"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli 4 Recep 1443 (5 Şubat 2022) Cumartesi günü İstanbul'da yapıldı.
Teşrik tekbirleri, salat-i ümmiye ve İstiklâl Marşı'nın 10 kıtasının okunmasından sonra İstiklâl Korosu konserinin birinci bölümündeki eserleri icra etti.
Panelde Genel Başkanımız Durmuş Küçükşakalak, İkinci Başkanımız Gökhan Göbel ve Umum Muhasibimiz Oruç Özel konuşmalarını yaptı.
İkindi namazını müteakip İstiklâl Korosu konserinin ikinci bölümündeki eserleri icra etti.
Panel dolayısıyla "İstiklâl Elifbası" ilk kez okuyuculara sunuldu.
Seyfullah Köksal: Selamun aleyküm,
Konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak'ı, İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel'i ve İstiklâl Marşı Derneği Umum Muhasibi Oruç Özel'i kürsüye davet ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak: Selamun aleyküm,
Cümleten merhabalar. İki seneyi aşkın bir zaman oldu, panelli veya konuşmalı bir toplantı yapamadık. Çünkü dünya tarihinde görülmemiş bir iki sene yaşadık. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı gözlere sokarcasına gösteren bir tecrübeydi bu. Buradan başlayarak İsmet Bey'in 20 sene önce Cuma Mektupları'nda attığı başlığa gelebilirsem geleceğim.
Küfür dünyası Türkiye dâhil tüm dünyaya hâkim olduğunu kabul ettirerek, bunun böyle olduğunu empoze ederek bir hâkimiyet kurmuş, her zaman. İşleri hiç yolunda gitmediği halde her zaman bizim elimizin kolumuzun bağlı olduğu, hiçbir şey yapamayacağımız zehabına kapılmamıza sebep olacak işlerle uğraştı. Kâfirler Müslüman’ım diyenlerin, hele hele Türk'üm diyenlerin kıstırıldıkları, sıkıştırıldıkları köşeden asla çıkamayacakları, başka bir yolun olmadığı, tek yolun kaldığı fikrini zaman içinde -tarihini izah etmeye çalışacağım- hepimizin beynine teker teker nakşetti. Yani iş Amerikanlaşmak mı, Türkleşmek mi; Türk mü, gavur mu; helal mi, haram mı çizgisine hiçbir zaman getirilmemeye çalışıldı. Amerikanlaşmalardan hangisinin muteber yahut gâvurluğun hangisinin makbul olduğunu seçmek zorunda bırakılarak bir hayat yaşadık ve hala yaşıyoruz.
Son iki yıla rağmen -kabul edin veya etmeyin- dünyada bir sistem var, herkesin gözünün içine sokulurcasına gösterilen bir sistem var. Bu iki yıla rağmen hâlâ dünyada bir sistem olmadığını, bizim yapıp etmelerimizle, bizim oy vermemizle iktidara birilerinin geldiğini, alış-veriş yapmamızla günlük hayatımızın şekillendiğini… dünyada bir sistem olmadığını söyleyen kişileri ahmaklar olarak ayırt etmek gerekiyor. "Evet, dünyada bir sistem vardır" diyenleri de ikiye ayırmak gerekir: İlki bu sistemin içinde bir an önce, vakit kaybetmeden iyi bir köşe kapalım; fırsatları kaçırmayalım diyenler. Yani “sanayi devriminden haberimiz olmadı, elektrik-elektronik devrimine ayak uyduramadık, digital devrimi kaçırmayalım.” Bunlara da "salaklar" diyebiliriz. Çünkü onların hayal ettiği gibi bir dünya hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. “Dünyada bir sistem vardır” diyen ikinci grup ise bu sistemin yerle yeksan olmasını isteyenler; bir şey yapabilenler değil ama isteyenler, yani İstiklâl Marşı Derneği.
Bugün dayatmalar altında yaşıyoruz. Yani sadece epistemik bir şiddet olarak dayatmalar değil artık fiili dayatmalar altında yaşıyoruz. Yani şunu yapabilirsin bunu yapamazsın, şu saatte evinden çıkabilirsin, şu saatte gireceksin, şu vasıtaya şu şekilde binebilirsin… şeklinde bütün dünyada olan bir şey bu. Dayatmalar altında yaşıyoruz... Ve "bu fiili dayatmalar olmadan hayatımızı devam ettiremeyiz." anlayışına herkesi getirmeye çalışıyorlar. Birçok bakımdan getirdiler. Küreselleşmeyle dünyanın bir köy haline geldiğini uzun süredir söylüyorlardı. Onun için bugün yaşadığımız modern efsaneler, yani demokrasisinden serbest piyasasına bütün modern efsaneler artık bir köy efsanesi tadında ve kıvamında hayatımızda var. "Pandemi" adını koydukları iş de bir köy efsanesidir. Küreselleşmenin neticesinde, iletişim araçlarıyla, enformasyonla üretilen “salgın hastalık” efsanesi Türk topraklarını vatan bilen insanları sistemin kölesi olmaktan başka bir yol olmadığına ikna etmek üzere tertip edilmiştir. Yani Türklük haysiyetini buharlaştırmak üzere bir programın içindeyiz. Onun için tedbirlerin en sıkı uygulandığı iki ülkeye bilmem dikkat ettiniz mi? Biri Türkiye, diğeri Almanya'dır. Onun için şu anda en muteber aşıyı bir Amerikan şirketi adına Türk asıllı Alman bir çiftin yaptığı reklamı gözümüze sürekli sokuluyor.
Amerikanlaşmak yahut Türkleşmek... “Salgın hastalık” günümüzde modern bir efsane ama tarih boyunca da her zaman bir efsane olarak vardı. İşin aslı ne idi? Yani hiç bilimsel safsatalara, tıbbî zevzekliklere dalmadan eğer tarihe müracaat edersek nete yakın bir tablo görürüz. Ama tarihte neyi nereye koyacağımızı, nereye nasıl bakacağımızı, tarihe kim olarak bakacağımıza öncelikle karar vermemiz gerekiyor. Bunları yerine getirdiğimizde tarih bize nete yakın bir tablo veriyor: Bütün “salgın” denilen hastalıklar yönetenlerin, iktidar odaklarının ve sermayenin her zaman bir bahanesi olmuştur, her zaman! Halkların, kalabalıkların ise bir avuntusu olmuştur. Tarih boyunca bu böyle oldu. Yani bugün işin uzmanı olarak ağzını açan herkes tam tersini söylese de; tıp tahsili, sağlık bilimleri tahsili sebebiyle bize öğrettikleri, bilim-kurgu romanları ve filmleriyle zihinlerimize kazıdıkları gibi bir “salgın hastalık” dünya tarihinde hiç olmadı. Yani pire gibi benden sana zıplayan, senden öbürüne sirayet eden veya çocukların sobe oynadıkları gibi ebe dokununca sobelendiğin bir hastalık etkeni tarih boyunca hiç olmadı. Olan neydi? Olan sefalete düşürülmüş, sefalet neticesinde bedenen kokuşmuş, umudunu kaybetmiş toplumlarda görülen kitlesel ölümlerdi. Bütün sefaletlerin, bütün salgınların bir adım öncesine bakarsanız göreceğiniz dört şey vardır, daha doğrusu benim görebildiğim dört şey var, beşinciyi ekleyen olursa maalmemnuniye kabul ederim. Birincisi büyük savaşlardır. İstisnasız her büyük savaş arkasında büyük bir salgın çıkmıştır. İkincisi büyük kıtlık ve yokluklardır. Üçüncüsü kuraklık veya temiz suya ulaşamama sıkıntısıdır. Dördüncüsü de sürekli olarak kirli veya kötü havaya maruz kalmaktır. Bütün salgınların bir adım öncesine bakarsanız bu dördünden başka bir şey göremezsiniz.
Mesela II. Dünya Savaşında biz 29 bine yakın askerimiz kaybettik. Diyeceksiniz ki biz II. Dünya Savaşına girmedik ki! Evet. Girmediğimiz savaşta tek kurşun atmadan, tek kurşun yemeden her 30-35 askerden birini kaybettik. O sırada asker sayımız savaş sebebiyle bir milyona yakındı. Yani savaşa girseydik bundan fazla olabilirdi ama neredeyse savaşa girmiş kadar asker kaybettik. Sebebi kolera, sıtma, verem… Tifüs var mıydı hatırlamıyorum. Olabilir. Bu gibi adına “salgın” dedikleri ama kökenine baktığınız da hiçbirisinin dediğim gibi insandan insana sirâyet eden bir şey olmadığını görürsünüz. Kolera dediğimizde orada kirli bir su vardır. O kirli sudan ben içerim hastalanırım, sen içersin hastalanırsın… Yani ferden ferda o sudan içen herkes hastalanır. Ortada bir tifüs vardır, çünkü bit vardır. O mikrobu taşıyan bit seni sokar hastalanırsın, başka bit beni sokar hastalanırım. Yani herkes ferden ferda hastalanır. Bulaşıcı hastalık onun için bir şehir efsanesi idi önceden. Şimdi “dayatılmış bilgi salgını” halinde bir köy efsanesi olarak hayatımızda var. Askerler dışında sivil halk da birçok “salgın hastalığa” maruz kaldı. Çünkü devlet fahiş vergiler, salmalar çıkardı. Buğday fiyatlarında, dolayısıyla ekmek fiyatlarında %200-300 enflasyon oldu o yıllarda.
Örnekleri dilediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Mesela; geçtiğimiz iki yılda en çok duyduğumuz İspanyol Salgını. Kimse tarihine dikkat etmiyor: 1918 ‘in Şubat ayında çıkmıştır. Üstelik askerler arasında çıkmıştır. Üstüne üstlük ülkelerin asker gönderen bölgelerinde bu hastalık yoğunlaşmıştır. Yani 3 sene savaşmış, bedenen bitmiş, moral değerleri -her neyse bunlar- çökmüş askerlerde görülen kitlesel ölümlerdir. I. Dünya Savaşında bütün ülkelerin cephede 10 milyon civarı asker kaybı olduğu söylenir. Savaşın cereyan ettiği ülkelerde sefalet neticesinde cephe gerisinde asker ve sivillerde görülen “salgın hastalıklar”dan ölüm, bunun çok çok ötesinde. Sadece İspanyol Gribinden ölenlerin 50 ila 100 milyon olduğu tahmin ediliyor. Başta tifüs olmak üzere diğer “salgınlar” da işin içine kattığınızda cephede ölenlerin kat kat fazlası cephe gerisinde, savaşın etkileri neticesinde; kıtlık sonucu, yokluk sonucu, suların kirlenmesi sonucu, susuzluk sonucu vs. ölmüştür. Gidebildiğiniz kadar tarihte geriye gidin. 18. ve 19. Yüzyıl bitmez tükenmez savaşlar ve salgınlar yüzyılı gibidir. Bir taraftan sanayi devrimi olmuştur ve sanayi devriminde maden ocakları, kömür ocakları, ibtidai şartlarda çalışan fabrikalar, atölyeler ve burada köle olarak çalıştırılan, köle olmadığı halde, köle gibi çalıştırılan insanların sefaleti neticesinde tüberküloz salgını diye bir salgın önü alınamaz bir hal almıştır. Yani “verem olmak üretimi düşürür” ibaresi o zaman anlımıza çizilmiş bir ibaredir. Amerikalılar, Amerika kıtasında bugüne kadar yaşamış en şerefli insanların, yani Kızılderililerin top yekun yok edilişindeki suçlarını hafifletmek için 20. asrın başında; “evet, bir kısmını savaşlarda öldürdük, fakat çoğu çiçek salgınından öldü, çünkü çiçek Avrupa’dan Amerika’ya taşındı, Kızılderililerin bağışıklık sistemi bu hastalığı tanımıyordu…” yalanını tüm dünyaya yutturdu. Hâlbuki köle yapılamayacak kadar yüksek haysiyete sahip Kızılderililerin hayat sahalarını, verimli topraklarını ellerinden aldılar. Onları hep daha batıda, çöllerde ve Alaska’ya kadar uzanan verimsiz topraklarda yaşamaya mecbur ettiler. Çoğu açlıktan ve susuzluktan öldü. Misalleri çoğaltabilirsiniz ama ben konumuza gelmek için fazla uzatmayacağım. Şunu da söyleyeyim: Mesela bu topraklarda en büyük veba salgını 1403 Hıristiyan yılında çıktı. Bu tarih bize neyi hatırlatıyor? 1402 Ankara savaşı ve Fetret Dönemi: Ortada devlet yok, dirlik düzenlik kalmamış. Herkesin Ali kıran baş kesen olduğu bir zamanda çok şiddetli bir kıtlık ortaya çıkıyor ve ardından bu toprakların gördüğü en büyük “veba salgını”nı görüyoruz.
Bir “salgın”la nasıl mücadele edilirin cevabını Hz. Ömer’de gördüm. Başka da gözüme hiç ilişmedi. Çünkü Ömer çok gerçekçi bir raşit halife. Ömer (Radiyallahu Anh) hilafetinin yedinci yılında büyük bir kuraklık başlıyor. Geniş bir coğrafyada bir damla yağmur düşmüyor. Önce tabi otlar yetişmiyor, hayvanlar telef olmaya başlıyor. Ondan sonra insanlar ölmeye başlıyor ve yine bir “veba salgını” çıktığını söylüyorlar. Kudüs ile Şam arasında. Hâlbuki açlık salgını asıl salgın. O yıl Halife Ömer o kadar zayıflıyor ki insanlar Ömer’in de açlıktan öleceğini düşünüyor. O haliyle fethettiği toprakları teftiş için sefere çıkıyor. Mısır, bugünkü Suriye, Ürdün, Irak ve İran’ın bir kısmı henüz o zaman fethedilmiş. Mekke ve Medine’de de açlık var, kıtlık var. Kıtlıktan ziyade yokluk var. Ve teftiş için çıkıyor. İşte bir yerde veba olduğunu duyuyor veba ile nasıl mücadele edilir Ömer öğretir bize. Beraberinde getirdiği develeri kestiriyor. Halka dağıtıyor ve Şam valisine halka düzenli kuru et dağıtmasını ve halkı -oranın havasının nemli olduğunu söyleyerek- tepelik yerlere çıkarmasını emrediyor. Pek gerçekçi bir çözüm. Onun dışında hiçbir tıbbi çözümle hiçbir “salgın” tarihte çözülmemiştir. Çünkü eğer gerçekten bir “salgın” varsa sebebi farklıdır. Sebebi sefalettir özet olarak. Mehmet Akif’in Kocakarı ile Ömer şiirinde tasvir ettiği tablo Ömer’in adaletini göstermek için yazılmış hayalî bir tablo değildir. 1910 yılında yazılan bu şiir İstanbul’da o yıllardaki sefaletin tasviridir aslında. Aslında Padişah’a: “Ömer halife ise sen kimsin, sen halife isen Ömer ne?” der.
Bu topraklar Darül-İslam haline geldiğinde 14. yüzyılda İtalyan Site Devletlerinde bir şey başladı. Kapitalizmin veyahut Dünya Sistemi dediğimiz sistemin temelleri atıldı. Bu temeller atılırken bir kaç husus vardı o temellerin ortaya çıkmasında. Birincisi bu toprakların Darül-İslam haline gelmesi, Türklerin vatanı olmasıydı. Bu aynı zamanda Avrupa’nın Doğu ile olan bütün ticaret yollarını tıkamak demekti. Diğer taraftan 1337’de Avrupa’da Yüz Yıl Savaşları başladı. Bir taraftan ticaret yolları tıkandı. Türkler Niğbolu, ardından Kosova’ya kadar ilerlediler. İtalyanlarda Türk Korkusu başladı. Diğer taraftan İngiltere ile Fransa arasında Yüzyıl Savaşları başladı ve Avrupa’nın bir kısmına yayıldı. Bu savaşlardan 10 yıl sonra Avrupa’nın gördüğü, bu güne kadar gördüğü en büyük “salgın” başladı. Yüz Yıl Savaşlarından 10 yıl sonra! Yüzyıl Savaşları’nın başlaması ve bizim İtalya’ya doğru yaklaşmamız Avrupa’da büyük bir kıtlık meydana getirdi. “Kara Ölüm”, “Kara Veba” dedikleri o salgında Avrupa nüfusunun en az üçte birinin, kimi tarihçiler yarısının öldüğünü söylerler. 5-6 yıl süren bir “salgın”. “Salgın” sonunda özellikle İtalya’da halk bakıyor ölmeyen iki grup insan var: Birincisi zenginler ikincisi Yahudiler. Öyleyse diyorlar; “bu bir fakir hastalığıdır.” Bizim bugün veba hastalığı dediğimiz şeye “bu bir fakir hastalığıdır” diyorlar. Bu kayıtlarda var. Bir kısmı da diyor ki “Zenginleri anladık. Bunlar su içmiyorlar su yerine şarap içiyorlar. Ama Yahudiler şarap içmedikleri halde ölmediler. Bizim suyumuza bunlar zehir karıştırdı, kendileri başka su içti” deyip büyük bir Yahudi katliamına başlıyorlar. Yahudiler canlarını kurtarmak için bugünkü Polonya, Rusya… o tarafa göçüyorlar ve kapitalizmin temellerinde kullandığı taşlardan biri olarak o Yahudilerin servetleri de ekleniyor. İtalyan Site Devletlerinde ticaretin şekli değişiyor, nüfus azaldığından ücretli emek devreye giriyor, “salgın” sebebiyle servetini kaybedenlerin serveti sermaye sahiplerine geçiyor vs. İtalyan site devletlerinde temeli atılan ve bugün Amerikanlaşmayla cesametini tarif ettiğimiz dünya sisteminin başlangıçtaki o muharrik gücü bu toprakların Türkleşmesi, yapıda kullanılan malzemelerden biri ise “salgın hastalık”…. Dolayısıyla gerek kapıldığı infial gerekse doğduğu zemin itibariyle hastalıklı ve marazlı bir sistemin ağında yaşıyoruz. Krizlerle, savaşlarla ve salgınlarla kendine yeni ufuklar açmakta gayet mahir bir sistemin ağında…
II. Dünya Savaşı akabinde salgınlar devri kapandı. II. Dünya Savaşı akabinde! Niye böyle oldu? Anlatılan hikâye: Tıp gelişti; aşılama faaliyetleri yaygınlaştı; ilaç sanayii büyüdü ve salgınlar bitti. Hayır. Böyle bir şey olmadı. Olan şey PAX AMERİCANA idi. Kapitalizm kölelerini sağlıklı tutmanın, onların karnını doyurmanın, onlara özgürmüş gibi davranmanın, onları müşteri kılığına sokmanın gayet verimli bir şey olduğunu; hem üretimi hem tüketimi arttırdığını, dolayısıyla kapitalizmin kan dolaşımını hızlandırdığını 19. asrın başında Amerika’da keşfetti. Amerikan İç Savaşı’nın tek konusu vardı: Kölelik. Sanayileşmiş kuzeylilere işçi lazımdı; sanayide çalıştırmak için, üretimi arttırmak için. Aynı zamanda müşteri lazımdı. Bunun için köleliğin kaldırılmasını istiyorlardı. Tarımla uğraşan güneyliler ise “biz bu işleri kime yaptıracağız.” diyor ve köleliğin devamını istiyordu. Bu bir savaş sebebi oldu Amerika’da. Beş yıl süren Amerikan İç Savaşı’nda kuzeyliler galip geldi. Köleler özgürlüğüne kavuştu! Ve bir şey daha oldu Amerika’da 19. Yüzyıl’ın başında Monroe Doktrini yürürlüğe girdi. Bu, şu demekti: Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa’nın ne siyaseten ne savaş bakımından hiçbir işine karışmayacaktı. Sadece kendi işini yapacaktı. Amerika Amerikalılarındı. Avrupa başta olmak üzere dünyanın başka yerlerine mamul maddelerini satarak siyasetten ve savaştan uzak yaşayacaktı. Gerçekten de öyle oldu. 1917’ye kadar yaklaşık bir asır boyunca Avrupa’dan yalıttı kendini Amerika Birleşik Devletleri. Ve o yalıtılmış sahada biriken tek şey vardı: Para. Yani servet birikti. Daha sonra bu servetler sermayeye döndü. Amerika’da o bir asra yakın bir zaman diliminde biriken sermayenin ilk hegemonyasını kurduğu yer kuzeyiyle güneyiyle tüm Amerika kıtasıydı.
1913’e geldiğimizde, 1913’ü 14’e bağlayan yılbaşı tatilinde Amerikalıların bile haberi yokken, Avrupalıların da haberi yokken bir şey oldu. Bugün herkesin dilinde, birbirine muştuladıkları; “bugün FED toplanıyor.” dedikleri o yapı; Federal Reserve o zaman kuruldu. Bu kurulduktan yedi ay sonra Birinci Dünya Savaşı çıktı. Hem Birinci Dünya Savaşı hem İkinci Dünya Savaşı; ikisinin de sebeplerine bakarsanız sebepleri arasında ne dinî, ne sosyal, ne kültürel, ne demografik… hiç bir sebep bulamazsınız. Siyasî bir taraf varmış gibi anlatılır. Ama bu trafikte bir yan baktın kavgası gibi bile değildir. Siyasî bir tarafı da yoktur. Çünkü her iki savaşta da nihai yumruğu vuran Amerika Birleşik Devletleri 1917’ye kadar dünya siyasetinde adı anılmayan bir ülke idi. Yani her iki savaşın da siyasî bir yönü olmadığını her iki savaşı da bitiren ülkenin 1917’ye kadar dünya siyasetinde bir yeri ve ağırlığı olmadığından çıkarabiliriz. Her iki savaş da; hem Birinci Dünya Savaşı hem İkinci Dünya Savaşı empoze edilmiş, sermayenin zorladığı, dayattığı savaşlardır. Yani soğuk savaşı 45 yıl boyunca tüm dünyaya kim dayattıysa ve yutturdu ise iki tane çok sıcak savaşı da aynı onlar dayattı ve yutturdu. Her iki dünya savaşının asıl sebebi sistemin işleyişinde ayak bağı olacak unsurları temizlerken aynı zamanda tüm dünyada ama hususen müstemlekecilik sebebiyle dört asır boyunca Avrupa’da birikmiş sermayeyi emmek, Amerika Birleşik Devletleri’ne nakletmektir. Yani asırların müstemlekecilerini müstemleke yapma savaşıdır.
Her iki dünya savaşına da Amerika Birleşik Devletleri üçüncü yılında girdi. İlkine üçüncü yılının sonunda ikincisine üçüncü yılın başında. O üç yıl süre zarfında ne yaptı? Başta silah olmak üzere savaşan ülkelerin bütün ihtiyaçlarını sattı. Yani ham madde, mamül madde, gıda ürünleri… aklınıza ne gelirse. Baş kalem silahtı. Neyle sattı? Diyeceksiniz ki parayla sattı! Birinci Dünya Savaşı için kısmen geçerliydi bu. Çünkü bütün dünyada para birimleri öyle veya böyle altına endeksliydi. Ama İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika Birleşik Devletleri İngiliz poundu dâhil hiçbir para birimini geçerli saymadı. Çünkü İngilizler 1929’daki büyük buhranı bahane ederek 1931 yılında poundla altının bağını kopardıklarını ilan etmişlerdi. Bu işin akıl hocası da İsmet Bey’in, nefretine yirmi sebep sıraladığı John Maynard Keynes’ti. Bu sebeple İkinci Dünya Savaşı’nda İngiliz poundunu bile geçerli para saymadı Amerika Birleşik Devletleri. Sadece müşahhas altınla sattı. Daha dünya savaşı sona ermeden –savaşın sona ermesine bir yıl var- 1944 yılında 44 ülkeyi Amerika Birleşik Devletleri’ne tatile çağırdı. Tatil beldesiydi çünkü Bretton Woods. Ve orada –kabaca ve hızlıca anlatırsam- dedi ki: “Yeter. 5 yıldır süren savaşla çok yoruldunuz. Biraz soluklanın; dinlenin. Bir çay kahve içelim.” Bu şekilde bir konferans yapıldı. Bir hafta on gün süren bir konferans-anlaşma! Bretton Woods Anlaşması İngiltere ile Amerika arasında cereyan eder aslında. Diğer ülkeler nikâh şahidi olarak oradalar. Hemcinsler arasında gerçekleşen bu gayr-ı meşru ilişkinin nikâh şahidi olarak oradalar. Aslında İngiltere yetkilerini Amerika Birleşik Devletleri’ne devrediyor, çünkü devretmek mecburiyetinde. Oturmuşken bir de oyun kuralım dediler. Oyunu kim kuracaktı? Elbette borcu olmayan ve altını en fazla olan oyunu kuracaktı. Baktılar: İlginç bie şekilde borcu olmayan dünyada tek ülke vardı, Amerika Birleşik Devletleri. Altın rezervlerine baktılar: O daha ilginçti! Avrupa başta olmak üzere dünyada devletlerin elinde neredeyse altın kalmamıştı. Hepsi Amerika Birleşik Devletleri elinde iki dünya savaşı sonunda toplanmıştı. Öyleyse oyun kurucu belli olmuştu: Oyunu Amerika Birleşik Devletleri kuracaktı. Oyunun üç kuralı vardı. Birincisi: Rezerv para olmadan bu oyun oynanamaz, dendi. Rezerv para için de cari fazlası en fazla olan ülke kim, diye baktılar. Yine tabii ki, bütün oklar Amerika Birleşik Devletleri’ni gösteriyordu. Ve Amerikan doları rezerv para kabul edildi. İkinci, oyunun ikinci kuralı: Borçlandırma olmadan bu oyun oynanamaz, şeklindeydi. Zaten iki savaş sonrasında, özellikle Avrupa ülkeleri borçlanma ihtiyacındaydı. Oyunun üçüncü kuralı da: Silah gücü en yüksek olan yahut sopası en uzun olan bu oyunu idare eder dendi. O sırada herkesin sopası kırıktı. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin sopası sağlam ve uzun gözüküyordu.
Bretton Woods’ta kurulan o oyunun sahne perdesini Marshall yardımlarıyla açtılar. Yani o ilk hareketi başlatacak, çarkı çevirmeye başlayacak, marşa basacak şey Marshall yardımlarıydı. Savaşan bütün ülkelere ve savaştan zarar gören bizim gibi ülkelere belirli miktarlarda yardım yapıldı. Savaşan ülkelere daha ziyade nakdi yardım şeklindeydi. Bizim gibi, savaşa girmediği halde zarar gören ülkelere ayni yardımlar –nakdi de vardı ama ayni yardımlar- ağırlıktaydı. İşte Türkiye tarım ürünleri vasıtasıyla sisteme eklemlendiği için traktöründen alet edevatlarına kadar tarım makineleri ekseriyette olmak üzere süt tozundan, giyim eşyalarına kadar birçok yardım yapıldı. Yani düşünün İngiltere gibi üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk İkinci Dünya Savaşı sonunda yardıma muhtaç bir ülke haline gelmişti. Üç dört ay önce 1939 doğumlu babam çocukluk yıllarını anlatıyor. Yani 40’lı yılları anlatıyor. Bir ara; herkes bitliydi, “o bitin derdi neydi, bilmiyorum” dedi. Kadınlar çocuklarının bitini kırıyor, birbirlerine ödünç bit kırmaya gidiyorlardı falan diye anlattı. Daha sonra Menderes iktidara geldi bit pire bir şey kalmadı, dedi. Nasıl oldu bu, diye sordum. DDT diye bir toz dağıttılar dedi. Onu işte başlarımıza, elbiselerimize, evlerimize serptik, yıkadık ve haşerenin kökü kesildi dedi. Ben de internete baktım hemen; Marshall yardımlarında DDT var mıydı diye. Evet süt tozunun yanında DDT de gelmiş. Yani PAX AMERİCANA kölelerinin bitini bile düşünüyordu. Çünkü sağlıklı köleler üretimi arttırıyor, daha çok tüketiyor dediğim gibi. Bu Amerika’nın 19. Asrın başında Amerika’da keşfettiği şey Bretton Woods’un ardından gelen Marshall yardımlarıyla tüm dünyada tatbik edilmeye başlandı. Ve arkasından işte o borçlandırma meseleleri başladı… “Salgınlar” devri bitti, medeniyet hastalıkları devri başladı.
1970’lere geldiğimizde 1944’de kurulan oyun -Bretton Woods- sermaye için çok sıkıcı bir oyun haline gelmişti. Çünkü nispeten sınırlandırıyordu. Dolar altına endeksliydi güya ama onu çoktan endeksini falan bozmuştu Amerikalılar. 1971’e geldiğinde böyle bir endeksin falan kalmadığını ilan ettiler. Sermaye zincirlerinden boşandı ondan sonra. O nefretimize yirmi sebep bulabileceğimiz adamın cümlesi ile: “Sermaye ve finans akılla tartarak hareket etmez; hayvanî içgüdülerle hareket eder”di. Ve o hayvan (hiç dişi kalmamış canavar) 70’lerin başında zincirlerinden boşandı. Dolar altına değil de su gibi çıkan petrole endeksli imiş gibi oluverirdi. 80’lere geldiğimizde zincirlerinden boşanan o canavar kafesten çıktı ve dalgalar halinde tüm dünyaya yayıldı. İşte biz buna büyüme, gelişme, refah demeye başladık; hatta Refah Partisi diye bir parti de kuruldu. Tabii bu 1980’lerde olan şeyi globalleşme/küreselleşme adıyla cicili bicili bir şey olarak sundular. İşte kültür, bilgi, teknoloji, fikirler… her türlü şey küreselleşme dedikleri vasıtayla yayılıyor, alış verişi sağlanıyordu. Asıl yayılan şey ise sermayeydi. İdeologiler bile Amerikan dolarına sarılmış halde hareket ediyordu. Sermaye her yere kol atıyor, tsunami dalgaları halinde her yere yayılıyor ve vardığı yerde birçok şeyi değiştiriyordu. Başta tüketim alışkanlıkları olmak üzere daha sonra ahlaklar olmak üzere… Dini değiştirmeye kadar iş geldi bugün. 2000’li yıllara geldiğimizde ise o dişsiz hayvanın semirmesine petrodolar da yetersiz kaldı: “Çindolar”, Eurodolar, eurobond… şekillerinde suya bile endekslenemeyecek miktarda dünyaya dolar saçıldı.
21. Hıristiyan asrı şartlarında her millet her fert Amerikanlaşma ve Türkleşme arasında bir tercihte bulunmak mecburiyetinde. Bu yeniden adlandırmalar yapmak için de böyle bir mecburiyetimiz var. Tarihe yeniden bakmak için de böyle bir mecburiyetimiz var. Olup biten her şeyin dil üzerinden olduğuna, dil üzerinden hayatımıza dâhil olduğuna dikkat etmemiz gerekiyor. Eski mutasavvıflar bu dünya hayatını rüya âlemi olarak tanımlarlar; gerçek âlem ölünce uyanacağımız âlemdir, derler. Rüyalar tabire muhtaçtır. Rüya tabir etmek demek ibareye kavuşturmak demektir. Yani rüya akışkan bir şeydir, maî bir şeydir, altına nasıl bir kap koyarsanız ona göre donar, şekil alır. Onun için rüya tabir etmek önemli bir şey. Bunları şunun için söylüyorum; bu dünyadaki olup biten şeyleri, hayatımızda yaşadığımız olup biten şeyleri adlandırmak, tabir etmek, ibareye kavuşturmak o işi bir nevi tanımlamak, hayatımızda olacağı yeri belirlemek manasına gelir. Yani olup biteni veya olmakta olanı nasıl adlandırırsak yahut mevcut adlandırmalardan hangisini tercih edersek kendimizi de öyle bir yere ya hapsetmiş ya da konumlandırmış oluruz. Olup bitene hem tavır olarak hem de tanım olarak Türkçe bakabilirsek Türkleşmeye, Amerikanca bir tavır veya dile meyledersek Amerikanlaşmaya açılırız. Bu tabiatı gereğidir. Herhangi bir meseleye vakıaya tüm dünyada nasıl bakılıyorsa öylece bakıyorsak bu çoktan oyunu kaybettiğimizin delilidir. Eğer itikadımız dilimize, günlük hayatımıza, siyasî tavrımıza, tarihe bakışımıza etki eden bir şey değilse; o itikadı Hıristiyan ve Yahudi itikadından nasıl ayırt edeceğiz? Yani “şu meseleler itikadîdir bu meseleler başka bir şeydir.” Bu bizi Amerikanlaşmaya götürecek bir yolun başlangıcı. İtikat, dilimizden başlamak üzere hayatımızın tamamını doldurur veya her yeri düzmecedir. Amerikanlaşmak için itikat sadece bir inanç konusudur ve “inanç dünyası” diye bir ayrı dünyanın meselesidir. Bu dünya ile alakası olmayan, öbür dünyada da bir işe yaramayacak bir dünyanın mevzuudur. Ben sözü çok mu uzattım?
İsmet Bey yirmi yıl önce Cuma Mektuplarında, bugün panel başlığı haline getirdiğimiz başlığı attığında ikiz kuleler yeni uçaklanmıştı ve Türkiye’de AKP iktidarda değildi. Yani otantik bir Amerikancılık sahnedeydi. Otantik bir Amerikanlaşma içindeydik. Yirmi yıl sonra bugün ise yine İsmet Bey’in tabiri ile “düzmece ve düzülmüş bir Amerikancılık” evresindeyiz. Düzmece ve düzülmüş adlandırmalara ne kadar meyyalsek o kadar Amerikanlaşmışızdır. Düzgün ibare ve tanımlara, namuslu işlere ne kadar açıksak o nispette Türkleşeceğiz demektir.
Sözü İkinci Başkanımız Gökhan Göbel’e tevdi ediyorum.
Gökhan Göbel: Selamun Aleyküm,
Yirmi sene önceki bir Cuma Mektubu başlığı bugünkü serlevhamızın başlığı. On sene sonra da yani bundan bir on sene önce de İsmet Bey şöyle bir kitap neşretti: Türk Olamadıysan Oldun Amerikalı. “Amerikanlaşmak yahut Türkleşmek üçüncü bir yol yok” bir teklif. On sene sonra gelen kitabın başlığı da bir ikaz: “Türk olamadıysan oldun Amerikalı” . Bugünlerde çıkan kitabının ismi de Tekne Kazıntısı. O kitap şu yazıyla açılıyor; “Köşeyi mi dönmeli, voliyi mi vurmalı?” Şairin bu iki ibareyi yazısının başlığına taşıması -yani insanların bugün neye rağbet ettiğini de gösteren bir şekilde- yirmi senedir Amerikanlaşmanın ne kadar mesafe kat ettiğini de gösteriyor. Mesela Türkçe “zengin olmak” tabirine bugün yer bırakmadı Amerikanlaşmanın seyri. Ama kitap şu yazıyla da son buluyor; “Namustan vatan, vatandan namus çıkarmak” Yani namus ve vatanın Türklükle münasebeti ve mesela Amerikalılıkla zıddıyeti de hala çok şükür Türkçe görülebilen bir şey.
Kendinizi bıraktınız mı Amerikalı oluyorsunuz zaten. Türkleşmek için bir şeyi göze almak gerekiyor. Mesela Türk tarifinde olduğu gibi: Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman Türkleşebiliyor. Millet olmamız konusunda bir şeyi göze almamız gerekiyor yani başka türlü ne bir Türkleşme ne de bir teklifi yüklenecek durum taşıyabileceğimizi sanmıyorum. Ona da şuradan başlayabiliriz: Bu panele de yetişti, bir İstiklâl Elifba'sı neşrettik. Türkçemizi kazanmak maksadıyla yazımızı geri almak... Bu sadece bunla kalmayacak bu tabii olduğu zaman her şey olmuş olur ama bizim kendimizi keşfetmemiz yani Türk isek, Türk milleti isek kendimizi keşfetmemiz bu yazı ve Türkçeyle olacaktır. İsmet Bey son kitabında veya bir öncekinde şöyle bir tarifte bulunmuştu: Edebiyat, Kur'an Surelerinin hakkı gözetilerek okunmasıdır. Bu Türkçe'de, Türk Edebiyatı'nda aynen böyle olmuştur. Bu bence yolumuzu aydınlatabilecek bir şey. Yani biz yazımızı aldığımız takdirde bir Türkleşme yoluna girmiş olacağız.
Yunus Emre’yle başlayan bir edebiyattan bahsediyoruz ve Yunus Emre'nin yazdıklarının arkasında hem Hadis ve Ayet mealleri olduğunu biliyoruz hem de Aruz'la yazdığını biliyoruz. Cumhuriyet'in ilanından sonra çeşitli maksatlarla belki kendi ideologileri gereği Yunus Emre neşriyatı yaptılar. O kitaplarda Yunus Emre'nin aruz vezniyle yazdığını fakat mahdud miktarda şiirlerinin aruz vezniyle olduğunu söylüyorlardı ama hepsi ayrı sayı veriyordu. Sonra yapılan çalışmalarda gittikçe bu sayı arttı. Yani aslında Yunus Emre'nin bir aruz şairi olduğunu Türkçe'nin hususiyetlerine dikkat edenler fark edebiliyor. Mesela aynı kelimeyi iki farklı şekilde niye kullansın eğer vezin gereği kullanmadıysa diyorlar.
Aruz vezni niçin ehemmiyetli? Çünkü Türkçe’ye şeklini veren şey aruz vezni. Ve bu da Kur'an’la bağı olmakla alakalı, bir milletin Kur'an’la bağı olmasıyla alakalı. Çünkü aruzda mesela tecvide benzer kaideler vardır. Yani Yunus Emre'den itibaren aruz vezniyle yazıldığı için Kur'anî kelimeler ve sadece kelimeler değil cümle yapıları Türkçe'ye naklolunmuştur. Divan Edebiyatı bütün şekliyle bütün tarihi boyunca aruz vezniyle yazıldı. Tanzimat Fermanıyla beraber terk edildi diyoruz biz Divan Edebiyatı için. Buradan kendi toplumumuz hakkında bir şeyler fark etmemiz mümkün. Eğer Tanzimat Fermanı Türkler için iyi birşey ise , Divan Edebiyatı'nın terk edilmesini de o zaman iyi bir şey sayabiliriz ama Tanzimat Fermanı'nı Türkler için iyi bir şey saymıyorsak Divan Edebiyatı'nın terk edilmesini de öyle saymamamız gerekir. Aruz vezniyle Türkçe şekillendi dedik Divan Edebiyatı ve Divan Edebiyatından sonra Batı tesirinde Türk Edebiyatı'nda da Divan Edebiyatı terk edilmesine rağmen Aruz Vezni terk edilemedi. Yani Türkçe'yi şekillendiren şey Aruz vezni olduğu için bir Edebiyat terk edilmesine rağmen Batı tesirinde Türk Edebiyatı'nda aruz vezni terk edilemedi. Heceyle yazmak istediler, bazıları tercümelerde bari heceyi kullanalım dedi. Mesela Recaizade Mahmut Ekrem fablları tercüme ederken heceyle yazmak istediğini fakat beceremediğini söyledi. Aruz terk edilemediği gibi, dikkati çeker bir şekilde gücünü arttırdı. Yani şiir okuyanların sayısı da Divan Edebiyatı terk edildikten sonra arttı belki. Fakat şöyle bir şey hesab etmemiz lazım: Yusuf Ziya Ortaç Tevfik Fikret için diyor ki: Eğer lise değil idadi tahsili görmedinizse, eğer mektepte Karabaş Tecvidi'ni okumadınızsa Tevfik Fikret'in şiirlerini tatmanız çok zor şeydir diyor. Bu, Batı tesirinde gelişen Türk Edebiyatı için söylenmiş bir şeydir. Fakat mesela Ömer Seyfettin, Yahya Kemal'in sonradan “Eski Şiirin Rüzgariyle” isimli kitabına aldığı divan tarzında yazdığı gazellerden birini tenkid ederken diyor ki, "Daha İdgam Meal-Gunne'yi bilmez bir de böyle mısralar kurmaya cüret eder." diyor. Yani Divan Edebiyatı'nın seviyesi yani ne durumda ki biz bugün çok uzaktan, Ömer Seyfettin'in söylediği şeyden mukayese ederek anlayabiliyoruz. Yahya Kemal hafife alınıyor o divan tarzında yazdığı şiirler sebebiyle.
Aruz vezni Türkçe'yi yalnızca kelimeler itibariyle şekillendirmedi. -Bugün Kur'ani olarak bizim kulağımızın alışık olduğu kelimeler aruz vezni sebebiyle Türkçe'dedir. Diğer kelimeler de aruz vezni sebebiyle şekil almıştır sonradan- Ama aruz vezni Türkçe'nin yalnızca kelimelerini değil cümle yapısını da -Arapça dolayısıyla- şekillendirmiştir. Bugün hepimizin fark edebileceği şekilde bir esneklik vermiştir. Bize okulda Türkçe'de yüklem sonda olur diye bir kaide öğretirler diğerlerini de kuralsız cümle olduğunu söylediler. Aruz vezni, hece vezni gibi parmak hesabı değil yani heceyi sayıyorsun hece veznini buluyorsun. Aruz vezni kelimelerin açık kapalı, hecelerin durumunu hesap ediyor yani bir Elif miktarı uzatıyor musun? Sesli harfle mi bitiyor? Sessiz harfle mi bitiyor?.. Daha çetrefil bir yapısı var. Bu sebeple vezne uydurmak için şairler bir şeyler yaptılar. Bu esnek cümle yapısı Türkçe'nin dilden şiire değil şiirden dile doğru olduğunu gösteren bir şey oluyor. Nasıl oluyor? Mesela birkaç numune aldım bize yüklem kelimenin sonunda olacak derler fakat mesela çok bariz bir şekilde "dalları bastı kiraz" deriz ve burada "bastı" cümlenin ortasındadır. "Dalları kiraz bastı" dediğimizde mesela bu başka birşey olur. Yahut "çocuktan al haberi" deriz, "çocuktan haberi al" demeyiz. Cümlenin başında sonunda ortasında yüklem olabilir. "Buyrun cenaze namazına" denir mesela. Yahut işte biz Kur'an’la yoğrulmuş bir toplum olduğumuz için mesela biz çocukken hep iftar duası olarak okutulan şey aynı Arabî cümle yapısıyla tercüme edilmiştir: “Hamdolsun verdiğin nimetlere...” deriz mesela. O “hamdolsun” cümlenin başında yer alabilir. Bunun aruz vezniyle alakası şu: Okullarda mesel olarak anlatılırmış o zaman. Hoca “müstefilâtun bâbında bana bir kelime ya da bir İfade söyle demiş talebesine. Talebesi de içinden “çattık belaya, çattık belaya” deyip duruyormuş. Oğlum “sesli söyle” demiş. Arkadaşları söylemişler “çattık belaya” diye hoca da “işte bak müstefilâtun” demiş. Öyle yani. Kurallı cümle olsa belaya çattık olması lazım. İnsanların, talebenin kafasının nasıl işlediğini düşünün. “Çattık belaya” diyor fiili başta kullanıyor. Bunun, divan şairlerinin ve sonra bütün insanların aruzla nasıl yoğrulduğunu anlamak için bizim bütün kitaplarımızın manzum ve aruzlu olduğunu hesap etmek lazım. Çocuklar mektebe gidiyorlar lügatleri aruzla yazılmış lügat. Sadece anadili Türkçe olanlar değil, anadili Boşnakça, Sırpça, Arnavutça, Grekçe olan Müslümanlaşıp Türk olanlar Türkçeyi aruz vezniyle öğrendiler. Onların da lügatleri aruz vezniyle idi. Mesela onun için bazı tezlerde çalışılmıştır devrik cümle denilen cümlenin doğrudan aruzla Türkçe öğrenen Balkanlarda daha çok olduğundan bahsederler. Bu aruz vezni bizim milli varlığımızı, Türkçeyi şekillendiren şey. Bir de şu vardır: Yani fitne fesat ehli olduğu için mesela şöyle -tövbe- derler ki işte “Kur’an’daki şeyler aruza uyar” falan... Bazıları hatta mesela Behçet Kemal “Kur’andan İlhamlar” diye bir kitap yazmıştır. Aruz vezniyle yazmıştır bunu. Akılları sıra Kur’an’ı devre dışı bırakmak için. Daha ileri gidememiş tabii adını Kur’an’dan ilhamlar koymuş. Aruz vezni, ilmi bilenlerce zaten Kur’an’ın şiir olmadığını öğreten bir şeydir de. Bir yazısında İsmet Bey, “Kur’an bilgisi aruzun fitne çıkaran bir şey olmasına mani oldu.” der.
Aruz vezni ve hece vezni münakaşaları oldu burada da öğretici bir şey var. Bizim bildiğimiz bütün “hececi” şairler iyi aruz bilen hece şairleridir. Âşık edebiyatında bugün çok bilinen -Karacaoğlan hariç- âşıklar aruz öğrenip heceyle yazmışlardır. Aruzla denedikleri çok başarılı şeyler değildir, heceyle yazmışlardır. Mesela âşık Ömer, Gevheri, Erzurumlu Emrah aruz bilen hece şairleridir. Bizde de hece şiiri aruz bilen aruzu çok iyi kullanan hece şairleriyle başladı. Balkan Harbi sonrasında başladı fakat hiçbir hece şairi şiirini heceyle devam ettirmedi yani ne Faruk Nafiz ne Enis Behiç ne Yusuf Ziya ne Halit Fahri ne Orhan Seyfi ... Orhan Seyfi güftekâr oldu, Halit Fahri piyesler yazdı, Faruk Nafiz aruza döndü. Zaten heceyle yazarken de aruzla yazıyordu. Mesela Faruk Nafiz “Han Duvarları”nı heceyle yazdığı için cumhuriyetin ilk yıllarındaki çok meşhur şiirini hepimiz heceyle sanıyoruz ama aruzla yazdı: “Sana çirkin dediler düşmanı oldum güzelin/ Sana kâfir dediler diş biledim hakka bile” bu aruzla yazılmış bir metin ve günlük Türkçe ile yazılmış bir metin. Sonra Enis Behiç ömrünün sonunda aruza döndü. Yusuf Ziya mizahla uğraştı. Hececiler meselesinde bence en trajik şey, dikkate değer şey şudur: Bir sürü Mustafa Kemal şiiri vardır. Bilirsiniz Mustafa Kemal hakkında işte Nazım Hikmet’ten Atilla İlhan’dan Turgut Uyar’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya kadar… Ama bence şiir okuru olan birisine sorsanız hangisi en iyisidir diye “Atamızı Tavaf” şiirinin ismini verecektir: Bir milletin melalini söyler derin derin/ Derya önünde çırpınarak Dolmabahçe’nin” İbrahim Alâaddin Gövsa'nın şiiri. Mesela Alâaddin Gövsa da hececi bir şairdi ama onlar için tabi çok hayati bir şeydi herhalde Mustafa Kemal'in ölümü ve aruzla yazmak durumunda kaldı. Ve gerçekten o şiirlerin en iyisi, sonra yazılanların arasında da en iyisi. Yani böyle bir beyit kurabilen diğerleri arasında yok. Diğer hece şairlerinin de Mustafa Kemal şiirlerini aruzla yazdıklarını söylerler.
Batı tesirinde Türk Edebiyatında Aruz şiiri asıl büyük başarısını Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz ve asıl Mehmet Akif’le gösterdi. Orada da çok kritik bir şey var. Aruzdan şikâyet edenler vardı bunların derdi bariz bir şekilde İslam düşmanlığı idi. Aruzdan şikâyet edenler diyorlardı "aruzla Türkçe günlük dil olmuyor" diyorlardı. Mehmet Akif bunu hârikulâde başardı. “İstiklâl Marşı Arşivi”miz olduğu için biliyorum. Orada Mehmet Akif’le ilgili şeyleri yayınlamıyoruz ama buluyoruz, okuyoruz mesela: “bunu bir ümmetçi, şeriatçının yapması” diyorlar Akif'in aruzla başardığı şey için... Yani bunu kendilerine yediremediler ve o sebepten yani Mehmet Akif’in aruzla yaptığı öyle kaldı. Bir de şöyle düşünün Mehmet Akif’in durumunu: İstiklâl Marşı yarışma sonucu kabul edildi ama İstiklâl Marşı yarışmadı. Yani diğer şiirler beğenilmedi. Geri kalanı da Mehmet Akif yarışmaya giriyor diye şiirlerini çektiler. Yani Hristiyan takvimine göre 1921’de Mehmet Akif’in, aruzun durumu buydu.. Ama sonra inkılaplar dolayısıyla Mehmet Akif aleyhine bir şey oldu. Burada benim az önce kastettiğim birkaç Mehmet Akif’ten misal de aldım orada mesela mısralardaki cümlelerin "devrik" olduğu da anlaşılmıyor: “Mecali kalmamış artık zavallının… Baktım: / Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese; / Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!” Buradaki bütün mısralarda olan cümleler günlük dilde ifadeler. Akif’in bunu yaparken iki avantajı vardı bir aruz, Arapça, Kur’an bilgisi. Akif günlük dil ile diğerlerinin yapamadığını yaptı çünkü Kuran bilgisi en iyi olan Akif’ti. Ve hâfızdı. Sınıf Bilinci'nde yayınladığımız bir Mehmet Akif mektubunda خ ları ve ح ları karıştıran talebesinin imlâsızlığından şikayet edip şunu diyor: Senin bileceğin şey şu, eğer kelime Farisi ise bil ki خ dır. Çünkü farsçada ح harfi yok. Eğer Arabi ise senin müracaat edeceğin bütün lügat Kuran'da var. "Hususi" mi yazacaksın diyor aynen geçmiyorsa da "hassaten" geçiyordur diyor. Tahrip mi yazacaksın diyor, aynen geçmiyorsa Kuran'da "yuhribun" olarak geçiyordur öyle yazarsın diyor. Türkçenin nasıl bir dil olduğunu söylemek için bunu zikrediyorum. Akif'in avantajı kuranı hıfzetmesiydi ve Türk dilinin şairane olması da Mehmet Akif in başarısının diğer avantajı idi.
Aruzun kullanımı sadece İbrahim Alaaddin Gövsa'nın şiiri dolayısıyla yani 1938'de tekrar aruza dönüp en başarılı şiiri yazması şeklinde olup bitmiş birşey değil. Mesela ben nereden biliyor acaba diyordum, kendinden biliyormuş. Orhan Veli "ben Orhan Veli/ yazık oldu Süleyman efendiye" mısra-ı meşhurunun mübdii diye tarif eder kendini. Mesela Nazım Hikmet yazdığı bir mektubunda "yazık oldu Süleyman Efendiye" mısraında Orhan Veli'nin aruzun ibtidai kalıplarını kulladığını görmemek körlük olurdu diyor. Nazım Hikmet serbest veznin kurucusu falan diye işte söylüyorlar. Fakat Mesela işte Nazım Hikmet de Orhan Veli'nin aruzu kullandığını kendinden biliyor. Mesela Açların Gözbebekleri şiiri öyle başlar:" Değil birkaç/ değil beş on/ otuz milyon" Mesela bu da doğrudan aruz vezniyledir deyip ben de sözü şimdilik devretmek istiyorum. Teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak: Oruç Özel, muhasibimiz. Buyurun.
Oruç Özel: Selamun aleyküm,
Şimdi Genel Başkanımız dünya sisteminin ne olduğuna dair tafsilatlı bir konuşma yaptı. Amerikanlaşmak, hususunda da ben bir şeyler söylemek arzusundayım. Burada müracaat edeceğimiz yer, yine İstiklâl Marşı. İstiklâl Marşı’nın “garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar” mısraı bize bu noktada yol gösteriyor. İstiklâl Marşı 1339 senesinde yazılmış, kabul edilmiş. Şayet İstiklâl Marşı Türk milletinin mütabakat metni ve meclis tarafından kabul edilmiş bir metin olduğu için bir kanun ise bu mısra burada yaptığımız panelin başlığı olan “Türkleşmek yahut Amerikanlaşmak; üçüncü bir yol yok” kısmını bize kanun olarak dikte ediyor. “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar/ benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” Ben bu mısraı İstiklâl Marşı’nı çocukken ezberlediğim zaman duyduğumda, ilk okula yeni başlamıştım. Ağabeyim benden iki yaş büyük olduğu için onlar arkadaşlarıyla ezberliyorlardı İstiklâl Marşı’nın on kıtasını, bende onlarla birlikte ezberlemiştim. Aklımda öyle bir gri hava, bir çöl, o çöldede yüksek fakat tek tip hiçbir şeyi olmayan, burcu vesair olmayan çelik bir duvar, böyle sonsuza doğru giden. Bu çölün bu tarafında da biz varız. Böyle bir şey çocukluğumdan beri hala bu mısraı okuduğum zaman aklımda canlanan şey bu. Burada aslında Amerikanlaşmak hususunda ve aynı zamanda üçüncü bir yol olmadığı hususundaki durum doğrudan doğruya bizim neyi nasıl anladığımızla alakalı. Biz ne anlıyoruz kafamızda bunlar nasıl canlanıyor. Mesela “kapıdan iyi giyimli bir adam girdi” dediğim zaman sizlerinde kafasında bir şeyler canlanmış olmalı. Bir iyi giyimli bir adam. İşte o iyi giyimli adamı kafanızda sizin tahayyülünüz neticesinde ne olduğunu yine siz biliyorsunuz. O da sizin için bir dayatma, iyi giyimli adam dayatmasının karşılığı. Amerikanlaşmak işte 1444 senesine doğru gidiyoruz, 1443 senesinde böyle bir şey olarak hayatımızın içerisinde. Yani Federal Reserve kanunu Hıristiyan takvimine göre 1913 noelinde 1914’e girmeden önce Amerikan temsilciler meclisinde kabul edildikten sonra, 7 sene sonra bu mısra yazılmış: “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar.” O tarihden bu zamana bu anlayış hususunda biz dünyada ne yapıyoruz, ne ediyoruzla alakalı bir ön kabullerle batı tarzı eğitim almış insanlar olarak bugün burada oturuyoruz, bulunuyoruz. Ben de aynı şartlar altında, aynı şeylere maruz kalmış bir insan olarak, tahakküme, dayatmaya maruz kalmış bir insan olarak burda size hitap ediyorum. “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar” denildiği zaman buradan öncelikle anlamamız gereken şey “teknoloji.” Bu para hakimiyetinin hayatımıza soktuğu bir şey. Para hakimiyeti bugün dünya sistemi diye bir şeyin kabulü ve varlığı ile alakalı -neyin ne olacağı kimin hangi durumda olacağının tasnifini genel başkanımız yaptı, “ahmaklar” ve “salaklar” olarak. Para hakimiyetinin başına dönmek gerekirse İtalyan site devletleri var, bu esnada Türkler ne yapıyor. Sonra orada kapitalizm doğuyor, oradan Hollanda’ya, oradan İngiltere’ye, en sonunda 1945’den sonra, yani İkinci Dünya Savaşı tamamlandıktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne dünyanın merkezi gidiyor. Ve bundan sonra bütün insanlığın beşeri hayatını etkileyen ne varsa bunun bu para hakimiyeti, sermaye hakimiyetinin bir neticesi olarak devam etmesi, sürdürülmesiyle alakalı bir nizam ortaya konuyor. Bu noktada işte bir kabulden bahsetmemiz lazım, bunu kabul etmiş insanlar veya etmemiş insanlar olarak. Bana bir şeyler dayatıyorlar. Bir para hakimiyeti var, nedir bu para hakimiyeti? Paranın tek geçer akçe olmasıyla alakalı bir öngörü. Yani insanların, hepimizin, ister öğrenci olun her yaştan ister işte memur olun ister esnaf olun ister herhangi bir hususta çalışıyor olun, para kazanmanın ve çok para kazanmanın tek geçer akçe olduğu hususunda bir dayatmanın ortasındayız. Bunu yani “paranız yoksa hiçbir şey değilsiniz.” Böyle bir öngörü bize söyleniyor biz de bu öngörüye uyarak yaşıyoruz. Çünkü böyle baktığımız zaman bütün bu kapitalist düzenin oturması, yürürlüğe girmesi, elden ele geçmesi süreçlerinde veya devamında batının karşısında bir tek Türk düzeni olmuş. Türk düzeni başta kendisi var iken daha sonra bir potansiyel olarak, şu anda da elimizde bir potansiyel olarak mevcut. Yani biz içinde bulunduğumuz ülkenin dünya sisteminin dışında olduğu kanaatinde değiliz. Dünya sisteminin bir parçası ve müdafii olarak yaşayan bir parçası olarak biliyoruz. Bu büyük tehlike İstiklâl Marşında doğrudan söylenerek yer almış, bu “üçüncü yol yok” meselesi böyle bir mesele. Amerikan hayatı dediğimiz zaman bu sanki bütün dünyanın her yerinde başka başka hayatlar var ve bu hayatların bir tanesi de Amerikan hayatı gibi düşünüyoruz bazen. Bazen benim aklıma böyle şeyler geliyor. Halbuki baktığımız zaman Amerikalılaşma hususu, sadece ve sadece paranın geçer akçe olması hususu ön plana geldiği zaman bizim burada beş vakit namaz kılan veya ramazan ayında oruç tutan insanlar olarak bulunmamız çok da onların rahatsız oldukları bir mesele değil. Sadece ve sadece anlamamız gereken husus ölüp gittiğimiz zaman öbür tarafta hesabımızı nasıl vereceğimizle alakalı. Bununla alakalı da dönüp dolaşıp geldiğimiz yer Türk hayatını nasıl kendi hayatımız haline getirebileceğimiz. Biz bunun Türk yazısının hayatımıza girmesi hayali ile büyük bir başlangıç yaparak vukuu bulacağı kanaatindeyiz. İstiklâl Marşı Derneği bunu kurulduğu günden beri va’z ediyor. Bu toplantıda da bunu örnekleriyle Gökhan Bey izah etti. Ben de bu hususu dile getirerek konuşmamı bitiriyor, teşekkür ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
O kaldığım yerden devam etmeye çalışayım: Seksenlerden sonra o sermaye, tüm dünyaya dalgalar halinde yayılan sermaye birçok şeyi değiştirdi. İşte sık sık duyarsınız; Turgut Özal’la gözümüz renkli televizyon gördü, telefon ahizesinden kulağımıza ses geldi! 2000’lere geldiğimizde AKP döneminde yollar, köprüler, hastaneler… Hikayeyi biliyorsunuz! Yani bunların hiçbirisi kimsenin babayiğitliğiyle olan şeyler değil. Aksine elimizdeki her bir imkânın gâvurlara peşkeş çekilip karşılığında bizim elimize verilen oyuncaklardan ibaret. Üstelik büyüyünce oyuncağın tavı geçer. Bu tür oyuncakların tavı da geçmiyor sürekli ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen bir şey. Çünkü büyümemek, akıl-baliğ olmamak çocuk kalmaktır. Amerikanlaşmak aynı zamanda çocuk kalmaktır. Çocukluktan çıkamamaktır. Çocuğun safiyetini söylemiyorum; istekleri, arzuları olarak çocukluğu devre dışı bırakamamak demektir. Yani seksenlerde Türkiye’nin başına bir eşek bağlasaydınız o küreselleşmeyle, dünyaya yayılan sermaye sebebiyle biz o renkli televizyona yine bakabilecektik. Dört renk olmayacaktı üç renk olacaktı ama yine olacaktı. O ahizeden ses gene gelecekti, cızırtılı gelecekti belki ama gelecekti. Turgut Özal kendinden beklenenin çok fazlasını yaparak Cumhurbaşkanı oldu. Bugün de aynı şekilde 2000’lerde Ayılar ve Katırlar Partisi diye bir parti kurulsaydı şu anda hastaneler 1000 yataklı olmayacaktı ama 900 yataklı olacaktı. Olacaktı. Çünkü o hayvani içgüdülerle hareket eden sermaye böyle bir şeyi bütün dünyaya tatbik etti. Yani Türkiye’de olan şeyler Güney Afrika’da da oldu Tanzanya’da da oldu. Orada o kadar oldu, burada bu kadar oldu. O oyuncaklar karşılığında ne verdik, ne aldık? Ucuz veya pahalı elimize oyuncaklar tutuşturuldu, elimizden paha biçilmez şeyler alındı.
Amerika bizi bitlerimizden etti. Yani bitli mi olaydık? Hayır, o biti def etme karşılığında nelere razı olduk? Bugün teknolojik imkânları bırakın önümüzdeki yıllarda bunu pekâlâ hissedeceğiz: Karnımızı doyurma karşılığında nelere razı olduk şimdiye kadar, daha nelere razı olabiliriz? Bu mesele ciddi bir mesele yani salgınlar her zaman bir savaşın, bir kıtlığın, bir açlığın eseri olarak vardır dedim. Gerçek bir salgının ne olduğunu bu sistem önümüzdeki yıllarda belki de aylarda hepimize gösterecek. İşte Türkleşmek burada devreye girerse girecek girmezse telef olmuş insanlar olarak yaşayacağız. Dünyada rahat arıyor isek, hayat dediğimiz şey rahatımızı kaçıran şeyi defetmek ise Türkleşmekle kafa bulandırmanın gereği yok. Küreselleşmenin nimetlerini, emperyalizmin faydalı tarafını alalım, zararlı kısmını atalım gibi laf kalabalıklarıyla ömrümüzü tamamlayabiliriz. Üstelik artık kutsal kabul edilen beden sağlığımız da gayet zinde olur. Amerikanlaşmak için özel bir gayrete gerek yok yani. Mevcutta ne varsa ona intibak etmek, akıntı istikametinde yüzermiş gibi yapmak yeterli. Mevcutta elan şu var: Yaşamanın tek mazereti bir gün fazla hayatta kalmak, dünyadan bir gün daha kâm almak. Bu aynı zamanda Amerikanlaşmanın olmazsa olmazıdır. Helal-haram ayırt etmeden karnımızı doyurmaksa, günümüzü gün etmekse marifet Amerikanlaşmak bunu garanti ediyor. Haram yemektense ölmeyi tercih edenler Türkleşmenin başlamasına da çığır açacak olanlar. Başkaları değil.
Şaire kulak verirsek, şiire kulak verirsek evet Türkleşeceğiz çünkü ot yeme karşılığında hiçbir kimseye boyun eğmemeyi teklif ediyor şair. Şiir de bunu bize söylüyor. Türkiye’yi bir uçtan bir uca sandalla dolaşabileceğimiz kadar bol suyumuzun olabileceğini söylüyor şair. Ama Dünya Sistemi hizmet ettiğin kadar, köleliğin kadar, paran kadar karnın doyar, paran kadar su içebilirsin, paran kadar imkânın olur… Bunu telkin ediyor ve bunu gösterecek. Geçen sene bir dernek üyemiz bir makale tercüme etmiş göndermiş, Amerikalı bir yazardan. Orada şöyle bir şey diyordu: “Şu anda dünyada paranın tanımını ve miktarını FED bile yapacak durumda değil.” Yani iş sistem için çığırından çıkmış vaziyette. Tekrar bir muhasebe yapmak için, çok hızlı dönen bu çarkı yavaşlatmaları ve durdurmaları gerekiyor ki bir sayım-döküm yapılabilsin, tekrar bir oyun kurulabilsin. Yani bugün işte Türkiye’de kiminle konuşursanız hangi sektörle konuşursanız… Matbaacıyla konuşuyor Oruç Özel; kâğıt krizi var diyor, mürekkep yok diyor. Matbaanın ne bileyim kayışı yok diyor vesaire… Yahut bir plastik işi ile uğraşan plastikte kriz var diyor. Akaryakıt, enerji krizi var… Mesela çok ilginç bir kriz vardı beş altı ay önce; konteynır krizi! Hala var mı bilmiyorum. Yani düşünün “pandemi” sebebiyle dünyada ticaret durmuş, durmasa da çok yavaşlamış, üretim durmuş… Her yerde konteynır fazlalığı olması gerekir ama konteynır krizi var dünyada! Çünkü tüm dünyada konteynırları iki şirket organize ediyor. Barkodunu veriyor, sisteme giriyor, dolaşıma sokuyor. Yani bütün hammaddeler, bütün köşebaşları bir veya birkaç -asla beş elde değil- elde toplanmış vaziyette. Onun için aklınıza gelebilecek her şeyin çok kolay çıkarılabilen krizi var. Bu daha da derinleşecek. Çünkü dediğim gibi bir sayım döküm, dönem sonu neyi derler ona? Bilançosu yapılması gerekiyor. Merasimi daha sonra göreceğiz. Türkleşmeye sebep olacak, her şeyin yerle yeksan olduğu bir kriz olur inşallah! Aksi takdirde oyunda yeni perdeler açılmaya devam edecek. Hiç ümitvar şeyler söylemedik belki ama dinlediğiniz için teşekkür ederiz. Selamun aleyküm.
Oruç Özel:
Selâmun Aleyküm,
Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı,
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık.
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
İstiklâl Marşı Derneği'nin tertip etmiş olduğu “Takvim Hicret’le Başlar, Tarih Takvimle Tarih Olur” paneline hepiniz hoş geldiniz. İstiklâl Takvimi'nin 1441 nüshasının, aynı zamanda...