PERGELDEN NEYİ BEKLEDİK DE NE VERDİ?

Düşeriz ve düşünürüz. Düşme hadisesi insanın hayat macerasında en eleştiriye açık durumu ifade eder. Zihni bir şeye takıldığı için mi, dalgınlıktan, takılmadığı için, fikri sabite husumeti sebebiyle mi düştü? Nerede yürüdüğüne dikkat etmiyor mu? Başına bir şey geleceği içinde gizli bir korku mu? Bunların hepsi çocukça şeyler veya bir şeye çocukça deyişimiz o şey hakkında ambalajlanmış bir ifade bulamayışımızdandır. “Ambalajlanmış bir ifade” insanın ne derecede düzmece bir canlı oluşunu hesaba katmayanları tatmin edecek bir ifadedir. Doğar doğmaz yetişkinlerin kanatları altına alınmayan insan yaşayamaz. Çocukların hareketlerinin hepsi yürüme ve konuşma dâhil öğretilmiştir. Bu bakımdan çocukça bir şey hiç yok ve olmadı. Üzerimizden kültürün ağırlığını atamadığımız için çocuğun düşe kalka büyüdüğünü ister istemez kabullenmişizdir. Bize bakan hiç kimse çocuk olduğumuzu söyleyemiyorsa, yani artık ellerin gözünde çocuk değilsek? Çocukluğunu geride bıraktığını gizleyemeyenlerin içlerinde taşıdığı korku düşmekle alay konusu edilmek bahsini birbirine bitiştirir. Düşmek düşünmeği zaruri kılar. Alay konusu olmak bütün insanların fert be fert ve topluca reddettiği ve alaya yeltenen kim olursa olsun onu hasım belledikleri bir durumdur. Küçük görülmeği reddetmek ucu faşizme varan küme bilincini yaratır. Aile, kavim ve millet tutkunluğu diğer ailelerin, kavimlerin, milletlerin başına iş açar. Önce şu hususu zihnimizde açıklığa kavuşturalım: Biz kendi açığımız sebebiyle mi düştük yoksa biri bize her ne sebeple olursa olsun çelme taktı mı?

Biz kimiz? Şahıs zamiri benin çoğuluna biz dendiğini bir yerden öğrenmişiz. Birçok benler bir biz mi ediyor? Ebeveyniniz dâhil aile efradınız size ne kadar yakın durdu veya duruyor? Çocuklarının canına kıyanların haberlerini alıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nde yönetici bilinen kimselerin Türk vatanına ne yaptıklarını bilsek çocuğunu öldürmenin hangi türden suçlar arasında yer alacağı hususunda bir bilgimiz olurdu. Suali tekrar ediyorum: Biz kimiz? Her şeyden önce Türk müyüz? Öyle isek resmi kayıtlar dışında Türklüğümüzün bir belirtisi var mı? Zoru gördüğümüzde hangimiz hangimize sahip çıkacak? Türk milletinin can ve mal emniyetine kefil olduğunca ayakta durabilen devlete olan güvenimiz bizi bu günlere getirdi. Hangi günlere geldik? Hangi günlere geldiğimiz yoklanmıyor. Yoklanmasını mümkün kılacak yollar bizi bu günlere getirenler tarafından tutuldu.            

Dua edelim: Düşmeseydik düşünmeyecektik. Bugün Türklerin vatanında bir mesele varsa o meseleyi düştüğümüz halde düşünmeyişimiz doğuruyor. Eğer düşünmeyişimiz bir gerçeği ifade ediyorsa zihin gelişkinliği bakımından acınacak durumda takılıp kalmışızdır. Kâfiriyle Müslümanıyla düştüğümüz en büyük yanlış pergelden bir beklentimizin olmasıdır. Çok gayret gösterdikleri halde ressam sırasına giremeyenlerin hatası da gördüklerini resm edebilecekleri zannına kapılmalarıdır. Eğer resmedilme görülenin resmedilmesi noktasına gelecek olsaydı resim sanatında hiçbir açılım olmaz, izlenimcilik dünya çapında müessir olmazdı. Gerçek ressam önüne çıkan cemat, nebat, hayvan, insan figürlerinin varlıktan, var oluştan ötede bir şeyi ifade ettiği eğilimini tınmaz. Neyi tınar öyleyse? Fransızların bir atasözünü hatırlayalım: Kötü işçi kabahati kullandığı aygıta atar. Eğer bir sanat eseriyle münasebeti öne alarak yaşıyorsak malzemeden beklentinin kendisi yanlıştır. Ressam da tıpkı şair, besteci, mimar, ordu komutanı gibi kendisine can verenle temas halindedir. Bu toprakların sultanı unvanını alan Yıldırım Beyazıt nasıl oldu da Timur önünde aciz kaldı? Dünyadaki en âdil idareyi temsil etme böbürlenmesi Osmanlı’nın en büyük zaafı olarak tebarüz etti. Beyazıt’ın ordusundakileri yanına çekmek gayesi güden Timur âdil olmaktan değil Türk, yani Müslüman olmaktan söz ediyordu. Kazanılmış toprakların yerini kaybedilmiş topraklar alınca Osmanlı devlet ricalinde hak edilmiş erkin temsilcisi bir hanedana boyun eğmek kaybedilmiş toprakların acısını dindirdi. Bu avunma en az 300 yıl devam etti. Tarihin türlü cilvesi var. 1571’de uğranılan mağlubiyete rağmen Osmanlı ideali canını kurtardı. Kıbrıs’ın ve Girit’in fethi İnebahtı sonrasına denk gelir. Donanması yakılmış bir devlet deniz muharebeleri kazandı. Yüzlerce komplonun yürürlüğe girmesine rağmen 1923’e kadar devlet gücü elde kalan topraklarda etkili kaldı. Cumhuriyet idaresinin hususi bir yeri varmış gibi görünse de Osmanlı hâlâ çöküyor. Çöküşün ilân edilmeksizin devamı buralarda gözü olanların meselesi olduğuna şahidiz. 

Osmanlı hâlâ çökmekle yetinmiyor evrensel medeniyete verdiği zararı fazlasıyla ödüyor. “Evren” kelimesinin canavar anlamını hesap içine almak için evrensel dedim. Şimdilik üç boğaz köprülü bir ülkenin yurttaşıyız. İstanbul boğazı üzerindeki köprüler yediyi bulmadıkça sistem bilhassa ticaret sistemi tatmin olmayacak. Çanakkale boğazı üzerine kurulacak köprünün de eli kulağında. Türk vatanı üstünde bir muhalif çevre tesis edilmiş değil. Muhalif çevre dediğimiz şey emir kumanda zinciri içinde teşekkül etseydi onu ordu-millet çoktan yapmıştı bile. 1934’te Nobel barış ödülüne Venizelos tarafından aday gösterilen Mustafa Kemal’i göklere çıkararak muhalefet yapıldığı hastalığı AKP düşmanlarının marifetidir. Bunun marifeti gerektirmeyecek kadar yavan bir iş olduğuna akıl erdirene de rastlanılmadı. Yavanlık Mustafa Kemal aleyhinde bulunmanın cezayı müstelzim oluşundadır. Bizi bu dolambaçtan kurtaracak bütün yollar kapalı mı? Hem evet, hem hayır.

Bir emekli başkomser oğlu olarak Türk şiir dünyasında zirveden geriye bir adım bile atmadım. Bu tutum bir kozu ele geçirmem demekti. Solcu politikaların ihtiyacı olan desteği sosyalist olmayan sol gücünü toparlayıncaya kadar esirgemedim. Müslümanlık benim sayemde siyasi bir dolap olmaktan sıyrılıp hesap vermeğe hazır, hesap sorma olgunluğunda bir siyaset anlayışı haline geldi. Türk tarihi itibariyle bu bir başlangıçtı. Başlayan şey örtülü ödeneğin imkânlarını hiçe sayıp birlikte yaşanılan insanların ve üzerinde yaşanılan toprakların ethos değerlerini şairin bulunduğu yere çekme başarısıydı. Benim bir iç dünyam vardı ve bu dünya yeryüzü çapında dönen dolaplara meydan okuyordu. İnsanın iç dünyası diyerek yabancılaşmamızın içimizdeki mekânına bir kaçış alanı açmışız. Pergelin verdiği kusursuz daire sanata dokunma hissine sahip olanın iç dünyası farz edilmelidir. İç dünyada dışarda kendini göstermek isteyen vazgeçilemez duyarlılıklar gizlidir. Kendi varlık endişemize kapak olan duyarlığı yıllar içinde aralayabiliriz. Din ve sanat bilinmeyene tapılan alanda kendini gösterir. Bize merkezde acı mı hükümrandır yoksa başka bir şey mi diye sorulursa acı elbette deyip yan çizeriz.

İsmet Özel, 30 Ramazan 1441 (22 Mayıs 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.