Bir edebiyatçı arkadaşımı Kalamış'ta ziyarete gitmiştim. Sonradan okul müdürlüğü yapan tanınmış öğretmen Hıfzı Tevfik'ti bu. Fuat Paşa arsası denen metruk bir bahçeden Dalyan tarafına dalgın yürüyorduk. Şiirden konuşuyorduk. Ansızın suratımıza doğru bir kamçı şakladı. Dehşetle irkilip sonra toparlanınca şöyle bir manzara gördük: işgal ordusunun birlikleri her yana çadırlar kurmuştu. Burada sömürge askerleri barınıyor. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte Senegalli Fransız piyadeleri... Sakallarını iple gerdanlarına burmuş, sarıklı Hint Mecusî Ingiliz silâhşorları...
İki metre boyundaki çavuşları, Galata fahişesi olduğu ilk bakışta anlaşılan şellafenin birini koluna takmıştı. Güya biz kadına yan bakmışız. Çavuş çevresindekilere caka olsun diye kamçıyı şaklatmış olacak. Köşeye sıkıştırılan âciz bir kedi, sopalı koca adama nasıl saldırırsa, ben de öyle yaylanır gibi bir hareket yaptım. Hıfzı Tevfik'in pedagogluğu üstün geldi. Koluma yapışıp beni badireden sıyırdı. İşte o gün «Bu işgal Istanbul'unda artık yaşanmaz» kararını verdim.
Nâzım'ın çevresinde de onu İstanbul'dan iteleyen nice olaylar geçiyordu. Meselâ, annesi ressam Celile Hanımın oturduğu apartmanın karşı dairesinde işgal kuvvetlerinin subayları, edepsizliği o kerteye vardırmışlar ki, pek coşkun mizaçlı Celile Hanim, çıldırma raddelerine gelmiş. Tek başına bir protesto mitingi tertiplemiş (1). Dikkati çekip sokağa kalabalık toplamak için, mutfağa koşmuş. Eline geçirdiği bir boş tencereye havan elini vura vura balkonda gümbürtü koparmış. Velvele üzerine kalabalıkla beraber subaylar da heyecanlanmış. Fransız subayları, ihtilâl mi çıktı, Türkler mi ayaklandı diye bitişikteki balkona fırlamışlar. İşte Celile Hanım o zaman:
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar,
diyen İstiklâl Marşımızın henüz doğmamış mısraından başlamış. İyi bildiği Fransızca ile Pierre Loti'sine kadar şöyle bir nutuk çekip iyice giydirmiş. İşgal ordusunun subayları pısırmışlar.
Nâzım'ın sonradan yazdığı şiir bu etki altında olsa gerektir:
Nâzım, Celile Hanım kıratta bir kadının oğluydu. İşgal altındaki İstanbul'da o da ufak tefek yararlıklar gösteriyor ama, bunları pek küçümsüyordu. Yapa yapa ne yapmış mesela? Beyoglu mağazalarından kaldırımlara kadar sarkan düşman bayraklarını bilhassa Yunan bayraklarını, çekip çekip yere düşüren, yırtan vatanseverler çetesine katılmış. Az daha yakalanacakmış. Bereket hızlı kaçmışlar.
Bunlar, durumun sinematografik yönleri.. Bir de büyüklerden gelen başka türlü etkiler var. Meselâ milliyetçi sayılan nice aydınlar kurtuluş çaresi diye Amerikan mandasını ileri sürüyorlardı, Yahya Kemal ise bir başmakalesinde şöyle diyordu: «Fatih İstanbul'u alırken bir topunu kırk mandaya koşmuş. Biz koskoca devleti bir mandaya mı koşacağız?» Ve idama mahkûm olmuş Mustafa Kemal'in propagandasını yapıyordu. Çevremizde Kuva-yi Milliyeci duygular ve fikirler kaynaşıyordu. Çemberlitaş'taki, Şehzadebaşı'ndaki kapalı kahveler, Sultanahmet meydanındaki, Beyazıt camii dolayındaki açık kahveler, Anadolu harekâtına taraftar yetiştiren fidelikler gibiydi. Nâzım'la hep buralarda dolaşıyorduk.
Hatta, padişah taraflısı ve Mustafa Kemal aleyhtarı gazete idarehaneleri... Hatta, bizzat Damat Ferit Paşanın para yatırimiyle ve nişanlar dağıtma taktiğiyle çıkarılan bir mecmuanin idarehanesi... Buralarda konuşulanlar bile, biz genç şairlere «işgal ordusuna katlanmamalı!» imanını aşılıyordu.
Nâzım, anasıyle babası ayrıldığı için normalligini kaybeden evinde daima kalamıyor, bazen hısım akrabasında yatıyor, bazen biz bohem şair ve edebiyatçılara katılıyordu. 24 saatlerini, 48 saatlerini, aramızda, rüzgâra kapılmış yaprak gibi şurada burada, dost evlerinde, yar evlerinde, kahvelerde, otel odalarında edebiyat ve siyaset münakaşalarımız ortasında geçiriyordu. Sonradan başbakan olmuş Hasan Saka'lar, parti kurmuş Fuat Köprülü'ler, milletvekili olmuş Celâl Sahir'ler, Halil Nihat'lar, damgalanıp «150'likler» listesine alınmış ilmi Beyler, türlü akımlara kapılmış fikir, sanat, maliye, hukuk adamları, profesörler, artistler çevremizdeydi. Seyyar bir üniversiteymiş gibi gelişiyorduk.
(1) Ressam Celile Hanım, oğlu açlık grevine yattığı sırada da eline değneklere geçmiş koca bir döviz alıp sehrin birçok yerlerinde tek başına gösteri yapmış ve trafiği aksatmıştı.
(2) Pierre Loti, Çanakkale'yi topa tutan Fransız donanmasındaymış diye harp içindeki Türk gazeteleri yazmıştı.
Vala Nureddin, Bu Dünyadan Nazım Geçti, Remzi Kitabevi-1969, s.43-45
Yeni bir İstiklâl Marşı yazılamaz. Bunun yazılması için, yeni bir İstiklâl Savaşı şartlarına ihtiyaç vardır.
Onun adı tarihte olduğu gibi yüreklerde de yaşıyacaktır. Çünkü yazdığı marşla adı Türk istiklâline bağlı, yani ebedî kaldı.
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bugün benzerleri yurdun her köşesinde sıralanan bir gecekondu hüviyeti içindeki mütevazi yapı...
Sayıları çok az da olsa, İstiklâl marşımızın güfte ve bestesini beğenmeyenler ve değiştirilmesini isteyenler vardır. Böyle düşünenler şu gerçeği unutuyorlar: İstiklâl marşlarının değeri, «Mükemmeliyet» lerinde değil, «Tarihîlik» lerindedir. Onlar milletlerin tarihlerinin...
SÖZE merhum Süleyman Nazif'in bir makalesini hatırlayarak başlıyacağım. Milli iftihar ve ıztıraplarmızla yuğrulmuş, canlı ve ateşli nesirleriyle Süleyman Nazif,