Merhabalar,
Salonda gördüğüm manzara, ağırlıklı olarak genç insanların mevcudiyeti ve yine cins-i lâtifin mevcudiyetinin ağırlığı. Biraz önce konuşmayı takdim eden İstiklâl Marşı Derneği Konya Şube Başkanı’nın belirttiği gibi konumuz İstiklâle İlâve Olmak Veyahut İstiklâli İlave Etmek. Bir İstiklâldir gidiyor. İstiklâl kelimesinde ısrar ediyoruz. İstiklâl Marşı çok şükür adını tasalluttan korumuş bir marş. Yani hiç kimse İstiklâl Marşı yerine “Bağımsızlık Marşı” veya “Kurtuluş Marşı” demiyor. Ama İstiklâl Harbimiz tasalluta uğramıştır. İstiklâl Harbimize musallat olanlar onu “Kurtuluş Savaşı” veyahut “Bağımsızlık Savaşı” biçiminde tesmiye ederek biçimsizleştirmeye çalışıyorlar.
Büyük ölçüde de başarılı olmuş durumdalar. İstiklâl Harbimizden bahsetmemiz zorlaşıyor. Bu zorlaştırıldı. Bunun yerine “Kurtuluş Savaşı”ndan bahsetmek ya da “Bağımsızlık Savaşı”ndan bahsetmek olağan, tabii, hatta yerinde, zaman zaman daha iyi görülür oldu. İstiklâl Harbimizden kolayca vazgeçebileceğimizi gösterdik. İstiklâl Marşımızdan vazgeçemiyoruz ama İstiklâl Harbimizin adını değiştirmekten fütur etmiyoruz. Bu yanlış, hatalı; eğer kasden yapılmadıysa gafilce bir tutum. İstiklâl Harbimizin kıymetini adını muhafaza ederek bilmemiz lazım. Çünkü İstiklâl Arapça değil Türkçe bir kelimedir. Yani Türkler İstiklâl kelimesini telâffuz etmeden önce hiçbir Arap bu kelimeyi telâffuz etmiş değildir. Biz Türkler İstiklâl kelimesini bir Arap’tan öğrenmedik. İstiklâl kelimesini biz Türkler kendimiz ortaya, su yüzüne, gün ışığına çıkardık. İstiklâle bağlanmak biz Türklerin derdi ve meselesiydi. O sebepten İstiklâle ilâve olmayı ciddiye alıyoruz. Yani birine kolaylıkla “Sen İstiklâle ilâve oldun mu?” diye sorabiliyoruz. Ve o kişiye veya başka bir kişiye “Sen İstiklâle bir şey ilâve edebilir misin?” diye de sorabiliyoruz. İstiklâle ilâve olmakla İstiklâle ilâve etmek, üzerinde düşünmemiz gereken şeyler. Bir İstiklâldir tutturmuşuz. Biz İstiklâl diye tutturmuş olmak suretiyle bir toplum bütünlüğüne, bir toplumsal mevcudiyete, bir insan hayatının mânâsını araştıran, arayan topluluğa kavuşmuşuz. Yani İstiklâle ilâve olmak suretiyle bir devletimiz, bir milletimiz, bir hayatımız var. Yani İstiklâle ilâve olmamış olsaydık ne bir devletimiz, ne bir milletimiz, ne de bir hayatımız olacaktı. Bu çok mühim bir işti, bir kere geldi başımıza. Bir daha gelmeyecek. O mânâda İstiklâle ilâve olup olmayacağımızı, bizim İstiklâle bir şey ilâve edip etmeyeceğimizi akletmemiz gerekiyor. Biz bu topraklarda yaşayan insanlar olarak acaba İstiklâle ilâve olduk mu, olabilir miyiz, olacak mıyız veyahut İstiklâli bir şeye ilâve edebilir miyiz? İyice bilmece olmaya başladı, değil mi? Ya da her şeyi zaten biliyorsunuz. Benim fazladan söylememe lüzum yok. Bizim hangi vasıflarla bu topraklarda yaşadığımızın anlaşılması lazım; hangi vasıflarla bu topraklarda hayatın devam edeceğini keşfedebilmemiz için. Bizim hangi vasıflarla bu topraklarla yaşadığımızın anlaşılması lazım; bundan böyle bu topraklarda hangi vasıflarla hayatın idame edebileceğini fark edebilmemiz, öğrenebilmemiz için.
Bu topraklar, hani İstiklâl Marşı şairinin bir mısraında dediği: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!” Ben bu mısraı çocukluğumda şöyle anlardım. Yani şimdi insanların rahatlıkla, “bu topraklar uğruna ölmüş asker” diye anlaşılıyor bu, değil mi? Ama ben böyle anlamazdım çocukluğumda. Ben şöyle anlardım: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!” Yani bir asker var, bu topraklar için gökten indirilmiş! Ben böyle anlardım. Şimdi 64 yaşındayım ve bu anlayışımın hiç yanlış olmadığını fark ettim. Yani bizlerin -eğer biz dediğimiz bir şey varsa- her birimizin bu topraklar için toprağa düşmüş birer asker olduğunun fark edilmesi lazım. Acaba öyle mi? Bizler bu topraklar için toprağa düşmüş askerler miyiz? Bu insanoğlunun macerası ile alakalı bir şey. Acaba insanoğlu yeryüzündeki varlığını dünyaya gelmekle mi açıklamalı, yoksa insanoğlu yeryüzündeki varlığını zaten dünyada bulunmuş olmasından mı alıyor? Ne demek istiyorum? Materyalist dünya görüşüne göre insanoğlu dünyaya gelmez. Materyalist, yani bu dünyadan başka bir dünya olduğuna inanmayan, böyle bir ihtimale zihninde ve hayatında yer vermeyen kimseler insanın dünyaya geldiğini düşünmez. Derler ki insanoğlu zaten dünyadaydı. Neredeydi? İşte en son olarak anasının rahmindeydi, ondan önce babasının belindeydi, ondan önce onun babasının belindeydi, vesaire. Yani insanın dünyaya gelmesi diye bir şey yoktur. Zaten insan dünyadaydı. Böyle düşünür öbür dünyaya inanmayanlar. Ama dünyanın bir imtihan alanı olduğunu, Allah’ın insanları dünyaya bir gün “Dünyada ne yaptın?” diye sormak üzere yolladığını düşünenler bu fikirde değillerdir. Yani onlar insanların dünyaya geldiğine inanırlar. Ama lisanımızda, dünyada birçok insan “doğdu” deriz, değil mi? Ama Türkçe’de daha çok “filanca şu tarihte doğdu” demekten çok, biz Türkçe’de “filanca şu tarihte dünyaya geldi” demeyi tercih ederiz. Bu Türkçe’nin bir İslâm Dili oluşunun da bir göstergesidir. Yani Türkçe Müslümanların konuştukları, Müslümanların itikadî pozisyonlarını ortaya çıkarmak için başvurdukları bir dil olduğu için biz hiçbir şekilde öbür dünyayı hesaba katmadan konuşamayız. Onun için bir insanın doğmasını “dünyaya geldi” diye ifade ederiz. Dünyaya gelmiştir. Yani dünyaya gelmeden önce öbür dünyadaydı, değil mi? Hepimizin bir ölüm haberi aldığı zaman söylediği sözü de bilirsiniz. Orada, nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi söyler. Demek ki, bu dünyaya gelmek diye bir şey var veya bunu kabul edenler var. Bunlardan bir kısmıyız biz; dünyaya gelmeyi kabul edenlerden. Eğer dünyaya geldiysek bir sebebe istinaden gelmişizdir. Yani dünyaya gelmemizin bir sebebi olsa gerek. Sebepsiz gere dünyaya bizi gönderdilerse, bu bizim için bir acınacak durum. Bu bizim insan olmadığımızı gösterir. Çünkü herhalde kuşların, böceklerin ve sair mahlûkatın dünyaya niçin geldiğini meraka gerek yok. Tabii ki dünya hayatı içinde onların tuttuğu bir yer var ama herhalde zebraların dünya hayatı içinde yapıp ettikleri dolayısıyla Din Günü’nde hesaba çekileceğini düşünmek çok akıllıca gelmiyor. Yani zebralar veyahut kertenkeleler bu dünyaya sonra hesap vermek üzere gelmişlerdir demek biraz, çok hafif bir şey bu yani. Bizim bu dünyaya bir sebebe dayanarak gelmiş olmamız gerekiyor. Bu dünyaya bu topraklar için gelmiş olma ihtimalimiz var. Bu topraklar için bu dünyaya gelmiş olma ihtimalimiz var. Şair “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!”derken ister istemez bir şey söylemiş olabilir.
Şimdi bu biraz felsefî ifadeleri donduralım. Ve Cumhuriyet’in ilanından sonra bu topraklarda yaşayan insanların vasıflarını ve varlık sebeplerini izah eden bir ifadeye müracaat edelim. Türkiye’de 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra bir dönem yaşandı. 27 yıl süren bir Tek Parti dönemi. Bunun tabii ki her on yılında hususi bir renk, hususi bir kıvrım, hususi bir tını var. Bunları öne çıkarmadan 27 yıllık Tek Parti döneminin bu topraklarda yaşayan insanlara ne ad taktığı, onlara nasıl seslendiğini hatırlayalım, biliyorsak. Bilmiyorsak öğrenelim. Şöyle diyorlardı: “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” 1923 yılından 1950 yılına kadar süren Tek Parti döneminin Türkiye’de yaşayan insanlara yakıştırdığı tarif buydu. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” Acaba ne demek? Böyle bir şey olur mu? Acaba imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olur mu? Olabilir. Mesela bugünkü dünyada, yani Milat’tan sonra 2008 yılındaki dünyada Yahudiler imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olarak mevcutlar. Böyle bir şey vakıa olarak bildiğimiz bir şey. Yani Yahudi dünyası şu gün bütün insanlığın karşısına sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle olarak çıkmış durumda. Bir Yahudi işçi sınıfından bahsedemiyoruz. Yani Avrupa’da doğan medeniyetin bilhassa önem verdiği ayrım, emek-sermaye ayrımı dolayısıyla haberdar olduğumuz ayrım, Yahudiler için geçerli değil. Onların bir işçi sınıfı yok. Onlar kendi aralarında imtiyazsız ve kendi aralarında sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olarak dünyada yaşayan diğer insanların karşısına çıkmış durumdalar. Bu sözlerimi acaba Fransa’da söyleseydim evime gidebilir miydim? Böyle bir ihtimal yok. Yani Roger Garaudy’den öğrendik bunu. Fransa devletinin sınırları içinde aklınıza gelen her türlü aşırı ifadeyi kullanabilirsiniz. Herkes aleyhinde herhangi bir şey söyleyebilirsiniz. Ama Yahudilik aleyhinde söz söylemek sizin Fransa kanunlarına göre kendinizi savcının karşısında bulmanız için yeterlidir. Eğer biraz önce benim söylediğim, “Yahudiler sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitledirler” cümlesi Fransa’da bir savcı tarafından Yahudilik aleyhinde söylenmiş bir söz olarak algılanırsa, ben Fransız kanunlarına göre hesap vermek zorunda kalan, bir davaya muhatap olan bir insan olacaktım. Ama bunun Yahudilik aleyhinde bir söz olmadığını da söyleyebilmek mümkün, değil mi? Ama biz Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde dedik ki “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” Kendimiz için söyledik bunu. Neden böyle bir şey yaptık? Çünkü imtiyazlı, sınıflı ve bölünmüş bir toplum olduğumuzu söylersek bunların hangi taraflardan teşekkül ettiğini de söylememiz gerekecekti. Bunu söylememiz mümkün değildi. Yani kimler imtiyazlıydı Türkiye’de, kimler hangi sınıfa mensuptu ve kaynaşmaya mani olan şeyler nelerdi? Bunların söylenmesi gerekiyordu, bunlar söylenmedi, söyletilmedi.
Osmanlı toplumu, bilhassa klasik çağından itibaren şöyle bir bölünmeye duçar olmuş olarak yaşadı; fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci başladığında bunun karakteri de büyük ölçüde değişti. Osmanlı toplumu klasik çağında ikiye bölünmüştü. Yukarıda “sunuf-u devlet” vardı. Devlet sınıfları. Bunlar ilmiye, seyfiye, kalemiye idiler. Sınıf… Devlet sınıfları. Üç devlet sınıfı vardı. Bunlar bir taraf idiler. Sunuf-u devlet. Onun dışında ve altında ne vardı? Reâyâ. Bunlar da esas itibariyle berâyâ ve reâyâ olarak daha kolay tefrik edilebiliyordu. Yani Müslüman olanlara, kılıç ehli olmaları sebebiyle berâyâ deniyordu; gayrimüslimlerin kâffesi reâyâ idi. Demek ki bir şekilde halk ve devlet bölünmesi Osmanlı Devleti’ni anlamlandıran bir bölünmeydi. Bu bölünmeden Cumhuriyet idaresi nasibini nasıl aldı? Bunlar anlaşılabilinir şeyler değildi. Onun için Cumhuriyet idaresi imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olduğumuzu söylemekten başka çare bulamadı. Ne bakımdan ayrıldığımızı, Osmanlı idaresi, Tanzimat Fermanı ilan edilinceye kadar, yani klasik çağ devam ederken her şeyin izahı çok kolaydı. Bir sistem vardı. Bu sistemde kimin yerinin neresi olduğu belliydi. Tanzimat’tan sonra Osmanlı toplumu hakkında tarifler yapmak çok zorlaştı. Kimin ne olduğu anlaşılamadı. Bu bakımdan, biliyorsunuz, birtakım görüşler doğdu. Akımlar doğdu. Bunların en kolay benimsenen kısmı neydi? Osmanlıcılık akımıydı. Bir Batıcılar vardı, bir İslâmcılar vardı, bir de Osmanlıcılar vardı. Batıcılar mümkün olduğu kadar süratle Avrupaî toplumun kurumlarının Türkiye’de tesis edilmesini savunuyorlardı. Yani hemen “Kopehhag kriterlerinin adını değiştirip Ankara kriterleri olarak yola devam edelim!” diyorlardı. Osmanlıcılar, “Hayır, öyle yapmayalım!” diyorlardı. “Bir Osmanlı tipi kabul edelim. Bir devlete mensup olmanın, devlete sadık olmanın bir vasıf olduğunu kabul edelim. Böylece Müslim veya gayrimüslim, Osmanlı tebaası olmayı iyi bir şey sayan herkes kendine Osmanlı desin. Buradan devleti yok olmaktan kurtarırız” diyorlardı. Zaten II. Mahmut’tan itibaren dini özelliklerini ortaya çıkaran kıyafetler resmiyetin dışına atılmıştı. Yani fes bir Müslüman serpuşu sayılmıyordu. Yani gayrimüslimler de rahatlıkla fes giyebiliyorlardı. Yani bir insan fes giydiği zaman Müslüman mı, gayrimüslim mi olduğu anlaşılmıyordu. Ama daha önce öyle değildi. II. Mahmut’tan önce herkes kılığı, kıyafetiyle sadece Müslim, gayrimüslim olmasının tefrik edilmesi bakımından değil; gayrimüslim ise hangi taraftan olduğunu da belli eden özellikleri üzerinde barındırıyordu. Bütün bunlar geride kaldı. Cumhuriyet idaresi mecburen sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle olduğunu söylemek zorundaydı. Ama acaba bu kimin yaralarına merhem olacak bir ifadeydi? Bunu anlamak için dünyadaki gelişmeler hakkında bir bilgimiz olması gerekiyor.
Dünyada Modern Çağ diye sonradan adlandırılan bir gelişme süreci yaşandı. Bu gelişme süreci Avrupa’da sınıf farklarının esas sayılması halinde bir toplum hayatının vuku bulacağı gerçeğini perçinledi. Avrupa’da Roma İmparatorluğu çöktükten sonra, feodal bir dönem başladıktan sonra zaten sosyal hayatın esası sınıf farklarına dayanan bir hadiseydi. Yani serf ile senyör arasındaki ilişki gözden uzak tutulduğu takdirde Avrupa’daki hayatın ne olduğuna bir anlam vermemiz mümkün değildi. Dolayısıyla Avrupa’da sosyal hayat bir bakıma sınıf farkına istinat ederek tekevvün etti, oluştu, meydana çıktı. Bizim topraklarımızda bu böyle değildi. Dediğim gibi devlet sınıfları diye bir şey vardı. Tabii ki sınıf farkı görüyorsunuz var. Devlet sınıfları var. Devlet sınıflarını da birbirinden ayırmamız mümkün. Askerler, bürokrasi ve din adamları olarak devlet sınıfları üç bölümden oluşuyordu. Ama devlet sınıfları ile halk arasındaki münasebette esas olan şey din farkıydı. Devlet sınıfları da din tarafından tanzim edilen ilişkilere bağımlı kılınmıştı. Bu, Türklerin mağlup edilemeyeceği görüşünün hem Türkiye’de, hem Avrupa’da hükümran olduğu dönemde, hiçbir mesele çıkarmadı. Türk düzeninin mutlaklığı kabul edildiği dönemde Türkiye’de Müslümanların birinci sınıf insan oldukları, gayrimüslimlerin zimmî, yani Müslümanların zimmetinde kabul edilen insanlar oldukları hadisesi, “Türk mağlup edilemez” fikri hem Türkiye’nin içinde, hem Avrupa’da yürürlükte olduğu sırada hiçbir mesele çıkarmadı. Ama ne zaman ki 1571 yılı geldi ve Türk donanması yakıldı; o tarihten sonra “Türk mağlup edilebilir” fikri küçük bir çekirdek olmaktan çıktı. O çekirdek çatladı ve çatlayan çekirdek Türkiye’nin dışında ve içinde köklerini yaydı, gövdesini yükseltti, dallarını ayırdı, meyvelerini verdi. Bu bizim hayatımız bakımından Müslümanların himayesinde, Müslümanların zimmetinde olan gayrimüslim unsurların kendilerine Avrupa’dan yeni patronlar aramaları -önce aramaları sonra bulmaları- ve akabinde Müslümanların kendi emirleri altına alınması için hangi fikrin, hangi davranışın, hangi faaliyetin en uygun olduğunun keşfedilmesine kendilerini hasretmeleriyle sonuçlandı. Yani “Türk mağlup edilebilir” fikri bir yerlerde odak oluşturduysa bu Türkiye içinde gayrimüslim unsurların Avrupa’dan destek alarak kendi hâkimiyetlerini tesis etme sürecinin de hız kazanmasına sebep oldu. Sonuçta ne oldu? Sonuçta bir Dünya Savaşı çıktı, bu Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin savaşa dâhil olduğu taraf mağlup oldu ve Türkiye topraklarının akıbeti ciddi bir mesele haline geldi. İstiklâl Harbi Türkiye topraklarının akıbetinin Müslümanların hâlâ sözünün geçtiği topraklar olarak tesmiye edilmesi, böylece isimlendirilmesi kararıyla sonuçlandı. İstiklâl Harbi sonuçlandı, bu sonuç bugün üzerinde yaşadığımız topraklarda hâlâ Müslümanların sözlerinin en geçerli söz olduğu kararına varılmasıyla sonuçlandı. İstiklâl Harbi’nin bir sonucu varsa bu topraklarda sözü geçenlerin Türkler olduğu hakikatinin kabul edilme mecburiyetinin ortaya çıkmasıdır. Bu sebepten dolayı Türkiye’de yeni rejimin devlet başkanına “Gâzi” dendi. Çünkü eğer böyle denilmemiş olsaydı onun Türkiye Devleti’nin başında bulunmasını haklılaştıracak hiçbir gerekçe bulunamayacaktı. Gazâda bulunmuş olmak, aynı zamanda devletin başında bulunmuş olmanın açıklanmasıydı. Şimdi bu yeni sistem ne yaptı? Ne yapacak? Ortada bir devlet var. Ve bu devletin emri altında yaşayan insanlar var. Burada kime ne denecek? İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz! Başka bir şey diyemezsin. Başka ne diyecek olsan bu felâket! Yani böyle bir şeyi demediğin takdirde bir felâket sana çarpacak. Şöyle yaptılar, böyle yaptılar, ne olduysa oldu. Bu imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitlenin aslının bu olmadığı, söylenenin alakasız bir şey olduğu açık seçik ortaya çıktı.
Şimdi, Batı’da bazı milletler var. Bu milletler millet oluşlarını bir şeylere borçlu idiler. Türkiye’de de bir millet olması gerekiyordu; bu milletin de varlığını bir şeye borçlu olması gerekiyordu. Şimdi Batı’da milletlerin varlığını neye borçlu olduğunu bir kronolojik sıra içinde tespit etmek çok kolay. Bugün birtakım insanlar ulus-devlet falan filan gibi laflar ediyorlar. Batı’da bir gelişim vuku buldu. Bu neyin gelişimiydi? Bir milletler topluluğunun ortaya çıkmasını sağlayan bir gelişimdi. Batı’da, Avrupa’da yani, ortaya çıkan ilk millet Fransa oldu. Neden? Çünkü biraz önce bahis ettiğimiz, bahsine kapı açtığımız feodal yapı içinde ticaret kapitalizmi yoluyla merkezî otoritenin gücünü şekillendiren ilk toprak parçası Fransa oldu. Yani Avrupa’da feodal yapı devam ederken küçük feodal birimlerin siyasî görünüşü, ilk defa Fransa’da merkezî bir krallığın doğmasıyla beraber, millet hadisesine inkılâp etti. Bunu Hollanda takip etti. Hollandalılar İspanyol idaresine karşı başkaldırdılar ve kendi topraklarının millî bir beraberliğin işareti olduğunu gösterdiler. İngiltere, özel bir siyasî gelişimi var tabii. Daha önceden bir şeyler elde etmişti. Britanyalılıkla millî varlığını kazandı. Biliyorsunuz, İngiltere bayrağı İskoç, Galler Bölgesi ve İngiliz Krallıklarının bayraklarının üst üste konulmasıyla oluşmuş bir bayraktır. Onun için böyle kırmızı, beyaz haçlar vardır. Çünkü haçlar üst üste biner fark ettirmek için. Yani üç bayrağı üst üste koymuşlar: İskoçya, İngiltere ve Galler Ülkesi bayrağını üst üste koymuşlar, Britanya bayrağı olmuş. Onlar millî birliklerini adalı olmaya borçlular. Fransızlar feodalizme karşı ticaret kapitalizminin kışkırttığı merkezî krallığa borçlular. Hollandalılar bir sermaye hâkimiyetinin temin ettiği borsaya, piyasaya borçlular millî varlıklarını. Ve 19. Yüzyıl’a geldiğimiz zaman Alman Birliği ve İtalyan Birliği gibi hadiselerle karşılaşıyoruz. Yani Avrupa’da sınıfların, yani yukarı ve aşağı tabaka olarak bölünmüş olan, yatay bölünmeye uğramış olan toplumların; sınıfların ittifakı, sınıfların birbirlerini kabul etmeleri suretiyle millî bir yapı ortaya çıkmış. Yani aşağıda olan da, yukarıda olan da birbirlerine ait olduklarını kabul ederek aynı millî kimliği benimsemişler. Böyle bir şey olmuş Avrupa’da. Yani bir şekilde sınıflar olmadan milletler olmamış. Ama bunun öbür yüzü de doğru. Yani madalyonun iki yüzü var, iki yüzünde de aynı resim var: Sınıflar olmadan millet olmuyor, milletler söz konusu olmadan da sınıftan söz edemiyoruz. Yani hangi sınıf, ne sınıfı? Kimin sınıfından bahsediyorsun? Fransız işçi sınıfı. Anlatabiliyor muyum? Yani millet çizgisini çekmeden, millet çerçevesini ortaya koymadan sınıflara ad veremiyorsunuz. İspanyol aristokratlarından bahsediyorsunuz. Aristokrasi aslında enternasyonal bir yapı. Büyük aileler, Habsburglar, bilmem, çeşitli şeyler. Ama yine de ne diyoruz? İspanyol aristokratları. Yani bir millet vakıası ortaya çıkmadan sınıfın yeri de tayin edilemiyor. Ama biraz önce dediğimiz gibi o sınıflar kendi aralarında bir uzlaşmaya varmadıkça da milletten bahsedemiyoruz.
Bütün bunlar Avrupa’ya mahsus gelişimin vazgeçilmez ifadeleri. Türkiye hiçbir şekilde böyle bir macerayı yaşamadı. Onun için biz Türkiye’de insanların Türk mü, gâvur mu olduğuna baktık sadece. Yani öbür kısmı önemsiz miydi? Yani Türkiye’nin zengini, fakiri, efendim, esnafı, taciri yok muydu? Vardı. Ama bu hiçbir zaman Türkiye’de dinî tezahürün önüne geçen bir vakıa olamadı. Türkiye’de her zaman dinî bakımdan ortaya çıkan fark belirleyici oldu. Bu münasebetle Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin kendilerine İstanbul’daki padişah dışında bir himaye alanı temin etmeleri sonucunda Türkiye’nin bir değişime maruz bırakılması kaçınılmaz oldu. Ama kocaman bir imparatorluk bunu kendine mahsus işleyişten mahrum ettiği zaman doğacak belaları dünya, özellikle de Avrupa kaldıramazdı. O yüzden bir taraftan Türkiye reforme edilmeye çalışıldı; diğer taraftan da, ya da bu iş olurken de bu reformların Avrupa’ya zarar vermesine mani olunmaya çalışıldı. Yani o yüzden Türkiye’de bütün bu, ister Batılılaşma deyin, ister modernleşme deyin, ister kapitalistleşme deyin, bütün bu süreç boyunca, bütün idareci zümre tavşana kaç tazıya tut demek zorunda kaldı. Ama bu tavşana kaç tazıya tut politikası, Cumhuriyet’le beraber sürdürülemez bir politika oldu. O yüzden tavşandan ve tazıdan bahsetmek mümkün olmadı. O zaman dediler ki “Biz buradayız işte! İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” Daha önce tavşana kaç tazıya tut diyebiliyorlardı. Ama mecburen bir birliği idame ettirmek söz konusuydu. Ama bu birliği idame ettirmenin yolu Türkiye’de yaşayan insanların yaptıkları işler bakımından Avrupa’ya tehdit oluşturmayacak bir çerçeveyi muhafaza etmeleri koşuluna bağlanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Pantürkist, Panislamist politikaların asla benimsenmeyeceği ve Bolşevik olunmayacağı esası, Türkiye’yi idare edenlerin yetkilerini kullanabilmelerinin senediydi. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Dünya Sistemi Türkiye’nin Pantürkist, Panislamist ve Bolşevik olmayan bir anlayışla idare edilmesini öngörüyordu. Çünkü Dünya Sistemi karşısına büyük birimlerle çıkılmasını istemiyordu. Türkiye’de eğer Pantürkist bir politika güdülecek olsaydı bu politika ister istemez Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerin aynı teşkilat içinde birleşmelerini öngörecekti. Bunun için Sultan Galiyef’ler, vesaireler birtakım hazırlıklar da yapmışlardı. “Yeşil Enternasyonal”leri vardı falan onların. Bu aynı zamanda, gördüğünüz gibi, Bolşevik olmaya da müsait bir şeydi. Yani Türkiye 1917 yılında çıkan ihtilalin sonucu kurulan rejime entegre olmayacak. Ama o rejime entegre olmadığı halde Türkî Cumhuriyetlerle bir ortaklık kurmayacak ve 1918’de kaybettiği toprakları geri alabilecek bir Panislâmist politika da gütmeyecekti. Bu şartlar altında bir idare sağlanacaktı. Bu idarede, ister istemez Türkiye’de birtakım insanların büyük sıkıntılar halinde, büyük sıkıntılar çekerek yaşamalarını ve diğer insanların da bu sıkıntının bekçiliğini yapmaları gerekiyordu. Bu durumda işte, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle doğdu. Yani böyle bir şey olduğunu kabul etmek zorundalardı. Ama bunun sebebi neydi? Bunun sebebi 1918 yılında biten Birinci Dünya Savaşı sonunda Dünya Sistemi dediğimiz kuruluşun yıktığı büyük birimlerin enkazı üzerinde kendi üstünlüğünü kabul eden ve kendi yağıyla kavrulmak zorunda bırakılan düzenler yaratmasıydı. Bunu biliyoruz. 1917 yılında Sovyetler Birliği doğdu, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti doğdu, 1928 yılında Faşist İtalya doğdu, 1933 yılında Nasyonal Sosyalist Almanya doğdu. Bunların hepsi bugünkü gâvurca ifadeyle “non-market economy” idiler. Piyasa ekonomisi olmayan işleyişlerdi bunlar. Dolayısıyla bu sistemler Dünya Sistemi’ne kendi yağlarıyla kavrularak ama Dünya Sistemi’nin talimatlarının doğrultusunda işlerini görerek yürüten rejimlerdi. Bu rejimler İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ortadan kalktı. Bir tanesi hariç, o Soğuk Savaş’ı doğuran Sovyetler Birliği kaldı. Ama Faşist İtalya ve Nasyonal Sosyalist Almanya ortadan kalktı. İşte, bu 1945 yılından sonraki hayat, Türkiye’deki 1918 şartlarına göre tesis edilmiş düzenin devam edemeyeceğini gösterdi. Daha doğrusu Türkiye 1945’ten sonra dünyada kurulan yeni sisteme intibak etmek zorunda bırakıldı. Bunun iç politika bakımından izahını da bilmemiz gerekiyor.
Türkiye 1923 yılında Cumhuriyet olarak ilan edildikten sonra, 1925 yılında Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı. 1925 yılında Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalandı ve bu pakt tarafların itirazları olmadığı sürece on yılda yenilenecekti. 1925, on yıl sonra 1935. Henüz İkinci Dünya Savaşı çıkmamış. Dolayısıyla 1935 yılında Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı tarafların itirazı olmadığı için otomatik olarak yenilendi. 1945 yılına geldiğimiz zaman, yani 1935’teki yenilenmenin üzerinden bir on yıl daha geçtiğinde Sovyetler Birliği Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın devam etmesine rızası olmadığını bildirdi Türkiye’ye. “Biz, dediler, Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı artık tanımıyoruz.” Bu ne demekti? “Biz bundan sonra size saldırabiliriz.” Ankara’dakiler Sovyetlerin eline ayağına düştüler. “Biz ettik sen etme! Ne olur bunu devam ettirelim!” dediler. Sovyetler Birliği dedi ki “Hayır! Biz bunu devam ettiremeyiz. Çünkü siz İkinci Dünya Savaşı’na girmediniz. Bizim tehdit altında olduğumuz, -değil tehdit altında olmak, Hitler biliyorsunuz, Sovyetler Birliği’ne saldırdı- biz düşmanlarımız tarafından işgale maruz bırakıldığımız sırada siz bizim yanımızda değildiniz. Dolayısıyla biz artık sizi tanımıyoruz!” Bunu 1945 yılında söyledikten bir sene sonra da, 1946 yılında da, ne oldu? Stalin Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne bırakılması ve İstanbul ve Çanakkale Boğazı üzerinde Sovyet denetiminin tanınması konusunda Türkiye’ye nota verdi. Bu Türkiye’yi idare edenleri büyük bir telaşa sürükledi ve bir tek kurtuluşun Sovyetler Birliği’nin düşmanı olan kampın içinde yer almakta olduğunu düşündüler ve bütün gayretleriyle NATO’ya girmeye çalıştılar. Ve Kore’ye asker göndererek Amerika Birleşik Devletleri’ni, kendilerini NATO’ya kabul zorunda bıraktılar. Yani Türkiye Kunuri Zaferi sebebiyle, yani orada biz çok sayıda şehit vererek İngiliz ve Amerikan askerlerinin canını kurtarmak suretiyle Amerika’yla NATO ittifakında yer almamız konusundaki itirazlarını yok edecek bir pozisyon yarattık. Dolayısıyla biz 1952 yılında NATO’ya girdik. Ama bu NATO’ya girişimizin öncesinde, Sovyet tehdidinin çok reel olması ve Batı dünyasıyla çok iyi ilişkiler kurmamızın kaçınılmazlığı sebebiyle 1946 yılında çok partili hayata adım attık. 1946 yılında Türkiye’de bir seçim yapıldı; çok adaletsiz bir seçim. Bu adaletsiz seçim sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda kalmaya devam etti. Ama 1950 yılında, seçim oyunlarına imkân tanınmadığından dolayı, 1950 yılında Türkiye’de 27 yıl sürmüş olan ve “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz!” diyenlerin iktidarı sona erdi. Şimdi bu slogan da çöpe atıldı. Ne yapacağız şimdi? Şimdi sınıflı, imtiyazlı ve bölünmüş bir kitle mi olduk? Tabii ki böyle bir şey, birdenbire ortaya çıkmasına imkân yoktu. Ne vardıysa onu fark etmek gerekiyordu. Bu iktidar değişikliği sebebiyle Türkiye’de millî bir atılım imkânının doğup doğmayacağı meselesi ciddiyet kazandı. Yani Türkiye’de yaşayan insanlar 27 yıl kendilerini idare etmiş olan insanların kendilerini idare etmeye ehil olmadıklarını oylarıyla beyan ettiler. “Biz 27 yıllık Tek Parti yönetiminin bize hayır getirmediği konusunda ısrarlıyız” dediler. Önce böyle bir beyanatta bulundular 1950 yılında, 14 Mayıs 1950’de iktidarı değiştirerek. Ama bunu 1954, 1957 seçimlerinde de devam ettirmek suretiyle ısrarlarını belli ettiler. Ama bu ısrar dünya hâkimi olan güçlerin pek hoşuna gitmedi. Türkiye’de yaşayan insanların kendi oylarıyla iktidarları tayin etmesi konusundaki ısrarları dünyayı idare eden insanların pek hoşuna gitmedi. O sebepten dolayı 27 Mayıs 1960 sabahından itibaren Türkiye’de yaşayan insanların kendi iradî tercihleriyle bir siyasî yapı oluşturmaları fikrinin geçersiz olduğunu hem lisan-ı hâlle, hem de yeni siyasî düzenlemelerle gösterdiler. Yani hem yeni yasalar ortaya çıktı. Bunun başında 1961 Anayasası vardı. 1961 Anayasası kötü bir şey miydi? Burada Anayasanın iyi ya da kötü olup olmaması Türk Milleti’ni çok ilgilendirmiyordu. Türk Milleti’ni ilgilendiren şey kendi oylarıyla getirdiği iktidarın keyfî bir tercihle devre dışı bırakılması idi. Türkiye’de yaşayan insanları ilgilendiren şey bu oldu. O yüzden 1961 Anayasası yüzde 44 “hayır” oyuyla kabul edilebildi. Bunun ayrıntılarını konuşmaya lüzum yok. Ama Türkiye’de yaşayan insanlar hayatlarını daha üstün bir vasfa kavuşturma konusunda bigâne olmadıklarını, bu süre içinde beyan ettiler, gösterdiler ve bu gösterdikleri şeyde de ısrarlı olduklarını hem 1950’de iktidarı değiştirerek, hem 1965 yılında bir tek parti iktidarını temin ederek, hem de siyasî bir alternatif olarak İslâmiyet’in karşılarına çıkarılması halinde bunun yeni gelişmelere gebe olduğunu göstererek ortaya koydular. Yani Türkiye’de Avrupa’dan ya da Atlantik Ötesi’nden doğan biçimlenme talepleri her zaman karşı tezlerle cevaplandırıldı. Ama bu, Türkiye’de İstiklâlin mânâsı konusunda hususî bir çarpıtmanın ortaya çıkması sebebiyle Türk toplumuna bir çıkış yolu göstermedi. Yani Türkiye’de Amerika ve Avrupa’dan biçimlendirme talepleri gelmesi halinde Türkiye içinden bu biçimlendirmelere itirazı temin edecek bir cevap doğduğu halde, bu cevap hiçbir şekilde Türkiye’nin yüksek vasıflı bir hayata kavuşmasına giden yolu açmadı. Bir çıkar yol ortaya çıkarmadı. Bunun sebebinin Türkiye’de yaşayan insanların İstiklâle ilâve olmak konusunda hiçbir şuur sahibi olamayışları, buna mukabil İstiklâle bir şey ilâve edebilecekleri zehabıyla hareket etmeleridir. Yani Türkiye’de yeni bir gelişme, bütün toplumun imkânlarını azamiye ulaştıracak, bütün toplumun vasıflarını yükseltecek bir durumu doğurmadı. Bunun sebebi, Türkiye’de yaşayan insanlar sahip oldukları İstiklâl fikrinin, kendilerinin dâhil olmaları gereken bir şey olduğunu hiçbir zaman anlamadılar. Bilâkis kendilerinin Türkiye hayatına bir İstiklâl ilâve edebilecekleri yanılgısıyla hareket ettiler.
Şimdi, Türkiye dünya şartlarının belirlemeleriyle bir çıkmaza sokuldu ve bu çıkmaz sebebiyle yaşanan zorluklar, ne önüne konan engellerin aşılması suretiyle giderilmeye çalışıldı, ne de bu çıkmazdan geri dönme fikri önem kazandı. Şimdi Türkiye’de yaşanan yirmişer yıllık dönemler engellerin aşılması denemesi olarak görülebilinir. Yani Türkiye 1960 yılından 1980 yılına kadar, “Acaba bir sosyalist biçimlendirme suretiyle kendine bir çıkar yol temin edebilir mi?” fikrini, önündeki engellerin aşılmasına bağlamış olarak yaşadı. Ondan sonraki yirmi sene, 1980’den 2000 yılına kadar geçen yirmi sene de, Türkiye’nin İslâmî bir iktidar yapısı temin ederek önündeki engelleri aşıp aşamayacağı fikrinin sınanmasıyla geçti. Ama bütün bunlar, gerek 1960-1980 arasındaki sosyalist iktidara dönük çabalar, gerekse 1980-2000 arasındaki İslâmî iktidara dönük çabalar bir akıl zaafıyla malul idi. O da insanlar Türkiye’de İstiklâle ilâve olmayı değil, İstiklâle bir şey ilâve etmeyi düşünerek hareket ettiler. Eğer birincisi olmuş olsaydı, biz şu gün dünyanın parmakla gösterilen toplumlarından birisi olacaktık. Ama bu hiçbir zaman düşünülmedi. İnsanlara fantastik gibi görünebilir ama şu örneği hep vermeyi severim. Eğer Türkiye süvari birliklerini ortadan kaldırmamış bir orduya sahip olsaydı biz sadece ekonomik bakımdan değil, birçok toplum özellikleri bakımından da imrenilecek bir övgüye sahip olacaktık. Ama bu olmadı. Olmamış şeyler üzerinde konuşmayalım. Yalnız fark etmemiz gereken şey bizim bu topraklarda yaşayan insanlar olarak elimizde tuttuğumuz şeylerin ne olduğunu tanımadan hareket edişimizdir. Bizim felâketimizin başlangıcı budur. Yani biz İstiklâle ilâve olmayı hiçbir zaman bizi selâmete götürecek bir şey olarak görmedik. Biz hep İstiklâle bir şey ilâve etmek istedik. Ya da bize bu illüzyonu takdim edenlere boyun eğdik. Ne yapılabilirdi, meselesi çok önemli mi? Yani “Artık her şey geçmiş. Bundan sonra iler tutar bir iş yapılamaz” diye düşünebiliriz. Böyle düşünenler Türkiye’de çoğunluktadır. Ama eğer göl maya tutarsa bu işin sonu mutlaka kazançlı bitecek.
Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği olarak biz 1921 yılında millî marş olarak kabul edilen İstiklâl Marşı’nın bütün siyasî iktidarlar tarafından ihmal edildiği, rafa kaldırıldığı, görmezlikten gelindiği fikrindeyiz. Hatta bugün melodili olarak söylenen şekliyle İstiklâl Marşı’nın, iki kıtası dışında bir türlü söylenemeyişi, Türkiye’de İstiklâl Marşı dolayısıyla doğması muhtemel gelişmelerin şuurlu bir şekilde, kasıtlı bir biçimde engellemek iradesinin olduğunu bize gösterir. Anayasamızda İstiklâl Marşı’nın millî marşımız olduğu yazılıdır. Ama toplumun hiçbir kesiminde İstiklâl Marşı’nın bize bir hedef gösterdiği fikri canlı değildir. Şimdi, insanlar sanki Müslüman görünümünde olmaktan dolayı kabahatli imiş duygusuna sahipler. Ve bu yüzden de bir şekilde ortaya çıkmış olan hadise -nedir o: kadınların örtünmesi hadisesi- Türkiye’de tesettür anlamını kaybetmiş hale dönüştü. Yani bir anlaşılmaz, toplumsal maraz gibi karşımıza çıktı. Bunun İstiklâl Marşı’yla ciddi bir şekilde bağlantısı var. Yani insanların İslâmî şahsiyete, toplum hayatının yükselmesi itibariyle muhtaç oldukları fikri hiçbir şekilde Türkiye’de gündeme getirilmiyor. Yani birtakım tuzaklara, maddî avantaj yemi sebebiyle yakalanan bir insanlar topluluğuyla iç içeyiz. Yani Türkiye’de insanlar, Cumhuriyet’in ilanından bugüne kadar “Önde, Türk toplumunun yükselmesi ideali vardır!” görüşünü hiçbir zaman bir kart olarak -hani diyorlar ya kart, “kart gösterdi!”- bir kart olarak öne sürmedi. Eğer böyle bir şey yapılabilmiş olsaydı, yani biz İstiklâle ilâve olmayı bir kez bile düşünebilmiş olsaydık, bunun sağlayacağı yol bütün toplumun her bakımdan yükselmesine gidecekti. Ama bu olmadı. Bundan sonra olur mu? Yani biz acaba Türkiye’nin ne sebepten dolayı İstiklâli olduğunu anladık mı? İstiklâlin bir durağan bir şey olmadığını, dinamik bir şey olduğunu acaba aklımıza getirdik mi? Yani Türkiye’de haklı olan -“Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl!”- haklı olanın kaynağının nerede olduğu ifade edilebildi mi? Bunları bulalım. Bundan sonra acaba ne olur? Bilmiyorum.
Saat 10’a geliyor. Ben sizin vaktinizi almaktan çok memnunum. Sabırla şimdiye kadar beni dinlediniz. “Dinledim ama hiçbir şey anlamadım!” diyen insanlar varsa, onlara sevgilerimi sunuyorum. Çünkü söylediklerimi anladığını sanıp da, Türkiye’nin başına dünya kadar melânet salan insanlardan daha tercihe şayandırlar. O yüzden ben meselenin mesele olduğunu size nakletmeye çalıştım.
Yani bir mesele var. Bu mesele de Türkiye’nin neden var olduğunun anlaşılması ve anlaşılmaması arasında bir mesele. Biz birçok bakımdan yalana, hileye maruz bırakılmış bir toplumuz. Ama burada bizim yalana, hileye maruz bırakılmamız sebebiyle müspet tarafımız yok. Eğer biz bütün bir toplum olarak aldatılmışsak, oyalanmışsak, istemediğimiz bir yöne sevk edilmişsek; burada kabahatli olan bizi aldatanlar, bize oyun kuranlar, bizi sevk edenler değildir. Aldanışımızdan, hileye maruz bırakılışımızdan ve güdülüşümüzden biz sorumluyuz. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun, hangi çağda olursa olsun, eğer bir dolandırıcılık olayı varsa, o dolandırıcılık olayında dolandıranın hiç kabahati yoktur. Bütün kabahat dolandırılana aittir. “Böyle şey olur mu?” diyeceksiniz. Evet. Eğer ortada bir dolandırıcılık varsa, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bugüne kadar yalan söylenmiş ve bu yalana değer verilmişse burada yalan söyleyenin hiç kabahati yoktur. Bütün kabahat yalanın yalan olduğunu bildiği halde ona uygun davranandadır. “Dolandırıcılık hadisesinde bütün kabahat dolandırılandadır” deyişim, avcılık sebebiyle, balık oltası sebebiyle daha kolay anlaşılabilinir. Eğer oltaya takılan solucana talip olmasaydı, oltaya takılan canından da olmayacaktı. Yani biz seksen yılı aşan Cumhuriyet tarihimiz boyunca hep oltaya takılan solucanı cazip bularak yaşadık. Bunun bir tuzak olduğu hiçbir zaman aklımıza gelmedi. Dolayısıyla bize toplumda itibar alanları olarak gösterilen şeylerin gerçekten muteber olduğunu, biz onu arzu ederek tasdik ettik. Ama yaşadığımız toplumda bunların itibar alanları olmadığı konusunda bir şuur doğması gerekiyordu. Bize doğruyu söyleyen insanları küçümsedik. Ama itibar alanlarını gösterenlerin emrine girdik. Böyle bir toplum olarak yaşıyoruz. Halen bu durumdayız. O yüzden ben bugün sizin böyle “Ya hu! Bu adam niye bizi eğlendirmedi?” diye düşünmenizden çok memnunum. Yani çünkü ben buraya İstiklâl Marşı Derneği’nin Konya Şubesi’nin açılması dolayısıyla geldim ve size gönlünüzü hoş edecek şeyler söylememe kararlılığındaydım. Bunu da birtakım hayret verici ifadelerle süsleyebilir ve hakikaten, şurada size bir şov sunabilirdim. Bunu becerebilecek kadar kabiliyetliyim. Ama anlamanızı istiyorum. Yani neyi anlamanızı istiyorum? Hapsedildiğimiz hücrenin demir parmaklıklarına âşık olmayalım! Yani bunu, bir yerde olduğumuzu fark edelim. Böyle olmadığını sanabilirsiniz. Yani kendinizi, eğer hapsedildiğiniz hücrenin demir parmaklıklarına âşık iseniz, kendinizi mahpus saymıyor olabilirsiniz. Çünkü şöyle diyeceksiniz: “Eğer beni buraya kapatmasalardı, ben bu mâşuku nereden bulacaktım?” Değil mi? Onun için dünyaya geldiğimizi, bu topraklar için bu toprağa düştüğümüzü ve bu dünyada geçirdiğimiz zamanın nasıl sarf edildiğine dair bir sorunun bizlere mutlaka ve mutlaka sorulacağını akıldan çıkarmamamız lazım, deyip keseyim artık. İyi günler.
18.05.2008, Konya
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 22 Mayıs 2010 günü Kayseri’de “Ne Bahar Kaldı Ne Gül” başlıklı bir konferans verdi.
İstiklâl Marşı hakkında yapılacak bir konuşmanın yerinin Sivas olarak seçilmesi fevkalade önemli; çünkü Sivas, İstiklâl Marşı’nın yazılmasına sebep olan durumun ortadan kaldırılması yani İstiklâl Harbi’nin muvaffakiyetle sona erdirilmesi için yapılan işlerin önemli bir dayanak noktası.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de verdiği “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferansın metni.
“Türk Tarihin Neresinde?” Konuşmamızın başlığını böyle tespit ettik. Bunu, bu sorunun cevabını merak ettiğiniz için mi buraya geldiniz, bilmiyorum. Hiç sanmıyorum.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 10 Nisan 2010 Cumartesi günü Kırıkkale'de yaptığı "HUDUDU AŞMAK, HUDUDU KORUMAK" başlıklı konuşmanın metni
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ın Dördüncü Olağan Genel Kurulumuzda yaptığı konuşmanın tam metni.
Dokuz sene geçti İstiklâl Marşı Derneği kurulalı. Bu toplantının böyle sakin bir toplantı olması normal değil; yani dokuz senede İstiklâl Marşı Derneği’nin geleceği yer burası değildi. İstiklâl Marşı Derneği dokuz sene sonra buraya gelmek üzere kurulmadı. Benim şimdi ayakta, heyecanlı bir şekilde sizlere “omuzdaşlarım” diye hitap ederek bir konuşma yapmam gerekirdi.
Genel Başkanımız İsmet Özel'in 25 Ağustos 2011 Perşembe günü akşamı Bağlarbaşı Kültür Merkezinde "OF NOT BEING A JEW" kitabı ile ilgili yaptığı konuşma.