"Düzenli yürüyen kişi veya topluluğun adım ritmine uygun olarak bestelenen müzik parçası" anlamı ile dilimize Fransızcanın "marcher = yürümek" fiilinden girmiş olan Marş kelimesinin Türkçedeki mâzîsi, II. Mahmud "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Marşını 1825'lerde bestelediğine göre, yaklaşık 160 yıldır. Tâ Hunlardan beri, düzenli yürümesini ve -fıtrî askerlik dehâsının yanında- üstün müzik şuuru ile de düşman çökertmesini (veya korkudan savaşamayan düşmanı teslim alıp kan dökmeden harp kazanmasını) bütün dünyaya öğretmiş olan Türk milletinin, marşı Batıdan idhâl etmiş olması, Tanzimatın akıl almaz özentilerinden biridir. Mûsikimizin eğitiminde -bilindiği gibi- nağme kuruluşunun temeli makam yapısına, söz unsurunun kullanılışı da edebiyat bilgisine dayanır. Bu eğitimden geçmemiş olan bestecilerin ise, bütün sözlü eserlerinde olduğu gibi, marşlarında da Prozodi önem taşımaz; çünkü bu parçaların çoğu esasen yabancı bestelerden "adapte", yani ‘uydurulma'dır (A. Ulvi Elöve'nin Felix Korling'den uyarladığı "Dağ baaşını dûmanaaalmış, gümüş dere durmaz akar" marşında olduğu gibi).
Yunancadan Fransızcaya, oradan da bize gelmiş olan "Prozodi", bir nevi "mûsikî tecvidi", yani her dilin kendine mahsus kısa ve uzun hecelerinin ses vurgularının doğru bir şekilde kullanılması ilmi demektir. Buna uyulmadığı anda, ortaya konan müzik parçalar, dinleyende, kendi dilinin yabancı şivesiyle konuşulması tesirini yapar. İşte, aruz kuralları hiçe sayılarak, Türk dilinin küçük ve büyük ses uyumları dikkate alınmadan, kapalı hecelerin kısa, açık hecelerin uzun nağmelerle bestelendiği şarkı, türkü, marş gibi parçaların kolayca öğrenilip doğru olarak söylenmesi, bu yüzden mümkün olmaz. Bu türden besteler, önce şiirdeki ses âhengi (yani şiirin iç mûsikîsi) altüst edildiği için, hele bir de müziğimizin yapısına ve kulak zevkimize aykırı aralıklar kullanılmışsa, çocuk-büyük herkese soğuk ve yabancı gelir.
Ne mutlu Türk milletine ki, takdîr-i ilâhî ona müslüman bir Türk şairinin, imanla hamaseti ayrılmaz bir bütün haline getiren, dünya durdukça duracak ve başka hiç kimsenin bu kadar güzelini yazamayacağı bir İstiklâl Marşı destanını bahşetmiştir. Tarihte ilk defa olmak üzere Türkün, millet olarak benzersiz haslet ve meziyetleri, imanı, ordusu ve bayrağıyla -adetâ- Cenabı Hakk'ın kudretiyle donatılıp arş-ı âlâya yüceldiği İstiklâl Marşımızın edebî yönden emsâlsiz bir tahlili, çok değerli hocamız Prof. Mehmed Kaplan tarafından yapılmış ve çeşitli kaynaklarda yayımlanmıştır. Onun için biz bu konuda söz söylemekten teeddüb ederiz. (Bu çok değerli ilmi tahlili okumak isteyenler, meselâ Muhiddin Nalbandoğlu'nun İstiklâl Marşımızın Tarihi adlı eserine bakabilirler). Ancak, Millî Marşımızın bugün kullandığımız bestesinin, şiiriyle çok uzaktan dahi, ne millî, ne hamasî, ne de ulvî havası bakımından uyum içinde olduğunu söyleyebilmek -müzik sanatı açısından incelendiğinde- ne yazık ki mümkün değildir.
Bu noktada, çok önemli bir hususu arz edelim ve konuya öyle devam edelim. Bizim bu bildiriyle söylemek istediklerimizi, bilerek veya bilmeyerek yanlış anlayıp, yine bilerek veya bilmeyerek yanlış aksettirecekler, bunu aleyhimize koz olarak kullanmak isteyecekler çıkabilir. Özellikle, bu tür toplantıların ilk on dakikası içinde birkaç resim çekip yalan-yanlış resim altı yazılarıyla ve sadece "sansasyon" veya "tahrik" amaçlı başlıklarla yayımlamayı gazetecilik zanneden bir takım sorumsuz basınımızda, şöyle haberler yer alabilir: "Ne günlere kaldık! (veya: "Daha neler!") Alaturka Konservatuarın Sempozyumunda Millî Marşın değiştirilmesi istendi!"
İşte daha çok bu tür gazetecilik anlayışında olanlar için belirtelim ki biz, 60 yıldır yüzbinlerce defa söylenerek, güftesi ve bestesiyle halkımıza mal olmuş olan İstiklâl Marşımızın değiştirilmesini istiyor değiliz! Böyle bir teklif veya teşebbüsün, ülkemizin hali hazır şartları muvacehesinde, bizim düşünebildiğimiz veya düşünemediğimiz birçok mahzurları olabileceğini nazarı dikkate alacak yaşta ve baştayız. Biz bu bildiriyle, ancak ve sadece, başta bu marşı doğru-düzgün söyletmek durumunda olan öğretmenlerimiz olmak üzere birçok müzisyenin bu işte tam bir başarıya ulaşamamış olmasının sebeplerini, bu konuda pekçok kere sorulara muhatap kılınmış bir teknik kişi olarak, dilimiz ve mûsikîmizin kural ve özellikleri açısından inceleyen teknik bir açıklama ve örnekleme yapmak istiyoruz. O kadar. Buna "meslekdaşlararası bir hasbihâl" bile diyebiliriz. Bu arada, her türlü sû-i niyet veya sû-i tefehhümden sizleri de, basınımızın değerli mensuplarını da tenzih ederim.
"Marş Besteciliğinde Prozodi" meselesinin tahliline geçmeden, konuyu tarihî perspektivi içinde biraz gerilerden almak istiyorum müsaade ederseniz. Efendim, nerede okuduğumu şimdi iyice hatırlayamıyorum: Roma İmparatorluğu iyi ordu, iyi hukuk, iyi yola sahib olması sayesinde o kadar uzun süre yaşayabilmiş. Bizim en uzun ömürlü imparatorluğumuzun da çok iyi ordusu, çok iyi hukuku, çok iyi yolları-köprüleri-kervansarayları vardı. Bozulmanın ilk işaretleri, bir yabancı hükümdara onun diliyle mektup yazan (Napolyon'a Fransızca) ilk Türk hakanı III. Selim'in ordusunda "Yeni Düzenle (Nizâm-1 Cedid'le) görülmeğe başlandı. O zamandan beri bir değişmedir gidiyor: Tanzimatta Mehter yerine Bando (vefat eden müslüman Türk generallerine ve devlet adamlarına, üstelik Allah'ı da tanımayan Chopin'in marşıyla cenaze töreni yapıyoruz, batılı kabul edilmemiz hatırına!); mûsikî tarih, kültür ve nazariyatımızın temel taşlarından Rauf Yekta Bey, ünlü Türk Musikisi monografisini doğrudan-doğruya Fransızca kaleme alıyor çünkü Tanzimat sonrası eğitimimizde Fransız kültürü, Cumhuriyette Alman. harpten sonra Amerikan sistemi hâkim...
"Peki, ya Türk sistemi?" diyeceksiniz. Bu soruya, hele 12 Eylül öncesine kadarki yakın çağ tarihimizde doyurucu cevap verebilmek biraz güçtür. Zira, Türkiye'nin ülkesi-devleti-milletiyle bölünmezliği üzerine Cumhuriyetimizin dün de bugün de koyduğu temel ilke ve hedeflere rağmen, uygulamada karşımıza çıkan çelişkilerle şaşkına dönmemek mümkün değildir. Meselâ, Atatürk inkılâplarının felsefe ve karakterini inceleyen Meydan-Larousse maddesinde ilk temel prensibin, "öğrenim müesseselerinde birlik yaratmak ve bunların yüzde yüz millî karakterde olmasını sağlamak" olduğu ifade edilmesine rağmen, Türk Talim-Terbiyesince onaylı lise müzik kitabında, Türk Mûsikîsinden "insana daima ucuz hazlar veren basit ve iniltili müzik" diye bahsedilebilmiş, çocuklarımız ve gençlerimiz 60 yıl boyunca bu telkin altında yetiştirilebilmiştir. Bu durumda bizim, "Siz hangi milli karakterden bahsediyorsunuz kuzum?!" diye sormamız herhalde pek fazla abes olmaz.
Yine meselâ, V. 5 Yıllık Kalkınma Planımızın 584. maddesin de: "Müzik eğitimini veren okul ve kurumların programlarında Türk mûsikîsine ağırlık verilmesi ve bu kurumların yurt çapında yaygınlaştırılması" hedef olarak gösterilmiş olmasına, Talim-Terbiye Dairesi tarafından, ortaokul ve liselerde bugüne kadar okutulmuş olan müzik kitaplarının tümü yasaklanmış ve Türk mûsikîsi kültürünü ağırlıkla içine alan yeni kitapların yazılmasına başlanmış bulunmasına rağmen, artık çoktan yıkılmış olduğunu zannettiğimiz "alaturka ağırlıklı eğitim olur mu?" zihniyetiyle her an ve her kademede savaşmak durumunda kalabiliyoruz. Bu, kökleri tâ III. Selim'e kadar uzanan, Batılılaşma İhaneti adlı eserin yazarı M. Doğan'ın deyimiyle "maymuncul batı kopyacılığı"nın bıraktığı, tedavisi hemen-hemen imkânsız bir psiko-patolojik durumun klinik tablosudur.
Müzisyen padişah III. Selim'in 18 yıllık saltanatı devrinde başlayan "yenileşme-batılılaşma" hareketleri, müslüman tebeasının "gâvur padişah" diye ad taktığı II. Mahmud zamanında daha da şiddetlenmiş ve iki asır boyunca çeşitli İslâmî müesseseleri yıkıp yerine Batı örneği kuruluşlar getirerek cemiyetimizi derinden derine sarsmış, insanımızı büyük bir kargaşanın ve buhranın -Mes'ud Cemil'in deyimiyle "ters ikiz kuvvetli bir alaturka-alafranga zıtlaşmasının içine iterek zamanımıza kadar sürüp gelmiştir. Mehmet Doğan, az önce sözünü ettiğimiz eserinin 5. baskısının önsözünde şöyle diyor:
"Bu iki hicri asrı (Milâdî XVIII. ve XIX. yüzyıl) İslâmın fetret devri (karanlık çağı) saymak yerinde olacaktır. Müslümanlar bu iki asır boyunca her bakımdan zillete düşmüş, esarete duçar olmuş, ezilmiş, sömürülmüş, yer-yer katliamlara maruz kalmışlardır. Ayırıcılık ve bölücülükle inanca kadar varan yıkıcı faaliyetler alabildiğine artmış, İslâmî bilgi ve şuur sistemli olarak yok edilmek istenmiştir. Geçen asırlarda olduğu gibi günümüzde de Türkiye İslâm dünyasının çehresini değiştirecek potansiyel güce sahip bir ülkedir. Bu yüzden geçmiş asırlarda yabancılar Türkiye'yi, devletini, halkını hedef olarak seçmişlerdir. Mustafa Reşid, Âlî, Fuad ve Midhat Paşalar gibi işbirlikçilerin de yardımıyla ülkeyi önce iktisaden, sonra fikren çökertmek veya kendilerine zarar veremeyecek şekilde başkalaştırmak, halkını köleleştirip sömürmek, bu asırların hülâsası mahiyetindedir. Bu yüzden yakın tarihimizin iyi bilinmesi, doğru ve gerçekçi olarak tahlil edilmesi gerekir".
Bu konuda, ülkemizin yetiştirdiği ilk mimarlardan biri olan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi'nin, 15-20 yıl öncesine uzanan bir gözlemi şöyleydi:
"Bugün memleketimiz, millete dürbünün tersiyle bakan, snob, taklidçi, ca'li bir zihniyetin tazyiki altındadır. Hüküm ve kuvvet garb hayranlarının elindedir. Ters dürbün milleti karınca gibi gösterse de o, levh-i mahfuzda yazılı ezeli kanunların zırhı içinde, karınca misâli azığını saklamakta, tefekkürünü, mantığını, yaşama ölçülerini, örf ve âdetini muhafaza etmektedir. Bunlardan bir tohum kalması kâfidir; birgün onlar yeşerecek, bu fetret devri geçecektir".
Bir başka ehl-i dil alp-eren'in, merhum Fethi Gemuhluoğlu'nun görüşü de aynı derecede ümit verici, yürek ferahlatıcıdır.
"Riya saltanatının ömrü çok kısadır. Gelecek bir mübarek vakte hazır olunuz. Gözü olana sabah ışımıştır, o sabahın alacasındayız. Türkiye'de küfür ve nifak kemâlini bulmuş ve zevali olmuştur. Riya devrini geçiyoruz. Hiçbir tünel ebedi değildir. İmanî bir şevk olan zaman tekrar gelmiştir: ebedîdir, onun vakti ecelsizdir".
Amcaoğlu III. Selim'in, gözleri önünde katledilmiş olmasının. 13 yaşındaki çocuk ruhunda yarattığı dehşetin intikamını, Yeniçeri Ocağı'nı söndürmekle almış olan II. Mahmud, bu Ocakla birlikte Mehterhane-i Hakanî'yi de kaldırırken, Yeniçerilere ait tarihî ve kültürel bütün vesikaları yaktırdığından, yüzlerce yıl özel bir repertuarla kullanılmış olan Mehter havalarımız da (bu arada, Yeniçeri olması yüzünden, büyük mimarımız Sinan'ın hayatı ve eserleriyle ilgili kayıtlar da) yanıp kül olmuştu.
Avrupalı devletlerin gerektiğinde "marche ottomane" diye bir Osmanlı milli marşı çalmalarına imkân vermek üzere, II. Mahmud'un 1825'lerde bestelediği "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye Marşı"nın öncülüğünden sonra sırayı, Mızıka-i Hümayun'un (yani Batı taklidi Türk bandosunun) ilk şefi İtalyan Donizetti Paşa'nın "Mahmudiyye" ve "Mecidiyye" marşlarıyla, yine Mızıka hocası bir başka İtalyan olan Guatelli'nin "Hamidiyye" marşı alıyor.
Maymuncul Batı kopyacılığı hastalığımızın en tipik örneklerinden birini, V. Mehmed'in padişahlığı sırasında ortaya çıkan ilk "milli marş bestelettirme" teşebbüsünde görürüz: Mızıka-i Hümâyûn hocalarından Reşid Saffet Atabinen (1858-1939), Türk milli marşı olarak, Beethoven'in Op. 113 "Atina Harabeleri" adlı eserindeki Türk Marşı bölümünün devletçe kabul edilmesini istemiş, bunu kabul ettiremeyince de, Paris Konservatuarı'nda iken hocası olan Théodore Dubois vasıtasıyla Saint-Saens'a müracaat edilerek bir Türk milli marşı bestelettirmeyi sağlamıştı. Olayı haber alan İstanbul'daki bazı besteciler (Furlani, Selvelli, Radeglia, Zati Bey vd.) hükümete başvurarak Türk millî marşının yerli besteciler arasında açılacak bir yarışmayla seçilmesini, bu işe yabancıların karıştırılmamasını istemişler, bir yandan da Sains-Saens'a mektup göndererek kendisi gibi yüksek ve tanınmış bir zatın, İstanbul'daki mutevazı meslekdaşlarını küçük düşürecek bir harekette bulunmamasını rica etmişlerdi. Saint-Saens Saffet Bey'den, kendi marşının kat'iyyen yarışmaya sokulmamasını istemesi üzerine, İstanbullu, ama yine bir yabancı olan Selvelli'nin marşı beğenilmiş, ancak sonraları "Marş-ı Sultani" (Milli Marş) olarak bir başka yabancı olan Donizetti'nin Mecidiyye Marşı kullanılmıştır.
"Medeniyetler de ihtiyarlar: kocayan şuur, ezelî hakikatin yüzeyinde bocalar, İslâmın dünya görüşü yekpareliğini kaybeder. Avrupa'nın maddi fetihleri, çöküş devrinin ulemâsını afallatır: İslâmın inkirazı, hikmetine akıl erdiremedikleri bir gazab-ı ilahîdir. Susar ve sahneden çekilirler. Yerlerini Avrupa'nın imâl ettiği yeni bir insan tipi alır: müstağrib" (C. Meriç üstadın sık kullandığı bu kelime -genç arkadaşlarımız için hatırlatalım 'garabet' kökünden geliyor; ne olduğunu ve ne yapacağını bilmez şaşkın demek). (Hocadan devam ediyoruz): "Hem suda hem karada yaşayan bu hilkat garibesi giderek büsbütün kopar mâzîsinden. Artık ne Asyalı, ne Avrupalıdır. Ne müslüman, ne hristiyan... Tek kitabın yerine binlerce kitap, tek hakikatin yerine binlerce yan-hakikat geçer... Her toplumun belli bir değerler bütününe ihtiyacı var. İrfanından kopan, anadilini bile unutan mustağribler kafilesi kime, neye bağlanacak? Sosyal bir sınıf da değildir, sosyal bir sınıfın temsilcisi de. Hakikat tek, hatâ sonsuz. Müstağrib ne yeni bir dünya görüşü kurabilir, ne de Batının cömertçe sunduğu türlü ideolojiler arasında seçim yapacak güçtedir. Seçmek için, anlamak lazım. Anlamak için, karşılaştırmak... Mukayese ise irfana dayanır".
Böyle diyor Cemil Meriç hoca. Biz de ilave ediyoruz: Bilgi, ağızdan dolma ezber; çalışma, boşa harcanan ter demek değildir. Okutula okutula câhil, çalıştırıla çalıştırıla fakir hale gelen bir millet istemiyorsak, Türkün, tarihinin son binbeşyüz yılında, hangi ad altında olursa olsun (ister Göktürk, ister Uygur, ister Karahanlı, ister Selçuklu, ister Osmanlı), ne yaptığını, niçin yaptığını, nasıl yap tığını en hurda teferruatına kadar öğrenmek, hazmetmek, bilmek, sevmek ve savunmak zorundayız. Kültürümüzün en büyük fikir adamlarından olan Arel, Türk Mûsikîsi Kimindir? adlı eserinde şöyle diyordu:
"Milletimizin muazzam medeniyet ve kültürüne dair ne biliyoruz? Ben kendi hesabıma itiraf edeyim ki hemen hiçbir şey! Halbuki beşeriyetin en büyük nimetlerini ona temin etmiş olan, fakat cengâverlikten başka her kıymeti nankörce inkâr edilen bu millete borcumuzu, ancak onun hakiki değerini öğrenmekle ödeyebileceğiz".
Avrupa'da akıl hastaları daha XIX. yy.a kadar "şeytanla işbirliği yapmış zavallılar" olarak diri diri yakılırken, 1488'de Edirne Bayezid Külliyesi Şifahânesi'nde (üniversite hastanesi) akıl ve ruh hastaları lâle, sünbül, karanfil, reyhan, şebboy, yasemin kokuları; keklik, sülün, güvercin, ördek, bülbül, üveyik etleri ve on müzisyenin icra ettiği Rast, Dügâh, Segâh, Buselik, Zengûle ve Sûznak makamlarından eserlerle tedavi ediliyorlardı. Bunu yaptıran nasıl bir medeniyettir, nasıl bir kültürdür, nasıl bir insan sevgisidir?.. Bunu yaptıran, canlı-cansız her varlıkta Yaratan'ın tecelli-i rahmanîsini gören yüce bir Aşk anlayışı değil de nedir? Cenâbı Mevlânâ ne güzel söylemiş:
Yel değildir nay sadâsı, aşktır aşk!
Yel götürsün kimde yoksa böyle aşk!
Ülkemizi 12 Eylül öncesi uçurumun tâ kenarına kadar getirip dayayan aşksızlığın, inançsızlığın ve kültürüne sahip olamamanın hikâyesine, Cemil Meriç'le devam ediyoruz:
"Avrupa'nın düşünce sefaletini belgeleyen bir kelime: kültür. Kaypak, karanlık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mâna. Kelime değil, bukalemun! Bu uğursuz kelime dilimize iki ayrı kaynaktan girmiş: Fransızcadan ve Amerikancadan. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı: İrfan. Amerikanca kültürün ise: medeniyet (civilisation)".
Oysa, Asyalı Türk kavimleri, ilkçağ medeniyetinden daha eski zamanlarda bile, ordu ve savaşlarda mûsikîden faydalanmak gibi bir dâhiyane buluşun sahibiydiler. Türk askerlik tarihinde bu konu ile ilgili hâtıralar, M.Ö. IV. yüzyıla kadar çıkmaktadır: Bu kayıtlara göre Türk askerî mûsikîsi, açık bir ifade ile, günümüzden 2500 yıl öncesine kadar varan bir kıdeme maliktir. Tarihin ne garip bir tecellisidir ki, notalarını ilk defa Leh mühtedîsi Alberto Bobowsky (Ali Ufkî) ile Rumen Prensi Dimitries Cantemir adlı iki yabancının XVII. yüzyılda yazdıkları eserlerde tesbite çalıştıkları Türk askerî mûsikîsinin "tuğ nöbetleri" vurulduğu, "cenk gülbankları" çekildiği ve "mehter peşrevleri" çalındığı zaman, Batı değil marş bestelemek, askerî mûsikî diye bir şeyin varlığından bile habersizdi. Harp zamanlarında üç günlük yoldan duyup "Türk geliyor!" diye kaçıştıkları bu mûsikîyi, sulh zamanlarında tantanalı elçi takımlarımızda hayret ve hayranlıkla seyrediyor, Gluck'un, Mozart'ın, Gretry 'nin, Bishop'in, Beethoven'in, daha sonra da Strauss'un, Saint-Saens' in, Donizetti'nin ve Liszt'in, bu hayranlığın ifadesi olarak yazdıkları eserlerde, konser salonlarında alkışlıyorlardı. Ünlü 9. Senfonisinin başına, "Senfoninin sonu koro ve Türk müziği ile bitecektir" notunu yazan koca Beethoven, tasarlayıp da bitiremediği 10. Senfonisinin notalarına da "Türk tem'leri ve usûlleri kullanılacaktır" kaydını koymuştu. O halde torunlarından Donizetti Paşa'nın, kendi askeri mûsikîsini kaldırıp yerine Türk taklidi Batı bandosunu koyan II. Mahmud'a "Mahmûdiyye", sonraki patronu Abdülmecid'e de "Mecidiyye" adlı "marş-ı sultanî"ler bestelemesinden daha tabiî ne olabilirdi?!
Türk bestecilerinin bu Batı tarzı marşlara rağbeti, II. Mahmud'un öncülüğünden sonra, ondan 11. Abdülmecid'e kadar bey padişah devrinde en yüksek mûsikî rütbelerinin sahibi olan Rifat Bey'le devam etti. Torunu olmak şerefini taşıdığı Hammamîzâde İsmail Dede'nin, hemen bütün mûsikî formlarında eser verdiği halde bu nev-zuhûr marş modasına hiç itibar etmemiş olmasına karşılık, "Sivastopol önünde yatan gemiler”le "Annem beni yetiştirdi"nin bestecisi Rifat Bey gibi, Zekâi Dede, Leyla Hanım, Hoca İsmail Hakkı Bey, Rakım Elkutlu, Dr. Subhi Ezgi ve Hüseyin Sadeddin Arel de marş besteciliğinin cazibesinden kendilerini alıkoyamamışlardır. Ancak, klâsik Türk mûsikîsi kaynağından gelen bestekârların marşlarıyla, Batı müziği eğitimiyle yetişmiş olanların marşları arasında, milli duygu ve prozodi açısından -birazdan örnekleyeceğimiz gibi- büyük anlayış farkları vardır.
Kendi insanından kopan aydının trajedisini anlattığı Mağaradakiler adlı eserinde, çağımızın -bizce- en büyük sosyolog ve edebiyat tarihçisi Cemil Meriç şöyle diyor:
"Ondokuzuncu asra kadar Osmanlı ülkesinde bir ortak şuur vardı: İslâmiyet. O cihanşümul dinin izahı, yorumu ve yayılması için binlere düşünce ve duygu adamı ömrünü harcamıştı. Bütün bir içtimai nizamın temeliydi İslâmiyet. Sosyal bir sınıfın veya kavmin değil, ümmetin inançlarını dile getiriyordu. Ayıran değil, birleştirendi: 'İnananlar kardeş'tiler. İnananlar, yani insanların hepsi. Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, Mesnevi'deki pırıltılar, aynı ezelî nurdan... İslâmiyet Süleymaniye'de kubbe, Itrî'de nağme, Bâkî'de şiir. İrfan nedir? Bugünkü Avrupa için bazan bir fikirler hamulesi, bazan modanın gerektirdiği bir cilâ. Ama her zaman, imtiyazli bir zümrenin, kendinden olanları tanımasına yarayan bir klişeler yığını. İrfan, insanoğlunun has bahçesi: ayırmaz, birleştirir. Peki medeniyet ne? Cuvillier Sosyolojinin El Kitabı'nda kelimenin 20 tarifini vermiş. Yani hep Babil Kulesindeyiz. Ya zarlarımızın lâubaliliği bu keşmekeşi bir kat daha artırıyor. Kültür aynı parçada hem irfan, hem medeniyet, hem yaşama tarzı. Yeni bir terkip bu mefhum anarşisini son haddine vardırdı: Kültür emperyalizmi. Kültürle emperyalizmin çiftleşmesi akılalmaz bir fuhuş. Emperyalizmler, tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder". (Senin zaten neyin vardı ki? Dinin Araptan, dilin Acemden, müziğin Bizans'tan! örneğindeki gibi...)
"İkinci Meşrutiyetin ilk ilan edildiği günlerde, Rakım Elkutlu'nun yeni bir marş için kendisine yapılan müracaat üzerine, guf tesi Mustecâbi Ismet Bey'e ait Rast makamında, alafranga tarzında bir marş bestelediği bilinmektedir" diyor Muhiddin Nalbandoğlu. İstiklal Marşımızın Tarihi adlı eserinde. Anadolu'da milli hükümet kurulup işe başladıktan sonra, İstanbul'dan bazı mûsikî uzmanlarının da milli cepheye iltihak ettikleri ve bu gönüllülerle Anadolu'da bir-iki bando teşkil edildiği görülmüş. Milli Mücadele yıllarında İsmail Zühtü'nün "Dünya Susuyor" ve muallim mekteplerinin yemeklerden sonra bir dua gibi okudukları "Sarmış matem buraları" adlı parçalarından sonra, o yıllarda Ankara'da ve bütün yurt sathın da büyük milli heyecanla dinlenen diğer bir beste de Ali Rifat Bey'in, güftesi Mehmed Akif'e ait "Bülbül" adlı eseridir. Yine Ali Rifat Bey'in, guftesi yine M. Âkif'e ait "Ordunun Duası" adlı eseri ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından, İstiklâl savaşımızın orduları coşturan marşı olmak mazhariyetiyle, orduya tamim olunmuştu. O yılların hatırası olan İzmir, Sakarya, Vatan (Başka bir aşk istemez), Akdeniz Kıyılarında ve Yürüyüş marşları, hatırlarda olduğu gibi, halen millî günlerde de ilk akla gelen eserlerdir. Bunlar dan "Yürüyüş" marşı İsveççe'den adapte olduğu gibi, daha sonraları İstiklâl Marşımızın yerini alması için hazırlanan "10. Yıl Marşı"nın da J. J. Rousseau'nun çok basit bir eserinden adapte olduğu, Dr. Osman Şevki Uludağ tarafından Musiki Mecmuası'nda belirtilmişti.
Konumuz bakımından en ilgi çekici husus, yine o yıllarda Anadolu'nun muhtelif yerlerinde de İstiklal Marşımızın 7 ayrı bestesinin çalınıp söylenmekte oluşudur. Marşı ilk besteleyenler arasında devrin tanınmış mûsikîcileri vardır: Ali Rifat Çağatay. Ahmet Yekta Madran, İsmail Zühtü, Mehmed Zati Arca, Rauf Yekta, Sadeddin Kaynak, Mehmed Baha Pars. Kâzım Uz. Mustafa Sunar. Giriftzen Asım Bey, Prag konservatuarından Bedri Bey ve Osman Zeki Üngör. Her bestekârın kendi eserinin tutunması için hummalı bir gayret sarfettiği günlerde, Ankara'da Maarif Vekâleti'nce kurulan bir ilmî hey'et tarafından, A. Rifat Çağatay'ın eseri "hors con cours" (müsabaka dışı) olarak seçilmiş. Vekâlet tarafından okullara resmen tebliğ ve tamim edilmişti.
Şimdi sizlere, 1924 yılında Hafız Zeki Çağlarman tarafından Columbia plağına okunmuş olan, Ali Rifat Bey'in Acemaşîran makamındaki İstiklâl Marşını dinletiyorum. (Müzik kasetten çalınır). Gerek bu eserde, gerekse İsmail Hakkı, Ahmed Yekta. Mehmed Zati, Kâzım Uz ve İsmail Zühtü beylerle Mustafa Sunar'ın, Muhiddin Nalbandoğlu'nun az önce andığımız eserinde notaları yayımlanmış olan marşlarında görülen ortak özellik, güfte-ezgi uyuşumunun temeli olan prozodi'nin -marşların hiçbirinde- tatminkâr bir seviyede kullanılamamış olmasıdır. Bunda, bir sebep olarak, "marşlarda çok fazla prozodi aranmayabileceği" görüşü ileri sürülebilirse, ikinci bir sebep de -bizce-aruz vezniyle yazılmış olan bir şiirin, 2 dörtlük veya 4 dörtlük marş tempolarına sokulmasında bestecilerimizin karşılaştıkları güçlük olabilir. Zira, "Fâ-i-lâ-tün" gibi 7 veya 8 birimli bir vezin kalıbının, Türk mûsikîsinde bestelenebileceği en uygun usûl-bilindiği gibi- 7 zamanlı Devrihindi ile 8 zamanlı Müsemmen usûlleridir. Bu usûllerle de yürüme temposuna ve "hymne" (milli ün) havasına uygun beste yapılamamaktadır. (Nota ekrana gelir.)
Burada verdiğimiz nota, İstiklâl Marşımızın, hem prozodi hataları tecviz edilebilecek asgarî hadde indirilmiş, hem de ezgi yapısı açısından Türk kulak zevkine daha yatkın bulunduğu görüşünde olduğumuz bir beste denemesi. Bu notayı, değerli müzisyenlerimizin tedkikine bir iddia ile değil, bir örnek vermek amacıyla sunuyoruz…
Efendim, uygun bir zaman ve ortam bulunup, Ali Rifat Bey'in marşının yerine geçirilen ve 60 yıldır söylediğimiz Osman Zeki Üngör'ün marş bestesinde de -ne yazık ki- hem şiirin havasını, hem de Türkçenin kurallarını altüst eden pek büyük prozodi ve periyod hataları vardır. Eserin daha başlangıcında, "Korkma!" kelimesinde ki teknik yanlıştan, kelimeleri ortasından bölüp nefes almak zorunda bırakan (bu şafak-) gibi, (caak o be) gibi yerlerine, mısranın anlam bütünlüğünü bozan (celâl sana) ve (helâl hakkıdır) gibi ezgi makasıyla doğranmış periyod hatalarına kadar, bu marşımızın taşıdığı teknik kusurlar hepimizin malumu ve bizim -herhalde sizlerin de- müzisyen olarak "marşın neden iyi söylenemediği" hakkında muhatap kaldığımız soruların da sebebi ve cevabı. Bunların teker teker, uzun uzun inceleme ve eleştirmesine girmek istemiyorum.
Biz bu marşın ezgisinin, TBMM'nde dahi ifade edildiği üzere, "Carmen Silva" valsinden mülhem olup olmadığı konusu üzerinde de durmak istemiyoruz. Bizim, üzerinde durduğumuz -bu marşımızın bestesiyle ilgili- en önemli husus, marşın, Akif'in İstiklâl Destanı için bestelenmemiş olmasıdır.
Sonradan İstiklâl Marşı bestemiz olarak Ali Rifat Bey'in marşının yerine geçmiş olan Zeki Üngör'ün eserinin, İstiklâl Destanımız için değil, daha önce başka maksatla ve sözsüz olarak bestelenmiş oluşunun hikâyesini, eseri bugünkü haline getiren -Arel'in de armoni hocası- Edgar Manasyan efendinin ağzından dinleyelim. (M. Nalbandoğlu'nun kitabından okunur. s.177)
Görülüyor ki, İstiklâl Destanımızın milli marş olarak söylediğimiz bestesi, Mehmed Âkif'in şiiri için değil, daha önce başka bir maksatla ve sözsüz olarak bestelenmiştir. Bu husus -beste işiyle biraz uğraşmış biri olarak öyle sanırız ki, yumuşak minör tonunun marş için seçilmesinden, prozodi ve periyod hatalarına kadar eserin bütün kusurları, işte bu pek amatörce olan sözlü müzik besteciliği kuralının dikkate alınmamış olmasından kaynaklanmaktadır.
Cinuçen Tanrıkorur, Türk Müzik Kimliği, Dergah Yayınları, Aralık 2004, 103-118
İstiklal Marşı Yarışması’na para ödülü olduğu için katılmak istemeyen Mehmed Âkif, araya giren dostlarının ısrarlı ricaları ve ödülü almamak şartıyla yarışmaya katılmaya karar verdi. D
Yusuf Ziya Bey, millî bir marştan mahrum oluşumuzdan en büyük teessürü hisseden bir zat olduğu için, bu bahis etrafında bize umumî alâkayı davet edebilecek şeyler söyledi.
“Bülbül” ve “İstiklal Marşı” bu ölüm kalım günlerinin, Safahat’a kattığı destan parçalarıdır. Ve o günün bir daha yaşanmaz macerasının kelam anıtları...
Yirmi beş yaşında gençlerimiz münşîyi, vak'a nüvis ve divan şairini şöyle bir tarafa bırakalım, İstiklâl Marşını okurken...
Yeni bir İstiklâl Marşı yazılamaz. Bunun yazılması için, yeni bir İstiklâl Savaşı şartlarına ihtiyaç vardır.
Bu şiiri Necip Fazıl Kısakürek bundan tam altı sene evvel yazdı.
O zamanlar (Ulus) gazetesi, Cümhuriyetin 15inci yıl dönümü için bir marş müsabakası açmıştı. Gaye, bütün memleket şairlerinin de iştiraki beklenen bu müsabakada kazanacak olan eseri, Cümhuriyetin 15inci yıl marşı olarak değil, İstiklâl veya Türk millî marşı olarak kabul etmekti, Zira Atatürk, Mehmet Akifin İstiklâl marşını sevmemeğe başlamıştı.
Her milletin bir “millî marş”ının olması teamül haline gelmiştir. Milletçe saygı duyulan, ayakta dinlenen marşdan bir kısmı hükümdara övgü mahiyetindedir.
– Evet, diyor, İstanbul'dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar'dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, orada Cuma'yı tuttuk.