimi Ulubatlı gibi nefer, fakat hepsi de alnı ak ve parlak büyükler çoktur. Hattâ-bazen haklı-hiddetlerinden, kaprislerinden ayrı, büyük faziletleriyle düşündüğümüz zaman, bizzat Fikret’i de onlar arasında göreceğimiz çok tabiîdir.

Mehmet Âkif ise bütün bütün öyledir.

Ben, Mehmet Âkif’i, büyük şair, büyük vatansever, manzum hikâyeler ve vaizler yazarı, bilhassa inanmış bir insan olarak her hatırlayışımda, evliyâlar kadar temiz ve lekesiz görebilmenin hazzını duyarım.

İçim rahatlar. Düşünürüm ki vatan çocuklarına her hareketinin hesâbı verilecek kadar fazîletten ibâret, seciyye sâhibi bir örnek göstermek icabedince, İstanbul semâları kadar açık bir alınla, ”İşte Âkif” diyebilmek ne kadar güzeldir.

Mehmet Âkif’i bundan 20 yıl evvel, 27 Aralık 1936 yılında kaybetmiştik. Çağımızın PTT idaresi, İstiklâl Marşı şairi için hatıra pulları bastırarak, haftamızın mektuplarını onlarla süsledi. Şimdi gönlümüz Âkif’sizliğin acısiyle değil, bu kadir bilir hareketin tesellisiyle doludur. Öyle ki ben bizzat böyle pullarla süslenmiş mektupları, özel bir hâtıra zevkiyle saklıyacağım.
                    *                
Mehmet Âkif inanmış bir insandı. Önce, kendisiyle birlikte aynı Allaha tapan bütün insanları mes’ud görmek istiyordu. Onların ıstırabı Akif’in da ıstırâbıydı. Daha doğrusu, Âkif’in de ıstırâbı yalnız bu ümmetin ıstırâbıydı.

Biliyordu ki, inandığı dînin liderliği Türklerde ve halîfesi Türkiyededir. Bütün İslâmları bir bayrak altında toplamak arzusunda, farkında olmıyarak güttüğü ülkü, böyle bir millî hedefle süslüydü. Sonra çeşitli tarih hâdiseleri, bu ihtimali yıkınca Âkif, pek tabiî olarak, yalnız kendi milletini mesut görmek istedi.

“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl!”

diye haykırdığı zaman, tek duygusu buydu. En acı günlerde bile gurub ufuklarındaki bayrak renklerinin sönüşüne aldırmıyor, ”benim al bayrağım sönmez!” diye haykırıyor ve buna herkesi inandırmak için şâhâne deliller gösteriyordu.

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl!”

diye haykırışları Türk ırkı ve Türk bayrağı içindi.  

Vatanın kaybedilen toprakları için:

“Ey benim her taşı bir mâbed’i îman yurdum!
Seni ergeç bana mutlak verecek mâbudum.”
derken, bu toprakları geri almak için silâhla değişenler kadar îmanlı ve onlardan daha ümitliydi.                                                             
 *
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ!”

mısralarını söylerken vatanın her karış toprağında pâk alınla yatan ve vatan gecelerini kandil kandil yanan temiz ruhlariyle aydınlatan ecdâdımızı düşünüyordu. Onların alınları “pâk-ü dırahşan”mıdır, diye şüphelenmek şöyle dursun, bu vatan ve bu millet ancak veya en çok onların ihlasları ve rûhâniyeleriyle ayaktadır ve ayakta kalacaktır, diye inanıyordu.

Milletin büyüklük ve kahramanlık fazîletlerini çok iyi tanıyordu.

“Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım!”

diye seslenişleri, insana gayri ihtiyarî, kendilerine dağları yırtarak yol açan Ergenekon kahramanlarını düşündürür.

Mehmet’çiklere inanışı sonsuzdu. ”Benim îmân dolu göğsüm gibi, serhaddim var” diye öğündüğü îmân dolu göğüsler, onların göğüsleriydi. O kadar ki Çanakkalede döğüşen Türk askeri âdeta, Hazreti Muhammed’in emrinde döğüşen “Bedir” gazilerinden üstün tutuyordu.                                

Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlıydı!

derken, edebiyatın “benzetme” kanunu gereğince “bundan daha şanlı olamazdı” demek isteyen bir edâsı vardı.

Mehmet Âkif, her zaman büyük şiirin bütün târiflerine uyabilen şiirler söylemediği için, baştan sona “büyük şair” değildi. Fakat bazı şiirleriyle, hele bu şiirlerin bazı mısralariyle şiirin üstüne yükselen bir kudret göstermişti. Bülbül, Çanakkale Şehitleri, Gece, Hicran gibi şiirleri ve bilhassa İstiklâl Marşı böyle mısralarla yüklüdür.

Buna milleti de inanır: Vaktiyle Eminönü Halkevinde, Âkif mevzulu bir konuşmamda: ”İstiklâl Marşı, bir milleti ebediyyen ayakta tutacak kadar sağlam mısralarla örülmüştür” dediğim zaman, dinleyicilerimin gösterdiği heyecan bunun aziz misallerinden biriydi. Arada bir, milli toplantılarda Türk gençliğinin koro halinde söylediği İstiklâl Marşındaki heybetli ve ahenkli heyecanın da bu marşın sözlerinden kuvvet aldığına inanıyorum. Çünkü bu hem İstiklâl Marşı, hem şâirine çok yakışan bir şiir, hem de Türk rûhunun tercümânıdır.

Âkif öldüğü zaman hükûmet inanılmaz bir aldanışla ona merasim yapmak istemedi. Fakat Türk gençliği İstiklâl Marşı şâirini; İstiklâl Marşını kendisine hitâbederek söylediği, Türk Bayrağına sararak ve onu insandan seller halinde el üstünde taşıyarak ebedî medfenine götürdü.

Âkif şimdi orada, ”pâk-ü dırahşan” yatan aziz nâsiyelerin yanında, ortasındadır.

HÜRRİYET : 29.12.956                                                                                                 

Nihad Sami Banarlı

 

Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Mehmet Akif

İstanbul, 1958, s. 131-133.

                 

                                                  

 

                

 

 

MİLLÎ HAŞYET

Gece yarısıydı. (Haber)in sahibi ve ben, otomobille gazeteye doğru geliyorduk. Yolumuz Sirkeci taraflarında dar bir sokağa saptı. Kimi kârgir, kimi ahşab, kümes gibi bücür iki sıra ev arasında, Arnavut kaldırımlı dar bir sokak. Pencereler, katran dolu küplerin açık ağızlarile, içerdeki karanlığı çerçeveliyordu. Sokakta, şeffaf uyku hayaletlerinden başka ne in, ne cin...

Nuran Özlük - Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy Polemikleri

– Evet, diyor, İstanbul'dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar'dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, orada Cuma'yı tuttuk.

İşte İstiklal Marşı bu azmin ve imanın mahsulüdür.

Artık Akif yaralıdır. Son ümidini Anadolu'da başlıyan Milli Mücadele'ye bağlamıştır.

İstiklâl marşının bestekârı Zeki Üngören söylüyor:

Evvelki gün bir işim düştü de Moda'ya gittim. Moda’ya gitmişken İstiklâl marşımızın kıymetli bestekârı Zeki Üngöreni ziyaret etmeden dönemezdim.

Türk Ulusunun Utkusu

Ulusal Kurtuluş Savaşında, İslâmcı görüşün ulusal bir çizgide geliştiği görülür. Bu, İslamcı düşüncenin Osmanlı Devletinde kazandığı ikili yapının bir sonucuydu.

MİLLÎ MARŞ

Geçen gün Bulgar misafirlerimizle beraber, Beylerbeyi sarayını ziyaret ettiğime çok memnun oldum.

Millî marş...

San'atkâr elinde kalem, dokunduğu yerden nur çıkaran bir peygamber asasıdır. Fakat, dokunduğu yer, ya bir kuru taş olmalı, ya bir kara toprak.

Peyami Safa - Türk İnkılabına Bakışlar

Kurtuluş harbinde din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığını, “merkezleri bir ve içiçe konmuş iki daire gibi” birbirine yapıştığını söyleyenlerimiz ve yazanlarımız oldu.