Memleket Meseleleri
Hayat’da intişâr eden bir makâle münasebetiyle
Ahmet Talat Beyefendi geçen haftaki Hayat’da çok mühim bir meseleye temas ettiler. Filhakika, bizim maatteessüf daha istikrâr etmiş bir millî marşımız yoktur. Ve bu gidişle gâlibâ olması için uzun zaman beklemek mecburiyetinde kalacağız. Bu millî marş yoksulluğunu, bilhâssa Avrupa’da bulunduğum zaman çok acı olarak hissetmiştim. Kırk milyon Fransız’ın, yetmiş milyon Alman’ın en küçük ferdine kadar hepsinin bildiği mâlum, muayyen ve müstekar bir millî marşı olmasına rağmen Türk Millî Marşı nâmı altında ezberimde maatteessüf muayyen hiçbir şey bulamamıştım. Büyük Harp esnâsında Almanya’da câsusluk tehlikesine karşı koymak için herhangi bir memleket tebaasından olduğunu iddia eden şüpheli kimselerden o memleketin millî marşının bütün güftesini tegannî etmek talep olunuyordu. Böyle bir imtihâna tâbi tutulmuş olsa idim korkarım ki Türklüğümü ispat etmek benim için kâbil olamayacaktı.
Bizim şimdiki İstiklâl Marşımız’a gelince, Talat Beyefendi’nin ve Aka Gündüz’ün fikirleri bilâ-şek ve lâ-şüphe doğrudur. Yani bugünkü İstiklâl Marşı bizim ruhumuzu okşayamıyor. Çünkü daha istikrâr etmiş bestesi bile yoktur. Ben aynı İstiklâl Marşı’nı muhtelif mahallerde muhtelif besteler altında dinledim. Sonra bir beste yaparken, bilmiyorum neden, bir parça melankolik olmaya gayret ediyoruz. Anadolu’nun göbeğinde doğan istiklâl, çok canlı, çok kudretli, çok ateşli bir nağme ister zannediyorum. Bu, öyle bir nağme olmalıdır ki herkes onu kalbinin, asâbının en derin, en hurda köşelerinde hissetsin, içinde müthiş bir dalga yükselsin ve o dakikada vatanın istiklâlinden başka gözüne hiçbir şey görünmesin. Kalbinde bu uğurda kendisi için mukaddes olan her şeyi terk edebilecek bir ruh doğsun ve göğsünde en korkunç ateşlere kendisini atabilecek bir kudret uyansın.
“Haydi vatanın çocukları! Zafer günü geldi!” diye başlayan Fransızların Marseillaise’i Fransızlara ne büyük bir ruh telkin edebilir:
***
Ben bir ecnebi olduğum halde bu derin histen mütehassıs olursam hakiki bir Fransız kalbinde kim bilir neler duyar. Fakat bunda şüphesiz bestenin de büyük bir dahli vardır. Marseillaise’in gayet ateşli nağmesi insanı bilâ-ihtiyâr arkasından sürükler. Eğer biz aynı güfteyi mesela Hicâz makâmında bestelemiş olsa idik, bu âteşîn güftesine rağmen, yine o tesiri şüphesiz icrâ edemezdi. Diğer taraftan Almanlar’ın millî marşı onların azametlerine ve ağırbaşlılıklarına ne kadar büyük bir delildir:
***
Görülüyor ki (hürriyeti) bile kendi saflarında kavga için silahlandıran çok âteşîn ve hassas Fransızlar’a mukâbil, soğukkanlı ve münkad Alman, millî marşına bile bir (eğer) ilâve etmekten çekinmemiştir. Bu marşın güftesini yapan Hoffman Von Fallersleben bunu 1841 tarihinde yapmış iken bestesi, meşhur mûsikîşinas Haydn’ın bundan 44 sene evvel 1797 tarihinde yaptığı bir nağmeye uydurulmuştur. Yani adeta ısmarlama bir parçadır. Fakat bunu halk pek benimsemiştir, zirâ bu marş 1871 senesinde bütün Alman milletleri ve hükûmetleri el ele verip bir hükûmet teşkil ettikleri zaman resmen kabul edilmişti ve zemin ve zamana pek uygun bulunuyordu.
Biz bir cenûb memleketine mensup insanlarız. Ruhumuz heyecana çok müsaittir. “eğer”li “fakat”lı “ama”lı nağmeler bizi mütehassıs edemiyor. Bize, bana kalırsa, her şeyden evvel bir Marseillaise lazımdır. Hatta asâbına pek hâkim olan İngilizler bile millî marşında:
“Dalgalara hükmet, ey Britanya!”
Diye bağırırken hiç de soğukkanlı değildir.
Âkif beyin güftesi fena mıdır? Bu güftenin uzunluğunun mahzuru var mıdır? Suallerine ben “her şeyden evvel beste lazımdır. İnsana asıl tesir eden kelimeler değil bestedir. Zirâ mûsikîyi insan her damarında, her sinirinde ayrı ayrı hisseder. Güfteden mütehassıs olan yalnız dimağdır” diyeceğim. Yoksa Âkif beyin güftesi pek kuvvetlidir. Onda mesalâ:
Gibi çok derin hissolunmuş vardır. Bence bu güftenin bazı aksâmı tâdil olunmak şartıyla aynen îkâsında hiçbir mahzur yoktur. Uzunluk, kısalık bahsine gelince bunu bestekâr düşünür. Çok kereler uzun besteli parçalar vardır ki tegannî ve terennüm edildikleri zaman uzunlukları asla nazar-ı dikkate çarpmaz.
Yalnız burada Talat beyefendinin bazı fikirlerine itiraz edeceğim:
Kendileri “bu güfteyi şairin kendisi duymuş ise, eseriyle halka da duyurabilirse marş olmaya layıktır” buyurdukları halde Nâmık Kemal’in:
Şiirini istiklâl marşı olarak tavsiye ediyorlar.
Aflarına mağruren arz edeyim ki bu parçadan mütehassıs olacak insanların miktarı Türkiye’de pek azdır. Nâmık Kemal, şüphesiz çok büyük bir vatanperverdi. Fakat onun şiirleri meyânında bilhassa şu şiir, insana ne heyecan-ı bedîi ne de heyecan-ı vatanperveri telkin eden bir parçadır. Muğlak ifadeli, halk tarafından anlaşılması kâbil olmayan bu güfte bugün ancak tarih-i edebiyatta zikrolunabilir. Ben bu satırları yazmadan evvel ufak bir tecrübe yaptım. Âkif’in güftesini tamamıyla anlayan on kişiden ancak üçü Kemal’in güftesini hakkıyla anlayabildiler. Bundan başka bu parçanın nağmesine gelince, yine aflarına binaen söyleyeyim, hiç buyurdukları gibi “Ahenkdâr, raksân” değildi, bilakis insanı adetâ deve gibi yürümeye sevk eder. Binâenaleyh fikrimce İstiklâl Marşı olmaya katiyen liyâkatı yoktur.
“Ey gâzilere” gelince, çok güzel çok mûnis ve çok tatlı nağmeli olan bu parça şüphesiz gayet kıymetli bir halk şarkısıdır; fakat hiçbir zaman İstiklâl Marşı olamaz! İstiklâl Marşı, yukarıda arz ettiğim gibi bir volkan gibi ateşli, insanı kapıp götüren, ruhunda fırtınalar koparan bir parça olmalıdır. Hâlbuki “Ey gaziler…” bilakis gayet hüzünlü, insanı ağlamaya ve “âh u vâh” etmeye teşvik eden bir melankolik nağmedir. Bunda zavallı köylünün, biçâre askerin yurdunda ayrılırken duyduğu ızdırâp ve askerlikte çektiği meşakkat tasvir olunmaktadır.
“Dağlar taşlar dayanamaz benim ah-ü zârıma” diye yola çıkan gözü yaşlı orduda ben hiçbir hamâset göremiyorum. Bana öyle geliyor ki bu; sıcak yuvalarından bir türlü ayrılıp gidemeyen korkak adamların tegannî edecekleri bir parçadır. Zannediyorum ki eğer bizim ordu “Ah-ü zâr” ile harbe başlamış olsaydı Yunanları bir hamlede denize dökemezdi ve istiklâlimizin elde edilmesi için daha çok zaman beklerdik.
Binâenaleyh biz “Ey gâziler . . .” ile “Âmâlimiz efkârımız”ı şimdilik bir köşeye bırakalım da bilhâssa bestekârlarımızdan bize ruhumuzda İzmir’in istirdâdı günü duyduğumuz heyecanı canlandıracak bir beste talep edelim.
*Muterize içindeki kelimeler aslında mevcut olmadığı halde mananın anlaşılması için ilave etmek zaruretinde kaldığı kelimelerdir.
Nuri Refet, Hayat Mecmuası, 3. Cilt, Sayı: 72, 12 Nisan 1928, Ankara
Öğrendiğimize göre usul dairesinde müracaat ve mezuniyet istihsal edilmeden yapılan içtimalarda zabıtayı...
Hele Safahat’ı –şiirden anlamadığımı göstermek için söylemiyorum– bugün baştan sona okumaya kalkışsam afakanlar boğar sanırım.
Dünkü muhterem gazetenizde “Bu ne hürmetsizlik” başlığı altındaki yazınızı çok büyük bir tessürle okudum.
Yusuf Ziya Bey, millî bir marştan mahrum oluşumuzdan en büyük teessürü hisseden bir zat olduğu için, bu bahis etrafında bize umumî alâkayı davet edebilecek şeyler söyledi.
Celâl Bayar, İzmir'deki nutkunda, iktidardakilerin vaktiyle halkın karşısına hep asık suratla ve çatık kaşla çıktıklarını...
Akif öldükten sonra onun ufülüne ağlıyan gözlerde yine Akifin pürüzsüz samimiyeti okundu. Akifteki mütevazı, gösterişsiz samimiyet, onun programsız kalkan cenazesinde yine aynen fakat bütün haşmetile tecelli etti. Ardında bıraktığı iz; bir damlacık gözyaşından ve nihayet sönüp tükenen bir enin nefesinden ibaret kalmadı. Sütunlarla matem, sayfalarla medhü sena avazeleri yükseldi ve hâlâ yükseliyor.
Mısırda bir dostuma telgraf çekmem lazım geldi. Bir kaç cümle sıraladım. Sonra, on lira uzatarak...