Türk Tarihin Neresinde?

"Türk, Tarihin Neresinde?"

Merhabalar,

“Türk Tarihin Neresinde?” Konuşmamızın başlığını böyle tespit ettik. Bunu, bu sorunun cevabını merak ettiğiniz için mi buraya geldiniz, bilmiyorum. Hiç sanmıyorum. Yani, kafanızda acaba “Türk tarihin neresinde?” diye bir soru belirdi mi? Böyle bir sorunun ömrüm içinde benim zihnimde belirmesi için bile çok zaman geçti.

Eğer siz kendinizi Türk kabul ediyorsanız, tarihin neresinde olduğunuzu kendi kendinize biliyorsunuzdur, diye düşündüm; ama eğer kendinizi Türk saymıyorsanız omuz silkip “Bana ne! Türk tarihin neresinde olursa olsun!” diyebilirsiniz. Dikkat gerekir ki, adı Türkiye Cumhuriyeti olan bir devletin tebaasıyız ve bu toprakların Türkiye olarak adlandırılması vakıasını inkâr edenin alnını karışlarım. “Türkiye” Türkçe bir kelime değil esas itibariyle. “Türk” Türkçe bir kelime mi? Evet, o öyledir. “Türk”, Türkçe bir kelimedir. Türk’ün yükselttiği bir kelimedir. “Şu anda acaba neredeyim?” diye kendinize sorduysanız, Türk olup olmadığınıza bakarak Türk’ün de tarihin neresinde bulunduğunu, belki kestirebilirsiniz.

Bu tarih ne menem şeydir? Onu biliyorsak eğer belki Türk’ün de onun neresinde olduğunu çıkarabiliriz. Acaba biz tarihin ne olduğunu biliyor muyuz? Kelime olarak tarih diye biz, vaktin tayin edilmiş kısmına diyoruz. Mektuplarımıza tarih atıyoruz. Filân tarihte yazıyoruz mektubu, değil mi? Veyahut evrakların, düzgün bir Türkçe’yle, evrakın tarih ve numarası oluyor, biliyorsunuz. Demek ki tarih dediğimiz şey bir zaman diliminin ölçülmesiyle alakalı bir şey. Biz tarihi bu mânâda kullanıyoruz. Tarih dediğimiz zaman ölçülebilen bir zaman sürecini anlıyoruz. Bu zaman sürecinin bir sabit yerine tarih diyoruz. “Hangi tarihte olmuş bu?” diye soruyoruz, değil mi? Bazıları da diyorlar ki “Onlar tarihte kaldı.” “Onu tarihe gömdük!” diyorlar.

Şimdi, karşımızda bir şey var: tarih canlı mı, cansız mı? Yani, bir şey tarih olduğu zaman hayatiyet mi kazanıyor, yoksa hayatiyetini tarih olduğu zaman mu kaybediyor? “Sen bana o evrakın tarihini söyle” denildiğinde tarihi bilmenin mühim bir şey olduğunu anlıyoruz. Ne ise o, onun tarihini bilmemiz işimize yarayacak. “O söylediklerin çoktan tarih oldu.” dediğimiz zaman bir şekilde, etkisi bize ulaşmayan bir şeyden bahsediyor gibiyiz, değil mi? Tarih acaba dokunabildiğimiz bir şey mi? Bu soruya cevap vermek zor. Ya da bu soruya hayır diye cevap verebilmek, evet diye cevap vermekten daha kolay. Tarih dokunabildiğimiz bir şey değil. İster mektubun tarihi olsun, ister birilerinin gömüldüğü tarih olsun, tarih dokunabildiğimiz bir şey değil. Ama dikkat edin, tarihin anılması, ister mektubun, isterse birilerinin gömüldüğünü söylediğimiz tarih olsun, bize dokunan bir şey. Tarihe dokunamıyoruz ve lâkin o bize dokunuyor. Birilerinin tarihe gömüldüğü tarihi belirlediğimiz zaman kendimizin o tarihe gömülenden daha sâlim bir yerde olduğunu düşünüyoruz. Gömülen her kim ise “tarih”, gömüldüğünü söyleyen ise henüz tarih değil, ona dokunabilirsin. Tarih her halükârda bize dokunuyor. Oysa, biz tarihe dokunmak istediğimiz zaman bunu bir türlü başaramıyoruz. O yüzden tarih etkin, aktif, müessir bir şey. Bunun karşısında insan pasif, münfail, müteessir bir şey. Tarihin içinde bir Türk arıyorsak eğer, şimdi Türk’ün neden müteessir olduğunu, hangi sebeple münfail olduğunu ve neden etkilendiğini yakalamamız lazım. Bunu yakalayabilirsek şimdi Türk neden müteessir oluyor, Türk neden infiâle kapılıyor, Türk neyin etkisi altında kalıyor; bunu yakalayabilirsek tarihte Türk’ün yerini tespit etmemiz kolay. Şimdi bunu anlamaya çalışalım.

Türk diye bir şey var, diyoruz. Benim tercih ettiğim tarife göre, İstiklâl Marşı Derneği’nin beğendiği tarife göre kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk deniyor. Şimdi biz bu tarifi parantez içinde tutalım, şu anda Türkiye’de yaşayan insanların durumuna bakalım. Yani bu Türkiye’de yaşayan insanlar neden müteessir oluyorlar, hangi sebeple münfail oluyorlar ve onları etkileyen şey ne? Bu bir hayatta kalma meselesi olarak düşünülebilinir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının içinde yaşayan insanlar ölmek istemiyorlar, hayatta kalmak istiyorlar. Sonsuza kadar yaşamayacaklarını biliyorlar ama en azından şu belli ömürlerini işkence altında geçirmek istemiyorlar, kötü muameleye maruz kalarak ve mahrum kaldığını düşündükleri şeylere imrenerek ömürlerini geçirmek istemiyorlar, değil mi? Böyle varsayıyoruz. Madalyonun öbür yüzüne hiç bakmıyoruz. Bu yaşadığımız ortamda insanlar kendilerince iyi oldukları şeyleri benimseyebilmek için; benimseyebilmek, kendilerine yakın tutabilmek için acaba bir bedel ödeme fikrini de beraberlerinde bulunduruyorlar mı? “Ben iyi bir hayat istiyorum ama bu iyi bir hayat için şunları feda ediyorum” diyor mu insanlar? Tarihte Türk’ün yerini tespit edersem, şu anda Türkiye’de yaşayan insanların ne karşılığında neyi tercih etmek istedikleri meselesini iyi bilmemiz lazım. Biz bu ülkede niçin yaşıyoruz. Bazıları diyebilir ki “Keşke yaşamaz olaydım!” “Ben,” diyebilir bazı insanlar, “ben Fransa’da doğsaydım bak neler olurdu?” Veyahut “Numaramı yapıp eğer Norveç’e yerleşseydim işler düze çıkacaktı.” “Bana bir Green Card verselerdi, iş hallolmuş olacaktı.” Böyle düşünen insanların gelip burada Türk’ün tarihteki yeri konulu bir konuşmayı dinlemeleri olsa olsa vazife icabı olabilir. Yoksa ne alakası var? Türk’ün tarihteki yerinin neresi olduğundan onlara ne? Kim ki dünyada kendinin rahat içinde ömür sürebileceği bir ortam istiyor; ona ne Türk’ün tarihteki yerinden? Bunu fark etmek önemli bir şeydir. Yani kendimizin değeri, kendimizin fiyatı hakkında bir konusunda bir muayyenliğe kavuşamadan mücerret birtakım isimlerin yine mücerret bir tabloda tuttukları yer konusunda da hiçbir şey anlamamız mümkün olmaz. Tamamiyle müşahhas, tamamen günümüze mahsus ve burada bugün olan şeyi ilk önce anlamamız lazım. Biz neyin nesiyiz? Ne derdimiz var ve daha önemlisi, derdimiz var mı? Bunları kafada netlikle oluşturmadan bizim başka bir şeyi anlamamızın imkânı yok. Anlıyormuş gibi yapmak şuursuz insanların payına düşen bir şeydir. Şimdi bulunduğumuz yerin neresi olduğuna dair bir haber vermek istiyorum. Sizin bu konuda kendi kendinize bir soru sorup, bir şeyleri merak edip, bir şeyleri öğrenip öğrenmediğinizi bilmiyorum; ama bulunduğumuz yerin neresi olduğunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani biz şu salonda bulunan insanlar gerçekte neredeyiz, gerçekte kimleriz; bunu fark etmemiz lazım. Bugün burada ne oluyor? Tarih konusunda insanoğlunun bir görüş sahibi olması ancak kâinatın bir başlangıcı olduğu ve bir sonu olacağı fikrinin yedeğinde doğmuş bir şeydir.

Yani tarih konusunda insanın bir görüşü olması için kâinatın bir zaman içinde, bir tarihte yaratılmış olduğunu ve bir tarihte kıyametin kopacağını aklına getiren insanlar tarih konusunda bir fikir sahibi olabilmişlerdir. Farklı farklı tarih görüşleri olduğunu kitaplarda okursunuz. Tarih felsefeleri olduğunu kitaplarda görürsünüz. Hepsinin esası şudur: Bir başlangıç vardır ve bir son olacaktır. Eğer bu görüş yoksa tarihin olmasına lüzum yok. Ve sizlerin de benim söylediklerimi dinleyerek vakit kaybetmenize hiç gerek yok. Çünkü bir başlangıç yok ise ve bir son olmayacaksa zaten tarih diye bir şey de olmasına imkân yok. Yani başlangıcın ve sonun olmadığını düşünebilmek iki türlü zaman anlayışı içinde de mümkün. Cyclique dediğimiz Fransızca… evet, “çevrimsel” diye tercüme etti dinleyenlerden bir tanesi. Devrî, devrevî bir zaman olduğunu düşünen insanlar… Yani aslında hiçbir başlangıç yok, bu bir çemberdir, sırayla hepsi tekrar eder durur. Yani ne olduysa zaten olmuş olan olmaktadır, o tekrar olacaktır. Böyle bir anlayış. Onlar şu anda hangi çağda olduğumuzu merak ederler. Acaba Altın Çağ’da mıyız, Gümüş Çağ’da mıyız, Bronz Çağ’da mıyız, Demir Çağ’da mıyız? Bunlar sırayla gider. Ama hepsi bir sonrakine kalbolarak. Öbür Fransızca linéaire diye tabir ettiğimiz “çizgisel”, Türkçe’sini söylersek… “doğrusal”, o da Türkçe değil. Evet, bir hat üzerinde zamanın ilerlediğini söyleyen görüş de başlangıcın ulaşılamayacak kadar geride kaldığını ve sonun da varılamayacak kadar ileride olduğunu söylerler. Onlar için de ezel ve ebed vardır ama hepsi bundan ibarettir. Yani kâinat bir tarihte yaratılmıştır ve bir tarihte kıyamet kopacaktır. Tarih bunu öğretir. Daha doğrusu bu görüşü dışarıda bırakan bir insanın tarihle ilgili anlayışını ciddiye almak ciddiyetsizliktir. Bu hadise içinde insan… Nasreddin Hoca’ya sormuşlar, kıyamet ne zaman kopacak diye. O, Türk kafasına göre en doğru cevabı vermiş. Demiş: “Karım öldüğü zaman küçük kıyamet kopacak, ben öldüğüm zaman büyük kıyamet kopacak.” Bu neden Türk kafasına göre en doğru cevap? Çünkü zaman konusunda dünyada yaşarken sahip olduğumuz telâkkiler ne olursa olsun Türk kafasına göre bir Din Günü vardır. Ve o demektir ki, yaşanan her şeyin muhasebesinin yapıldığı bir zamandır. Yani ondan önce ve ondan sonra esas alınacak. Yani tarihi olan bir şeydir. Türk kafasına göre bir Din Günü vardır. Ve tabii ki o Din Günü’nün sahibi vardır. Mâlik-i yevmiddîn. Şimdi biz neredeyiz, ne yapıyoruz? Eğer şu salondaki durumumuzu bir kavrayabilirsek öbür tarafını halledeceğiz. Yani haklı, hak sahibi insanlar mıyız; haksız, hak yiyen insanlar mıyız? Bunları esasa almadığımız zaman Din Günü’nde maruz kalacağımız muamele esas sayılmadığı zaman bizim maruzatımız ve teçhizatımız şu hayatımız içinde şu salon içindeki halimiz hiçbir mâna ifade etmez. Yani biz şu anda hayrın peşinde miyiz, yoksa şerre bulaşmış halde miyiz? Budur her şeyi tayin edecek olan. Eğer bu önemsiz bir şeyse bizim an be an yaşadıklarımız bize kazanç veya kayıp olarak görünmüyorsa, biz an be an imân veya inkâr konusunda bir hassasiyet sahibi değilsek kimin haklı, kimin haksız olduğunu nereden anlayacağız ve bunun kıymeti nedir?

Şimdi neden burada olduğumuza dair bir tayinde bulunalım. Konya… İkonyum… Konya’nın eski adının İkonyum olduğunu öğrendiğim zaman ben yaşadığımız toprakların ne kadar ilgiye değer bir alan olduğunu düşünüyordum. Sonra yaşadığımız her alanın çok ilgiye değer olduğunu anladım. Sinop kelimesi o şehre ilk verildiği addan bugüne kadar, diyelim ki beş bin sene öncesinden bugüne kadar değişmemiş. Sivas bir Hitit kabilesinin adı. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Ve böyle bir ülkede ne numaralar olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu toprak parçası Türkler buraları vatanları yapmadan önce, Türkler bu toprakları dâr-ül İslâm kılarak bir vatan haline getirmeden önce çok çeşitli müstevlilerin ayağı altında bir yerdi burası. Yani Perslerden Romalılara kadar birçok hükümranlık, birçok siyasî üstünlük, birçok iktisadî işleyiş bu topraklarda yaşanmış. Ama özel olarak bir milletin vatanı değil. İşte tarihin cilvesi dediğimiz şey bu. Bu topraklar 13. Yüzyıl’da dâr-ül İslâm olmak üzere Türk vatanı oldu, ama 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde yine bu topraklar Türk vatanı oldu. Yani bu topraklar iki kez vatanlaştırıldı. Ama üçüncü kez vatanlaşma fırsatı doğmayacak. Onun için “Türk tarihin neresinde?” diye bir soruyla karşılaştığımız zaman “Türk tarihin en kritik yerinde!” dememiz gerekiyor. Bu topraklar birinci defa 13. Yüzyıl’da dâr-ül İslâm kılınarak vatan haline getirildi, ikinci kez İstiklâl Harbi’nin sonunda Türk toprakları olarak tescil edildi, ama bugün milâttan sonra 2008 yılının ortalarına doğru öyle bir yerdeyiz ki, ikinci kez vatan haline getirilmesinin sonuna geldik. İkinci kez vatan haline getirilmesinin imkânları yok edildiği takdirde bir daha dünyada Türk vatanı olmayacak ve Türkiye tarihe gömülecek. Tarihin burasındayız. Bunu insanlar -kimler: kâfir olanlar- bize hissettirmemeye çalışıyor.

Böyle bir tehlikeyi, çok kritik bir durumun mevcut olduğunu ve buna karşı mutlaka harekete geçilmesi gerektiğini bize hissettirmiyorlar. Çünkü menfaatlerini, -hangi menfaatlerini?- Din Günü’nde savunamayacakları menfaatlerini, muhafaza edebilmek için Türk topraklarının tehdit altında olduğu görüşünü dile getirmiyorlar. Böyle bir görüntü verilmesinden büyük bir tedirginlik duyuyorlar. Ve gâvurlardan ödünç aldıkları bir ağızla bize bir şeyler söylemeye çalışıyorlar. Gâvurlardan ödünç alınan ağız dünyada ulus-devlet anlayışının ortadan kalktığını ya da itibarını kaybettiğini, kaybetmesi de gerektiğini söylüyor. Gâvurlardan ödünç alınan ve gâvurlara yaranmaya çalışan bir kısım insanlar -bunların bir kısmı gâvurlara yaranmaya çalışmıyorlar, bizzat gâvurlar- ulus-devlet kavramının da, vakıasının da geride kaldığını, geri de kalması gerektiğini söylüyor. Bunlara muhalefet ediyormuş gibi kendi menfaatlerini muhafaza altında tutmak isteyen insanlar bu görüşe karşı çıkıyorlar. Diyorlar ki “Hayır, ulus-devlet kendini savunacaktır, ulus-devlet ömrünü tüketmeyecektir, ne dünyada ne de Türkiye’de.” Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olduğunu, hem ulus-devleti savunanlar hem ulus-devlete karşı çıkanlar ifade ediyor. Bu birçok insanı -eminim ki bu salonda da bunlardan var- zihnini bulandırmaya ya da onların böyle bir şeyin makul sayılmasını düşünmeye yol açıyor. Türk tarihin neresinde, diye sorduğumuz zaman bazı şeylerin sarahaten fark edilmesini zaruret sayıyoruz. Sarahaten fark edilmesi gereken şeylerden birisi 29 Ekim 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olmadığıdır. 29 Ekim 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet değil. Nedir peki? Ulus-devlet, yani bunu İngilizce tabiriyle nation-state diye ifade ediyorlar, dillendiriyorlar. Bunu “millet-devlet” diye tercüme edemedikleri için “ulus-devlet” diye tercüme etmeye gayret ediyorlar. Bir anlayış, bir kavram. Bu aslında özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünya düşünce atmosferinde hızını artıran, gücünü hissettiren bir kavram. Şimdi birileri eğitim mekanizması içinde birilerinin kafalarını biçimlendiriyor. O kendi keyfince biçimlendirdiği kafayı da tepe tepe kullanıyor. Onun için insanlar, filancalar ne münakaşa ediyorlar, onu öğreniyorlar, o münakaşa içinde kendilerine bir yer kapıyorlar. Çünkü o yeri kaptıkları zaman bundan hem geçimlerini temin ediyorlar, hem de adamdan sayılıyorlar. Bütün bunlar bizim hayatımızın kalite kaybına uğramasına sebep olan şeyler. Dünyada elbette işin aslını bilen insanlar var, ama işin aslını bilen insanlar ellerinde birtakım imkânları bulunduruyorlarsa baskı altındalar. İşin aslını bilen insanların bir kısmından da bütün imkânlar uzaklaştırılmış durumda.

O yüzden herkes dolambaçlı yollarla bir şeyler konuşmaya çalışıyor. Benim burada size rahatça bazı şeylerden bahsedebilmemin sebebi Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehlikelerden birilerinin haberdar olmaları, fakat bu tehlikeyi kendilerinin dile getirebilecek durumu olmayışındandır. Yani “Nasıl olsa İstiklâl Marşı Derneği bizim için ölebilecek insanların belirlenmesinde işimize yarar.” diye düşündükleri için benim bir şeyleri size bir miktar da olsa aktarabilmeme göz yumuyorlar. Yoksa bunları onların itibarlı saydıkları alanlarda telâffuz etmemin birçok bakımdan imkânı yok. Bir kere bunları telâffuz etmek için mümkün olan dili ortadan kaldırmışlar. Anlaşma imkânını da ortadan kaldırmışlar. Ben tabiî ki ulaşılabilme şartlarını kaybetmemek için ancak sizin dünyanıza nüfuz etmeme imkân veren bir açıklama yolu deneyeceğim. Şimdi tarih dediğimiz şeyin bir başlangıç ve bir son meselesi olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yani kâinat yaratıldı ve kıyamet kopacak. İyi de, bu ikisinin arasında neler oluyor? Herkesin küçük ve büyük kıyameti kopacak. Bir milletin kıyameti, bir medeniyetin kıyameti de kopar. Şu anda yaşadığımız hayatın nelerin hâsılası olduğunu bilmemiz lazım. Bunları bilhassa bize bildirmeyeceklerdir. Çünkü bu konuda başından beri tedbirler alınmıştır. Bir zihniyet teşekkülü ve teşekkül ettirilen zihniyetin istimali birilerinin hassaten uğraştığı bir şeylerdir. Birilerinin avı olmamaya gayret eden, birilerinin malzemesi haline gelmemeye gayret eden insanlar olmanın yolundan haberler vermek istiyorum size.

Şimdi biz Türkler dünya tarihinin en aslî yerindeyiz. Dünya tarihini ister Antik Çağ’dan itibaren ciddiye alın, ister Arkaik Çağ’dan itibaren ciddiye alın, ister Modern Çağ’dan itibaren ciddiye alın; hangi tarihî tasnife rağbet ederseniz edin, Türkler, biz Türkler dünya tarihinin aslî yerindeyiz. Kâfirler için bütün mesele, bu aslîliğin bizzat Türkler tarafından fark edilmesini önlemektir. Türk tarihin neresinde, diye sorduğumuz zaman bu cevaba en yabancı kalan insanların Türkler olmasını isteyerek düzen kurulmuştur. Şimdi bu coğrafî bir şey mi, mevkie ait bir şey mi, yoksa zamana, süreye, sürece, vetireye ait bir şey mi? Her ikisi de. Türk’e karşı Haçlı Seferlerinin başarısızlıkla sonuçlanması Avrupa’nın zihninde fiilî bir tavrın değil de dolaylı ya da bünyevî bir yaklaşımın dünya hâkimiyetine giden yolu açabileceği fikrini canlandırdı. Daha doğrusu bu fikri yegâne fikir haline getirdi. Tarihin tarih olması, Katolik kilisesinin desisesine çok şey borçludur. Haçlı Seferleri Avrupa’nın ya da Katolik Kilisesi’nin zaferiyle sonuçlanmış olsaydı zaten bütün Doğu Akdeniz’de Hıristiyan hâkimiyeti söz konusu olacaktı ve hiç yeni bir –modern?- gelişim olmayacaktı. Olmamış şeylerden konuşmayalım. Ama ne oldu, Haçlı Seferleri, sayısı sekizi bulan Haçlı Seferleri parlak dönemler yaşamasına rağmen Katolik Kilisesi’nin mağlubiyetiyle sonuçlandı. Haçlı Seferleri, yani Katolik Kilisesi’nin hâkimiyet savaşları üç yönlüdür. Bizim en çok bildiğimiz, sekiz sefer olarak bildiğimiz Doğu’ya doğru olan, Kudüs’e doğru olan seferlerdir. Bu seferlerin bazılarında Kudüs esas alınmamıştır. Neyse. En çok bildiğimiz odur. Diğeri Kuzey’e doğru, Almanya’ya ve İskandinavya’ya doğru olan, yani henüz putperest olan kavimlerin Katolikleştirilmesi faaliyetidir. Diğeri de Batı’ya doğru, yani Roma’nın batısına doğru, Güney Fransa’ya doğru olan Haçlı Seferi’dir. Belki bunlar arasında en enteresan olanı odur. Güney Fransa’da o dönem çok yoğun bir Cathar birikimi doğdu. Cathar denen insanlar vardı. Şimdi Balkanlar’da Hıristiyanlığın yayılması sırasında Bogomil adı verilen bir Hıristiyan temayül ortaya çıktı. Bogomiller şarap içmiyorlardı, İsa(a.s.)’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanmıyorlardı. Efendim?… (bir dinleyici onların tevhide yakınlığına işaret ediyor) yani tevhid, muvahhid tutum Türklerdedir. Zaten mesela Boşnakların kolaylıkla İslâm’a geçmelerinde geçmişlerinin Bogomil olmasının payı vardır. Bunların bir kısmı yayıla yayıla Güney Fransa’ya gittiler, orada Catharlar doğdu. Bunlar bu Bogomil inancını daha da sıkılaştıran insanlardı. Bunlar aralarında… Yunanca’da Catharsis arınma demek. Arınmış Catharlar vardı aralarında. Onlar hiç evlenmiyorlardı. Catharlar, o arınmış olanlar, paraya dokunmuyorlardı. Bunlar Katolik Kilisesi tarafından mağlup edildiği zaman, yani Haçlı Seferleri’nin başarılarından biri yaşandığı sırada, Papa’ya diyorlar ki… ama aralarında çok dini bütün Hıristiyanlar da var. Papa diyor ki “Hepsini öldürün! Tanrı kendininkileri tanıyacaktır.” Bu kafa, bu zihniyet Türkler tarafından 14. Yüzyıl’dan itibaren Avrupa’ya tıkıştırıldı.

Yani bu kafadaki insanlar, “Hepsini öldürün! Tanrı kendininkileri tanıyacaktır.” kafasındaki insanlar Türklerin kendilerini en geçerli, en rağbet edilir duruma sokmaları sebebiyle Avrupa’ya tıkıştırılmış oldu. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile beraber bu Avrupa’ya sıkışma meselesi bir muhkem durum haline geldi. Yani Bizans hâlâ yaşarken Avrupa için işlerin tersine dönme, Türklerin aleyhine dönme ihtimali canlılığını korudu. İstanbul’un fethi bir bakıma Avrupa adına tarihin sonu oldu. Bugün yüzyüze geldiğimiz meseleler hesaba katıldığı zaman bu olay tarihin başlangıcı gibi görünüyor. Çünkü o tarihten itibaren Avrupa kıtasında Türklerin üstünlüğünü geçersiz kılacak birtakım çareler üretme peşinde olan insanlar iddialarını sağlamlaştırma yoluna gittiler. Buna çok sonradan 19. Yüzyıl’da Rönesans adı verildi. O sırada insanlar Rönesans diye bir şey bilmiyorlardı. Fiilî Rönesans varken lâfzî Rönesans yoktu. O tabir, sonradan, 19. Yüzyıl’a gelindiği zaman Avrupa Medeniyeti’nin, “Biz nereden kalkıp da buralara gelebildik?” sorusunu kendilerine sormaları sonucunda iz sürerek, “Hah, biz Rönesans’ta bir başlangıç yapmıştık” demeleriyle doğdu.

Şimdi bizim anlamamız gereken şey Avrupa’daki bütün kendilerine başarı olarak etiketledikleri şeylerin yarısının, dörtte birinin değil, tamamının Türkler karşısında yapılmış olduğunu bilmektir. Neden diyeceksiniz, Türkler karşısında diyorsun da Müslümanlar karşısında demiyorsun? Bunu sebebi şu. Bir kere Müslümanlar Endülüs dolayısıyla Avrupa kıtasında belli bir etkinlik gösterdiler. Eğer İspanya Avrupa sayılıyorsa, bazılarına göre sayılmıyor. Belli bir etkinlik gösterdiler ama bu Endülüs’ün gösterdiği etkinlik Avrupa’nın hayatını zorlaştıran, Avrupa’ya başının çaresine bakma mecburiyeti altında kaldığını hissettiren bir etkinlik değil. Türklerin gösterdiği etkinlik ise, Avrupa’yı “Eğer bunlar ilerleyecek olursa biz hiçiz!” demelerine sebep olan bir etkinlikti. Türkler kendi hâkimiyetleri altındaki alanlarda sosyal münasebetlerin İslâmî kurallar üstün tutulmak kaydıyla yeniden tanzim edilmesini sağlıyorlardı. Bunu Endülüs yapamadı. İslâmî kuralların dokunulmazlığı, aynı zamanda Müslümanların dokunulmazlığı demekti. Yani Türklerin hâkim oldukları alanlarda sistem gayrimüslimlerin yaşayabildiği fakat sadece Müslümanların sözünün geçtiği alan anlamına geliyordu. Gayrimüslimler gayrimüslimliklerini rahat rahat devam ettirebiliyorlardı; ama kimin sözü geçiyor diye sorulduğunda, sadece Müslümanların sözünün geçtiği ayan beyan ortada idi. Şimdi insanlar hoşgörüden moşgörüden filan bahsediyorlar; ama gaye Müslüman olmayanların menfaatini kollamak değildi. Gayrimüslimler Türklerin hâkim oldukları alanda varlıklarını elbette devam ettirdiler; ama yaşayabildilerse, üstünlüğün Müslüman’da olduğunun kabulü şartına bağlı olarak ve hiçbir şekilde İslâmî parlaklığa zarar vermeyi akıllarından geçirmeksizin yaşayabildiler. 1877-1878 Osmanlı - Rus Savaşı’ndan sonra Hünkâr İskelesi Anlaşması görüşmeleri sırasında İngiliz Sefareti -artık o zamanki adı neyse- Ruslarla olan görüşmelerin bilgisini edinmek üzere bir gizli polis, sivil polis, öyle bir eleman arıyor. Ve hiçbir Müslüman böyle bir şerefsizliği kabul etmiyor. Yani insanların kendi aralarındaki konuşmaları hasımlarına taşıma işini hiçbir Müslüman kabul etmiyor. Sonunda adalı bir Rum buluyorlar, o işi yapacak. O zaman niye kabul etmiyorsunuz diye sorduklarında diyor ki Müslümanlar, biz diyor, kâfirlerin kendi özel hayatlarına karışmayız. Onlar kendi haneleri içinde bütün Müslümanları öldürmeyi düşünebilirler, Halife’yi katletmeyi de düşünebilirler, istediklerini düşünsünler. Ama biz böyle bir niyetle kapılarının eşiğini aştıkları zaman işlerini bitiririz diyor. Evlerinde istediklerini yapsınlar. Biz, bize karşı niyetlerini gerçekleştirmek üzere harekete geçtikleri zaman işlerini bitiririz diyorlar. İnsanların özel hayatları kıymetlidir. Nasıl bizimki kıymetli ise onlarınki de kıymetlidir. Öyle bir anlayış yaşıyor. Bu anlayışın gittiği her yerdeki etkisini düşünün. Bu söylediğim, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık sonunun geldiğini herkesin, içeride ve dışarıda kabul ettiği zamanda yaşayan bir zihniyet. Bu örnek parlak devirlerin aklına verdiğimiz örnek değil. O parlak devirlerinde zaten bambaşka şeylerin yürüdüğünü bilmemiz, öğrenmemiz şarttır.

Bugün içinde kaldığımız zihni sefalet aslında yeni başlamış bir şey değil. Yeni başlamış bir şey değil ne demek? Avrupalılar 1571 yılında donanmamızı yaktıkları zaman bununla çok büyük bir propaganda imkânı ele geçirdiler. Eğer tarih kitaplarına bakarsanız, İnebahtı Savaşı’ndan sonra kâğıt üzerinde Avrupalıların hemen hemen hiçbir kazancı yoktur. Hatta İnebahtı’nı da terk ederler, Türklere bırakırlar. Ama 1571 yılının Avrupalılar için en önemli kazancı, Türklerin mağlup edilebileceğinin Avrupalılara söylenmesidir. Avrupalılara “Bakın, sizin yenilemez dediğiniz Türklerin donanmasını biz yaktık!” Bunu söyleme gücüne sahip oldular. Bunu çok önemsiyorlardı. Neden önemsiyorlardı? Çünkü şimdi 14. Asır’dan itibaren Avrupa’ya tıkıştırıldıklarını söyledik. Ama 1526 yılında bir Mohaç Meydan Muharebesi oldu ki bu Avrupa’nın kendini ölmüş bildiği bir zaman, tarih idi. “Hıristiyanlığın kalkanı düştü!” 1526 yılında Macarlar muharebeyi kaybettikleri zaman, söylenen bu idi. O güne, 1526 yılına kadar “Orada Macarlar var, onlar Hıristiyanlığın kalkanıdırlar. Onlar orada olduğu sürece biz burada yaşayabilir, burada ömrümüzü tamamlayabiliriz.”diyorlardı. Macarlar mağlup edildikten sonra bütün Avrupa; aristokrasi de, aristokrasi dışında kalan yığın içindekiler de “Türkler her gün gelebilirler, bütün yaptıklarımız ellerine geçer, onun için hiçbir esaslı iş yapmamıza gerek yok, biz günümüzü geçirelim yeter.” Bu fikirle yaşadılar. 1526 yılından 1571 yılına kadar. Çok büyük bir zaman değil ama önemli bir karar dönemi, karar değişikliği dönemi. Onun öncesi de var. 1526’dan önce tef çalıp oynamıyorlardı tabii. Avrupa’ya zaten sıkıştırılmışlardı. 1526’dan itibaren bu sıkışıklığın artık kendilerini kurtaramayacağını düşünmeye başladılar. Akabinde ne oldu? 1571, 16. Yüzyıl’ın son çeyreği. Hemencecik, vakit kaybetmeden Hıristiyan âleminin Avrupa’da kendilerine yarar yapıların -bunlar isterseniz mesken olarak düşünün, isterseniz sosyal yapı olarak düşünün, isterseniz fikrî yapı olarak düşünün- kendilerine yarar yapıların geliştirilmesinde müthiş bir hazırlığa başladılar. Ve arkasından 17. Yüzyıl’da peşpeşe gelen ve kendilerinin dâhî olarak adlandırdıkları isimler yetiştirdiler, 17. Yüzyıl’da. Akabinde biliyorsunuz, 18. Yüzyıl Aydınlanma Çağı olarak yaşandı ve 19 Yüzyıl’a geldikleri zaman sömürgeciliğin de verdiği imkânlarla Türk toprakları dışındaki bütün dünyanın hâkimi Avrupa Medeniyeti’ydi. Ama 1571’den sonra kendi gelişmeleri doğrultusunda yaptıkları çalışmaları Türk topraklarında, Türkiye’yi idare eden insanların idare ettikleri devletin ömrünü tükettiğini, er veya geç bu devletin yıkılacağını kendilerine ikna ederek ve dolayısıyla Osmanlı devlet ricâlinin günlük kazanç peşinde dikkatlerini yoğunlaştırmış insanlar olmasını sağlayan bir tabaka olmasını sağladılar. Yani Avrupa’da doğan güç Almanya’da, Rusya’da belli bir dinamizm üretirken, Türk topraklarında belli bir oportünizm üretti.

Şimdi hikâyenin öbür tarafına bakalım. Neden böyle oldu? Hikâyenin öbür tarafı tarihî kapitalizmin gelişimi. Kapitalizm adını verdiğimiz iktisadî mekanizma sermaye gücünün bir ilişkiler yumağının harekete geçilmesi demektir. Bu ilk defa İtalyan şehir devletlerinde uç verdi. İtalyan şehir devletlerinde kapitalizmin uç verdiği sırada Türkler Antik Çağ’dan itibaren aranan sosyal işleyişi uygulamaya koymuş bir sisteme kavuşmuşlardı. Yani bir yerde kapitalizm sistemleşmek istikametinde gücünü pekiştirirken öbür yerde, İstanbul’un fethinden itibaren sosyal münasebetler zincirinin ahlâk önderliğinde, yani ahlâk kılavuzluğunda işlemesini sağlayan, pek öyle idealize edilemeyecek ama bunu yürürlüğe koyan insanların başkalarının hayatiyetini kabul edecek bir anlayışı esas sayarak düzeni korudukları bir işleyiş başlattılar. Bunu konuşabiliriz. Konuşabilir akademisyenler, ne neydi. Ama öbür tarafta o uzun yıllar boyunca kendi içinde deveran ederken İtalyan site devletlerinde uç veren ve sermaye gücüyle sosyal münasebetlerin deveranını temin eden yapı bir gelişme gösterdi. Şimdi Venedik, Floransa, Milano vs. gibi İtalyan site devletleri Doğu Akdeniz’de özellikle yaptıkları ticaret sebebiyle bir sermaye kayması temin ettiler yaşadıkları bölgeye. Bu sermaye yoğunluğu Avrupa’nın diğer yerlerinde görülmeyen bir şeydi. Dolayısıyla 14. Asır’dan itibaren İtalyan şehir devletlerinde parayla iş gördürme -işte Shakespeare’e onun için Yahudiler çok kızıyorlar, Venedik Taciri’ni yazdı diye- yani orada parayla işlerin nasıl -ve de faizle tabii- yürüdüğü meselesi canlılık kazandı. Daha sonra bu dünya ticareti ağı en çok… Şimdi 14. Yüzyıl, 15. Yüzyıl, 16. Yüzyıl… Türklerin mağlup edilmelerinden sonra önlerinde hiçbir engel kalmadan sere serpe yapılan deniz ticareti. Bu deniz ticareti sırasında Hollandalılar nakliyat sebebiyle hiçbir ülkenin temin edemediği bir sermaye birikimi elde ettiler. 17. Yüzyıl’da bir taraftan Avrupa’dan dâhîler çıkarken bir taraftan da Hollandalılar navlun gücüyle büyük bir sermaye birikimi elde ettiler. Böylece bu büyük sermaye birikimi dünya sisteminin merkezinin İtalyan site devletlerinden Amsterdam’a taşınmasına sebep oldu. Böylece Avrupa hâkimiyetinin temel karakteristiği ortaya çıktı. Bu yüzden Avrupa’da Paris, Amsterdam, Londra… Çünkü Britanya büyük bir imparatorluk tesis etmek suretiyle Hollandalıların sermaye birikiminin en kolay kâr getirebilir alanlara kavuşmasını mümkün kılan bir ticaret dünyası oluşturdu. Dolayısıyla Britanya sömürgelerinde Britanya dominyonlarında para kazanmak dünyada en yüksek kârın temin edilmesi anlamına geliyordu. Ve burada bugün hayatımızı etkileyen bir şey doğdu, o da Dolar. Biliyorsunuz kelimenin kökünde thaler var. Bazı yorumculara göre “üç dolar: drei thaler” dedikçe, doların başındaki “d” Almanca’daki “drei”dan geliyor. Bu hikâye ortaya çıktı. Yani Paris, Amsterdam, Londra mihverinde bir Batı Medeniyeti, bir Avrupa Medeniyeti doğdu. Temeli nedir, kapitalizmdir. Şimdi neden Paris’i ilk isim olarak zikrettik, çünkü Paris Frankların merkezî krallık tesis etmek suretiyle ticaret kapitalizminin bir sermaye birikimini temin etmesini sağladıkları başkent. Yani Avrupa’da millî varlık, önce kapitalizmin hükümranlık alanı biçiminde tezahür etti. İşte, bu ulus-devlet diyorlar ya, bunun ilk örneğini Fransızlar verdi. Yani Avrupa’da olan bir şey. Dolayısıyla Paris, Amsterdam, Londra… -çünkü İtalyan site devletleri bir millî varlık ortaya çıkaramadan güçlerini kaybettiler. Para hareketli ve şahsiyetsiz bir şeydir. Oradan oraya gidebiliyor- Paris, Amsterdam, Londra mihverinde oluşan Avrupa Medeniyeti’ne karşı onunla yarışabilecek, onun gücünü ve imkânlarını kendi lehine çevirebilecek oluşumların dinamizmi. Bu dinamizm Almanya’da ve Rusya’da görüldü.

Yani Batı Medeniyeti’ne karşı rakip güç üretme Almanların ve Rusların meselesi oldu. Almanlar ve Ruslar bunu nasıl yaptılar, nasıl yapmadılar bunları, vaktimiz yok çok fazla konuşamayız, yani nereden ulaştılar falan filan… Ama bizi Türkiye olarak ilgilendiren şey Batı Medeniyeti’ne karşı güç oluşturma meselesinde Almanların ve Rusların bir alet, bir aygıt, bir mekanizma üretebilmiş olmalarına rağmen Türkiye’nin böyle bir alet, aygıt, mekanizma üretemeyişinin dertleridir. Daha da kötüsü, Türkiye’nin modernleşmesinde kullandıklarının millî menfaatle uyuşmayışı gibi bir durumdur. Almanlar güçlü aristokrasileri olması sebebiyle hızla modernliğe intibak ettiler. Ruslar, güçlü bir aristokrasileri yoktu fakat 18. Yüzyıl’dan itibaren bir intelligentsia, bir aydınlar zümresi ürettiler ve bu aletle, bu zümrenin yardımıyla Batı’yla hesaplaşabilecek imkânlar geliştirdiler. Türklerin hem aristokrasileri yoktu, hem de Hıristiyan dünyayla irtibat kurabilecekleri bir intelligentsiaları olması imkânsızdı. Yani o zaman ulema zümresinin transformasyon geçirmesi gerekirdi, ne olacaktı Hıristiyan mı olacaklardı? Hiç anlaşılmaz bir şey. O yüzden Osmanlı Devleti modernleşmesini memurlar eliyle yapmak tecrübesine girişti. Ama 1571 yılından sonra Osmanlı devlet ricâli, bu modernleşmenin motoru olması gereken Osmanlı devlet ricâli, kendi devletlerinin çökeceğine inandıkları için bir türlü, ne intibak edebildiler, ne de içeriden bir güç teşkiline sebep olabildiler. Tanzimat paşalarından Keçecizâde Fuad’ın dediğini bilirsiniz. Baloda konuklar, Avrupa’nın en kuvvetli ülkesi hangisidir, diye konuşuyormuş. Sadrazam bu konuşmaya dâhil olarak, demiş: “Osmanlı Devleti!” Herkes şaşarak bakınca, “E, görmüyor musunuz, demiş, siz dışarıdan, biz içeriden hâlâ yıkamadık!” Bu bir şaka elbette, lâtife; ama her şakanın altında bir hakikat gizlidir. Gerçekten devletin ne yıkılmasını sağlayan, ne de yıkılmasını önleyen bir çare bulunabildi. Osmanlı Devleti içinde Türk mânâsız bir şey. Ne işe yarayacağı anlaşılmayan bir şey. Devlet adına bir yükseliş beklenmiyor, bir direniş asla akla getirilemiyor. O zaman Türk ne anlama gelebilir? Yani o zaman işte batan geminin malları diye, önce Hıristiyan tebaa kendi yaşadığı toprakların kendine hasredilmesi için faaliyete geçiyor. Ondan sonra kendine Türklük dışında bir isim bulmuş olan, ama Müslüman olan zümreler başlarının çaresine, ya da birlikte yaşadıkları insanların menfaatine birtakım dolaplar çeviriyorlar. Ve yok! Ama Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte bize bir millet gerektiği fikri vazgeçilmez bir fikir haline geliyor.

Türk tarihin neresinde, dediğimiz zaman bize Türk lazım mı, değil mi meselesini anlamamız gerekiyor. Yani bana Türklük lazım değil bana Müslümanlık yeter diyen birçok insan var. Bunlar dünyada yürüyen şeylerin neresinde olduklarını… Şimdi bir Türk icat edip onunla kendimizi ve başkalarını kandırmaya mı çalışalım? Böyle bir ihtimal var yani madem bize bir Türk lazım, bir yerden icat ederiz. Yani böyle bir Türk icat edip kendimizi kandırmak ve başkalarını da kandırmak imkânı var. Veyahut Türk olmaya koyulmak var. Şimdi böyle şey olur mu, diyeceksiniz. Sonradan Türk olunur mu, diye bir ses duydum. Bizi bir şekilde düşünmeye zorluyorlar. İnsan mesela dinini değiştirebilir fakat milliyetini değiştiremez, diye düşünüyoruz değil mi? İşte bunlar kafamızda karışıklık doğurduğu gibi aynı zamanda bizim ahlâkî vaziyetimizi de bir yerden mahrum bırakıyor. Yersiz, yurtsuz bir ahlâki vaziyet... Şimdi Türklerin Avrupalıları Avrupa’ya tıkmaları, tıkıştırmaları, sıkıştırmaları sonucunda ortaya çıkmış olan bir milliyet var. Böyle bir milliyet var. Yani Avrupa’da birtakım milletler var. Fransızlar var, Almanlar var, Britanyalılar var, İspanyollar var, İtalyanlar var, Polonyalılar var, değil mi? Şimdi bunların ne olduğunu biliyor muyuz? Bunlar, mesela, bunlar Çinliler gibi, Hintliler gibi, Araplar gibi birileri mi? Yoksa başka bir şey mi? Yani bu millet dediğimiz zaman bir fizyonomik müşterekliği mi anlıyoruz, yoksa bir kültürel yakınlığı mı anlıyoruz? Hangi ölçüyü esas alırsanız alın hiçbir milletin yekpâre olmadığını, tek parçalı olmadığını kolaylıkla fark edersiniz. Hangi ölçüyü ele alırsanız alın. En son 1945 yılında biten savaş dolayısıyla karşımıza çıkan Alman ırkçılığı bile bir yekpâreliği temsil etmiyordu. Yani Alman ırkçılarının, diyelim ki, en büyük düşmanı kimdi? Yahudilerdi diyeceksiniz, değil mi? Öyle mi? Yani görünürde öyleydi ama Gestapo şefi Himmler Yahudi’ydi. Yani öyle kimden, neden bahsediyoruz? Bir milletin millet olmasını temin eden tek şey onun hasmının kim olduğunun tayinidir. Bir millet hasmıyla var olur. Hatta isterseniz daha düzgün bir ifadeyle, düşmanıyla varolur. Ya da asla onun gibi olamayacağı bir şey karşısına çıktığı zaman bir millet kendisi olur. Yani bir yerde bir milletten bahsedecekseniz önce düşmanını görürsünüz, ondan sonra o millet görünür. O yüzden yani kavimlerle millet meselesini anlamak imkânsızdır. Türk Milleti’nin bütün tarih boyunca hasmı bellidir. Hangi kavme mensup olursa olsun kâfirler Türk Milleti’nin hasmı olagelmiştir. Onun için dilimizde açıkça yerleşmiş olan bir şey vardır. Soru her zaman “Türk mü, gâvur mu?” şeklinde sorulur. Yani hiç kimse “Türk mü, İtalyan mı?” diye sormaz. Türk mü, gâvur mu? Yani insanlar normal olarak, yani Türk’ü tanımak için ortada bir gâvur olması lazımdır. Onun için gâvur ortadan kalktığı zaman Türk buharlaşır gider. Eğer gâvur yoksa Türk hiç yoktur. Yani gâvurun olmadığı yerde Türk’ün olmasına imkân yoktur. “Oh, ne güzel! Ne gâvur var ne Türk var!” diyemezsiniz. Gâvur yoksa Türk hiç yoktur. Ancak bir yerde gâvur varsa, gâvur olmayanları ayırırsınız, onlar Türk’tür. Ama “Ben hem Türküm, hem gâvurum” diyorsa birileri, onlar… İşte…

Şimdi bütün olan biteni hepimizin mevcudiyet konusundaki tetkiki ile ilgili açıklanabilecek bir yönü var. Burada var olmanın bir estetik mesele olduğunu fark edilmesidir. Yani varlık konusunda bir belirginlik, var oluş konusunda bir hissiyat, mevcudiyet meselesinin hakikileşmesi dediğimiz şey tamamen bizim güzellik ile aramızdaki irtibata kenetlenmiş durumdadır. Güzellik konusunda nerede olduğumuz bizim var olup olmadığımız konusundaki esası ortaya çıkarır. Bu yüzden hayvan vasıflarımızın insan vasıfları haline kalbolması, inkılâp etmesi bizim aklımızı başımıza aldıktan sonra güzelle kurduğumuz ilişkide tecessüm eder. Bu bakımdan “Türk tarihin neresinde?” sorusunun, Türk’ün zevki ne kadar gelişmiştir, Türk zevk bakımından hangi vasfa nail olabilmiştir, meselesiyle birebir örtüşen bir şey olduğunu anlayabiliriz. Şimdi eğer sâlih olmayı, güzellik duygumuzun bir parçası değil, tamamı haline getirebilmişsek bu imtiyazın bizim elimizde olduğunu da gösterebilmiş oluruz. Böyle şeylerle insanlar uğraşırlar mı? Biz bu salonda bulunuyorsak bizden önce bazı insanların çok yüksek düzeyde estetik duruşlar sergilediği içindir bu. Birinci Dünya Savaşı’nda biz, işte Almanya, Avusturya bloğunun yanında savaşa girdik. Bu savaşın adına biz seferberlik dedik. Çünkü bütün o geçmiş yüzyılların varabildiği son nokta oydu ve Türk Milleti olarak tarih sahnesinden tard edilmemek için seferber olduk. Ve bu seferberlik başarısızlıkla sonuçlandı. Yani biz tarih sahnesinden silinmemek için seferber olduk ve bütün yaptıklarımız sonuç vermedi. Buna rağmen bugün hâlâ Türk diye bir şeyden bahsedebiliyorsak bunun sebebi, bütün o son dakikada dahi sâlih olmakla estetik olgunluğa erişmek arasında insanların fark gözetmeyişleriydi. Birlikte savaştıkları Alman askerleri konservelerini açıp kumanyalarını yerken bizim neferlerimiz başlarını öbür tarafa çeviriyorlardı! Onlara kumanya verilmiyordu, onlar açtılar. Ama hiçbir Türk askeri bu gâvurlar ne yiyorlar, diye bakmadı! Şimdi diyeceksiniz ki, bu nedir? Bu çok şeydir! Böyle insanlar bize bir vatan temin etti. Bu benim şu anda aklıma geliveren bir şey. Bunun çok yüksek örneklerini, yani sâlih olmakla güzel olmak aynı şeydir diye düşünen insanlar bir model ürettiler. Bu modelin farkında olanlar da millet olma yolunda şaşkınlığa düşmediler. Ama başarabildiler mi? Hayır. Biz hâlâ nokta halinde Türk olan insanlarız. Hâlâ bir Türk Milleti yok. Onun olmasını bir zaruret sayıyoruz. Böyle bir zarurete binaen de İstiklâl Marşı Derneği’nin bir şeyler yapmasını bekliyoruz. Yani gördüğünüz gibi bizim estetikten başka bir derdimiz yok. Biz sadece güzel görünmek, ama göründüğümüzün hakkını vermek istiyoruz. Bu güzel görünmenin neye denk düştüğü meselesi bizim çirkin gördüklerimiz tarafından bir istilâya uğradı. Yani biz çirkinliği düşman, gâvur saydığımız için kendimizin fark edilmesini sağlayacağız. Çirkinler bizim karşımızda olacak ve biz çirkinlerin çirkinliğini gösterdiğimiz kadar birilerinin gözüne bir şekilde görüneceğiz. Birilerinin gözüne ne şekilde görünebiliriz? Bize bildiriliyor ki “Mü’min, mü’minin aynasıdır.” Eğer Türk Türk’e bakıp kendini göremezse ortada imân yok demektir. Eğer Türk gâvura bakıp, “İşte şunun gibi olsam” dediyse Türk değildir. Demeye çalışıyorsa iş daha da kötüdür. Yani demek istiyor fakat bir türlü diyemiyor. O bakımdan bu çok ciddi bir mesele. Yani bir özenilecek, gıpta edilecek durumu olmayan insanın ne dünya hayatında, ne ahiret hayatında kârı olmayacak. Yani insan olarak hepimizin gıpta edilebilir bir şeyi uhdemizde bulundurmamız gerekiyor. “Sen onun o tarafına bakma, şu vasfını biliyor musun?” diyeceğiz birisi hakkında. Bu tabii satılabilir, mübadeleye konu edilebilir bir şey olmaktan tamamen uzak. Bu insanların hakikat bağıyla anlaşılacak bir şey. Yani bu hepimizin çok kolaylıkla anlayabileceği bir şey. Bizler kolaylıkla, bir şeyin hakikisinden ve sahtesinden bahsedebiliyoruz, değil mi? Her şeye bunu teşmil edelim.

Bilgi meselesi de bu ölçüye vurulabilir. İnsanların bilgi konusunda nerede olduklarını o bilgilerin hakikiliği destekleyip desteklemediği, sahteliğe imkân tanıyıp tanımadığıyla anlarız. Şimdi profesör diye bir kelime biliyoruz. Bilgi deyince böyle bir şey hemen akla geliyor. “Adam pet şişenin profesörü olmuş” diyorsun değil mi? Şimdi bu bilgi meselesi de hakikilik ve sahteliğin iç içe geçtiği bir meseledir. Fransızlar normal olarak öğretmen için “professeur” derler. Yani ilkokul öğretmeni de olsa o profesördür. Ama İngilizce’de “professor” dediğimiz zaman yüksek akademik bir kariyer ya da makam anlaşılır. İngilizce’de bir de “professing” diye bir deyim vardır. Bu da biliyormuş gibi yapmak demektir. “He is professing!” Meselelerin tümünde bizim arayacağımız şey kendi hakikiliğimizdir. Kendimizin ne kadar hakiki olduğu, kendimizin ne kadar numaracı olduğu, karşımızdakinin hakikiliğiyle, onunla kurduğumuz irtibatla birebir alakalı. Yani biz eğer hakikilik derdini çekmiyorsak şimdilik millete bu şekilde görünmekle işi idare ediyorsak o açıdan bütün düzeni de etkileriz. Yani kötü kötüleştirir, iyi iyileştirir. Birini iyileştirmek için iyi olmamız kâfidir. Birine kötülük yapmak için kendimizin kötü olma ön şartı vardır. Hiçbir zaman yıkılmamış olan yıkıcı olmaz. Biliyorsunuz, en iyi müdafaa taarruzdur diye bir laf vardır. Yani insanların başkalarına karşı hareket etmeleri, başkalarını tahrip etmek üzere hareket etmeleri kendi acizliklerinin, kendi korkularının, kendi çaresizliklerinin bir uzantısıdır. Onun için Müslümanlar hiçbir zaman saldırmazlar. Bir kâfir ve bir Müslüman cenk etmek üzere karşı karşıya geldiği zaman dahi, Müslüman cengâver çeker kılıcını ve şöyle seslenir: “Hamle et ya kâfir!” Çünkü hiçbir zaman ilk hamleyi o yapmayacaktır. Müslüman sadece engellerle savaşır. Müslüman kendisinin sâlih olması karşısında konan engellerden, kendisinin güzelliği tanıması karşısında konan engellerden başkasıyla savaşmaz. Anlatabiliyor muyum? Yani Müslüman her halükârda, ne olursa olsun savaşır diye bir şey yok. Biz ne diyoruz: Kâfire karşı çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Kâfirle çatışan Müslüman’a Türk denir, demiyoruz. Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir, diyoruz. Cihad’ın aslı da budur. Cihad, İlây-ı Kelimetullah için yapılır. İnsanlara Allah’ın Kelâm’ının bildirilmesi. Bu bir vazifedir. İnsanlar İslâm’a davet edilir. Ama İslâm’a davet edebilmek için Müslüman olmak zaruri bir şeydir. Anlatabiliyor muyum? Yani adamı sen Müslümanlığa davet ettin, o da kabul etti. Bunun üzerine ne yapacaksın, başını yine de vuracak mısın? Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) son dakikada Kelime-i Şahadet getiren insanları öldüren Müslümanlara hiçbir zaman güler yüz göstermedi. Ve onlar izah etmeye çalıştı: “Ya Resûlullah, o canını kurtarmak için söyledi!” İyi ya, daha ne olsun? Lâilahe İllallah Muhammeden Resûlullah’ın ilk faydası odur ki, boynu kılıçtan kurtarır. Bu adam yalancıktan söyledi, canını kurtarmak için! Tabii ki, e ne güzel işte canını kurtarmak için söylemiş, değil mi? O yüzden bütün mesele tabii ki gelip bizim yaşama imkânlarımıza dayanır. Ama hareket noktamız güzellik olmadıkça hareket noktamız estetik olmadıkça bizim hakikiliğimiz konusunda hiçbir delil getirilemez. Yani eğer hakikatle irtibatlı olduğumuzu iddia ediyorsak, birisi bize “Senin güzellikle alakan ne?” diye sorduğu zaman verecek cevabımız olması lazım. “Ben güzellikle ilgiliyim, şu şu şu sebepten ya da şu şu şu şekilde” diyebilmelidir. Bunlar olmadığı zaman ortada namussuzların namussuzlara kendilerini şirin göstererek haksızlık yaptıkları bir darmadağın ortam çıkar ki bu herkesin aleyhine olan bir şey.

Saat sekizi on geçiyor. Ben iki saattir konuşuyorum. Yarın yine konuşacağım. Ümit ediyorum ki, sizin kafanızda, eğer yarın beni dinlemeye gelecek olanlar varsa, “Bakalım bu adam lafı nereye bağlayacak?” -gerçi burada bağlamadığımız şey kalmadı ama- sorusunu sorduracak bir şeyler söyledim sanıyorum. İsterseniz burada son verelim. Yarın akşam devam ederiz.

17 Mayıs 2008, Konya

Kâfirlerden Kaçırılmış Metin: "İstiklâl Marşı"

İSTİKLÂL MARŞI, TIPKI CUMHURİYET TÜRKİYESİ GİBİ, KÂFİRLERDEN KAÇIRILMIŞ BİR METİNDİR.

Hududu Aşmak, Hududu Korumak

Genel Başkanımız İsmet Özel'in 10 Nisan 2010 Cumartesi günü Kırıkkale'de yaptığı "HUDUDU AŞMAK, HUDUDU KORUMAK" başlıklı konuşmanın metni

Of Not Being A Jew - Yahudi Olmamak Hakkında

Genel Başkanımız İsmet Özel'in 25 Ağustos 2011 Perşembe günü akşamı Bağlarbaşı Kültür Merkezinde "OF NOT BEING A JEW" kitabı ile ilgili yaptığı konuşma.

Hududu Aşmak, Hududu Korumak

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, Kırıkkale'de 10 Nisan  2010 tarihinde  “Hududu Aşmak, Hududu Korumak” başlıklı bir konuşma yaptı.

İstiklal Marşı'nın Hayatımızdaki Yeri (19 Mart 2011, Bayrampaşa)

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel 19 Mart 2011 tarihinde Bayrampaşa’da “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.

Ne Kaçaklara, Ne De Oturaklılara Marş Gerektir

Adana Şubemizin açılışının ardınan Genel Başkanımız İsmet Özel'in yaptığı "Ne Kaçaklara, Ne De Oturaklılara Marş Gerektir" başlıklı konuşmanın metni