…
"Bir politika Atatürkçü olmak için neye layik olmalıdır?" sorusundayız. Burada asıl amaç bir toplumu belirli bir uygarlık yüzeyine, belirli bir medeniyet ölçüsüne götürmektir. Bu Atatürk için Batı uygarlığı veya o zamanki deyimle "Garp medeniyeti" olmuştur. Uygarlık ve batı uygarlığı zamanımızın tek ve hakim medeniyeti. Bu uygarlığa mutlaka kavuşmamız gerektiğine Atatürk inanmakta idi, kişi ve toplum olarak.. Kişi olarak insanca yaşamak, toplum olarak bağımsız yaşamak, milli bir hayat sürmek ve onun söylediği gibi "millî bir hareket için de milli bir fert olmak"... İşte Atatürk'ün en büyük amacı buydu. Ve Türk Devriminin temelinde yatan prensipti.
Niçin Batı öyleyse? Biraz önce belirttiğim gibi tek ve hâkim medeniyet olduğu için. Üç büyük sanayi ihtilalini başardığı için. Ne buhar, ne elektrik ve ne de nükleer enerji buluşları Doğu'da olmamıştı. Bunların hepsi Batı'da olmuştur. Batı çok büyük ilerlemelerle tabiata karşı veya tabiattan faydalanma suretiyle medenî bir hayat seviyesine erişmiştir. Bundan faydalanmak için, böyle bir yüzeye çıkabilmek içindir ki, Atatürk, ölmüş sanılan ve hasta adam diye asırlarca tekrarlanan ve bu nitelikte bir millet sanılan Türklerin, böyle bir yüzeye çıkmalarını istiyordu. Yalnız bu medeniyet hangi medeniyettir? Batı medeniyeti dediğimiz zaman Mehmet Akif'in "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar'ından bahsetmiyorum. "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarı" biz emperyalizm olarak alıyoruz. Gerçek Batı medeniyeti bu değil. Üstelik Batı uygarlığı da kendisine özgü saydığı ve kendi yapısı saydığı sosyo ekonomik plân da bizim için bir ideal olamaz. Batının bugün dahi varmış olduğu, sosyal renkleriyle ve çeşitlenmeleriyle kurmuş olduğu sosyo ekonomik düzen, bizim için mutlaka bir ideal değil. Bizim istediğimiz batılı bir metodla batılılar gibi bir şeyler yapabilmek ve yaşayabilmek imkânlarına kavuşmaktır.
...
Tarık Zafer Tunaya, Atatürk Konferansları III, Türk Tarih Kurumu Yayınları XVII. Seri, 1969, s.3
“Nazlı Hilâl”in artık kaşlarını çatmadığı, bayrağın ufuklarda şafaklar gibi dalgalandığı, Hakka tapan milletin istiklâl hakkını bütün dünyanın tanıdığı, bir milletin bir vatana döktüğü ve dökeceği kanları helâl ettiği, hür yaşamış bir ırkın hür yaşamak andını tekrarladığı şu günlerde ölmeyecek bir ölüyü, başta gençler olmak üzere, milletçe anıyoruz.
Onun adı tarihte olduğu gibi yüreklerde de yaşıyacaktır. Çünkü yazdığı marşla adı Türk istiklâline bağlı, yani ebedî kaldı.
Pek az müddet evvel İstiklâl marşımızın bir notasını Alman istemiş, bütün İzmiri üç gün alt üst etmiş uğramadığı musiki mağazası ve kütüphane kalmamış, buna rağmen İstiklâl marşımızın bir notasını bulmağa muvaffak olamamış.a
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bugün benzerleri yurdun her köşesinde sıralanan bir gecekondu hüviyeti içindeki mütevazi yapı...
İstiklâlimizi ebediyen kazanıp Cumhuriyete kavuştuktan sonra millî ahlâkımızda bir cihet, bütün açıklığıyle göze çarpıyordu: Bayrak saygısı… Bu, pek tabiî bir neticeydi. Çünkü İstiklâl Harbi neydi? Bayrağımızın İstiklâli, hür ve müstakil topraklarımız üstünde dalga vuracak olan mukaddes Türk Remzinin hâkimiyeti için çarpışmış değil miydik?
Yusuf Ziya Bey, millî bir marştan mahrum oluşumuzdan en büyük teessürü hisseden bir zat olduğu için, bu bahis etrafında bize umumî alâkayı davet edebilecek şeyler söyledi.
İşte öğle ezanı da okunuyordu. 1932 senesinden beri devam eden bir mecbûriyetle tabii Türkçe olarak...
“Nazlı Hilâl”in artık kaşlarını çatmadığı, bayrağın ufuklarda şafaklar gibi dalgalandığı, Hakka tapan milletin istiklâl hakkını bütün dünyanın tanıdığı, bir milletin bir vatana döktüğü ve dökeceği kanları helâl ettiği, hür yaşamış bir ırkın hür yaşamak andını tekrarladığı şu günlerde ölmeyecek bir ölüyü, başta gençler olmak üzere, milletçe anıyoruz.
Onun adı tarihte olduğu gibi yüreklerde de yaşıyacaktır. Çünkü yazdığı marşla adı Türk istiklâline bağlı, yani ebedî kaldı.
Pek az müddet evvel İstiklâl marşımızın bir notasını Alman istemiş, bütün İzmiri üç gün alt üst etmiş uğramadığı musiki mağazası ve kütüphane kalmamış, buna rağmen İstiklâl marşımızın bir notasını bulmağa muvaffak olamamış.a
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bugün benzerleri yurdun her köşesinde sıralanan bir gecekondu hüviyeti içindeki mütevazi yapı...
İstiklâlimizi ebediyen kazanıp Cumhuriyete kavuştuktan sonra millî ahlâkımızda bir cihet, bütün açıklığıyle göze çarpıyordu: Bayrak saygısı… Bu, pek tabiî bir neticeydi. Çünkü İstiklâl Harbi neydi? Bayrağımızın İstiklâli, hür ve müstakil topraklarımız üstünde dalga vuracak olan mukaddes Türk Remzinin hâkimiyeti için çarpışmış değil miydik?
Yusuf Ziya Bey, millî bir marştan mahrum oluşumuzdan en büyük teessürü hisseden bir zat olduğu için, bu bahis etrafında bize umumî alâkayı davet edebilecek şeyler söyledi.
İşte öğle ezanı da okunuyordu. 1932 senesinden beri devam eden bir mecbûriyetle tabii Türkçe olarak...
“Nazlı Hilâl”in artık kaşlarını çatmadığı, bayrağın ufuklarda şafaklar gibi dalgalandığı, Hakka tapan milletin istiklâl hakkını bütün dünyanın tanıdığı, bir milletin bir vatana döktüğü ve dökeceği kanları helâl ettiği, hür yaşamış bir ırkın hür yaşamak andını tekrarladığı şu günlerde ölmeyecek bir ölüyü, başta gençler olmak üzere, milletçe anıyoruz.
Onun adı tarihte olduğu gibi yüreklerde de yaşıyacaktır. Çünkü yazdığı marşla adı Türk istiklâline bağlı, yani ebedî kaldı.
Pek az müddet evvel İstiklâl marşımızın bir notasını Alman istemiş, bütün İzmiri üç gün alt üst etmiş uğramadığı musiki mağazası ve kütüphane kalmamış, buna rağmen İstiklâl marşımızın bir notasını bulmağa muvaffak olamamış.a
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bugün benzerleri yurdun her köşesinde sıralanan bir gecekondu hüviyeti içindeki mütevazi yapı...