İçinde milletimizin binlerce savaş destanını yazan tarihin üzerine elimizi basarak barışa andiçiyoruz.
Şerefli ve güçlü ordumuzun sağlam elinde şahlanan süngülerin ucuna Ege ve Marmara kıyılarından derlenmiş zeytin dalları takıyoruz.
Yurdumuzun güzelim güvercinleri bir zeytin ağacından kalkıp bir top namlusuna konuyorlar.
Savaşa hazır Sancakla hukuk alemi yan yana aynı rüzgârın önünde dalgalanmaktadır.
Bu manzara dünyanın birçok ülkeleri için birkaç yıldır bir efsanedir, bir masaldır. Fakat bu manzara, bugünkü Türkiye'nin manzarasıdır.
Sayın Hariciye Vekilimizin "bütün dünya misli görülmemiş bir ıstırap içinde hukuk mefhumunun fıkdanından dinleyip dururken devletler hukuk için bir enstitü" kurulurken söyleştiği sözlerden hangimiz bu ilhamı ve bu ihbarı almadık?
Bu enstitü, devletler hukukunun sığındığı değil, hükümran olduğu Türkiye’de açılmakta ve Cumhuriyet idaresinin her gün artmasına itina ettiği ilim kaynakları arasına şerefle karışmaktadır. Hariciye Vekilimizle birlikte bu yeni açılan hukuk ve ilim pınarına barış, hukuka susayan insanlık için gür bir pınar ve yarınki Türkiye için bir müjde sayıyoruz.
Büyük vatan şairi Mehmet Âkif, İstiklâl marşımızda:
“Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl”
demişti. Büyük vatan şairi Namık Kemal'in torunu da evvelki günkü hitabesinde şunları söyledi:
“Atatürk 19 mayısta kutsi vazifesine başladığı gün memleketi için “hak” tan başka bir şey aramıyordu. İnönü, 1923 te Lozan'da daha dünün zalimleri olan büyük devletler önünde Millî Mücadelenin bu çetin safhasını da sarsılmaz bir ruhla idare ederken "hak" namına konuşuyordu. Türkiye’de devletler hukuku, bu iki kaynağın mahsulü olarak hepimizin kalbimizde, damağımızda onlardan gelen her şey gibi silinmez bir surette yer aldı. Artık Cumhuriyet Hariciyesi için istikamet gösterilmiş yürünecek yol açılmıştı. O andan itibaren hukuk alemini hariciyenin tepesine diktik."
Hakka tapan ve hukuku kendisine alem yapan Türkiye, harbin dördüncü yılında şu bahtiyar manzara ile görünüyor:
"Harbin başlangıcındanberi, bütün dünya ile beraber ve fakat bütün dünyadan az olarak çektiğimiz ıstıraplar içinde de, bakınız, dört sene sonra bir tarafından çatlamamış bir blok gibi nasıl bir millet birliği gösteriyor. Bu feyizli netice her ferdin, her Türk vatandaşının şahsi himmetiyle elde edilmiş, tarihe altın harflerle geçecek yüksek bir şuur örneğidir.
Hukukçu devlet adamı ve barışçıl Hariciye Vekili bunları söyledikten sonra hitabesinin bir yerinde:
“Altı da bir, üstü de birdir yerin,
Arş yiğitler, vatan imdadına”
diyen şairin tutumuna yaraşan bir üslûpla da konuşuyor:
"İnsan kanının çağlayanlar gibi fışkırdığı bu devirde yarınki refahın kefareti olduğu söylenen kanı Türk milleti, hak uğruna durmadan, dinlenmeden döktü. Buna rağmen yarın, icabederse, kanını gene seve seve, bile bile dökecektir.”
Devletler hukuku Türk Enstitüsü, mustarip insanlığa bir çınar altı olsun, dileyelim. Onu açan sözler de hem hukuk, hem siyaset, hem de edebiyat tarihine geçecek bir belegâtin canlı bir örneği olmuştur.
T.İ. (Nurettin Artam), Ulus, 16 Mayıs 1943, s.2
Memnuniyetle öğrendiğimize göre Maarif Vekâletimiz meşkûr faaliyet eseri olarak millî marş güftesinin tanzimi için bir müsabaka açmağı kararlaştırmıştır.
Gazetenin tarihinin 1940 olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ezan-ı Muhammedî’nin 1932’den 1950’ye kadar okutulmadığını düşünürseniz İstiklâl Marşı’nın niçin “parçalanmak suretiyle” sansür edildiğini anlamak zor olmaz.
Kendini milliyetçi sanan sağ, Mehmet Akif'i de milliyetçi bir şair olarak ölümünün ellinci yılında anmak telaşındadır.
Geçen gün Bulgar misafirlerimizle beraber, Beylerbeyi sarayını ziyaret ettiğime çok memnun oldum.
Yirmi beş yaşında gençlerimiz münşîyi, vak'a nüvis ve divan şairini şöyle bir tarafa bırakalım, İstiklâl Marşını okurken...
Bir edebiyatçı arkadaşımı Kalamış'ta ziyarete gitmiştim. Sonradan okul müdürlüğü yapan tanınmış öğretmen Hıfzı Tevfik'ti bu. Fuat Paşa arsası denen metruk bir bahçeden Dalyan tarafına dalgın yürüyorduk.
SÖZE merhum Süleyman Nazif'in bir makalesini hatırlayarak başlıyacağım. Milli iftihar ve ıztıraplarmızla yuğrulmuş, canlı ve ateşli nesirleriyle Süleyman Nazif,
“Bülbül” ve “İstiklal Marşı” bu ölüm kalım günlerinin, Safahat’a kattığı destan parçalarıdır. Ve o günün bir daha yaşanmaz macerasının kelam anıtları...