Hepinizin bayramını tebrik ederim.
Buraya oturduğuma göre size bir konferans vermem lazım. Böyle bir hazırlığım yok. Hiç böyle düşünmemiştim fakat şeyden kopamıyorum ben yani bu İstiklâl Marşı Derneği’nin kuruluş hikayesi değil de kurulmasıyla beraber başlayan hareketten kendi zihnimi ayıramıyorum çünkü onbeş seneyi geçti bu iş başlayalı ve benim hayal ettiğim ya da kafamda canlandırdığım şeyler olmadı. Başka şeyler oldu yani.
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında ilan edildi. Cumhuriyet kurulmadı biliyorsunuz sadece ilan edildi çünkü Türkiye'de cumhuriyetçi bir akım yoktu. Yani birileri bir görüşü kuvveden fiile geçirmedi; böyle bir tecrübe yaşanmadı ama siyasi mecburiyetler Türkiye'de bir cumhuriyetin başlamasına ve bu işin bu şekilde devam etmesine yol açtı ama 1928 yılında Mussolini'nin bir beyanı var: “Ben Milano Ankara'sının muzaffer Mustafa Kemal'iyim. Karşımda Roma ebedi Bizans var.” Halbuki Mussolini'nin başbakan oluşunun tarihi, Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanı oluşundan bir yıl eski: 1922 onunki. Onlar Birinci Dünya Savaşı’na girmek istemeyen bir milletti: İtalyanlar. İngilizler İtalyanları savaşa girmeye ikna ettiler. Nasıl ettiler? Dediler ki: “Savaşa girerseniz Anadolu toprağından en büyük parçayı size vereceğiz.” Bu bakımdan sözlerinde durdular. Gerçekten Sevr Anlaşmasına baktığımız zaman yarımadanın kilometrekare olarak en büyük olan kısmı İtalyanlara bırakıldı. Benim annemin babamın doğup büyüdüğü yer de İtalyanlara bırakıldı: Söke. Savaştan İtalyanlar galip taraf olarak çıktılar yani galip tarafın bir ülkesiydiler fakat İngilizler ekonomisi Birinci Dünya Savaşı sebebiyle mahv-ı perişan olmamış tek ülkeydi, Amerika'yı saymazsak. Amerika biliyorsunuz 1917 yılında birinci dünya savaşına girdi yani savaşın bitiminden bir sene önce. İngilizler daha savaş çıkmadan önce başladıkları oyuna savaş sırasında ve savaş sonunda devam ettiler ve İtalyanlar kazık yediklerini anladılar daha savaş biter bitmez. O yüzden İtalya’da büyük bir ruh bunalımı vardı. Yani “biz savaşa girdik üstelik kazanan taraftayız ve halimize bakın” şeklinde canları sıkıldı ve o yüzden İtalya'daki sosyalist parti ikiye bölündü.
Bir kısmı Komünist Partisi oldu başında Antonio Gramsci vardı diğer kısmı da İtalyan Faşist Partisi oldu. Başında Benito Mussolini vardı. Bunlar birbirleriyle kavga ediyorlardı. Kim İtalya'ya hakim olacak diye. Faşistler bir gazeteciyi öldürdüler ve onların öldürdükleri biliniyordu fakat açıktan ilan etmediler biz öldürdük diye ama İtalyan halkına bir gözdağı vermiş oldular ve arkasından ne yaptılar? Roma’ya yürüyüşe geçtiler. İtalya'nın her tarafındaki Faşistler yayan olarak İtalya'ya yürümeye başladılar. İtalyan Krallığı ve Genel Kurmayı bir araya geldiler ne yapacağız dediler şimdi. Ya bir iç savaşı göze alacağız, bunların iktidarı almalarına kimse razı olmayacak veyahut bunların istediğini yapacağız. İkincisini uyguladılar yani Kral, Benito Mussolini'yi başbakan yaptı 1922'de. O bakımdan tabii enteresan bir şey çünkü 1945 yılına geldiğimizde… Şimdi 1943 yılında Alman orduları Stalingrad önlerinde mağlubiyete uğradı. Bu Alman ordularının uğradığı ilk mağlubiyetti ve buradan Hitler'in savaşı kaybedeceği anlaşıldı. Böyle olunca İtalyan Faşist Partisi'nin en yüksek kurulu Mussolini'yi başbakanlıktan postaladı. Mussolini tevkif edildi ve hapsedildi. Almanlar buna seyirci kalmak istemediler, hemen İtalya'ya geldiler, Mussolini'yi hapsolduğu yerden çıkarıp tekrar İtalya'nın başına geçirdiler.
Bu kadar lafı uzatmamın sebebi şunu söylemek içindi; savaş bittikten sonra savaşın gerçek galibinin Amerika Birleşik Devletleri olduğu anlaşıldı. Onlardan birisi şöyle demiş: Biz, 45 milyon Faşist var sanıyorduk İtalya'da meğer 45 milyon Anti-Faşist varmış. Çünkü adamlar madem bu iş böyle olmuyor, başka bir yol bulalım deyip Faşist görüşü terk ettiler, İtalyanlar. Bugün de işlere karışmak istiyorlar, dikkat ederseniz diplomatik alanda aktif durumdadırlar. Sovyetler Birliği yaşarken İtalyan Komünist Partisi Avrupa'nın üye sayısı bakımından en kalabalık ve mali güç bakımından en zengin partisiydi, Komünist partileri içinde. Ama Sovyetler Birliği haritadan silinince toplandılar, biz artık Komünist değiliz dediler. Komünist Partisi yaptı bunu. Komünist Partisi adını değiştirdi. Yani Ruslar bile Komünist olmadıktan sonra biz neyin davasını güdeceğiz dediler.
Tabii bu lafları söylemek kendimizden başkasından bahsettiğimiz için çok kolay. Çünkü başkasının başına ne gelirse gelsin, onu seyredebiliriz, senaryosunu yazabiliriz. Nasıl olsa bizim değil, bizim başımıza gelmeyecek. Bizim başımıza gelecek olan şeyin ne olduğu konusunda da hiç birimiz samimi değiliz. Çünkü insanlar işler bekledikleri gibi akmazsa eğer bir yolunu bulup paçayı kurtarmanın formülünü bulmaya çalışıyorlar, buluyorlar da. O yüzden mesela İstiklâl Harbi başlamadan önce ya da İstiklâl Harbi sadece bir yönüyle başlamışken, yani Kazım Karabekir kumanda ettiği orduların başında doğuda, kuzeydoğuda Ermenilere Çerkez ve Gürcülere karşı savaş veriyordu. Türkiye'de kongre hükümetleri çıkmaya başladı. Mesela Balıkesir kendini bir ayrı devlet olarak ilan etti. Efendim yani birçok yerde küçük küçük devletler çıkmaya başladı. Sonradan İstiklâl Harbi kendine bir yol çizmeye çalıştı, sonuç hepinizin ister resmi tarihle olsun isterse özel intibalarla olsun edindiği şekle girdi. O yüzden cumhuriyetin ilanıyla beraber bu toplumun başından geçen şeyler çok önemlidir. Her biri çok önemlidir. Çünkü her biri devletin özel komplolarıyla cereyan etmiştir. Yani bir takım insanların teşkilatlanarak yaptıkları şeyler değildir, doğrudan doğruya devlet kontrolüyle olup bitmiştir her şey. Bir gazeteci anlatıyor, 1957 seçimlerini Pembe Köşk'te İsmet İnönü'yle beraber takip ettim diyor. Bir süre sonra sordum diyor İsmet İnönü'ye paşam dedim diyor, "Demokrat Parti'nin çok yüksek oy aldığı bir yer hakkında haber veriyor spiker, hiçbir tepki vermiyorsunuz. CHP'nin çok oy aldığı bir yer hakkında haber veriyor gene tepki vermiyorsunuz. Neden bu böyle?" diyor. İsmet İnönü gazeteciye diyor ki: “Senin oğlunun oyuncak treni yok mu?” Yoktu ama var demek zorunda kaldım diyor var dedim diyor. Ondan sonra “şimdi sen diyor oğlunla beraber trenleri yarıştırmaya başladığınız zaman senin trenin oğlunun trenini geçtiği zaman sevinir, oğlunun treni senin trenini geçtiği zaman da üzülür müsün?” diyor. Hayır diyor, işte benimki de böyle diyor yani. Yani Demokrat Parti'nin kazanmasıyla CHP'nin kazanması benim için fark etmez manasında bir yorumda bulunuyor. Öyle yürüdü işler yani.
Gele gele nereye geldik? Şimdi 27 Mayıs 1960 sabahı silahlı kuvvetler idareye el koydu. Şimdi bu size çok eski bir tarih gibi geliyordur çünkü aranızda o sırada doğmamış insanlar var, hepiniz öylesiniz yani. 27 Mayıs 1960'tan sonra doğdunuz. Ben lise 2. sınıftaydım. Onun için bana o kadar eski gelmiyor yani anbean yaşadığım şeyler. Bu Cumhuriyet tarihi boyunca cereyan etmiş en önemli vakıaydı. Hareketin başına Cemal Gürsel isminde bir generali getirdiler. Hem de adam emekli olduğu halde tekrar orduya döndürüp hareketin başına geçirdiler. Ve biliyorsunuz Milli Birlik Komitesi diye bir komiteleri vardı ihtilalcilerin. Bu Milli Birlik Komitesi'nden 14 kişi, başlarında Albay Alparslan Türkeş olmak üzere Milli Birlik Komitesi'ne karşı harekete geçtiler ve o işler olurken nasıl olduysa, her halde adam kalbinden vurmak istedi ama anlaşılan birisi üzerine çullanıp kurşunu sektirdi ve Cemal Gürsel ayağından vuruldu. Bunlar 27 Mayıs'ın hedefine ulaşmadığını ve hedefine ulaşması için bir şeylerin yapılması gerektiğine inanan subaylardı. En yaşlısı albaydı yani. Ve sonra bunlara hapis filan verilmedi. Yani bu Cemal Gürsel'i yaralayan adam Yeni Delhi'ye Büyükelçi tayin edildi. O sırada Yeni Delhi'de diplomat olarak bulunan bir adam diyor ki biz Alparslan Türkeş'i hiç görmezdik ikide bir Amerika'ya giderdi, diyor. Sonradan Alparslan Türkeş siyasete girmeye karar verdi. Ve fakat siyasi bir kadrosu olmadığı için bir parti kurmadı ne yaptı? Hazır işleyen partilerden bir tanesini ele geçirdi. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, CKMP. O öylece seçimlere girdiler ve 1969'da Milliyetçi Hareket Partisi kuruldu. Yani o partinin çalışmalarından istifade ederek Türkiye çapında örgütlenebildiler ve MHP oldu. Hala var MHP. Başında da Devlet Bahçeli var. Devlet Bahçeli MHP'ye üye olduğu zaman Alparslan Türkeş çok tedirgin olmuş ve eğer aklımda yanlış kalmadıysa adamın uzaklaştırılması için talimat vermiş ama becerememiş. Yani her ne kadar gazetelerde fotoğrafları çıkıyor ise de, Alparslan Türkeş'in mezarına su dökerken fotoğrafını gördüm, ondan sonra işler başka türlü yürüdü her zaman yani.
İşin aslı şudur, şimdi işin aslı, gerçekten aslı, bir yerlerde duyarsınız işte Lozan Türkiye'nin tapusudur diye. Halbuki değildir. Neden değildir? Çünkü şu anda içinde yaşadığımız şehir dahil olmak üzere bütün Marmara Bölgesi Lozan'da uluslararası denetime bırakılmıştır ve siyasi, iktisadi bakımdan elini kolunu kıpırdatabilecek tek ülke İngiltere olduğu için İngiltere'nin eline bırakılmıştır. Montrö Sözleşmesiyle beraber Türkler bu topraklarda söz hakkına sahip olabildiler. Yani Lozan'ın bize bir şey kazandırdığı hiçbir bakımdan söylenemez. Yani şurası şurası kötüydü ama şurası surası da iyiydi diye bir tahlil yapamazsınız çünkü hepsi baştan sona Türkiye aleyhine bir anlaşmadır, baştan sona. Yani o dönemde işte bizi idareci olarak yerimizde bıraksınlar bu yeter diyen insanlar vardı, işin başındaydılar ve öyle yaptılar. Onları işin başında bıraktılar ve gerisini de ayarladılar nasıl ayarladılarsa. Ha ne, işin aslı dediğin ne? Yani Lozan da dahil olmak üzere hiçbir beynelmilel, bütün ülkelerin kabul ettiği bir yönetim, bir kurulu düzen söz konusu değildi Türkiye için. Fakat Türk Milleti içinden bir avuç Müslüman biz bu toprakları gavura yedirmeyiz görüşüyle gönüllü olarak savaştılar orduda. Şimdi halk biz bu İstiklâl Harbi'ni ne büyük zorluklarla verdik lafına istinad etsin, yani o lafın mesnedi olsun diye şeyleri, yemek listelerini filan yayınlarlar orda burda, aç geçirmişler günlerini, gönüllü askerlerdi. Zaten onlar her şeylerini vermeğe hazır olarak gelmişlerdi onun için bütün bunları çektiler. Yani bir çok genç zabit maaş almadı. Yoktu devletin parası çünkü. Yani bir takım insanların eline bıraktılar ülkeyi ve onlar da tek parti yönetimi dediğimiz 27 yıl süren zaman boyunca keyiflerine göre idare ettiler bu ülkeyi. Fakat inkılaplar yapıldı. 1924 yılında yanılmıyorsam Tevhid-i Tedrisat kanunu çıktı. Yani Türkiye'de eğitimin tek elden yürütüleceği karara bağlandı. Bu demektir ki işte tekkeler, zaviyeler, medreseler olmayacak. İşte o arada uğraşıp Mareşal Fevzi Çakmak, askeri okulların Tevhid-i Tedrisat kanunu dışında kalmasını sağladı. Onun hesabına göre eğer Tevhid-i Tedrisat dışında kalırlarsa ben askerlere dini eğitim verebilirim hesabı vardı, tersine döndü, tam tersine tevhid-i tedrisatın dışında olması sebebiyle bu sefer imam hatip mezunlarını askeri okullara almadılar; geçerli olmadı diplomaları askeri okullara girmek için. Dünyaya kendilerini beğendirmek istediler tabii. Dünya da onların inkılaplar sebebiyle yaptıkları şeylere kötü gözle bakmadı iyi gözle baktı. Yani işte insanlar artık fes giymiyorlar şapka giyiyorlar. Bu Avrupalıların rahatsız olacağı bir şey değildi. İşte Türk yazısını terk ettiler Latin yazısı aldılar. Bu da rahatsız olacakları bir şey değildi. İşte camilerin hali biliniyordu vesaire. Ama dediğim gibi o kadronun Türkiye’nin idaresini üstlenmiş olmasının dışında bir yetkisi yoktu. Onun için aranızda hatırlayanlar vardır; İsmet İnönü Demokrat Parti yöneticilerine hitaben: “Sizi ben bile kurtaramam.” dedi. Demek ki işte o başlangıçtaki anlaşmalar yüzünden o kadronun bir elemanıydı İsmet İnönü. Ve zaten kendisinin milli şef olmasını da böyle açıklar. Yani Mustafa Kemal öldükten sonra bunların başında adam kalmadı dedirtmemek için milli şef oldum der İsmet İnönü.
Şimdi 27 Mayıs’a geleceğim. Bu anlaşmayla 27 Mayıs’a kadar sürdü iş. 27 Mayıs bu anlaşmanın geçerli olmadığı bir zamanı birilerinin kafasına soktu. Bir çare bulmak gerekiyordu yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin devamı için bir çare bulmak gerekiyordu. Bu da Türkiye’nin sosyalist bir yönetime kavuşmasıyla mümkün olabilirdi. Çünkü dünyada -Sovyetler Birliği birinci ülke olmak üzere dünyada- sosyalist diye bilinen ülkeler vardı. Ve dolayısıyla eğer Türkiye de sosyalist bir ülke olursa en azından onların istifade ettiği şeyden istifade edebilir, bir statüsü olurdu yani. Hani bir şey yapmak istedikleri zaman "ne yapıyorsunuz işte bunu Polonya'ya yapabiliyor musunuz?" deme hakları olacaktı. Ve entelektüeller arasında yıldırım hızıyla yayıldı. Nedir yayılan? Sosyalist olmak. Yani o kadar ki Zeki Müren bile sosyalist olduğunu söyledi. Yalnız "ben kandan hoşlanmadığım için yüzde otuz sosyalistim." diyordu.
Yani 1952 yılında biz NATO’ya girdik. Nasıl girdik? İngiliz ve Amerikan askerlerinin canlarının kurtarılması karşılığında, mukabilinde Türklerin kanının dökülmesiyle girdik. Toparlanın Gitmiyoruz kitaplarının başına Amerikan İngiliz gazetelerinden alıntılar koydum Koreyle ilgili olarak. Çünkü hayret ettiler yani bunlar bunu nasıl yaptılar diye. Hatta Almanya’da Türk deyince stecker-süngücü anlaşılırmış. Çünkü süngüyle yardılar Kuzey Kore kuvvetlerini. Kunuri zaferi elde edildi vesaire. Bu da buna bağlı bir şey. Şimdi 27 Mayıstan sonra sosyalist olmanın bir milli dava için çözüm olacağı akla gelirken NATO şemsiyesi altına girmek de bu manaya geliyordu. Çünkü NATO’ya kabul edildiğin zaman devlet olduğun ister istemez kabul ediliyor. Yani devlet olmasa nasıl NATO’ya girer. Yani bu küçük kaçamaklardan istifade ederek devletin idamesini sağladılar. Ve sık sık söylenen şey ülkesiyle milletiyle bölünmez bir bütün olduğu Türkiye’nin idi yani bu ülke bütünüyle kalacak bu millet bütünüyle kalacak. Kabul ettirebildiklerine tabii. Yani bunu mesela Yunanlılara kabul ettirmek mümkün değildir. Bizzat kendim üç gece yattım Atina’da ve canlı olarak gördüm yani Yunanistan’da bu ülkede yaşayan insanların çoğunluğunun Rum kökenli olduğu, zorla Müslümanlaştırıldığı ve Yunan kuvvetleri tekrar Anadolu'ya çıktığı zaman onları çiçeklerle karşılayacakları inancı var ve çok canlı bir fikir Türk-Yunan konfederasyonu. Yani şu anda yaşıyor mu yaşamıyor mu bilmiyorum ama kendini bu konfederasyonun kralı olarak ilan eden adam bile vardı o zaman. Geçti onun da modası geçti yani.
Şimdi Türk milleti böyle müşahhas bir, işte budur diye gösterebileceğimiz bir Türk milleti yok ama olayların akışından bazı sonuçlar çıkarabiliyoruz. Türk milleti 1961’de bir seçim yaşadı, 60’da ihtilal olmuştu 61’de seçim oldu. Çok büyük baskılar altında cereyan etmiş bir seçimdir. Doğrudan yürütülen siyasete sataşan kimse yoktu. Adalet Partisi’nin başında Ragıp Gümüşpala diye bir eski general vardı ve Demokrat Parti’nin oylarına talip olan iki parti vardı. Birisi Adalet Partisi diğeri Yeni Türkiye Partisi, Ekrem Alican onun başındaydı. Dolayısıyla 61 seçimlerinde en çok milletvekili çıkaran parti CHP oldu. Çünkü Demokrat Parti’nin oyları iki partiye bölünmüştü. 65’de böyle değildi artık. 1964 yılında Adalet Partisi’nin kongresinde Süleyman Demirel genel başkanlığa seçildi. Bir sene sonra 65 seçimleri oldu ve bu 65 seçimlerinde 450 milletvekilinin 240’ını Adalet Partisi kazanarak hiç kimseye hesap vermeden istediği kanunu çıkarabilecek çoğunlukta bir parlamenter yapı çıktı karşımıza. Onun için Süleyman Demirel bulun 226’yı düşürün derdi. Yani 226 milletvekiliniz olursa beni düşürebilirsiniz. Yani 60 ihtilalinin rövanşını 65 seçimlerinde aldı Türk milleti. Yani ne yapılmış olursa olsun sonunda biz oylarımızla getirdiğimiz insanların arkasındayız manasında bir mesaj verilmiş oldu.
Şimdi 1971 yılında bir muhtıra verildi. Bu muhtıra sonunda Süleyman Demirel hükümetten ayrıldı ve 73’te de seçim olacaktı. Onun hazırlığı başladı. İşte o sırada ne yapar da bu Adalet Partisi’ni güçten düşürürüz planları yapıldı ve bu planların gereği olarak İsviçre’den Necmettin Erbakan getirildi, Genel Kurmay tarafından. Ona bir parti kuruldu. Bütün Müslüman kimliğine sahip çıkan insanların bu partiye oy vermesi teşvik edildi. İster tarikatçi olsun ister Vehhabi olsun. Hepsinin MSP’ye oy vermesi sağlanmaya çalışıldı ve bunun sonucunda da 48 milletvekili çıkardı Milli Selamet Partisi. Fakat bu tezgahı kuranların işine gelmeyen bir sonuç verdi. Yani Türkiye içinde İslam’ın siyasi bir alternatif olacağı fikri birilerinin -geçici de olsa- zihnine girdi, geçici... Yani bu fikri ölünceye kadar muhafaza etmedi ama böyle bir fikir doğdu ve taraftar buldu. Dolayısıyla 1977 seçimlerinde devlet MSP aleyhinde propaganda yaptı ve MSP’nin milletvekilleri de 24'e indi.
Yani bütün bu anlattıklarımdan şunu anlayabilirsiniz, şunu anlamanızı istiyorum: Türkiye’de milli mevcudiyet bir problemdir. Milli mevcudiyetin problem olmaktan çıktığı bir Türkiye ancak kendine bir yol bulabilir. Belki bu ikisi beraber olacak bir şeydir. Milli mevcudiyetin problem olmaktan çıkmasıyla gidilecek yolun bulunması aynı şey olabilir. Dünya şartları... Birçok sebebi var dünya şartlarının Türkiye’yi tesiri altında bulundurmasının. Ama sonunda Türkiye’nin devam edip etmeyeceği noktası ana problemdir. Mesela Selahattin Demirtaş yaptığı basın toplantısında diyor ki: Türkiye’nin 20-25 özerk bölgeye ayrılması mümkündür. Sadece Kürtlere ayrıcalık verilmesi şart değildir. Türkiye 25 parçaya bölünebilir diyor, dedi. Olur mu olmaz mı onu bilmiyoruz ama Türkiye’de İstiklâl Harbi sırasında biz topraklarımızı gavurlara yedirtmeyiz diyen bir avuç Müslüman vardır ve Allah onlara bir zafer nasip etti. Ama o zaferin bu millete getirdiği şey neydi? Bunu düşünecek kafasını buna yoracak insanlar yoktu Türkiye’de. Ömer Seyfettin’in yazdıklarının yüzde 60'ının Latin harflerine aktarılmadığı söyleniyor. Sadece yüzde 40’ı Latinize edilmiş. Kaldı ki Latinize edilenler de -arkadaşlar bir dönem biraz Ömer Seyfettin çalıştılar- onlar da hatalarla dolu metinler. Böyle bir müdahelenin insanlarıyız. Yani kendi aramızdan kendilerine güven duyduğumuz insanlar bir takım uzmanca çalışmalar yapmış değiller. Tam tersine. Bir İngiliz öyle bir kitap yazdı, Türkçeye de çevrildi. Trajik Başarı diye. Öztürkçeleşme hikayesini anlatıyor. Yani ortada bir başarı var ama bu trajik bir başarı. Gerçekten bugün benim şimdiye kadar size hitap ederken kullandığım Türkçe benim çocukluğumdaki Türkçe değil. Başka bir dil konuşurduk biz yani en azından idadi mezunu insanlar yaşıyordu. Ve her şey başka türlü anlaşılıyordu başka türlü ifade ediliyordu. Ve kafalarda doğan resim de başkaydı.
Dediğim gibi yani bugün konuşmaya başlarken demiştim. İstiklâl Marşı Derneği faaliyete geçtiğinde düşündüğümüz şeyler başka şeylerdi, bugün vardığımız yer başka bir yer. Yani biz bir miting yapamayacak kadar zayıf bir örgütüz. Böyle bir şeyi benim aklım almıyor. Ama insanlar işte cep telefonlarından bana gösteriyor bak şu kadar milyon izleyici var falan diye benim şiirlerimi okuyorlarmış, şu kadar insan izliyormuş falan filan yani. İspanyollar ne Birinci Dünya Savaşına girdiler ne de İkinci Dünya Savaşına girdiler. Hollandalılar Birinci Dünya Savaşına girmediler. İkinci Dünya Savaşına girmek zorunda kaldılar çünkü Almanya işgal etti ülkelerini yani. Bugün Ukrayna savaşı mesela birçok bakımdan öğretici olması beklenirken medya saptırması sonucunda öyle bir şey de doğmadı yani. Bütün batı alemi Ukrayna devletine en son gelişmişlikte silahlar sağlıyor bugün enteresan bir videoda izledim. Mısırlı gazeteci Sabir Meşhur çekmiş yahut işte oradan buradan derlemiş, yunuslar denizdeki yunuslar patlayıcı konusunda insanlarla işbirliği yapabiliyorlarmış ve hiç aklımıza gelmeyen bir şey bu yani büyük devletlerin hepsinin yunusları var yani bir gemiye patlayıcı yerleştirilirse yunus bunu farkediyor zaten aletler bağlıyorlar üstüne eğitilmiş yunuslar ve gemiye sinyal veriyor patlayıcı koydular diye yani. İşin bir de bu tarafı var. Yunuslar memelidir biliyorsunuz yani yumurtlayarak üremezler. Doğururlar yunuslar. Balinalar da memelidir. Onlar da doğurur. Ama bu tasnifler ne kadar gerçekle örtüşür onu da düşünmek lazım. Memeli ne demek yani? İster istemez evrim teorisini hesaba katmak gerekiyor çünkü bu evrimin son aşaması memeliler yani…
Nurullah Ataç şeye itiraz ederdi madem devrimciyiz o halde dini bayramları kutlamayalım derdi. Yani biz bunları terk ettik. Ama Türkiye’de devlet buna cesaret edemedi. Öyle benim çocukluğumda takvimlerde dini bayramlar, milli bayramlar diye bir ayrım yapılırdı. Yani 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs bunlar milli bayramlardı. Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı dini bayramlardı. Gene benim çocukluğumda mesela Ramazan Bayramı yoktu ona “Şeker Bayramı” denirdi yani takvimlerde de “Şeker Bayramı” diye yazardı. Ve misafire de alkollü içki ikram ederdik: Likör. Çikolatayla beraber likor ikram edilirdi. Muz likörü mesela bilirdik biz o zaman. Muzun kendisini ben çocuklğumda hiç görmemiştim. Kastamonu’da geçti çocukluğumun yedi yılı. Bize derlerdi ki öyle bir meyvedir ki ne niyetine yersen o tadı verir. Halbuki çiğnediğimiz sakızlardan birisi “Mabel” muz aromalıydı ama biz muz yemediğimiz için onun muz aromalı olduğunu bilmeden çiğnerdik.
1956 yılında Macarlar Sovyet yönetime karşı baş kaldırdı. Bunu Amerikalılar ayarladı. Macaristan’la Avusturya arasında bir göl var. O gölün Avusturya kısmında silah depoladılar ve bu isyan işine elebaşılık edecek insanları birer birer oraya götürüp: “Bak silahlar hazır, yeter ki siz baş kaldırın bunları size vereceğiz.” dediler fakat vermediler. Ama buna rağmen Macarlar gene de Sovyetleri topraklarından çıkardılar. Bir genç kız aşağı yukarı 15-17 yaşlarında bir genç kız; uzaktan görüyor, Sovyet tankları geliyor. Koşa koşa eve gidiyor, porselen tabakları ters olarak yola diziyor. Tabii onların uzaktan gözleme şansları var. Bakıyorlar yol mayınlanmış giremiyorlar oradan. Dolayısıyla Sovyet tanklarının iki saat falan geç girmelerine sebep oluyor o kız. Yani o kız mesela bir vatanperverlik kursu görmüş değil yani. Evet benim bitti laflarım görüyorsunuz.
-Teşekkür ederiz
-Ben de teşekkür ederim.
İsmet Özel
2 Şevval 1443 (3 Mayıs 2022)
Genel Başkanımız İsmet Özel'in son onüç senede yayınlanmamış olan "İrtica Elden Gidiyor" kitabının gözden geçirilmiş yeni baskısı TİYO Yayınlarından çıktı.
İstiklâl Marşı Derneği’nin yayınladığı “Çelimli Çalım” mecmuamızın yedinci sayısı çıktı.
Mehmet Akif hakkında yazılan kitapların hemen hepsinde Cenap Şahabettin’den iktibas edilen şu satırlara denk geliriz: