Direniş ve Atılım

Direniş ve Atılım

Merhabalar,

Konuşmama başlamadan önce bir hususta anlaşmamız gerek; eğer bu konuda anlaşamazsak ben burada boşuna konuşmuş olurum. Bu yaptığımız şeyin ne olduğunun adını koymamız lazım. Burada bir kitap fuarı var, böyle bir şey diyorlar ve burada bir hafta boyunca birçok konuşmacı konuştu. Yani ortada bir kuruluşun bir faaliyeti var ve bu faaliyetin bir kısmını da benim konuşmam teşkil ediyor. Meseleyi böyle alıyorsanız benim size söyleyecek hiçbir şeyim yok; benim yaptığım böyle bir şey değil. Yani ben burada size izleyicisi olduğunuz “show” içinden hitap etmiyorum. Eğer burada konuşuyorsam, Türkiye’de yaşayan ve bu memleketin akıbeti ile kendini doldurmuş birisi olarak konuşuyorum. “Biz de öyle değil miyiz” diyeceksiniz, onu göreceğiz... Beni ne olarak dinlediğinizi sizin kendinizin de, bilmeniz gerekiyor. Yani burada konuşma yapmaya razı olmuş biri olarak ben, bir şekilde adını duyurmuş da size hitap eden, size hitap etme çerçevesi içine sokulmuş bir adam değilim. Söyleyeceğim şeyler de bu dünyanın daha keyifli yaşanmasına yarayacak şeyler olmayacak. Yani ben sizin gönlünüzü eğlendirmeye gelmedim buraya; elimden gelirse huzurunuzu bozmaya, canınızı sıkmaya ve sinirlerinizi germeye geldim.


Ben 1944 doğumluyum ve 1950 yılında ilkokula başladım. Ben doğduğum sırada Amerikan askerleri Almanya’yı işgal etmek üzere Almanya sınırını geçmekteydiler. İlkokula başladığım sırada Demokrat Parti iktidara geleli dört ay olmuştu ve ben lise ikinci sınıfta iken 27 Mayıs 1960 İhtilâli oldu. Sıraladığım tarihlerden anlaşılacaktır k,, ben bütün ömrümü, “Türkiye bundan sonra böyle olmayacak... ve hatta bilhassa olmamalı...” duygusuyla yaşadım, hâlâ aynı duyguyu içimde taşıyorum ve bununla ilgili hissiyatımı size aktarmak istiyorum. Şimdi insanlar, asırlar boyunca maruz kaldıkları mahrumiyet sebebiyle ellerine yeni geçen bazı şeylerin çok önemli ve değerli olduğunu sanabilirler. Türkiye’de en çok yaşanan şey budur. Bu yaşanan şeyin hakkını vererek mahiyetini size anlatmam çok üzün sürer. Onun için ben mümkün olduğu kadar kestirme bir yol tutturmaya çalışacağım ve size içinde bulunduğumuz durumun vahametinden bahsedeceğim. Çünkü şu günlerde bazı şeyler konuşuluyor, biliyorsunuz. İşte Kahire’de Amerikan başkanı bir konuşma yapmış, onu konuşuyorlar. Bizim Suriye sınırımızdaki mayınların temizlenmesi konusunda bir şeyler konuşuyorlar. Daha başka birçok şey de konuşuluyor. Ama sizin fark etmediğiniz, dikkatinizi çevirmediğiniz bir şey var, o da: Zihinlerinizin husûsen çarpıtıldığı... Ve bu çarpıklığın düzgünlük, düzgün olma ihtimalinin de sapıklık olduğunu öğretiyorlar size. Şimdi, şu mayınların temizlenmesi meselesini düşünün: Güney sınırımızdan mayınlar temizlenecekmiş. Şimdi burada dikkat ederseniz tartışma yaratanlar diyorlar ki: “Kimsenin mayınların temizlenmesine bir itirazı yok.” Öyle değil mi? Sanki bu, Allah’ın emri… O mayınlar niye temizleniyor, asıl itiraz o olması lazım. O mayınlar oraya niye konmuş, süs olsun diye mi konmuş? O mayınların oraya konulmasının sebebi ne zaman ortadan kalkmış? Bunu konuşmuyorlar… Onun için size, “Mayınlar temizlenince, işte, arazi köylülere mi verilsin, İsrail’e mi verilsin?” meselesini tartıştırıyorlar. Böylece, yanlış üzerinde yoğunlaşmanızı sağlıyorlar. Yani her konuda size çarpıklığın düzgünlük, düzgünlüğün ise sapıklık olduğunu telkin ediyorlar ve bunu da aralıksız yapıyorlar. Şimdi bizim nerede yaşadığımız, kim olduğumuz meselesi bu arada güme gidiyor. Mesela size şu anda dünyada tek kutuplu bir dünya olduğunu anlatıyorlar, değil mi? Çünkü 1945 yılından itibaren dünyanın çift kutuplu olduğunu yutturdular bir kere. Ondan sonra, “Soğuk savaş bitti.” diye bir şey söylediler 1990’da. Yani soğuk savaş devam ederken, “Bir tarafta Doğu bloğu ya da komünist dünya, diğer tarafta hür dünya veya Batı bloğu var...” diyorlardı.  Bunlar birbirleriyle çatışıyorlardı güya... Bu da tıpkı mayınlar konusunda olduğu gibi, insanları bir şeye razı etmek üzere söylenmiş büyük bir yalan. Hepinizin bildiği gibi, bir yalan ne kadar büyükse o kadar inandırıcı oluyor; insanlar küçük yalanların hemen farkına varıyorlar. Şimdi bugün dünyada, -tek kutuplu olduğu söylenen dünyada- problemin ne olduğu, problemi çıkaranlar tarafından tekrar tasrih ediliyor, diyorlar ki: “Amerika Birleşik Devletleri bir imparatorluk kurma hevesinden vazgeçsin; dünyada iyi komşu ve yardımsever komşu rolünü oynasın.” Öbürleri de diyorlar ki: “Hayır! Bu kadar imkânı elinde bulunduran ve dünyanın en büyük askerî gücünü harekete geçiren unsur tabii ki istediğini yapabilsin.” Bu iki tez birbiriyle çatışıyor. Yani Amerikan gücü dünyada bir “imperium” olarak mı belirsin yoksa Amerikan gücü bütün dünya milletlerinin iyi ve yardımsever komşusu olarak mı yaşasın? Türkiye’de tabii ki bu ikincisinin iyi olduğunu düşünüyorlar. Öyle  sırıtarak da, zaten diyorlar, Amerika Birleşik Devletleri için, “Irak’ta olduğuna göre komşumuzdur zaten” diyorlar. Netice itibariyle Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın nasıl şekilleneceğine dair yegâne belirleyici unsur olduğu fikri, bu tartışma sebebiyle kabul görmüş oluyor.  Yani herkes herkesle çatışıyor. Birisi diyor ki: “Amerikan İmparatorluğu olsun.” Öbürü de diyor ki: “Hayır, olmasın...” Bunlar sanki zıt fikirleri söylüyorlarmış gibi birbirleriyle uğraşıyorlar. Ama bu arada dünyanın şekil almasında Amerika Birleşik Devletleri’nin yegâne belirleyici olması, münakaşa eden herkesin kabul ettiği ve de savunduğu bir şey oluyor. İnsanlar kendi tezlerini kabul ettirebilmek için Amerikan gücünü savunmak mecburiyetinde hissediyor kendilerini. Şimdi bir şeyleri anlamak için kullandığımız kavramlar, kelimeler o şekilde yönlendirilmiş ki, biz saçma sapan yaklaşımları en akla yakın görüşler olarak kendimize ait sanıyoruz. Bizler, kim olduğumuzu ve nerede yaşadığımızı, günümüzün meselelerinde işe el koymuş olanların bize öğrettiklerinin dışında bir yerde öğrenmemiz lazım. Bunun için de iyi durumun, kötü durumun ne olduğu hakkında bir sarahat edinmemiz lazım. Mesela şimdi Türkiye’de daha demokratik bir hayatın bütün toplumun hayrına olduğuna dair bir kabul var. İnsanlar, daha demokratik bir hayatımız olursa işler iyiye gidecek diye bir düşünceye sahipler. Burada önce “Demokrasi tabii ki iyi bir şeydir.” diye kabul ediyoruz, ondan sonra da, “Eh, madem demokrasi iyi bir şey, öyleyse demokratik bir düzenleme de hepimizin işine gelir.” diye düşünüyoruz. Bunu hiç kimse sorgulamıyor... “Bu demokrasi dediğin şey ne oluyor, yani hakikaten dedikleri kadar iyi bir şeyse demokratik dediğin ülkelerin bu durumu nedir?” diye sormuyor insanlar. Ama sormamalarının sebebi de, dünya üzerinde “iyi hayat” diye bildikleri şeyin İslâmî bir hayat olduğunu bilmemeleri ile alâkalı. Yani insanlar insani hayat diye bildikleri şeyin gerçekten insani hayat olup olmadığını tartışmamış olmakla bu demokrasi meselesinde bir tongaya düşüyorlar.

Şimdi, biz nerede yaşıyoruz ve kimiz? Bu meseleyi kafamızda bir netleştirmemiz lazım. “Türkiye’de yaşıyoruz” dersek doğru söylemiş olur muyuz? Bence evet,  Türkiye’de yaşıyoruz. Peki, Türkiye’de yaşadığımıza göre Türkiye’de “Türk” olarak mı yaşıyoruz yoksa Türklerin boyunduruğu altında mı yaşıyoruz? Yani bu da ciddi bir mesele, öyle değil mi? Eğer burası Türkiye ise, burası Türklerin memleketi demektir. Türklerin memleketinde “Türk” olarak mı yaşıyoruz yoksa madem burası Türklerin memleketi, Türklerin boyunduruğu altında mı yaşıyoruz? Tabii eğer kendimiz kendimizi Türk olarak adlandırmıyor isek... “Ses çıkarma; biz öyle deyip geçiyoruz.” diyerek de meseleyi halletmeyi düşünebiliriz. Bu konuyu netleştirmeden önce, netleştirebilmek için, netleştirme hazırlığı içinde nerede yaşadığımızı tarihin şekillendiği atmosferde anlayalım:

Bu bizim yaşadığımız toprak parçası dünyada ilk defa bizim vatanımız olmuş, vatan olmasından sonra hiç işgale uğramamış ve vatan olabilmek için son uğradığı işgal teşebbüsünü sona erdirmiş olan toprak parçası. Dünyada böyle başka bir toprak parçası yoktur. Yaşadığımız topraklar XIII. asırda dârü’l-İslam olmak suretiyle vatan oldu ve XIII. asırdan XX. asrın ilk çeyreğine kadar hep vatan olarak kaldı. 1918 yılında vatan olmama tehlikesi ile yüz yüze geldi ve bu tehlikeyi bertaraf ederek yeniden “vatan” oldu. Biz, işte böyle bir toprak parçasında yaşıyoruz, bunun böyle olmadığını söylemek için buranın Türkiye olmadığını söylemek lazımdır. Benim söylediğimin yanlış olduğunu ancak bu yaşadığımız toprakların Türkiye olmadığını söyleyerek ispat edebilirsiniz. Ama bu toprakların adı Türkiye kaldıkça bu söylediğim, sağlam bir önermedir. Türkiye XIII. asırda dârü’l-İslam haline gelmek suretiyle yani Hıristiyanların elinden alınarak vatan olmuş ve sonra Hıristiyanların eline geçme tehlikesini bertaraf ederek yeniden vatan olmuştur. Bunun başka bir izahı yoktur. Bu toprakların neresi olduğunun böylece bilinmesi lazım... Şimdi bu, benim gibi insanların lehine bir durum. Çünkü ben kendimi bir “Müslüman” olarak adlandırıyorum, daha doğrusu Allah’ın bana verdiği adı memnuniyetle benimsiyorum. Benim gibi insanların bu tasvirden memnun olması çok normal. Çünkü bu toprakların dârü’l-İslam olması demek, bu topraklarda benim sözümün geçmesi demek. Ben Müslüman’ım madem ve bu topraklar da dârül İslam, o halde bu topraklarda önce benim sözüm geçiyor demektir. Yani benim vatanım derken, benim sadece doğup büyüdüğüm, hayatımı devam ettirdiğim yer manasında değil; aynı zamanda etkili ve yetkili olma gücünü elinde bulundurduğum yer demek istiyorum.

“Böyle olmasın...” diyor şimdi bazıları. Diyorlar ki: “Öyle şey olmaz; burada yaşayan herkes diğerine eşittir.” Ben de öyle saçma şey olmaz, diyorum. Yani, diyorum ki, burada yaşayan herkes diğerine eşit olsaydı burası vatan olmazdı, olmayacaktı. Yani bu topraklar üzerinde, bir Müslüman Hıristiyan’la eşitse eğer, onun Müslümanlığından bahsetmek zor; gayrimüslim ve Müslüman birbirine eşit ise bunlardan bir tanesi dininden çıkmış demektir.  Meseleyi daha iyi anlamak için, “Gerçekten burada hayat hakkı nasıl sağlandı?” meselesini netleştirmemiz lazım. Şimdi birileri “hayat hakkı” ileri sürüyorlar. XIII. asırda burada yaşamak için İslami esasların hükümranlığını kabul etmek, hayat hakkının temeliydi. Gayrimüslimler de -bunu kabul ederek- hayat hakkına sahip idiler. Sonra bu iş 1839’da değişti; 1839 yılına kadar hiçbir gayrimüslim bir Müslüman’ın önünden atlı olarak geçemezdi. Atından inmek, atını dizgininden tutmak,  orada bulunan Müslüman’ı geçtikten sonra atına yeniden binmek durumundaydı.  Yani hiçbir gayrimüslim, at üstünde Müslüman’ın önünden geçemezdi, 1839 yılına kadar. Bu tabii ki eşitsiz bir durum... Dediğim gibi, bu eşitsizlik benim işime geliyor; çünkü ben Müslüman’ım. Yani ben kendimi hiçbir şekilde bir gayrimüslimle eşit sayamam; çünkü onun hukuku benim hukukumun altında kalır. Altında kaldığı için, kalmaklığı sebebiyle, benim bir vatanım oldu. Tarihte bu vakıa tekerrür etti. İstiklâl Harbimiz yerküre üzerinde Türk toprağı var mıdır, yok mudur, sorusuna cevaptır. Bütün bunları yerli yerine oturtabilmek için bu toprakların yaşadığı macerayı iyi bilmek lazım. Bundan sonra burada bir şey olacak mı, olmayacak mı, tekrar düşünebilmek lazım. Bunları insanlar size anlatmıyorlar;  çünkü bu süreç içinde bir şeyler değişecek ve zaten şu anda da hukuken pek çok şey değişmiş durumda. Ve bir zaman sonra oldubitti karşısında kalınacak ve bitti... İnsanlar o zaman başlarının çaresine bakacak. Ya İslâmî kimliklerini bir yerde bırakacaklar veyahut onların, GAYRİ-MÜSLİM otoritenin kabul ettiği bir İslâmî kimliği üzerlerinde bulunduracaklar. Ama şu anda sürmekte olan iş doğrudan doğruya Türkiye’nin bir İslâmî varlık sahibi olmaktan vazgeçmesi sürecidir. Onun için zırt pırt “laiklik” deyip duruyorlar,  eğer söyledikleri bu şey gâvurluk değilse. Ve insanların gözünü o kadar korkutmuşlar ki; yani işte laikliğe aykırı falan filan olduğu zaman çok kötü bir şey yapmış gibi oluyorsun. Hâlbuki bu “laiklik” dedikleri şey, 1929 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kabul ettiği altı oktan biridir sadece. 1929 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası kendi doktrinini belirlemiş ve bunları devletçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, cumhuriyetçilik ve inkılâpçılık olarak tespit etmiş. Bu altı ok 1937 yılında -çok marifetli bir şekilde- anayasaya girmiş. Daha öncesi yok; o zamandan beri bundan haberdarız. Türkiye’de, “Ben milliyetçi değilim.” dediğiniz zaman hiç kimse size “vay namussuz” demiyor, değil mi? Ama bu da tıpkı laiklik gibi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı okundan birisi. Hele bir de bugün “Ben devletçiyim.” de; o zaman hemen kafana bir şeyler atıyorlar. Hâlbuki bu da “laiklik” gibi diğer maddelerden biri. Bütün bu altı oktan diğer beşi kolaylıkla, “Boş ver şunları...” dedirttiğin şeyler; ama “laiklik” için aynı şeyi dedin mi, senin işin bitik. Onun için bizim bu hafifliği reddetmemiz lazım.

Biz ancak küçük insanlar olmayı kabul etmediğimiz zaman kendi başımızın çaresine bakabiliriz. Eğer küçük ve ancak himayeyle yaşayan insanlar isek o zaman milletçe başımızın çaresine bakmamız diye bir şey bahis konusu değil. Onun için şimdilerde, “Birilerinin hakları yendi, onlara haklar verelim.” diyorlar. Mesela “Alevilerin hakları yenmiş; onlara haklar verelim.” diyorlar. Ben de diyorum ki: “Bunlara haklar vermek şöyle dursun; eğer bunlar hayırlı bir iş yapmakta iseler hepimiz Alevi olalım.” Eğer o zaman bu mesele Türkiye’de daha müspet bir alana taşınabiliyorsa boş verelim Sünniliği; hepimiz Alevi olalım. Buradan bir şey çıkacaksa eğer... Yok, eğer çıkmayacaksa o zaman kimin ne hakkından bahsediyorsunuz. Ama sizin, “İnsanların kanuna karşı hile yapma hakkı vardır...” gibi bir düşünceniz ya da iddianız varsa ve bunu da savunabiliyorsanız bu da buna benzer bir şey. ABD’de mesela böyle bir şey oluyor; ABD’de “lobicilik” yasal bir şey. Yani Amerikan Senatosu’nda gidip kendi şahsi menfaatiniz için bir senatörü satın almanız yasaldır. Diyorsunuz ki: “Benim şöyle bir işim var, bu iş pek de sağlam ya da doğru bir iş değil ama sen bunu senatoda benim için savun, al sana da şu kadar para.” Bu, ABD’nin kanunlarına göre meşru bir şey. Böyle bir düzenlemenin Türkiye’de de yapılmasını istiyor musunuz? Mesela “O memleketlerde olan şey bizde de olsun, bizde de lobicilik olsun, parayı bastıran istediği kanunu çıkarsın...” Böyle bir şey diyor musunuz? Demiyorsunuz ve denilmesini de mantıklı bulmuyorsunuz. Demek ki, her durumu yerinde değerlendirmemiz gerekiyor. Hem, bir fikri savunuyorsak o fikrin gidebileceği en uç noktada da o fikri savunuyor olmamız lazım. Yani doğru bildiğimiz şey “biraz doğru” ise doğru değil demektir. Benim yazı başlıklarımdan birisinin ifadesi şöyledir: “Doğrunun Yarısı Yanlışın Tamamıdır.” Bir şey “biraz doğru” ise “yanlış” demektir. Bir şeyin “tamamen doğru” olması lazım. Tamamen doğru olmayan bir şey “biraz doğru” olmaz. Hiçbir kadın “biraz hamile” olmaz.

Şimdi... Bizim meselemiz daha demokratik bir ülke mi olmak yoksa bu ülkenin dünyadaki diğer ülkeler yanında hesaba katılır bir değerinin doğması mı? Bu 780 bin kilometrekarenin mânâsı her şeyden önemli, bu 780 bin kilometrekarenin ne mânâya geldiğini anlamadığımız zaman bir çıkış yolu bulamayız. Ama “Çıkış yolu arayan kim?” diyebilirsiniz; çünkü Türkiye’ye zarar vermek isteyenler bu zararın bu ülkede yaşayan insanlar tarafından kabul edilmesini sağlamak üzere birçok harcama yapıyorlar. İnsanlar da bu harcamalar lehlerine göründüğü için bu mekanizma böyle yürüyüp gidiyor. Şu anda işte Kocaeli’nde ilk defa bir kitap fuarı oluyor. Siz, “Eskiden böyle bir şey yoktu; bak ne kadar iyi oldu. İsmet Özel de geldi konuştu, bu fuar olmasaydı geleceği var mıydı?” diyebilirsiniz. Bunlar bizim “çocuk akıllı” olmamızla alâkalı şeyler. Yetişkin insanlar balonla ve bilhassa uçan balonla kandırılamayan insanlardır. Ama böyle fuar balonlarıyla kandırılıyorsanız hâlâ çocuk akıllı kalmışsınız demektir. Şimdi, çok şematik olarak durumumuzu size tasvir etmek istiyorum: Biz nerede bulunuyoruz ve kimleriz? Biz biraz önce söylediğim gibi XIII. asırda dârü’l-İslam olmak suretiyle vatanlaşmış bir toprakta yaşıyoruz. Bugün Türkiye diye bildiğiniz topraklar dârü’l- İslam haline gelmeden önce kimsenin vatanı değildi; sadece birileri tarafından idare edilen yerlerdi. Hititler gelmiş idare etmiş, Persler gelmiş idare etmiş, Grekler gelmiş idare etmiş, Roma gelmiş idare etmiş, Bizans gelmiş idare etmiş, Osmanlı gelmiş idare etmiş. Yani, bugün bizim Türkiye olarak bildiğimiz yer Osmanlı’dan elimizde kalan son toprak parçası değildir. Burası XIII. asırda Türkler tarafından dârü’l-İslam haline getirilmiş olan vatandır. Tecelli o şekildedir ki, burası XX. asrın başında yeniden vatan olabildi; çünkü bu topraklar dârü’l-İslam haline geldikten sonra İslam’ın muteber alanları oldu. Bizim önce diyar-ı Rum olarak kabul ettiğimiz bu topraklar İslam beldesi haline geldiği zaman Bağdat-Şam-Halep hattında, mihverinde İslam ana bölgesi olan şey bugün yaşadığımız topraklara doğru kaydı. Hele de İstanbul’un alınmasıyla beraber, 1453’ten sonra bu iş tam yerine oturdu. Ben bir televizyon konuşmasında, uzun yıllar Suudi Arabistan’ın petrol bakanlığını yapmış olan Zeki Yamânî’den şunu işittim, dedi ki: “Mekke’de eğer bir şey çok gösterişli ve aynı zamanda çok yüksek kalitede ve değerli ise biz ona İstanbûlî deriz, Ceketin de pek İstanbûlî imiş...” gibi. Bu neden böyle oldu? Çünkü dediğim gibi İslam’ın muteber alanları bizim yaşadığımız bu topraklara kaydı. Bu durum aynı zamanda Avrupalıların iklim bakımından elverişsiz, verimsiz ve insan ilişkilerinin çok vahşice olduğu bir toprak parçasına hapsolmaları mânâsına da geldi. İslam’ın muteber alanlarının bizim yaşadığımız yere nakledilmesi, Avrupalıların Avrupa’ya mahkûm olmalarıyla sonuçlandı. Biz bu sonuca onları oralara sürmek kastı güderek yapmadık; sadece kendimizin kıymetini bildiğimiz için yaptık. Kendi kıymetimizi bildiğimiz için dünyanın en kıymetli yerinde, hayatın akışına en elverişli tempoyu uyduran insan ilişkilerini ihdas ederek bir yaşama çerçevesi edindik.  Bu, Avrupa’nın elbette husumetini çekecekti. Ve bir şekilde Türk dünyasını etkisiz kılabilmek için Avrupa kıtasında bir hareket başladı. Önce, “Neden bu Türkler bu kadar parlak durumda?” sorusunu kendilerine sordular. Bu sorunun cevabını aramak üzere yaptıkları tüm işlere bugün “Rönesans” deniyor. Avrupalıların Rönesans dedikleri şey, Türklerin parlaklığının sebebini keşfetmek üzere kendilerini vakfettikleri işlerin bir sonucunda meydana gelen şeydir. Rönesansı “Reform” takip etti. Bu da “Madem Avrupa’da yaşamaya mahkûmuz o halde niçin bu tefessüh etmiş Kilise’nin boyunduruğu altında kalacağız?” sorusuna cevap olmak üzere dört koldan(Henry VIII, Luther, Calvin, Zwingli) yürütülmüş bir harekettir. Netice itibariyle Avrupa’da başlayan bu gelişme Türkleri tabii ki etkisiz ve sonunda da yetkisiz kılabilmek noktasına kadar geldi. Bunun XIX. asırda Sanayi Devrimi’yle beraber doğan bir de maddi gücü de var. Bu maddi güç tabii ki bizim gibi Avrupadakinden farklı bir yapıda rahat eden insanları tesir altında bıraktı; ama kendimize güvenimiz ortadan kalktıkça biz elimize geçenle yetinme gibi bir seviyesizliğe razı olduk. Hiçbir zaman Avrupa’nın kendi imkânlarını kullanarak bize tahakküm etmesi meselesine bir cevap temin etmeye çalışmadı bu ülkede yaşayan insanlar, bu ülkede yaşayan insanların yöneticileri.  Sonuç 1918 yılında İslam’ın bir siyasi organizasyon ve bir askeri güç olarak dünya tarihinden tardedilmesi noktasına vardı. 1918 yılında biz savaşı kaybeden tarafta olduğumuz ve aynı zamanda Mekke ve Medine’yi müdafaa edemeyecek durumda kaldığımız için İslam bir siyasi organizasyon ve bir askeri güç olarak dünya tarihinden tardedilme tehlikesiyle yüz yüze geldi. Bu kültürel anlamda bir bakıma oldu ve bitti sayıldı; ama İstiklâl Harbi’yle işler fiilen tersine döndü. Ne oldu? Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılması suretiyle dünyada İslam’ın askeri güç olarak sıfır olmadığı ispat edilmiş oldu. Müslümanlar topraklarını canları pahasına elde tutma iradesini gösterdiler ve bunu bütün dünyaya kabul ettirdiler. 22 gün 22 gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesi’nde dokuz alay komutanımız şehit oldu. Düşünün! Bu böyle bir şey ve bu durumun vardığı sonuç, 1920 yılında açılan TBMM’nin Teşkilât-ı Esasiye Kanunu 1923 yılında değişiyor. Nasıl değişiyor? 1923 yılında Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesi “Türkiye devletinin idare şekli cumhuriyettir.” oluyor. 2. maddesi ne oluyor? “Türkiye devletinin dini, din-i İslam’dır.” Bu hüküm, ‘Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır’ hükmü 1921 Anayasası’nda - o Teşkilât-ı Esasiye Kanunu sonra Anayasa olarak kabul ediliyor- ve Cumhuriyet’in ilânından sonra 1924 Anayasası’nda da bu hüküm aynen muhafaza ediliyor. Ne zamana kadar? 1928’e kadar. Neden 1928’de değişiyor bu hüküm, daha doğrusu Anayasa’dan çıkarılıyor? Çünkü 1928’de Harf İnkılâbı oluyor. Eğer Anayasa’da “Devletin dini, din-i İslam’dır.” maddesi duruyor olsa hangi cesaretle İslam harflerini kaldırabileceksiniz! İslam harflerini kaldırabilmek için bu hüküm Anayasa’dan çıkarılıyor. Demek ki biz dilimizle beraber dinimizi de    -külliyyen kaybetmesek bile- okka altına bırakmış oluyoruz.

Bunu uzun uzun konuşmak lazım tabii ki; ama önce bizim     -bir çerçeveyi temin etmek için- Cumhuriyet’ten sonra halimizin ne olduğu meselesini iyi anlamamız lazım. Tamam, cumhuriyet ilân edildi, inkılâplar oldu ve Türkiye 27 sene tek partiyle yönetildi. Sovyetler Birliği nasıl Komünist Partisi tarafından, İtalya nasıl Faşist Parti tarafından ve Almanya nasıl Nasyonal Sosyalist Parti tarafından tek partiyle idare edildiyse Türkiye de 27 sene -önce Cumhuriyet Halk Fırkası dedikleri sonra- Cumhuriyet Halk Partisi adını alan –işte, altı okundan biri “laiklik” olan- partiyle idare edildi. Ve -hepinizin bildiği gibi- Cumhuriyet Halk Partisi il başkanları aynı zamanda o vilayetlerin valileri idiler, böyle bir idare vardı. Bu 27 yıllık Tek Parti yönetimi neydi, ne değildi, bunu anlamak için dünya şartlarının zamana göre aldığı şekli fark etmemiz lazım. Dünyada Türklerin tesirini yok etmek üzere harekete geçen mekanizma bir sistem teşkil etti. Bu sistem önce XIV. asırda İtalyan site devletlerinde başladı. XVII. asırda metropolünü Hollanda’ya taşıdı. Arkasından sistem daha iyi, daha etkili çalışabilmek için merkezini Londra’ya taşıdı. İşte biz dünya sisteminin merkezi Londra’da iken İstiklâl Harbi’ni verdik. Ve Britanya merkezli dünya sistemi bizim topraklarımızda bir siyasi organizasyonun faaliyet göstermesine –sistemin başına bela açmamak şartıyla- rıza gösterdi. Bir dünya sistemi var ve bu dünya sistemi I. Dünya Savaşı’nın sonunda kendisiyle zıtlaşan unsurları tasfiye ediyor ve o sistem kendisine bela çıkarmayacak -aynı zamanda daha ileride kendi dişlerini geçirebilecek kadar şişmanlayacak- rejimler üretiyor. Bunlardan ilki Sovyetler Birliği’dir. Rusya’da dünya sisteminin işleyişine bela olmayacak bir rejim daha savaş bitmeden kuruldu. Akabinde Faşist İtalya kuruldu. Sonra onu Türkiye Cumhuriyeti takip etti. En geç Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi 1933’te iktidara geldi. Aynı yıl biz Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarını yapıyorduk.

Ama bu sistem, Hitler Almanyasının meydan okumasını bertaraf ettiği zaman yeni bir aşamaya geldi. İşte bu aşama 1944’te sistemin mekanizmasını esasından değiştirdi. Savaş daha bitmemişti, 1944 yılında Bretton Woods şehrindeki toplantılarda, dünyada geçerli olan altın para sistemi ortadan kaldırıldı; yerine “dolar” kondu. 1944! O tarihe kadar bütün bankalar ellerinde, çıkardıkları banknot değerinde altın bulundurmak mecburiyetindeydiler. Yani insanlar ellerindeki banknotu yani banka notunu bankaya geri götürüp “Altınımı ver!” diyebilirlerdi. Hatta Sterlinler üzerinde açıkça, “İngiltere bankası size bu kadar altın vermeyi tekeffül eder.” diye de yazıyordu. Kâğıt para demek, altın paranın hükmünü yürüten senet demekti. Onun için bizim dilimizde ona “kayme” yani “kaime” denirdi; yerini tutan, kaim olan manâsında. Yahudiler İstanbul’da İspanyolca konuştukları için ona “papel” diyorlardı. Biliyorsunuz, papel İspanyolca kâğıt demek... Sonra biz de aynı anlamı veren ibareyi “Onu kaç kâğıda aldın?” diyerek kullandık. 1944 yılında dünya sistemi dediğimiz bu mekanizma esastan değişti. Peki, ne oldu? Altın para esası ortadan kalktı, yerine ne geldi? Dolar. Dolar ne demek? Şu demek: ”Business is business”; Dünya ekonomisi, ABD ekonomisinin sıhhatine endekslenmiştir. Bu  mekanizmanın nimetlerinden faydalanmak istiyorsan Amerika hesabına bir iş çevireceksin. Eğer dünyada Amerikan ekonomisinin aleyhine bir iş yaparsan ölümlerden ölüm beğen: Kırk katır mı, kırk satır mı? Ya da şöyle diyelim: Herkes iş yaparak Amerikan ekonomisinin sıhhatine hizmet etmek zorundadır. Çünkü değişim değerini Amerikan ekonomisinin sıhhati belirliyor; Amerika’da işler kötü gidiyorsa bütün dünyada da kötü gidecek demektir. Bu, 1944 yılında –dolarla- esasa bağlandı. Ondan sonra dolar da belirleyici önemini kaybetti; ama Amerikan ekonomisinin işleyişinin önemi hiçbir zaman azalmadı. Dolayısıyla bir kere altın para sisteminden vazgeçildikten sonra -doğrudan doğruya mekanizmaya hayat veren finans gücünün tayin ediciliği olmaksızın- başka hiçbir esas, zikredilemez hale geldi. Şimdi, biz Türkiye’de 27 yıl süren Tek Parti yönetiminden sonra bir iktidar değişikliği yaşadık; fakat insanlar şunu gayet iyi bilirler: 14 Mayıs 1950’de gerçekleşen bu siyasi hadisenin aslı Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi değil, Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidardan uzaklaştırılmasıdır; yani CHP’nin karşısında kim olsa kazanacaktı. Burada Demokrat Parti’nin özel bir başarısı bahis konusu değil. Bu nokta çok önemli; çünkü günümüzde de insanlar Demokrat Parti’nin siyasi mirasından istifade ederek bir politik başarı elde edebilir miyiz gibi atraksiyonlar peşindedirler. Ama bu işin aslı o değildir. Yani insanlar Demokrat Parti’yi Adnan Menderes başvekil olsun, Celal Bayar da reisicumhur olsun diye iktidara getirmediler; yeter ki CHP yönetimde olmasın, onların düşündükleri şey buydu ve bu temayül hâlâ yürürlüktedir. Ama yeni numaraları ömrümüz varsa göreceğiz...

Türk milleti –ne kadar geriye giderseniz gidin- tarihinde ilk defa 14 Mayıs 1950’de, başında kimler olmaması gerektiği konusunda bir karar verdi; başında kimler olması gerektiği konusunda değil… Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, başında kimlerin olmaması kararıydı. Ve Türk milleti bu konuda ne kadar kararlı olduğunu 1954 seçimlerinde Demokrat Parti’nin oylarını arttırarak bir kere daha gösterdi. Bu konuda o kadar kararlıydılar ki, 1957’deki seçimde de –ki, bu bir erken seçimdi; 1954’deki seçimin üzerinden dört sene geçmemişti henüz- gene Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. Aslında Demokrat Parti’nin kendisi, gücünden o kadar emin değildi ve bu yüzden -seçimi kazanmak için- bazı numaralara başvurdu: Nevşehir, Adıyaman ve Uşak bu şekilde vilayet oldu; çünkü oylar çoğunluk sistemine göre değerlendiriliyordu. Bir vilayette bir parti diğerini bir oyla dahi geçse bütün milletvekilleri o partiden oluyordu. O yüzden Malatya’da mutlaka CHP seçiliyordu; çünkü İsmet İnönü oradan adaylığını gösteriyordu. Kırşehir’de de mutlaka Osman Bölükbaşı seçiliyordu. Dolayısıyla Kırşehir’den Nevşehir’i, Malatya’dan Adıyaman’ı ayırmak suretiyle  buraların milletvekillerini Demokrat Parti’ye transfer ettiler. Kütahya’dan da Uşak ayrıldı; çünkü Kütahya da -İstiklâl Harbi’nin hatırasına binaen- devamlı olarak CHP’ye oy veriyordu. Diyeceksiniz ki: “Ne alâkası var? Kütahya niye İstiklâl Harbi’nin hatırasına bu kadar sadık kalsın.” Şimdi söyleyeceklerimi tarih kitaplarında yazmıyorlar: Yunanlılar İzmir’e asker çıkardıkları zaman Polatlı’ya kadar o çıkardıkları askerlerle ilerlemediler. Türkiye içindeki gayrimüslimler, başta Grekler ve arkasından Ermeniler bu orduya dâhil oldular. Anadolu içlerinde ilerleyen ordu Yunanlıların İzmir’e çıkardıkları ordu değildi yani. Oralarda yaşayan insanlar doğrudan doğruya bu ordunun elemanları oldular. Dolayısıyla Kütahya’da, daha dün canına okuyan adamlara prim vermeme şuuru canlıydı. Acaba anlatabildim mi? Yani onlar da Cumhuriyet Halk Partisi’ne Cumhuriyet Halk Partisi olduğu için değil, bu insanların İstiklâl Harbi’ni yapanların devamı olduğunu düşündükleri için oy veriyorlardı. Bu önemli bir şey tabii. Şimdi Türkiye’de kalkmış, gayrimüslim haklarından falan filan bahsediyorlar. Biz kimden bahsediyoruz? Benim elimden vatanımı almak isteyen insanların haklarından mı bahsediyoruz? Yani adam bizi sıfırlamak üzere harekete geçmiş ve bunda da muvaffak olamamış diye teselli mükâfatı mı vereceğiz onlara. “Yapamadın ama al, bu da senin olsun...” Böyle bir konuyu konuşmuyor insanlar. Neden konuşmuyorlar? Çünkü kendileri de gâvurlaştılar da ondan, onlarla aynı duygulara sahipler de ondan. İşte, insanlar pekâlâ gidip Papa’yı ziyaret edebiliyorlar, hoşgürülü diyalogcu, Moon tarikat mensubu olabiliyorlar mesela. Yani demek ki İstiklâl Harbi  zamanında  işler hangi şartları aşmayı gerektiren işler idiyse; bugünün işleri de İstiklâl Harbi şartlarının günümüzde nelere tekabül ettiğini anlamakla yürütülebilir... Kim kimin içinde, kimin eli kimin cebinde, anlamak çok zor.  Biz burada bir millet miyiz yoksa gizli planların elemanları mıyız? Yani birileri bizi kullanıyor mu? Veyahut biz kendimizi belli etmeyerek bir numara mı çekiyoruz? Bunu önümüzdeki yıllar gösterecek. Yani bizim ne mal olduğumuzu kendimiz de göreceğiz. Bu hepimizin büyük bir nakısası... Yani biz burada bir millet olarak yaşayıp yaşamadığımız konusunda ambale edilmiş durumdayız ve galiba başımızın dönmesinden de çok memnunuz; yani biliyorsunuz günahların hepsi zevklidir, insana ızdırap veren bir günah söyleyemezsiniz bana.

27 Mayıs 1960 sabahı Türkiye’de Türk tarihinin ilk defa yaşadığı şey iptal edildi. Türk tarihi yüzyıllarca görmediği bir şeyi görmüş ve göstermişti. Ne yapmışlardı? Kendilerinin başında kimlerin olmaması gerektiği konusunda bir fikir beyan etmişler ve fikirlerinde de ısrarlı olduklarını göstermişlerdi. Ama 1960’ta dediler ki: “Yok öyle numara; senin öyle fikir falan beyan etmene lüzum yok. Bundan sonra da fikir beyan etmeyeceksin. Ben ne diyorsam o istikamette bir şeyler yapabilirsin. Senin eline reçeteyi ben vereceğim. Sen kendin, ‘Ben şunu istiyorum, bunu istemiyorum vs.’ falan deme hakkına sahip değilsin.” Gerçekten de 1961 Anayasası ve 1961 seçimleriyle birlikte böyle bir tezgâh başladı Türkiye’de. Ne oldu? Türkiye’de millet menfaati istikametinde bir his uyanınca, o his azdırıldı. Ahali, Türkiye’de millet olma yolundaki faaliyetleri seçemez duruma düşürüldü. Ahali, işine yarar gördüğü şeylere meyledince, ona zihnen terfi ettiği şeyin daha gelişmiş görünen bir cazip şeyi takdim ederek “gaye” ortadan ortadan kaldırıldı. Millet olayım diye yerini değiştiren ahali sapmış bir güruh şeklini aldı. Yani sen -diyelim ki, eğitimin bir parçası olacak gayesiyle- tiyatro mu istiyorsun? O zaman sana opera veriyorlar ve diyorlar ki: “Bak, bu daha iyi.” Ve böylece tiyatrom olsa bari diyen insanlar görkemli operaya ulaşma çabasına dalıyor. Yani insanlar daha önceden eğitim sağlayan tiyatroyu istiyorlardı, şimdi felsefe yapabilecekleri operaya ulaşmaya çalışıyorlar. Operayı anlamak da zor hani. Bunu 1961’de yaptılar. Demokrat Parti’nin oy mirasını ikiye böldüler. 1961 yılındaki seçime -Demokrat Parti’nin devamı olduğunu iddia eden- iki parti girdi: Ekrem Alican başkanlığında Yeni Türkiye Partisi ve Ragıp Gümüşpala başkanlığında Adalet Partisi. Dolayısıyla 1961 seçimlerinde Demokrat Parti’nin oyları ikiye bölündüğü için en çok oy alan parti CHP gibi göründü. Aynı numara 1965 seçimlerinde de tekrarlanmak istendi ama Türk milleti bu numarayı bu sefer geri çevirdi. 1965 yılında Adalet Partisi 240 milletvekili çıkararak 1961’de oynanan oyunun rövanşını aldı. Akabinde ne oldu? 1973 seçimi... Ama bu arada 12 Mart 1971 darbesi var. 27 Mayıs’ta bir askeri ihtilâl olmuştu. Bu “ihtilâl” kelimesini bilhassa kullanıyorum, Fransız İhtilâli’ni ya da Rus İhtilâli’ni hatırlatsın diye değil; çünkü onlar “revolution”du, ihtilal değil. İhtilâl makbul bir şey değil; halel getiren bir şey. Bizde Osmanlı düzeni savunulurken, “Eğer böyle yapılmazsa ihtilâl olur.” denirdi; yani ihtilâl bir bozulmadır. (Arapça bilenler fark etmelidir.) Peki, 1971 yılında ne oldu? 12 Mart 1971’de bir “muhtıra” verildi ve Süleyman Demirel şapkasını alıp başbakanlıktan gitti. İki sene sonra da 1973 seçimleri oldu. 1973 seçimlerinde, bu askeri müdahaleleri yapanlar -1965 seçimlerinde doğan sonuçtan korktukları için yani benzer bir cevabı almamak için- yeni bir şey denediler. Çünkü 1971 muhtırasına verilecek cevap çok daha şiddetli olacaktı. 1960 ihtilâlinin cevabını Türk milleti aslında 1961 Anayasası oylaması sırasında vermişti. 1961 Anayasası yüzde 44 hayır oyuna karşılık yüzde 56 evet oyuyla kabul edilmişti. Ama onlar kendilerini gayet iyi bildikleri için çok etkili olan bir oyunu devreye koydular: Siyasal İslam’ı ürettiler. Bu oyun hakikaten de etkili oldu ve bizi bugünlere getirdi. Böylece askeri müdahaleye karşı milletin cevabı meselesi paranteze alındı ve Milli Selamet Partisi 48 milletvekili çıkartarak meclise girdi. Bu aslında doğrudan doğruya dünya sisteminin bir tezgâhıydı. Türk milletini şaşı hale sokmak için yani biri iki, ikiyi dört göstermek için...  Millet hayatının normal akışına ters ve insanları maddi menfaat tuzağına düşürmek üzere siyasal İslam üretildi. Yani bu o kadar bariz bir şeydir ki Milli Selamet Partisi, Akıncılar diye bilinen teşkilatı –kendi eliyle- yok eden partidir; çünkü o istikamette gidilseydi milli bir arayış doğabilirdi. Bu arayışın doğmaması için hiç vakit kaybetmeden hemen onun önünü aldılar. Netice itibariyle biz 12 Eylül 1980’e geldik. 12 Eylül 1980 dediğimiz şey, dünya sisteminin aynı yılın Ocak ayında -24 Ocak’ta- alınan kararları kesinkes uygulatmak için ve Türkiye’yi artık sistem aleyhinde kullanabileceği hiçbir imkâna el atamaz hale getirmek üzere yaptığı bir müdahaleydi. Yani bu, sistemin işleyişiyle ve kendini sağlama almasıyla alâkalı bir şey.  I Dünya Savaşı’nın sonunda Sovyetler Birliği, Türkiye Cumhuriyeti, Faşist İtalya ve Nasyonal Sosyalist Almanya kuruldu. Bunların iki tanesi savaş sonunda, bir tanesi de soğuk savaş sonunda tasfiye edildi. Geriye bir tek Türkiye Cumhuriyeti kalmıştı. İşte bu Türkiye Cumhuriyeti’ni de 12 Eylül 1980’de hukuken tasfiye ettiler. Daha sonra başka çalışmalar da oldu tabii. Ben şöyle bir benzetme yapıyorum: Mustafa Kemal arabanın kaportasını değiştirdi, Turgut Özal da motorunu. Onun için o zamandan itibaren gayet farklı bir araba ile yüz yüzeyiz. Bu araba nasıl çalışıyor? Birileri diyebilir ki: “Araba gayet güzel çalışıyor işte. Sonuçta araba çalışıyor yani.” Ama biz bugün böyle bir yere geldik. İmkânlarımız onlara el atacak halden çıkarılmıştır. İmkânlarımız hâlâ mevcuttur; ama bizim onlara el atacak halimiz yok. Mesela ne diyorlar? “Eğer bizi Avrupa Birliği’ne almazlarsa Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar yolumuza devam ederiz.” Demek ki, mekanizma yerine oturmuş. “Biz gâvurlaşmaktan asla caymayacağız; bizi onlar gâvurlaştıramazlarsa biz kendimiz irademizle bunu yapacağız.” diyorlar. Onun için birileri bugün TBMM’de en çok milletvekili sayısı olan partiye “A-Ke-Pe” denilmemesini istiyor. Doğrusu ben de o siyasi kuruluşa “A-Ke-Pe” denilmesi taraftarı değilim. Zaten doğru telaffuz “A-Ka-Pe” şeklinde olmalı, A-Ka-Pe... Nasıl ki, Pe-Ka-Ka ve Pi-Ke-Ke tercihleri var. Onun için bazıları A-Ke-Pe diyebilir ama biz A-Ka-Pe dememiz lazım, tıpkı Pe-Ka-Ka der gibi.

Mesele nerede yaşadığımız ve kim olduğumuz meselesidir. Nerede yaşadığımızı dikkate almıyoruz. Neden dikkate almıyoruz? Çünkü bizim ülkemizden Avrupa, Amerika gibi yerlere giden hatta orada vatandaşlık hakkı edinmiş olan insanlara yan gözle bakmıyoruz; tam tersine onların bir başarı elde ettiklerini düşünüyoruz. Belki de yanıp yakıldığımız şey bizim de onlardan birisi olmayışımız oluyor. Bu demektir ki, biz nerede yaşadığımız konusunda bir fikir sahibi değiliz, nerede yaşadığımızı bilmediğimiz için kim olduğumuzu bilmemiz de çok zor. Şimdi biz bir yerde yaşıyoruz, bunu keşfetmemiz lazım ama benim konuşma sürem doldu. O yüzden ben size söylemek istediklerimin yüzde birini bile söyleyemedim ama olsun, bazı işaretler verdiğimi tahmin ediyorum. Müttefikler bize 1918 yılında bugün yaşadığımız toprakların dörtte birini bıraktılar yani bugün yaşadığımız topraklar müttefiklerin bize bıraktıkları toprakların dört misli. “Bu nasıl olmuş?” meselesi çok önemli ve tabii bu topraklara kimin ne yaptığı çok önemli. Çok istiyordum tabii bir şeyler anlatmak. Buraya Türkiye’de “millet”e mensup olmak şerefini taşıyan insanlarla, devlet hizmetkârı olarak bu topraklara vaziyet edenler arasındaki farkı anlatmak niyetiyle gelmiştim. Ama her konuşma kendini bir şekilde sürüklüyor, sonuna kadar geldim ama konuya giremedim. Yine de konuşmamı bitirmeden önce hep söylediğim şu sözü tekrar söyleyeyim: Ben Türkiye’de Türkiye hesabına çalışan bir “casus” olarak bulunuyorum. Diğerleri böyle bir şey yapmıyorlar; çünkü onlar casus değiller, onlar açıktan açığa devletin ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlar. Eh, devletin de çok ihtiyacı var, o ihtiyaçları gideriyorlar.

Beni dinlemek sabrı gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

*Bu konuşma 06 Haziran 2009 Cumartesi günü Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Uluslararası Fuar Merkezi'nde yapılmıştır.

Bir Zamanlar Türkiye'de Şiir

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, 11 Ocak 2011 akşamı Küçükçekmece Belediyesi Cennet Kültür Sanat Merkezi’nde “Bir zamanlar Türkiye’de şiir” başlıklı bir söyleşi yaptı.

Lisan İle Kabul, Lisan-I Hâl İle Ret

İstiklâl Marşı hakkında yapılacak bir konuşmanın yerinin Sivas olarak seçilmesi fevkalade önemli; çünkü Sivas, İstiklâl Marşı’nın yazılmasına sebep olan durumun ortadan kaldırılması yani İstiklâl Harbi’nin muvaffakiyetle sona erdirilmesi için yapılan işlerin önemli bir dayanak noktası.

İstiklâl Marşı'nın Hayatımızdaki Yeri (12 Mart 2011, Niğde)

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel, 12 Mart 2011 tarihinde Niğde’de “İstiklâl Marşı’nın Hayatımızdaki Yeri” başlıklı bir konferans verdi.

TÜRKİYE’DE KURULU DÜZEN İSTİKLAL MARŞI’NIN ANLAŞILMAMASI SAYESİNDE YÜRÜR

İstiklal Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısı vesilesiyle Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde aynı ad altında bir konuşma yaptı.

Üryan Geldim Gene Üryan Giderim

Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in 28 Eylül 2013 Cumartesi günü Ankara'da yaptığı "Üryan Geldim Gene Üryan Giderim" serlevhalı konuşmanın tam metni

Türkiye Şiirin Neresinde?

Genel Başkanımız İsmet Özel'in 02.04.2010 tarihinde Bayrampaşa'da "OF NOT BEING A JEW, BİR VEFA DAHA, SON İLAVELER" adlı şiir kitabının tanıtımı için yaptığı "Türkiye Şiirin Neresinde?" başlıklı konuşmanın metni

İSTİKLÂL HARBİ VERMEMİZ ÖLDÜKTEN SONRA AKSIRMAKTI

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel "OF NOT BEING A JEW" adlı şiir kitabının hitama erdirilmiş son baskısını Kocaeli Kitap Fuarı’nda imzaladı.