TÜRKİYE'DEN TÜRKELİ'NE VARALIM PANELİ TAM METNİ

Durmuş Küçükşakalak:

Selamun aleyküm,

Haftaya bugün Cumhuriyetin ilanının Hıristiyan takvimine göre yüzüncü sene-i devriyesi ama hepiniz fark etmişsinizdir çok parlak bir yüzüncü yıl kutlamaları, şenliği yok. Normalde böyle yüzyıllı şeyler cafcaflı olur. Sönük geçiyor. Bu sönük geçen kutlamalara omuz vermek için veya destek olmak için, gücünü artırmak için böyle bir program yapıyor değiliz. İstiklâl Marşı Derneği’nin kendi programı var, onu takip ediyor. O programın hülasası da  İstiklâl Marşı’nın çizdiği çerçeve içinde yer alır.

29 Ekim 1923’te ne oldu diye kime sorsak çok doğru bir cümle söyler; umumi olarak “Cumhuriyet ilan edildi” der. Yani “Cumhuriyet kuruldu” lafı da söylenir ama umumen çok doğru bir cümle dilimize yerleşmiştir, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir. Bir ilanın nasıl yapıldığını biliyoruz: Ya olmuş bir olay, olmuş bir şey ilan edilir veyahut olacak bir şey ilan edilir. Bağımsızlık ilan edilir mesela. Öncesinde bir savaş veya mücadele olmuştur, bir şeyler olmuştur, iş bir yere gelmiştir, ondan sonra tamamen iplerin koptuğu ilan edilir, bağımsızlık ilan edilir. Olan bir şey ilan edilir. Veya olacak olan bir şey ilan edilir. Bu program, işte falanca bir tarihte, Üsküdar’da, şu salonda olacaktır diye bir ilanda bulunursunuz. İlan bu iki şey için yapılır. Cumhuriyetin ilanında ise bu ikisine de uymayan bir şey var. Yani Cumhuriyetten önce biz hiçbir Cumhuriyet tartışması görmüyoruz, Osmanlı dâhil. Yahut “Cumhuriyetin ilanıyla hedefler şunlardır, şunlar şunlar yapılacaktır, milli hedefimiz, devlet olarak hedefimiz şudur” deyip önümüze bir hedef de konmuş değil. Böyle bir şey göremezsiniz. Sadece cumhuriyetin ilanından hemen önce birkaç İstanbul gazetesinde “Bunlar herhalde cumhuriyet ilan etmeyi düşünüyor” gibi küçük yorumlar, haberler bulabilirsiniz. Ama Meşrutiyet böyle değildi. Tanzimat’ın ilanından sonra Meşrutiyet tartışmaları başladı. Otuz küsur sene sürdü. Otuz küsur sene sonra, 1876’da bir Meşrutiyet ilan edildi. Hem gazetelerde, dergilerde münevverler hem de devlet içinde memur ve amirlerce hararetli tartışmalar yapıldı, Meşrutiyetin şeklinin şemalinin ne olacağı üzerine… Bizim Namık Kemalimiz, Ziya Paşamız da bu tartışmaların göbeğindeydi. Kanun-i Esasi’yi hazırlayan komisyonun baş aktörleriydi bu iki şairimiz. Yani uzun süre tartışmanın sonucunda bir meşrutiyet düzeni ilan edildi. 93 Harbi sebebiyle fazla dayanmadı, iki sene sonra rafa kaldırıldı. Otuz sene sonra tekrar İkinci Meşrutiyet olarak gündeme geldi. O sırada da tartışmalar yine vardı. Yani bir tarafta meşrutiyetçiler diğer tarafta saltanatçılar var idi.

Cumhuriyetin ilanı öncesi veya arifesinde böyle bir tartışma hiçbir zaman olmadı. “Cumhuriyetçiler” diye bilinen bir zümremiz yoktu. Bir gün Ankara’daki insanlar kalktı ve cumhuriyetin ilan edildiğini, mecliste kabul edildiğini duydular. Daha sonra Türkiye’nin başka yerlerinde duyuldu. İlan bu şekilde oldu. Zaten bunu İsmet Paşa’nın kendi dilinden de şifahi olarak dinleyebilirsiniz. Hatıralarını yazmıştır, oradan da okuyabilirsiniz. 28 Ekim akşamı “ufak bir toplantı yaptık” diyor. “Ufak toplantı” dediği hem katılımcılar olarak ufak, az sayıda insan hem de hiçbir şeyin konuşulmadığı, o hepimizin bildiği bir cümle; beş kelimelik tek cümlenin söylendiği toplantı: “Efendiler yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.” Beş kelimeden ibaret bir cumhuriyet konuşmamız var. Daha sonra İsmet Paşa “bu toplantı bitti” diyor, “Mustafa Kemal Paşayla baş başa kaldık. Hiçbir şey konuşmadık. Yarın meclise teklif edilecek anayasa değişikliği maddelerini yazdık ve ayrıldık.” Sabah meclise geliyor. 1921 anayasası üzerinde yapılan değişiklik ile cumhuriyet ilan ediliyor.

1921 anayasasını yazan, kabul eden insanlar ne yazdığını, ne kabul ettiğini bilen insanlardı. Çünkü Türkçe yazıyorlardı. Onun için edebi bakımdan da çok önemli bir metindir. İlk maddesi şu şekildeydi: “Hâkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Çok orijinal iki cümle. Birinci cümlede dikkat ederseniz bir millet var. Hâkimiyetin bila kayd ü şart, kayıtsız şartsız ait olduğu bir millet! İkinci cümlede de halk geçiyor. Yani bir yerde millet var, bir yerde halk var. Bunu anlamak lazım. Dediğim gibi Türkçe bilen insanlar bunu yazdı, yani bugünkü gibi haldur huldur konuşan insanların yazdığı kanunlar veya anayasa değildi. Millet nedir, halk nedir bunu anlamak gerekiyor. “O millet”in idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanıyor. Bir millet var, halkın mukadderratını idare ediyor! Bugün bizlere anlatılanlardan milleti, halkı nasıl anlıyoruz? “Milleti sağcılar kullanır, onun için onların yaptığına milliyetçilik denir. Halkı solcular kullanır, onların yaptığına da halkçılık denir” gibi kabaca, böyle aptalca bir anlayış üzerimize oturmuş halde. Böyle bir şey değildir, bu kelimeler eş anlamlı veya müteradif kelimeler değildir. Millet de halk da Kur’an kökenli kelimelerimizden, Arapça’dan dilimize, Kur’an’dan dilimize gelmiş kelimelerdir. Ve bu anlaşılması çok çok elzem bir şeydir. Milleti, isterseniz kelimenin kökeni itibariyle din manasında ele alın, isterseniz modern bir kavram olarak ele alın; millet dediğimizde Müslüman anasırdan başka hiçbir şeyi ifade etmez. Türkiye’de ve Türk anayasasında bu ibare olduğuna göre Türk milletinden başka hiçbir şeyi ifade etmez. O zaman halk kim? Birinci maddenin ikinci cümlesinde bir halktan bahsediyor. O insanların kafasındaki ayrım şuydu: Bir İstiklâl Harbi halen veriliyordu; 1921 Anayasası, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yazılırken halen devam ediyordu. İstiklâl Harbi’ni veren unsurlar sadece cephedekiler değil, cephe gerisindekiler de dâhil o harbi veren ve destekleyen unsurlar. Bu anasır Türk milletidir, diğer kalanı müslim-gayrimüslim halktır. Bu anlaşılmaya değer, anlaşılması gereken bir mevzudur. Biz bilinçli, şuurlu tercihlerimiz neticesinde millet oluruz. Şuursuzca, akıntıya kendimizi bırakıp olduğumuz yerde yaşamakla halk kalırız. Millet “olunan” bir şeydir. Halk doğulan ve kalınan bir şeydir. “Millet olmak” tercih edilen, bir şuuru, bir çabayı, bir mücadeleyi gerektiren bir şeydir. Ait olunan, aidiyet hissedilen bir şeydir. Yani Hakk’a tapmakla millet oluruz. Güce tapmakla, güçlüye râm olmakla halk kalırız. Halk zaten Halık’ın yarattığı, yaratık demektir. Mahluk da aynı kökten gelir. Yani yaratanın yarattığı ham haliyle kaldığımız zaman beşer kalırız, halk kalırız. Halk-millet farkı beşer-insan farkı gibidir aslında.

İşte o ilk maddeye, millet ve halk ayrımının bulunduğu maddeye Türkiye devletinin şekli hükümeti cumhuriyettir lafzı ilave edildi, cumhuriyetin ilanı budur. İkinci madde ise şu şekilde değiştirildi: “Türkiye devletinin dini, din-i  İslâm’dır. Resmi lisanı Türkçedir.” Bu cumhuriyetin bir başı vardı; kayıtsız şartsız hâkimiyetin ait olduğu millet. Bu milletin idare usulü vardı; meclis hükümeti şeklinde kolları vardı. Yani yapıp edecek organlara sahipti. Bu cumhuriyetin vücuduna iki bacak lazımdı yürüyebilmesi için. Bu bacağın pek tabii olarak birincisi din, ikincisi dil oldu. Bu iki bacak üzerine cumhuriyet yükseldi. Cumhuriyetin temellerinden, kurucu felsefesinden bahsedenler bu iki bacağı görmezden gelerek önünüze bir tablo koyarlar. Batılılaşmanın getirdiği neticeye cumhuriyet deyivermek kolaydır çünkü. Olan bitene cumhuriyet deyiverdiğinizde hesap verme külfetinden kurtulursunuz çünkü…

Ve ilginç bir şekilde cumhuriyetin üzerinde yükseldiği bu andığım iki bacak aynı yıl bir kadre uğradı. 1928 Nisan’ına geldiğimizde yine aynı şekilde bir gün insanlar duydular ki anayasadan “devletin dini din-i  İslâm’dır” maddesi çıkmış. Yani cumhuriyetin din bacağı kökünden kesildi, atıldı. Öncesinde yine çıkaralım çıkarmayalım şeklinde bir tartışma yok. Beş, altı ay sonra diğer bacak, yani dil bacağı kesilmedi ama... Anayasadan çıkarılmadı, halen de var. Fakat o bacağa küçük bir operasyon yapıldı. Şekli itibariyle küçük gözüken, etkisi ve neticesi itibariyle büyük bir operasyon. Ne diyelim, o bacağı innerve eden siyatik sinir küçük bir operasyonla kesildi. Harflerimiz elimizden alındı ve o bacak artık bir et ve kemik yığını haline geldi. Baktığımızda şekil olarak evet bir bacaktı ama hissetmiyorduk. Mefluç bir bacak kaldı vücudumuzda. Bu iki bacaktan biri kökünden kesmek, diğeri felç edilmek suretiyle ikisi de işlevsiz hale getirildi ama tabii bacaksız bir şey yürüyemez. Yürüyebilmesi için öncesinden hazırlıklar yapılmıştı. Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu, mesela birçok başka inkılaplar yapıldı. Protez bacaklarla ve koltuk değnekleriyle bir cumhuriyet yürütüldü. Ne zamana kadar yürütülebildi? İşte orası 100. Yıl sebebiyle günümüzün de konusu. 1960’dan sonra konumuz aslında.

O baştaki hâkimiyetin ait olduğu millete ne oldu? Bu millet her anayasada yapılan vatandaşlık tanımlarıyla adı, etkisi ve yetkisi kaybolan bir millet haline geldi. 1924 anayasasını açın bakın orada din ve ırk fark etmeksizin Türkiye devleti sınırları içinde bütün “ahali”nin Türk ıtlak olacağına dair anayasada kanun bulursunuz. Ahali! Ahali ehilin çoğuludur. Geçmişten bildiğimiz beraya sınıfı reaya sınıfına irca oldu. Millet vardı, halk vardı, burada ahali olarak bir şey tanımlanarak bu ahali dinine ve ırkına bakılmaksızın “Türk” ıtlak olundu. 1961 anayasasına geldiğinizde “Türkiye devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür” dendi ki bu madde 1982 anayasasında da mevcuttur. Demokrasiye geçişin de tabii olarak bu vetirede katkısı büyük. Demokrasiyle ağulanmış topluluğa millet denemezdi elbette. Yani 1921 anayasasındaki millet-halk ayrımı önce “ahali” ile; 1961 anayasası ile birlikte ise “herkes”le tesviye edildi. Sonradan uydurulan bir kelime olarak da “ulus” bu tesviye işinde kullanılan bir aparat oldu. Rensiz, kokusuz, seküler ve laikliği vurgulayan bir kelime olarak kendine bir yer edindi. Şimdi yeni anayasa tartışmaları var. “Herkes”ten daha aşağıda ne var diye düşünüyorum, aklıma gelen bir şey yok. Herhalde heybesinde 250 bin dolar bulunan bir merkep vatandaş kabul edilebilir. Başka akla gelebilecek bir şey yok. Yani milletten halka, halktan ahaliye, ahaliden “herkes”lere, “herkes”lerden daha aşağıya inecek bir şey olması gerekir, gidişat o şekilde çünkü. Ama 1921’deki o hüküm hala bugün korunuyormuş gibi gözüküyor: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” cümlesi hem anayasada hem de meclis kürsüsünün arka duvarında kocaman yazılı. Meclise bir şekilde kapağı atmış vekillerin her birine sorun: Oradaki millet tabirinden ne anlıyorlar? Size en milliyetçi pozu verenler bile vatandaşlık tanımı yaparak cevap verecektir: Oy kullanma hakkı olan herkes o millettendir. Hangi milletten? Cevabı yoktur. Egemenlik gibi uydurma bir kelimeyi ise kimseye sormayın.   

Bunların sebebi ne idi? Cumhuriyet birdenbire ilan ediliyor, inkılaplar kimsenin haberi yokken birdenbire yapılıyor, yarın ne olacağını kimse bilmiyor… Bu serzeniş ve itirazı Fevzi Paşa dile getiriyor: “Yarın ne yapılacağını bilmiyoruz, bir emrivaki karşısında bulunuyoruz…” Cumhuriyet’in ilanından sonra Fevzi Paşa’yla İsmet Paşa arasında bir mülakat var, mülakat dediğim küçük bir münakaşa. Yine İsmet İnönü’nün hatıralarında bulabilirsiniz. Fevzi Paşa diyor ki “Ben eski arkadaşlarla konuştum, bu iş böyle olmaz, yapılacak hiçbir şeyden haberimiz olmuyor. Her şey bir emrivakinin ürünü olarak yapılıyor, bu iş böyle olmaz, diğer arkadaşlar tamam dedi, sen de tamam dersen Mustafa Kemal’le konuşacağım ve bu işe bir usul bulmamız gerekir, aramızda konuşup ne yapılıp ne edileceğini herkesin bilmesi ve bir karar neticesinde ortaya çıkması gerekir.” diyor mealen. İsmet Paşa’nın cevabı şu şekilde: “Devletin resmi müesseseleri devlet işlerinin, tertiplerin konuşulacak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak zamanları ve vazifelileri tayin edilmiştir. Benim bütün hayatımda inandığım usul budur.” Şimdi buradan ne anlayacağız? Yapılacak işler de, ne zaman müzakere edileceği de, zamanı da, o işleri kontrol edecek çekip çevirecek insanların tayini de yapılmış, vazifelileri bile tayin edilmiş! Eğer bu tayin edici Mustafa Kemal değilse kimdir? Önümüze çıkan şeyi anlamamız gerekiyor. Çünkü dediğim gibi bütün inkılapların ana karakteri budur: Emrivaki! Onun için Mustafa Kemal Paşa devrimci, yani bir anda deviriyor. 1921 yılında meclis kürsüsünde “haddimizi bilelim” fazla ileri gitmeyelim diyen adam devrimci oluveriyor! İş bu devrimciliğin yerini ve karakterini Lozan’da aramamız gerekir. İşte Lozan Anlaşmasının da yine yüzüncü yılı geçti, üç ay önce. Lozan’ın gizli maddeleri var mı yok mu falan. “Yoktur öyle bir şey” dendi ve konu kapandı. “Bakın yüzüncü yıl bitti, bir şey yok” sonucuna bağlandı. Gizli maddeleri maddi bir belgede, vesikada aramaktansa bu “haddini bilme” politikası içinde ve inkılaplarla girdiğimiz şekilde aramak gerekir. İkinci Dünya Savaşından sonra, savaş öncesi yapılmış hiçbir anlaşma ayakta ve hayatta değil. Ama Türkiye daha dün imzalanmış gibi Lozan parantezinde hayatına devam ediyor... Devlet doktrininde ve siyasetinde Lozan hala geçerli ve gündemde. Hala atıf yapılan bir anlaşma. Lozan anlaşması sekiz ay sürdü, arada bir- bir buçuk aylık bir kesinti var, onu çıkarırsanız altı buçuk yedi ay. Dünya tarihinde böyle bir anlaşma var mıdır? Benim gözüme çarpmadı. Birinci Dünya Savaşından sonra Almanlarla imzalanan Versay anlaşması iki ay sürdü. Koskoca İkinci Dünya Savaşından sonra bütün dünyaya çeki düzen verilen Bretton Woods anlaşması bir hafta sürdü. Yani sekiz ay boyunca bugün Lozan Anlaşması diye bildiğimiz 90 küsür sayfalık bir metin var sadece, bütün ek protokolleriyle birlikte… Ne konuşuldu ne yapıldı? Bunun baş sır küplerinden birisi Lozandaki temsilcimiz İsmet Paşadır. Onun için o cümle önemli bir cümle: “Devletin resmi müesseseleri devlet işlerinin, tertiplerin konuşulacak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak zamanları ve vazifelileri tayin edilmiştir. Benim bütün hayatımda inandığım usul budur.” Buna yakın imaları başka yerlerde de söylüyor. Cumhuriyetin nasıl ilan edildiğini söylerken de benzer bir şey söylüyor: “Cumhuriyet umumi vicdanda olgun hale gelen şeyin bir emrivaki ile kanunlaşmasıdır.” diye tarif ediyor. Ama bu emrivakiyi yaparken elbette bir şeyleri hesap edeceklerdi. Ve bunu hesap ettiler onun için “Din-i  İslâm /  İslâm dini ve resmi dili / lisanı Türkçe” ibaresi onun için anayasamızda bir süre, beş sene kadar muhafaza edilebildi. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir  İslâm cumhuriyeti olarak ilan edilmiş ve kurulmuştur. Bu “ İslâm cumhuriyeti” vasfı bir kandırmaca, bir numara, bir yalan değilse bir gerçekse tüm cumhuriyet tarihimiz Türk milletine,  İstiklâl Harbine,  İstiklâl Marşı’na ihanetin tarihidir. Yok eğer “devletin din-i din-i  İslâm’dır” ibaresi vaziyeti idare etmek ve kurtarmak için ise yine aynı netice hasıl olur.

27 Mayıs 1960’a geldiğimizde ise bütün kurumlarıyla devlet lağvedildi. Onun için ondan sonra bir ikinci cumhuriyet tartışması bulabilirsiniz mesela. Yani “bu yaşadığımız neydi, şimdi bu yeni kurulan devlete ne diyeceğiz?” şeklinde bir ikinci cumhuriyet tartışması bulabilirsiniz. Onun dışında bizim tarihimizde Cumhuriyet tartışması yoktur. Cumhuriyet tarihi diye bildiğimiz şey Türk milletinin ve Türk vatanının başına gelenler tarihidir. Yani Cumhuriyet nedir dediğimizde bugün herhangi birine, size bir sürü bir şeyler sayar. O saydıkları Cumhuriyet’ten sonra olan, emrivakilerle başımıza gelen şeylerdir. Olması gerekenler değil! Yani cumhuriyetin efradını cami, ağyarını mani bir tanımı bugüne kadar yapılamamıştır, yapılmaya çalışılan yarım yamalak tanım da kalmamıştır. Türk milletinden dolayı, o kayıtsız şartsız hâkimiyetin ait olduğu Türk milletinden dolayı Cumhuriyet bir İslâm Cumhuriyeti olarak ilan edilmek mecburiyetinde kalınmıştır. Şunu anlayabiliriz: Cumhuriyet ilan edildiğinde ruhla beden ikiye bölündü. O zamana kadar, yani 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına kadar bir sürede devletle millet birdi. Devlet kimdir dediğinizde o hâkimiyetin kayıtsız şartsız ait olduğu milleti anlayabilirdik, başka bir şey anlaşılamazdı. Daha sonrasında bu ruh-beden ayrımı (beden şuradadır, ruh buradadır demek zor ama her iki tarafta da her ikisinin yer değiştirebildiği bir vaziyet) bazen birbirine yaklaşarak, bazen uzaklaşarak devam etti. 27 Mayıs 1960’da ruhla beden arasına bir de set çekildi.

Yeni anayasa tartışmaları yeni meclis açılışı sebebiyle önümüzdeki aylarda, önümüzdeki yıllarda en hararetli konuşmaların, tartışmaların yapılacağı bir şey olacak anlaşıldığı kadarıyla. 12-13 senedir bir yeni anayasa mevzuu var. Kendilerine verilen bu ödevi yapamadılar, beceremediler. Niye yeni anayasa istiyorlar? Bunu sorarsanız şu anki mevcut anayasanın darbe anayasası olduğunu söylüyorlar. Sivil bir anayasa lazımmış Türkiye’ye!  Hâlbuki merak edip azıcık tarihe ilgileri olsa saçma bir şey söylediklerini fark edecekler. Tarihte bütün anayasaları açıp bakabilirsiniz.  Bir adım öncesinde darbe veya savaş vardır. Dünyada ilk anayasa olarak gösterilen Magna Carta 13. yüzyılda İngiliz baronlarının krala meydan okuması sonucunda, hatta sarayı işgal etmesi sonucunda bir metne imza atılmış, sonradan adına anayasa denen bir mutabakat metni sayılmıştır. Şu an yürürlükteki en eski anayasa olan Amerikan anayasası yine İngiliz kralına, Büyük Britanya’ya meydan okumuş kolonilerin ayaklanması, bağımsızlıklarını ilan etmesi neticesinde yapılmıştır. Fransa’daki anayasalara bakın bütün anayasaların bir adım öncesinde savaş, darbe, ihtilal vardır. Her anayasa bir darbe anayasasıdır. 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları dâhil! Anayasaya sebep olan darbeye / savaşa müspet veya menfi anlam yüklemenize göre o anayasa müspet veya menfi kabul edilir. Bütün hikâye bundan ibarettir. O zaman düşünmemiz lazım; bu adamlar yatıp kalkıp 13 senedir uğraştıkları ve beceremedikleri bu anayasa meselesinin darbesi nerede? Darbe! Kim kime darbe yaptı, bunu düşünmemiz lazım. 2002 Kasım ayında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de iktidara getirilmesi Türkiye’ye yapılmış son darbeydi. Onun için bunun anayasası eksik kaldı. Yapılmak istenen şey bu anayasadadır. Hele başkanlık sistemiyle tamamen anayasasız bir sistem oturtulmuş oldu. 1960’ta cumhuriyetin başına ne geldiğini es geçsek, cumhuriyeti devam ediyor kabul etseniz bile başkanlık sistemiyle cumhuriyet zaten fiilen ilga edilmiştir. Cumhuriyetin açın bakın en başından beri ne olduğuna, başkanlık sistemi cumhuriyeti ilga eden bir sistemdir, fiilen ilga edilmiştir şu anda. Sadece resmi kâğıtlarda bir cumhuriyet var. Ben sözü çok uzattım arkadaşlar da konuşacak  daha. Gönlümden geçenleri de dile dökemedim. Onun için her zaman gönüldekiyle dildeki arasında boşluğu şiir kapatıyor. Bir şiir okuyarak o boşluğu kapatacağım. Arada uçurum olsa bile iyi bir şiir o boşluğu kapatır. Biz bu programın serlevhasını, “Türkiye’den Türkeli’ne Varalım” başlığını İsmet Bey’in bir yazı başlığından çekip aldık. Yazı başlığının tamamı şu şekildeydi;  “Türkiye’den Türkeli’ne Varalım. Türk Şiirinden, Şiir Türküne, Belki Şiir Türküye Varabilme Gücü Bize Verilirse” Metin Eloğlu “Türkiye’nin Adresi” diye bir şiir yazdı, Türkiye’nin açık adresini verdi. Ama başından beri bakın, şairlerimiz bu topraklara koyduğu isim Türkeli’dir. Türkiya gâvurların ta 12. yüzyıldan beri söylemeye başladıkları bir kelime. Biz bu topraklara Diyar-ı Rum derken onlardan bazıları bu topraklara Türkiya diyorlardı. Daha sonra saray çevresinden başlamak üzere Memalik’i Ali Osman denmeye başlandı. 20. yüzyılın başında Birinci Dünya Savaşı sebebiyle doğan anlaşma ve diplomatik görüşmeler sebebiyle bize verdikleri bir isimdir Türkiya. Yani biz mecliste oturup da “adımız bundan sonra ne olsun?”  “Türkiye olsun” denmedi. Tabii  bir durumun neticesinde Türkiye ismi kondu bu topraklara. “Türkiya” dendi tabii ki biz onu Türkiye’ye çevirdik. Ha fena bir isim de değildi, hoşumuza da gitti. 100 seneden fazladır kullanıyoruz. Yani güzel, olumsuz bir şeyi yok.  Ama gâvurların koyduğu bir isimdi. Ve fakat Türk milleti, Türk milletinin şairleri, edebiyatçıları başından beri -bakarsanız bunu görürsünüz- Türk ülkesi için “Türkeli” ibaresini kullandı. İsmet Bey de Türküm Doğruyum İntikamım Ülkemdir isimli kitabında yer alan o andığım uzun yazıda -40 sayfaya yakındır- Türkeli’nin nirengi noktalarını, koordinatlarını çok güzel ve apaçık verdi. Ha şuna getirecektim lafı, Metin Eloğlu Türkiye’nin Adresi’ni yazmıştı. Çok açık bir adres, avcumuzun içi kadar bildiğimiz, açık bir adres şeklinde yazmıştı ama daha sonrasında anlıyoruz ki; bu okuyacağım şiirden anlıyoruz ki kendisi de o adresi kaybetti. Yahut o adreste artık aradığı ülke yoktu. Tahminimce bu şiiri 1971 muhtırasından sonra veyahut cumhuriyetin 50. yıl dönümü şenlikleri sebebiyle yazmış olma ihtimali yüksek. Her neyse, şiiri okuyup arkadaşlara sözü tevdi edeceğim: 

DÖRTSEMELER 

I

Bir yastığa baş koduk taştan topraktan 
Aman gelecek günler uyutma bizi 
Sabahleyin ille de ırgala o denizi 
Apal gözüküversin şöyle uzaktan 

II

Uçar yoz kuşları eski püskülüğün bidaha dönmemecesine 
Ak çekirgeler kemirir ol karanlık buğdayı  
Günlerden hangi cuma Aylardan ne temmuz ayı 
Kimler erişsin erişemesin Türkiye gecesine 

III 

O tutunduğum insancıl dal kurudu 
Belki de duttu ağaç ya da geviş getiren ardıç 
Belki de dedemcil kir-pas çıkınıydı hiç 
Tıkız sulara abanıyorum ben nice kirpiler kurdu 

IV

Gecelere sevi tüter gencecikliğin yırtık bacasından 
Bir çiloğlan belkilenir elinde soyunup şimşir çomak 
Ve bir hiçkız’la  el ele koşuşurlar acabasında 
O deli bacanın ürküsüz tütüşünde cabadan 

V

Bozluğu buruntulu ama bocurgatında birileri var. 
İçin için esen uzanık rüzgârlara 
Adını siz koyun soyut cumhuriyetlerin gayrı 
Hödükler allaseniz n’olursunuz dangalaklar 

Başından beri Türk milletine, Türk varlığına, Türk vatanına,  İstiklâl Harbine,  İstiklâl Marşına ihanetle varlığını devam ettirenlerin 100. Yıl şenliklerinin hiçbir yerinde olmadığımızı ilan ediyoruz. Türkeli’ne varmanın dışında Türkiye’yi bekleyen şeyin helak olmak olduğunu yine ilan ediyoruz. Bundan sonra kâfirlerin hükmünün geçmediği, küfrün itibar görmediği bir alan açabilirsek onun adının Türkeli olduğunu şimdiden Cumhuriyeti ilan eder gibi değil yıllar öncesinden ilan ediyoruz. Türkiye Cumhuriyetini bir imkân olmaktan çıkaranları “Adını siz koyun artık soyut cumhuriyetlerin gayrı / Hödükler allaseniz n’olursunuz dangalaklar” diyerek, onları batıl şenlikleriyle baş başa bırakıyoruz. Şimdi sözü İkinci Başkanımız Gökhan Göbel’e bırakıyoruz, buyrun. 

Gökhan Göbel:

Selamun aleyküm,

İsrail’in Gazze şeridindeki katliamlarından sonra AKP sözcüsü Ömer Çelik şöyle bir şey söyledi; “Batılı ülkeler Türkiye’ye tarafını seç diyorlar” dedi ve ilave etti: “Kimse Türkiye'ye taraf dayatamaz. Ayrıca bizim tarafımız da belli.” dedi: “Biz insanlıktan tarafız.” ABD Dış İşleri Bakanının “ben buraya bir Yahudi olarak geldim” dediği bir zamanda “biz insanlıktan tarafız” demek zaten dayatılan bir şeyi söylemek demek oluyor. Ayrıca Türkiye'ye hiçbir şey dayatılamaz sözü 100. yıl dolayısı ile konuşmamız gereken bir şey. Çünkü öyle değil durum. Bu bir laf sadece. Bütün batı medeniyeti İsrail'in yanında olmakla kalmıyor, aynı zamanda taraf dayatıyorlar. Mesela İsrail Halep ve Şam havalimanlarını bombaladı. Rusya'nın öyle dünyayı ayağa kaldırır bir sesi çıkmadı. Niye? Çünkü İsrail çok açık bir şekilde diğer hiçbir ülkeye benzemez bir şekilde dünya sisteminin doğrudan kurduğu bir devlettir. I. ve II. Dünya savaşının sonuçları itibari ile bütün diğer milletler zarar gördüğü halde iki dünya savaşının sonunda ortaya bir İsrail çıkmıştır. 1917'de Dünya sisteminin merkezi İngiltere'de iken İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour bir deklarasyon yayınladı. Bu İsrail'e giden ilk yoldu. Dünya sisteminin merkezi II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD'ye taşındıktan sonra da İsrail resmen kuruldu. Dakikalar sonra tanıdı derler ABD için. Yani bütün milletler, bütün ülke toplulukları kaybederken İsrail kazanıyor. Böyle bir durum var. Bunun tersine dönmesi ancak dünya sistemine karşı bir tavır geliştirerek mümkün olabilir. Bu bakımdan da Türkiye'nin tehdit edilemez olması ve elinde koz bulunduruyor olması lazım. Bu geçen yüz sene boyunca heba edilen imkanlara rağmen hala mümkündür. Bu toplantıyı yapmazdık yoksa. Çünkü elimizde İstiklâl Marşı var. Mehmet Akif'in diğer yazdıkları dahil İsmet Özel'in yazdıklarına gelene kadar bütün batılılaşma maceramız boyunca "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" gibi bir söylemimiz yok. Bütün batılılaşma tarihi boyunca böyle bir söylemimiz İstiklâl Marşı’nda olmuş sadece. İsmet Özel'in yazdıklarına gelene kadar. Ama bu söylem Sakarya Meydan Muhaberesi kazanıldıktan sonra tehlikeli bulunmuş ve rafa kaldırılmıştır.

Nurullah Ataç’ın, II. Dünya Savaşı yıllarında yazdığı bir yazı var. Kendisi biliyorsunuz Mehmet Akif aleyhtarıdır. Hatta “Şiirden anlamak Mehmet Akif'i şair saymamakla başlar” der. Ama bu adam II. Dünya Savaşı yıllarında bir yazı yazıyor. Diyor ki: “Artık batılı münevverler de İstiklâl Marşı’ndaki bu mısra gibi düşünüyor diyorlar; medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar mısraına benzer şeyler düşünüyorlar” diyor Nurullah Ataç. II. Dünya Savaşı dolayısı ile dünyada olan bitenler dolayısı ile. “Ama biz gene bu işlere kulak asmayalım, Batılılaşma yolumuza devam edelim” diyor ve gerçekten de yani öyle oluyor. İstiklâl Marşı’na kulak asılmıyor ve bugün yani aynı yola devam ediliyor. Nihayetinde yani III. Selim'den itibaren başlayan bir batılılaşma var. Bu İstiklâl Harbi ve İstiklâl Marşı ile tersine döndürülemedi. Döndürülebilirdi. Döndürülemedi. Bu 100 sene oldu. Bu 100 seneyi de başından itibaren elimizdeki kozları kullanmayarak, farkında olmayarak, heba ederek bugünkü duruma düştük.

Şimdi cumhuriyetin 100. yılı diyorlar. Doğru. Ama Türkiye isminin de 100. yılı. Yani Türkiye'nin de 100. yılıdır. Yani daha önce Türkiye diye bir isim yok. Türkiya var. Ve mesela cumhuriyet ilan edilmeden önce “Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükümeti” var. Resmi adı olarak bu var. Dahiliye vekaleti bir tamim gönderiyor. Diyor ki; bundan böyle Türkiya diye değil Türkiye diye imla edilecek diyor yani sondaki harf “elif” olmayacak “he” olacak diyor. Yani Türkiya olmayacak, Türkiye olacak diyor. Bu cumhuriyet ile beraber bizim ismimiz. Hala daha Türkiya diyenler vardır. Bu ikisi de Avrupai söyleyiş. Türkiya da Avrupai söyleyiş Türkiye de Avrupai söyleyiş. Sadri Maksudi'nin kızı Adile Ayda bir yazı yazmıştı. Dedi ki: “Yani ben bunu Burhan Felek'e, Refik Halid'e, o zamanın diğer  münevverlerine de tasdik ettirdim, yazmak için izin de istedim.” Türkiya derlerken, yazarlarken bu topraklarda I. Dünya Savaşı sırasında Fransızca’nın tesiri ile -Fransızca imlası itibarı ile de- onun tesiri ile artık Türkiye denmeye başladı ve bu Cumhuriyetle resmi isim oldu. Genel başkanımız Türkeli ismini söyledi, şairlerimiz böyle demiştir dedi. O gün Avrupai söyleyişler tartışma konusu diyeceğim ama Avram Galanti'nin bir itirazı vardı mesela bir Yahudi olarak. Yahudi Avram Galanti. O “Türkiya demeye devam etmeliyiz” diyordu. Ama tam o sırada Enis Behiç bir şiir yazdı 1922 yılında “Ey Türkeli” diye. Yani ama şairlere kimse kulak asmadığı için bu bir teklif olarak dahi anılmadı. Nasıl Karacaoğlan “illeri var, bizim ile benzemez” diyor. Biz Türkçe Türkili diyoruz ve Türkçe dillendirmeyi teklif ediyoruz insanlara.

İstiklâl Harbi’nin hiçbir safhasında cumhuriyet için bir mücahede, mücadele söz konusu değildir. Hatta tersidir. Her şey sonunda meşruti monarşi olacak diye yapılmıştır. Nurullah Ataç mesela, Mehmet Akif için öyle der: “O fes taraftarıydı, hürriyet taraftarıydı, meşruti monarşi taraftarıydı. Çünkü doğunca onları bulmuştu” der. Mehmet Akif I. Meclis’te mebus. I. Meclis’in yemin metni de aynen şöyledir: “Hilafet ve saltanat ve vatan ve milletin istihlas ve istiklâlinden başka  bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.” Yani I. Meclis’in, Ankara’da açılan meclisin, hilafeti, saltanatı, milleti, vatanı kurtarmak gayesiyle kurulduğuna dair yemin metni var. Öyle yemin ediyorlar. Hatta o yemin metni tertip edilirken, bir mebus diyor ki: “Aynı hilafet, saltanat, vatan, millet gibi din kelimesini de ekleyelim.” Diğer mebuslar da, diyorlar ki, “bir Müslüman din aleyhine olabilir mi? Dinimiz sağlamdır. İmanımız kavidir. Biz vatanı, milleti kurtaracağız” diyorlar. Yani çok yakın zamanda, bir tek benim bildiğim böyle insanların duyabileceği şekilde meşruti monarşi hakkında 2004 yılında Deniz Baykal şöyle bir şey söylemişti: “Biz” demişti “1920’deki meclisi eğer 1876’daki ve 1908’deki meclisin devamı sayarsak” -ki öyle sayar herkes- “hata etmiş oluruz. Çünkü öyle sayarsak o zaman İngiltere’deki gibi meşruti monarşi olması gerekirdi, cumhuriyet olmaması gerekirdi.” Bu Deniz Baykal’ın ifadesidir ve yani ama işte Padişah’la alakası yoktur diyor, I. Meclis’in ve işte egemenlik için kurulmuştur. Bu da hiçbir tarihî gerçeği yansıtan bir laf değil yani. Onun dediği gibi gerçekten İngiltere’deki gibi Meşruti Monarşi olması gerekirdi tabiî şartlarında olsaydı. Cumhuriyet olmaması gerekirdi.

Bunlar aslında işte okulda öğrenmemiz gereken bilgiler ama İnkılap Tarihi okuyoruz. Bugün üzerimizdeki haritadaki, Misak-ı Millî var işte ama Türkiye’de hâlâ daha Türkiye’nin resmî sınırlarının Misak-ı Millî sınırları olduğunu sanan insan sayısı çoktur, az değildir yani. Çünkü öyle bir eğitimden geçiyoruz. Hatta sadece eğitim değil büyük böyle anlı şanlı kitaplar yazanlar da “Türkiye Misak-ı Millî sınırlarına kavuşunca” diye ifadeler kullanıyor. Herkes öyle sanıyor. O yüzden bunun da asgarîsi olduğunu da bilmiyoruz. Üzerimizdeki harita Misak-ı Millî’nin asgarîsidir. Burası tartışması olmayan yerlerdir. Sebebi de Misak-ı Millî’nin mesela birinci maddesine bakarsanız der ki, Arapların meskûn olduğu topraklarda halk oylaması yapılacaktır. Yani buraları kastetmiyor. Mesela bugün Kudüs’ü kastediyor. Başka yerleri kastediyor, Mekke, Medine. Arapların yaşadığı yerlerde halk oylaması yapılacaktır. Kimin idaresinde yaşamak istiyorsunuz diye. O halk oylaması hiçbir zaman yapılmadı. Fransızlar ve İngilizler öyle bir şeyi yaptırmadı. Zaten mesela o İsrail’e giden yolu açan adamın sözüdür, Balfour   alenen söylemiştir, “Türkler Avrupa’dan silinmeli, hiçbir topluluğu idare etmemeli.” Bu 1917 itibariyle, Birinci Dünya Savaşı itibariyle dünya sisteminin resmî görüşüdür. Bu mesela Balfour Deklerasyonu 1917. Hıristiyan takvimine göre bunlar tabii. 2017’de ne oldu? Trump gidip Kudüs’ü İsrail’in başkenti tanıyorum dedi. Hatta elçiliklerini falan da taşıdılar. Bunu Balfour Deklerasyonu’nun yüzüncü senesinde yaptı. Hâlâ daha 1917 tarihi esastır demek için söylüyorum bunu. Ve bunun bizi ilgilendiren kısmı var Türksek eğer. Bu çünkü Medine Müdafaasının başladığı tarihtir, 1917 tarihi. Ve bilmemiz gereken Medine Müdafaasıyla ilgili, Mondros Mütarekesinden sonra Medine terk edilmek durumunda kalmıştır. Ama Fahreddin Paşa kılıcını teslim etmemiştir. Ravza-i Nebî’ye bırakmıştır. Üniformasını üstünden çıkarmamıştır. Mısır’da savaş suçlusu olarak bulundurulduğu sırada bütün Müslüman halk onu üniformasıyla gördüğünde gösteride bulunuyordu. (Konuşmacı burada müteessir olup konuşmakta zorlanıyor) Afedersiniz. Mısır’dan sonra kurtulupTürkiye’ye döndüğü sırada da onun Müslümanlar nezdindeki şöhretinden... (Konuşmacı burada müteessir olup konuşmakta zorlanıyor)

Durmuş Küçükşakalak: Biraz nefes al.

Gökhan Göbel: Evet.

Durmuş Küçükşakalak: Yusuf hazırsan… Yusuf Ay sizlere hitap edecek.

Yusuf Ay:

Selamun Aleyküm,

Türkiye Cumhuriyeti bir İslam Devleti olarak kurulmuştu. Mondros Mütarekesinden sonra İstiklâl Harbi başlamıştı. Hilafetin ve saltanatın başkenti olan İstanbul işgal edilmişti. Birinci meclis de hilafet ve saltanat makamını kurtarmak için toplanmıştı, bir araya gelmişti. Meclis perşembe günü açılacaktı ama cuma günü mübarek bir gün olduğu için açılışı cuma gününe ertelendi. Cuma günü için insanlara haber gönderildi. Cuma hutbelerinde okunması için imamlara haber gönderildi. Cuma günü hilafet ve saltanatı kurtarmak üzere Ankara’da bir meclis açılacak diye. İnsanlara cumaya kadar hatimler indirilmesi söylendi, Buhari okumaları talep edildi. Mevlit okumaları istendi. Cuma’dan sonra bunların duaları yapılacaktı. Cuma namazı kılındı, kılındıktan sonra kurbanlar kesilerek, dualar edilerek Birinci Meclis açılmış oldu. Meclisin yemininde hilafet ve saltanata yemin edilir. Açılış konuşmasını Sinop Milletvekili yapmıştır, en yaşlı Milletvekili olduğu için ve hilafet ve saltanata yemin ederek yapmıştır bu açılış konuşmasını. Halife işgal altındaydı ve Ankara’da bir meclis açılmıştı. Kendi niyetlerini resmileştirmek için ve Halife’ye de niyetlerini belli etmek için açıldıktan dört gün sonra bir mektup yazdılar. Kendisini kurtarmak için bu meclisin toplandığını beyan ederek. Bir şekilde işgal altındaki Halife’ye ulaştırmaya çalıştılar bu mektubu. Yani Türkiye devleti, Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi makam-ı hilafetin istinatgâhı idi. İstanbul’da Padişah Vahdeddin hadisesi yaşanmıştı. Meclis bir fetva verdi, eski usulle, İslâmî bir şekilde, hilafet makamı hâl olmuştur, diye. Yeni bir halife tayin etmek istediler. Bu halifenin Ankara’dan tayin edilmesini talep eden insanlar oldu. Çünkü Meclis Ankara’daydı ve halifeyi, ülkeyi işgalden kurtulana kadar Ankara’da muhafaza edip koruyabilirdi. Ama bu olmadı. Oy çokluğuyla, yani yüksek bir oyla İstanbul’dan Abdülmecid Efendi halife tayin edildi. Bu sefer de Halife’yi İstanbul’dan Ankara’ya getirmek istediler bir şekilde. Ama Halife’nin Meclis’e, Meclis’in de Halife’ye kavuşması tehlikeli görüldüğü için böyle bir şey gerçekleşmedi. Birinci Meclis feshedilmişti ve 1924 yılında bize Hilafet’in kaldırılması olarak öğretilen kanun meclisten geçmişti. Ama o kanunun aslı şu şekildedir. Halife hâl edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır. Yani bu kanunda da sarahaten ifade edilmektedir. Cumhuriyet’in mana ve mefhumunda esasen zaten Hilafet vardır. Yani Meclis’in uhdesindedir hilafet. Bu yüzden Demokrat Parti zamanında Adnan Menderes hem bir mitingde hem de meclis kürsüsünde insanlara hitaben, meclisteyken milletvekillerine hitaben, dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz demişti. Yani bize öğretildiği gibi kurucu felsefe yoktu.

Meclisteki milletvekillerinin kürsüden hitaplarında ve meclise teklif edilen kanunlarda da bu İslâmî hüviyeti görürüz. Men-i müskirat kanunu geçmişti meclisten. Yani sarhoş eden her şeyin yasaklanması kanunuydu bu. 23 Nisan’ın, meclisin açıldığı ilk günün bir dinî bayram olarak kutlanması isteniyordu. Çünkü bu sadece bu topraklardaki insanları ilgilendirmiyordu. Tüm ümmet-i Muhammed’i ilgilendiren bir hadiseydi meclisin açılması ve toplanması. Yerli kumaş giyme zorunluluğu getirilmek istendi. Çünkü diyorlardı ki uzun yıllardan beri buradan hammadde satıyoruz ve işlenmiş bir şekilde bunları geri alıyoruz. Biz hammaddemizi satmayalım, kendimiz işleyelim ve bir sanayi tesis edelim burada. Bunu devlet memurlarına, milletvekillerine zorunlu hâle getirmek istediler. Bazı milletvekili bu topraklarda yaşayan herkes için zorunlu olsun dedi. Hatta bir milletvekili kürsüye çıkarak “Bu kravatı da yasaklayalım” dedi. Diğer milletvekilleri de “Kravatı çıkar! Kravatı çıkar!” diye bağırdılar. O da o sırada kravatını çıkartıp “namusum ve şerefim üzerine yemin ederim ki bir daha bu kravatı takmayacağım” demişti. Eğer bu kanunu kabul edersek ülkede bunu karşılayacak, henüz, bir sanayi yoktu, dendi. Ama bu işe el tezgahlarından başlarsak ve yani kaba da olsa kendi ürünlerimizi giyersek bir otuz yıl sonra gerçekten büyük bir sanayi kurabiliriz, dediler. Kanun görüşüldükten sonra ilgili encümene tevdi edildi ve tevdi edilirken milletvekilleri “Uyumamak şartıyla! Uyumamak şartıyla!” diye yüksek sesle bağırdılar. Bir kanunun uyuması yani encümene gittikten sonra ne reddediliyor ne de kabul ediliyor, askıda bekletiliyor. Bu günlere kadar uyumak üzere encümene tevdi edildi.

Mecliste, işte, okulların müfredatıyla ilgilenen encümen vardı. Şer’î encümen vardı, adlî encümen vardı vesaire. Bu talim encümeniyle şer’î encümeni birleştirip okulların ve medreselerin müfredatını birbirine yaklaştırmak istediler. Adlî encümeni de şer’î encümene dahil ederek davaların tekrar kadı huzurunda görüşülmesini istediler. Meclisteki bu İslamî atmosfer dolayısıyla bazı yazarlar “Birinci Meclis Asr-ı Saadet’i tesis etmek istiyordu” derler. Bunu eleştirirler. Mesela Meclis ilk açıldığı günlerde bir Milletvekili Meclis’in kürsüsünden “Allah Birinci Cumhuriyet’i Medine’de kurmamızı nasip etti, İkincisini de Ankara’da kurmamızı nasip etti” diyordu. Çünkü Cumhuriyet’in ilanı Ümmet-i Muhammed’in ikinci hicretiydi. Kur’an-ı Kerîm yirmi üç yılda nazil oldu. On üç yılı Mekke’de nazil oldu, on yılı da Medîne’de nazil oldu. Müslümanlar zulüm altındayken on üç yıl nazil oldu ama Müslümanlar kâfir boyunduruğu altında yaşamayı kabul etmedikleri için Mekke’den Medîne’ye hicret ettiler. Yurtlarından çıkarılmayı da reddettiler. Bu yüzden Medîne’ye gittikten sonra canlarıyla ve mallarıyla cihat etmeye başladılar. Medîne’de nazil olan âyetler daha çok Müslümanların birbiriyle olan münasebetlerine dâir âyetlerdir. İbadetlere dâir âyetlerdir. Yani orucun farziyeti, namazın farziyeti, zekâtın farziyetine dâir âyetler Medîne’de nazil olmuştur. Medîne’deki tavrımız, Hudeybiye’de müşriklerin bizi bir İslâm Devleti olarak tanımalarını zorunlu kıldı ve kısa bir süre sonra da Mekke’yi kan akıtmadan fethedebildik. Bu topraklardaki insanlar da kafir boyunduruğu altında yaşamayı reddettikleri için kafirlerle canlarıyla ve mallarıyla cihat ederek bu toprakları müdafaa ettiler. Birinci hicretimizde Mekke elimizden çıkmıştı ama ikinci hicretimizde hem Mekke elimizden çıktı hem de Medine elimizden çıktı. Yani burada da İslâmî bir hayat tesis edilerek bizi yok etmek isteyen kafirlere zorla kendimizi kabul ettirerek tekrar Mekke’yi ve Medîne’yi alacağımız günlerin beklenmesi gerekiyordu ama böyle bir şey olmadı. Bu atmosfer sebebiyle Kemalettin Kamu “Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” mısralarını dile getirmişti.

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu “Birinci Meclis ülkeyi Tanzimat’tan önceye götürmek istiyordu” der. O da Meclis’te memurdu, ilk açıldığı zaman, yaşı da küçüktü. Tanzimat’ta kaybettiğimizi Cumhuriyet’in ilanıyla geri almıştık. Tanzimat’tan sonra gayrimüslimlere belli imtiyazlar verildi. Avrupalılar padişaha “Hangi mezhebe mensup olursa olsun her Hıristiyan hür bir şekilde yaşayacak” diyorlardı. Bu yüzden bugün İstanbul’da gördüğümüz o kiliseler, ihtişamlı kiliseler hangi Hıristiyan mezhebine mensup olursa olsun Tanzimat’tan sonra inşa edilmiştir. Ve buna rağmen Avrupalılar Türklerin Hıristiyanları zorla Müslüman edeceğini düşünüyorlardı. Bu yüzden ihtida hareketlerini valiliğin iznine bağlamışlardı yani bir Hıristiyan Müslüman olmak istiyorsa valiliğe gidecekti, bunu beyan edecekti. Valinin başında bulunduğu bir komisyon toplanacak, vali de soracak “Sen zorla mı Müslüman oluyorsun?” diye. Eğer zorla Müslüman olduğunu söylerse orada bitiyor zaten. Kendi rızasıyla Müslüman olacaksa eğer, kelime-i şahadet getiriyordu. Vali ona bir belge veriyordu, o belgeyle beraber bu sefer şer’î mahkemeye gidiyordu. Şer’î mahkemede de aynı işlem yapılıyordu. Bazı yerlerde de mesela, o Hıristiyanın mensup olduğu cemaatin başındaki insan da mahkemeye çağrılıyordu, eğer o din adamı yoksa orada hiçbir şekilde bir gelişme, ilerleme olmuyordu. Yani Tanzimat’tan sonra devletin gayrimüslimlere verdiği bir güvence vardı, bir teminat vardı. Cumhuriyet’ten sonra ise milletin kafirlere verdiği bir korku vardı. Bu yüzden İstiklâl Harbi’nden sonra hususî olarak Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra bu topraklarda kalan kafirlerin bir can ve mal emniyeti kalmadığı için kendilerini Müslüman olarak göstermek zorunda kaldılar. Sümela Manastırı’nın kapatılmasını Mübadele’ye bağlarlar. Ama oradaki Rumlar bizi, yani bizim aleyhimizde faaliyet gösterdiği için zaten olsalardı da orada bir can ve mal emniyeti kalmadıkları için orada aleni şekilde bir ibadet gerçekleştiremeyeceklerdi ve Cumhuriyet’ten sonra Türk Tarihi’nde Fatih Sultan Mehmet’ten beri Türk Tarihi’nde olmayan bir şey oldu, Fener Rum Patrikhanesi tüm kurumlarıyla beraber sınır dışı edilmek istendi. Çünkü İstiklâl Harbi’nin en başından beri Türkler’in aleyhinde faaliyet yürütüyordu. Lozan’daki konu başlıklarından biri buydu. Meclis’te de o günlerde bu mesele konuşuluyordu ve gazetelerde de bu mesele yazılıydı. Lozan’da karşı taraftakiler, “Patrik dursun, Patrikhane de dursun ama bir naip olsun, Patrik’in bir naibi olsun, devlet de bu naibi her şekilde, istediği gibi denetlesin” dendi ama bu reddedildi. Daha sonra nasıl kabul edildi, bilmiyorum, Yunanlıların teklifi kabul ediliyor. Patrik siyasi siyasi vasfını kaybetsin ama ruhani vasfını korusun. Bu da bir şekilde kabul ediliyor. Bu Türk Milleti’nin gündeminde olan bir meseleydi, unuttuğu bir mesele değildi, göz ardı ettiği de bir mesele değildi. İki binli yılların başında Celal Bayar Vakfı bir kitap yarışması düzenliyor ve pek de hayret etmeyeceğimiz şekilde bu kitap yarışmasını Demokrat Parti hakkında yazılmış bir kitap kazanıyor. Kitabın yazarı 1933 doğumlu, kitabın takdim yazısında bütün ailesinin Demokrat Partili olduğundan bahsediyor. İzah ediyor bunu tek tek. O izahlardan biri de şu: “Bize göre, bizim ailemize göre Fener Rum Patrikhanesi’nin sınır dışı edilmemesinin, edilememesinin yegane sebebi İsmet İnönü’ydü. Biz bu yüzden bütün ailemle beraber Demokrat Parti’yi tercih etmiştik” der. Yani Tanzimat’tan sonra kafirlere karşı şedit, Müslüman’a karşı müşfik olan İslamî tavır bir resmiyet kazanmıştı, Cumhuriyet’in ilanıyla beraber.

Fener Rum Patrikhanesi’nin bütün kurumlarıyla beraber sınır dışı edilmesini konuştuğumuz günlerden kiliselerin besmeleyle ve kelime-i tevhitle açıldığı günlere... Yani o kilisenin açılışında “İbrahim Halilullah” demek İslamî bir tavrı tebarüz ettirmeyen bir şeydir aslında. Eğer ki sadece, ifade bu kadarsa. Çünkü bizim Müslümanlığımızı tebarüz ettiren şey, Hazreti İbrahim aleyhisselam hususunda, onun Müslüman olduğunu söylememizdir. Kur’an-ı Kerîm’de “O ne Yahudi’ydi ne Hristiyan’dı ne de müşriklerdendi, o Hanif bir Müslümandı” denir. Ehl-i Kitaba hitaben “Siz hiç akletmez misiniz? Hıristiyanlık ve Yahudilik İbrahim’den sonra çıkmıştır” denir. Yani “İbrahim Halilullah” demek, böyle bir durumda, aslında gayrimüslimlere de bir saha açmak demektir ve bunu Kanuni yapıyor diye de meşrulaştırmak aynı seviyededir.

1928 yılında “Devletin dini, Din-i İslâmdır” ibaresi Anayasa’dan çıkartıldı. Aynı yıl da Kur’an harfleri elimizden alındı, harf inkılabı yapıldı. Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Yani biz laik bir devlet olacaktık ama Kur’an harflerini kullanacaktık veya Latin harflerini kullanacaktık ama bir İslam devleti olacaktık. Bunlar ya ikisi de olacaktı ya ikisi de olmayacaktı. İkisi de olmadı. Harf inkılabı yapıldı. Çünkü bu harflerle yazan insanların tesirini yok etmek istediler. Çünkü bu harfler asıl hüviyetini bu topraklarda kazanmıştı. Kafirlere, Haçlı ordularına karşı koyarak bu toprakları dar-ül İslâm kılan insanların elinde asıl hüviyetini kazanmıştı. Bu yüzden gayrimüslimler Kuran-ı Kerimi gördüğü zaman Türklerin kutsal kitabı diyorlardı. Harf inkılabının ne öncesinde ne de sonrasında bir müdafii yoktu. Bir sahibi de yoktu aslında harf inkılabının. Bütün varlığını bugün Latin harfleri, devletin onu himaye etmesine borçludur. Milletin ona gösterdiği teveccühe borçlu değildir. Harf inkılabına giden süreçleri anlatan kitaplara bakarsak Latin harflerini dört kişinin müdafaa ettiğini görürüz. Ve bu dört kişinin de hususi kendilerine mahsus sebepleri vardır. Harf inkılabından sonra da bir sahibi yoktu harf inkılabının bir müdafii de yoktu Latin harflerinin. Mesela Ömer Asım Aksoy öldükten sonra Oktay Akbal bir köşe yazısı yazdı. Orada şöyle söylüyor: "Büyük kayıp. O üç kişiden biriydi. İsmet İnönü, Nurullah Ataç, Ömer Asım Aksoy. Harf inkılabından beri sadece Latin harfleriyle yazan üç kişiden biriydi. Ve yıllarca onlara göre mesela bir devrim yapılmıştı ama yıllarca insanların müracaat edebileceği bir gramer kitabı bile yoktu. Bir gramer kitabının yazılması on yıllar sonra oldu. Bir gramer yazılamadı çünkü dün bize öğretilen bugün de çocuklarımıza öğretilen gramer Kuran harflerinden Latin harflerine geçerken ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere uydurulmuş şeylerdir. Kuran harfleriyle kitap kelimesinin son harfi "b" harfidir ama Latin harfleriyle bunu "p" yazdılar. Telaffuzu esas alarak ama bu Latin harfleriyle kitap kelimesine bir sesli harf geldiği zaman "p" harfi aslına rücu ederek tekrar "b" oldu, “kitabı” şeklinde. Bunu da örtbas etmek için buraya bir kılıf uydurmak için yumuşama dediler. Yıllarca insanlar "ile" ekini “kitap”la yazdıkları zaman veya sair kelimelerle yazdıkları zaman o "i" harfini koruyarak yazdılar. "Kitabile" dediler. Bir "y" harfi yoktu bugünkü gibi “kitabıyla” yazıldığı zaman. Demek ki insanlar büyük ünlü uyumuna da itibar etmiyorlardı. Bugün bize "y,ş,s,n" kaynaştırma dedikleri harflere de itibar etmiyorlardı. Çünkü bir standart da getirilmemişti. Hiçbir şey yoktu yani günübirlik yapılmış bir şeydi. Bir planlama da yoktu. Öyle ne kadar karışırsa ne kadar kötürüm yaparsak diye yapılmış bir şeydi. Mesela harf inkılabını en iyi hizmetleri olmuş diyelim insanlardan biri Tahsin Banguoğlu’dur. Çünkü bu inkılabın gramerini yazmıştı. Hacimli bir kitap olarak ama aynı kurumun çatısı altında çalışmalar yapan aynı zamanda milletvekilliği de yapmış olan Besim Atalay, Tahsin Banguoğlu'nu cehaletle suçluyordu, ağır eleştirilerde bulunuyordu ve onun aleyhinde yazdığı yazıları küçük bir risale olarak neşrediyordu. Yani burada harf inkılabına hizmet eden bir insan var başka bir insan, aynı kurumun çatısı altında çalışmalar yapan başka bir insan karşı tarafa hakaretler ediyor. Yani bu inkılabın bir sahibi olsaydı bir taraftarı olsaydı bu inkılaba hizmet eden insanlara da kimsenin dil uzatmasına da izin verilmemesi gerekiyordu. Ama öyle değil. Yani bir yüzyıl geçmek üzere harf inkılabından, eğer bu harflerde bir marifet varsa neden bizim hala bir sözlüğümüz yok. Türklerin hepimizin müracaat edeceği bir sözlük neden hala yok. Bir tabirler lügatimiz yok. Bir gramer kitabımız yok. Bir edebiyat tarihimiz de yok. Yani madem Türkçe önceki yüzyıllarda farklı harflerle yazılıyordu bu yüzyılda kendi harfleriyle yazılmaya başlandı o zaman neden bu yüzyılımız geçmişteki yüzyıllarımızın herhangi birinden daha parlak değil?

Konuşmamı Selman-ı Farisi'ye dair bir rivayetle bitirmek istiyorum. Bu rivayeti aslında konuşmamın herhangi bir yeriyle irtibatlandırmayı düşünüyordum akabinde de başka şeyler söylemek istiyordum rivayetle alakalı ama dinleyicinin zihninde bir yere hapsetmek istemedim rivayeti. Bu yüzden yorum yapmamaya karar verdim rivayetten sonra. Selman-ı Farisi bir Mecusi’ydi ve Allaha yönelmeye karar veriyor. Bu yüzden Hıristiyan olmaya karar veriyor ve bulunduğu yerden Mecusi topraklarından çıkıyor. Babasından kaçıyor. Başka bir şehre gidiyor. Orada bir Hıristiyan din adamı buluyor ve ona intisap ediyor ama bu adam yaşlı bir adam ve ölmeden önce Selman-ı Farisi bu zatın bir sahtekâr olduğunu görüyor. Bu adam öldükten sonra da hayal kırıklığına uğruyor. Mecusilerden kaçmıştı burada da Hıristiyanlarla karşılaşmıştı sahtekar insanlarla. Bu zatın yerine gelen başka  insan bir Hanif Müslümandı ve o da yaşlıydı. Selman-ı Farisi bir zaman geçtikten sonra bu zata soruyor: "Senden sonra kime intisap edeyim?" diye. Bu zat da Farisi'ye "Musul'a git. Orada benim gibi bir insanı bulacaksın." diyerek onu Musul’a yönlendiriyor. Bu zat ölüyor ve Selman-ı Farisi Musul’a gidiyor, o zatı buluyor. O zat da yaşlı ve Hanif bir Müslüman. Bir zaman sonra Selman-ı Farisi aynı soruyu ona soruyor. "Buralarda sana tavsiye edebileceğim hiç kimse kalmadı. Sen en iyisi şu şehre git." diyor. "Benden sonra orada benim gibi bir insan bulacaksın." Selman-ı Farisi de bugün Afyonkarahisar dediğimiz bölgenin yakınlarına geliyor. Buradaki zat da Hanif bir Müslüman ve o da yaşlı. Bir zaman sonra aynı soruyu ona da soruyor Selman-ı Farisi. O zat da şöyle cevap veriyor: "Benim sana tavsiye edeceğim hiç kimse yok. Kimseyi tanımıyorum ama ahir zaman peygamberinin gönderilme vakti geldi. O sadaka kabul etmez ama hediye kabul eder. İki köprücük kemiğinin ortasında bir peygamberlik mührü vardır. Kavmi onu bulunduğu yerden çıkartacağı zaman o hurmalıkların bol olacağı bir yere hicret edecek. Sen git onu orada bul.” Bu zat vefat ettikten sonra Selman-ı Farisi Mekke'ye yöneliyor. Arabistan dediğimiz topraklara yöneliyor. Ama esir düşüyor. Köle olarak satılıyor. Tekrar satılıyor. Her satıldığında Müslümanlara yaklaşıyor. Müslümanları buluyor ama köle olduğu için Bedir ve Uhud Savaşı'na katılamıyor. Müslümanlar satın alıyorlar ve azad ediyorlar. Hendek Savaşı'nda hendek fikrini veren kendisi. Savaştan sonra ensar "Selman bizdendir." diyor. Muhacir de "hayır. Selman bizdendir." Diyor. Rasul-ü Ekrem de "Selman benim ehl-i beytimdendir." diyor. Yani Selman-ı Farisi'nin hayır hususunda ısrarcı davranması onu sadece Rasul-ü Ekremle buluşturmadı. Aynı zamanda Rasulü Ekrem'in ehl-i beytinden kıldı. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak:

Yusuf Ay'a biz de teşekkür ederiz. Türk milletini heyecanlandıran iki şey var: Biri şairler, ikisi askerler. Bu her zaman böyle oluyor. Onun için Fevzi Çakmak ve Fahreddin Paşa'dan bahsederken heyecanlanıyoruz ister istemez. Şimdi kaldığı yerden devam etmesi için Gökhan Göbel'e sözü bırakıyorum.

Gökhan Göbel:

Selamun aleyküm,

Meşruti monarşi yerine cumhuriyetin olması -Yusuf Ay da az evvel bahsetti- aslında ümmet-i Muhammed’in ikinci hicreti olması kaydıyla bir mana ifade edecekti. Bu aslında bilinmez bir şey de değildi. Behçet Kemal Çağlar bizim İstiklâl Marşımız için aynen şöyle der: "Bu Mekke ve Medine'yi kurtaran ümmetin bir kasidesidir." Ve “bunun sonunda amin denir” diyor İstiklâl Marşı için. Öyledir el-Hakk. Ama Cumhuriyet inkılapları yapabilmenin zemini oldu. Ve burada da dikkat çekici bir şey var. 1934 tarihlidir son İnkılap, Soyadı inkılabı. İnkılaplar yapılması şartı vardı ve biz ancak Montrö Antlaşmasını 1936’da yapabildik. Yani Montrö’ye kadar inkılaplar yapılmadan Türkiye’ye Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında asker bulundurma hakkı tanımadılar 1936 yılına kadar. Bütün inkılaplar olacak bitecek -oldu bitti- ondan sonra ancak bizim bugün boğazlarda askerlerimiz var ve Gelibolu yarımadasında da askerimiz var. Montrö’ye kadar böyle bir durum yoktu Türkiye’de.

Bu Cumhuriyet’in ilk beş senesi İslam Cumhuriyetiydi ve çok dikkat çekici bir şey var o bakımdan: İsmi değişen vilayetlerimiz, kazalarımız var. Bunlardan bir tanesi 1924 yılında Kırkkilise mebusunun Meclis’e verdiği istida ile değişen bir vilayet ismidir. Kırkkilise Kırklareli olmuştur. 1918’de daha önce Kazım Karabekir Türk ordusuyla Doğu’ya sefer yaptığında bugün Ağrı diye bildiğimiz şehrin ismi o zaman Karakilise idi. O Cumhuriyet’ten önce Kazım Karabekir oraya girdiği zaman Karaköse yapıldı. Ama Cumhuriyet’in İslam Cumhuriyeti olduğu zamanki beş sene içinde Kırkkilise Kırklareli oldu. 1927’de Tekfur Dağı Tekirdağ oldu. 1925’te -bunu mesela Bursalı arkadaşa söylediğimde “Bursalılar bilir” dedi ama ben bilmiyordum- mesela Keşiş Dağı Uludağ oldu 1925 yılında. Mareşal Fevzi Çakmak’ın da tasdikiyle. Bunların hepsi 1923-1928 arasında İslam Cumhuriyeti olduğu aralıkta yapılmış şeylerdir. Ve sadece şehir adları değil birçok isim. Hatta mesela yanılmıyorsam Ergani mebusuydu. Diyor ki -Meclis zabıtlarında var bu- “bu kilise ismi, menhus isim” diyor “bizim birçok yerimizde vardır, bunların hepsini değiştirmeliyiz” diyor. Ki öyle de  yapıyorlar. Sadece Türkiye’de vilayet isimleri de değil. Bugün mesela İstanbul’daki yer isimleri de değiştiriliyor. Mesela Nevizade. "Osmanlıca" isim sayıyoruz böyle eski isim, Osmanlı zamanından kalmış gibi. Değil. Oranın kiliseli bir adı vardı. Cumhuriyet’ten sonra Nevizade oldu. Ve bugün -işte Yusuf bahsetti- yani ne değişti? Yani buradan öğrenilecek bir şey yok mu? Niçin kiliseli, tekfurlu, çanlı isimler değiştirildi, vilayet isimleri. Halk istedi bunu değiştirildi. Bugün yüz sene sonra sıfırdan kilise yapmak… Yani ne değişti de bu oldu?

Değişen bir şeyin olmadığı gözümüzün önündedir yani. Ne İsrail’in Türk topraklarındaki  emelleri gizli saklı bir şeydir ne Yunanlıların ne Bulgarların ne Rusların ne Ermenilerin. Bunların hiçbirisi gizli saklı olmadığı halde bunlar oluyor. Mesela Ayasofya cami olarak açıldığında Rus patriği Kirill, bu olay dedi Patrik'in suçu… “Tanrı Bartholomeos’u cezalandırıyor.” dedi. Ayasofya’nın cami olmasını böyle değerlendirdi. Ve “Bartholomeos bizim Ortadoğu’daki kardeşlerimize ulaşmamıza da engel oluyor” dedi. Yani bunların aralarında mesele var ama Rum-Rus meselesi. Ortodoksluk olarak, İstanbul’un Ortodoks bir şehir olması bakımından aralarında hiçbir mesele yok. Öylece adım da atıyorlar. Sadece Rum mu olacak Rus mu olacak? Aralarındaki mesele bize öyle yansıyor. Bulgarların milli marşı 1945 yılına kadar “Şumi Maritsa” diye bilinen bir marştı. Meriç aslındaki oradaki Maritsa. O marşta açıkça “Çargrad bizimdir” diyor. Yani İstanbul şehri. Sonra Türkiye’den bazı isimler Bulgarca bilen, oradan muhacir olan isimler bunu görüp de “böyle bir şeyi kabul etmesin Türkiye devleti” deyince sadece kitaplardaki "İstanbul bizimdir" kısımlarını bırakıyorlar ama marşı 1930’lardan 45’e kadar falan “çargrad, İstanbul bizimdir” diye söylemiyorlar. Ne söylüyorlar? “Merkez bizimdir” şeklinde değiştiriyorlar çünkü Ortodokslar İstanbul’u kendilerine merkez olarak görüyorlar. Aslında yine İstanbul olarak kalıyor merkez olarak değiştirilse de o yani. 

Mesela bugün Türk-Yunan hükümetler arası görüşmeleri yapılmıyor ama belediyeler arası hiçbir karar yani mesela bilhassa İstanbul ve İzmir belediyelerinde Atina belediyesinden habersiz bir iş yapılmıyor. Protokoller yapıyorlar, ortak projeler diyorlar. Ama işte ortak değil. Patron Atina olarak yapıyorlar. Niye? Mesela İstanbul ve Atina sokakları için bir bank tasarlıyor İBB İstanbul Büyük Şehir Belediyesi. Bu tasarladıkları bankın adı amfibank. Yani Yunan antik çağından kalma bir şey. Şeklen de ona benzetiyorlar. Yani sedir değil, divan değil, kerevet değil. Ve bu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın mesela mahkemesi mesele olunca kendi partisinden görmediği desteği Atina Belediye Başkanı’ndan gördü. Bu haber olarak var. İzmir de aynı şekilde. Mesela İzmir Belediyesi de hiçbir şeyi habersiz yapmıyor Atina’dan. Beraber imzaladıkları protokoller falan var. Hatta Miçotakis Amerika’da Türkiye aleyhine konuşuyor. İzmir Belediye Başkanı ertesi gün Atina’ya gidiyor. Miçotakis’e Recep Tayyip Erdoğan tepki veriyor. Bundan hemen sonra İzmir belediye başkanıyla Atina Belediye Başkanı açıklama yapıyor; "kimse bizim ilişkimize rehin koyamaz diye." Bunlar bugün olan biten şeyler. Yunanlar, Bulgarlar… Bunlar İstanbul emellerini saklamayan insanlar. Bunlara komşu dedirttiler bize. Mesela Stelyo Berberakis bir haber yapmıştı: “Karamanlis’in Türk-Yunan Konfederasyonu projesi” diye. “Venizelos ve Mustafa Kemal arasındaki ilişkiyi örnek alarak biz de beraberce ilişki güdüyoruz” diyor bugün de İstanbul Belediye Başkanı. Yani onların çünkü beraberce başkentinin İstanbul olacağı bir projeleri olduğundan bahsediyor Karamanlis. Bu başbakanlık da yaptı. Mesela Papandreu İstanbul’a geldi İstanbul Belediye Başkanı İstanbul’u kazanınca. İstanbul Belediye Başkanı “Yunan olmanın ne sakıncası var” gibi bir laf etti. Papandreu’nun ona söylediği şey şuydu: “Size zeytin dalı getirmek isterdim ama getiremedim, çok ağır geldi.” Çünkü bir Yunan bir Türk’e zeytin dalı uzatamaz. Yani İstanbul’da, Türkiye’de Yunan lehine her şeyi konuşabiliyorsun ama Yunanistan’da Türkiye’ye tarafsız bile konuşamazsın. Adam yani Yunanistan’dan Türkiye’ye zeytin dalı getiremez.

Bu vesileyle şunu da söyleyeyim; Türkiye’nin varlığı İslam Cumhuriyeti olarak doğmamış gibi bugün mesela çok sık işitiyoruz, Gagavuzlara insanlar Türk diyorlar. Artık kendileri bir ırk tespit etmiş mi bilmiyorum ama Gagavuzları da Türk sayıyorlar. Bunlar da bu planlardan haberdar mı değil mi cahilce mi yapıyorlar bilmiyorum. Mesela Türkiye’de Cumhuriyetle beraber buranın nüfusu, Türkiye’nin nüfusu İslamlaştı. Ve nüfus mübadelesi bugünkü ifadeyle Türklerle Yunanlar-Bulgarlar arasında olmadı. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında oldu ve buradan mesela Karamanlı Rumları gönderdiler, buradan kalan Gagavuzları gönderdiler ne kadar kaldıysa. Çünkü Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Edirne vilayetinde, ve bilhassa Trakya’da, Gagavuzlar Çatalca’ya kadar gelen Bulgar ordularına tercümanlık, başka şeyler yapıyorlardı ve o günkü idare, Edirne valisi, Gagavuzları Bulgar ordusunun parçası diye Türkiye dışına çıkardı. Yani mübadele ile çıkarılanlar onlardan arta kalanlardır. Türkiye’de 1936 yılında Hamdullah Suphi ve Yaşar Nabi Nayır’ın başını çektiği “Gagavuzları Türkiye’ye getirelim.” gibi bir görüş ortaya atıldı buna -tek parti devrinde- insanlar dediler ki “O zaman biz” dediler “Karamanlı Rumları niye gönderdik? İşte öteki gayrimüslimleri niye gönderdik?” Türkçe konuşuyor diyorsanız, Ermeniler de o kadar Türkçe konuşuyordu. Yani niye Gagavuzları alacağız? Ki mesela bu bütün olayı bence izah eden bir hadise yaşanıyor. Dahiliye vekaletinin raporlarında var. Cemil Koçak bunu yayınladı. 2. Dünya Savaşı’nda da topraklarımıza biraz muhaceret oldu. O esnada Bulgar Yunan ortak sınırında bizim memleketimize gelen Müslümanların, Gagavuzlar mallarına saldırıp kendilerine de sözlü tacizde bulunup “Alman veya Bulgar topraklarınıza gelmek üzeredir. Sizin hesabınızı o zaman göreceğiz.” diyorlar. Bunları söyleyenler Gagavuzlar ve Gagavuzlar Ortodoks. O zaman Gagavuzların Türkiye’ye getirilmesini isteyenlere karşı diyorlar ki bürokrasiden bazı insanlar “Bu adamlar İstanbul ve çevresine yerleşmek istiyor. Biz patrikhaneyi dışarı çıkaramadık. Yani başımıza bela mı alacağız?” diyorlar ve olmuyor o iş, getirmiyorlar. Bu tek parti devrinde yapılan bir iş, bunlar açık şeyler. En büyük Bulgar generalleri Gagavuz’dur. Bulgarlar soykırım derecesinde Pomakları öldürdüler, niye? Çünkü Pomaklar Müslümandı. Gagavuzlar ama onların ordusundaydı. Pomaklar da soy olarak, diyorlar ki, aynı Bulgarlarla. Sırf Müslüman olduğu için katlettiler Pomakları ama Gagavuzlar onların ordusundaydı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin idareten meselesi bitmez ama Türkiye’deki insanın durumu, kimliği, varlığı bugünkü durumu hak eden bir şey değil yani. Niye Türkiye bu durumda? Çünkü insanı böyle denecek bir durum yok yüz senedir. Yani bunu Türk milleti ilk seçimde gösterdi. On sene sonra Türkiye’ye bir darbe yapıldı. Hemen ertesinde, 27 Mayısın bir anayasası yapıldı. O anayasaya Türkiye’de hayır demek sadece resmen yasak değildi, yoksa yasaktı yani. Bir referandum yaptılar anayasaya evet dedirtmek için. Görünüşe göre yüzde 60 evet çıktı o anayasaya. Asker kontrolünde Türkiye’de ilk referandumdur ama bakarsanız istatistiklerine bütün yüzde 90, yüzde 95, yüzde 100  nispetinde evet çıkan oyların hepsi doğu ve güneydoğuda. Bu seçimde zarflar şeffaftı, oy pusulası “evet” beyazdı “hayır” kırmızıydı. Yani Türkiye’de on milyon kişiden dört milyonu hayır oyu verdi o gün, altı milyon evet bu resmi rakam. O dört milyon göstere göstere şeffaf zarfın içine kırmızı oy pusulasını koyup 27 Mayıs’ı kabul etmediğini açıkça gösteren insanlardı. Evet oyları da dediğim gibi yani 46 seçimleri gibi bir şeyin sonucu idi, açık oy gizli tasnif gibi… Dört milyon hayır oyu asgarisidir, kabul edilmemiştir yani o referandumda anayasa.

Ve “Millet Yapar” diye bir kampanya var mesela 1965 yılında. Ben de yeni öğrendim sayılır bilmiyordum. Johnson Mektubu yayınlanınca İsmet İnönü, aynı bugün işte Ömer Çelik’in açıklaması gibi bir açıklama yaptı. Yani “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyadaki yerini alır.” diye.  Bu retorikten ibaretti ama millet için öyle değildi. O günlerde Yunanistan’a NATO donanma bakımından daha fazla yardım yapınca gazeteler haber yaptılar “Bakın daha çok onlara donanma yardımı yapıyorlar, bize yapmıyorlar.” diye bir haberde bulundular. Hatta bunu yapan mesela Yılmaz Çetiner, adam yılın habercisi ödülünü aldı. Devlet asla milletten yardım istemedi. O gazetenin başlattığı kampanya dolayısıyla insanlar büyük bir rağbet gösterdiler donanmaya gemi yapmak için. Yani çok büyük rağbet gösterdiler ve dediğim gibi adam yılın gazetecisi ödülünü aldı. Bunu ama devlet hiçbir zaman yapmadı Türkiye’de, bunu da o gün gazeteci yaptı yani.

1960 sonrası gene turizm meselemiz var. Bugün mesela Türkiye niye tehdit edilebiliyor? Türkiye’nin elinde niye bir koz yok? Çünkü gavurlar bize doğrudan dediler ki 1960’dan sonra, hani gavurlar diyorum bu adamın ismi falan da var, Fritz Baade diye bir isim. Dediler ki “Sanayileşme yok turizm ve ancak ziraatla kalkınabilirsiniz.” diye ve o gün mesela, 27 Mayıs’tan sonra Devlet Planlama Teşkilatı falan kurulmuştu ama Türkiye’de bunu savunan, Türkiye’nin turizmle kalkınabileceğini savunan tek kişi var: Fritz Baade. Kim o? Almanya’dan kaçan Yahudilerden biri bu adam. Tamam böyle büyük titri var falan işler yapmış hatta Kırşehirliler ona fahri hemşehrilik unvanı vermiş… Bir tek bu adam Türkiye’de turizme önem verilmesini istiyordu diğer sahalara değil. Ve misali de şu: Kuşadası’na gidiyor Türkiye’ye geldiği zamanlarda. Kuşadası’na o gün işte gemiler yanaşıyor, İtalyan ve Yunan gemileri. Yüzlerce insan iniyor., Efes’e gidiyorlar. Efes’te ancak yanlarında getirdikleri yiyecekleri yiyorlar, bir kartpostal atıp geri dönüyorlar. Yani turistler geliyor, Türkiye’ye para bırakmıyor, Türkiye’nin böyle bir imkânı var. Para bırakmıyorlar sadece kartpostal atıyorlar, orada bir çay içiyorsa içiyor geri dönüyor. “Hâlbuki” diyor “bakın İspanya” diyor “turizmle döviz açığını kapattı. Türkiye de bunu yapabilir.” diyor. Bir rapor yayınlıyor. O rapora devlet planlama teşkilatında hiçbir Türk evet demiyor. Hatta mesela hiçbir entelektüel de “Türkiye turizmle kalkınsın.” Demiyor. Doğan Avcıoğlu mesela “Türkiye’nin Düzeni"nde "Turizm mi?" başlıklı bir yazı yazıyor ve bunun deli saçması bir şey olduğunu söylüyor turizmle kalkınmanın. Ama adamın dediği oluyor yani. Ve bugün işte Türkiye, yani gavurların keyfine kalmış. Çünkü turizme ekonomini bağlarsan elalemin keyfine kalmış bir durumda olursun. Aynı zamanda turizme kendini bağlayarak kendi toprağın ve kendi insanınla ne yapacaksan onu da bırakmış olursun. Kendi kendini dilenci durumuna düşürmüş olursun. Ama mesela bize örnek gösterdiği ülke diyelim ki o gün için turizm konusunda İspanya. İspanya hiç bizim durumumuzda değil. Yani kendisini tamamen turizme endekslemiş bir şekilde bir kalkınma gütmedi adamlar ve bugün mesela dünyada “turismfobia/turistfobia” diye ifadeler  İspanya’da çıkmış ifadeler. Bize örnek gösterilen ülkeler bizim durumumuza düşürülmedi. Nasıl? İspanya bugün dünyada zeytin ve zeytinyağında birinci sırada yani dünyada zeytin ve zeytin yağında İspanya birinci sırada. Ama mesela o Fritz Baade’nin Kuşadası’nda gördüğü o günkü zeytinliklerin yüzde 60’ı bugün yok. Turizm yapılacak diye Türkiye’de Kuşadası’nda zeytinliklerin yüzde 60’ı yakıldı, imha edildi. Yani Türkiye’de böyle şeyler yapıldı. Bunun aklı da Türkiye’deki insanlardan çıkmış değil. Baade 1945’ten sonra Batı Almanya’da milletvekili yani Yahudi Alman milletvekili Türkiye’nin planlarını yaptı. Ve mesela Fransa’da diyelim ki turist sayısı, turizm bakımından çok ileride bir ülkedir, belki birincidir İspanya’nın da önündedir ama Fransa şeker pancarında da Avrupa’da birinci dünyada ikinci sırada.

Şeker pancarını anıyorum çünkü  şeker pancarı bir kozdur herkes bunu söyler. Türkiye’de sanayileşmeye müsaade çıkmadı ziraatın da elimizde koz olabilecek kısmı yasaklandı. 2001’de IMF, Dünya Bankası Türkiye’de şeker pancarı ziraatını yasakladı yani yasakladı derken kota koydu, sadece belli miktarda onların istediği ölçülerde falan üretiliyor. şeker pancarının koz olması şu sebeple; önce şeker kamışından şeker üretiliyordu. Fransa’ya abluka olunca Napolyon zamanında şeker pancarından şeker üretelim işi başladı ve cumhuriyet mesela bugün 100. yılındayız şeker pancarı demektir aslında. Yani bugün bunu övüyor olabilirdik, şeker pancarı konusunda Türkiye’nin elinde bir koz tutuşunu övüyor olabilirdik ama durum öyle değil. Abluka olunca şeker pancarından şeker üretmeye başlıyorlar. Şeker pancarından şeker üretmek için poların yüzde 16 seviyesinde olması lazım öteki türlüsü şeker üretimi için karşılamıyor senin gelirini giderini ama hiçbir şeyi ziyan olmuyor şeker pancarının pekmez yapıyorlar falan. O zaman bakıyorlar polar seviyesi Türkiye’de onun çok üstünde yüzde 16’nın çok üstünde hatta depremden önce Afşin’de bir köylü haber oldu yüzde 24 seviyede polar çıktı adamın şeker pancarından. Bunu Türkiye’de yasaklıyorlar… Mesela şeker pancarı hayvancılık bakımından da çok büyük bir koz. Küspesi büyük bir hayvan yemi. Türkiye mesela bunu söylüyorlar; şeker pancarına kota konduktan sonra hayvan yemi sıkıntısı çekti Türkiye. Halbuki şeker pancarından şeker verecek miktarda polar çıkmasa bile yem olarak kullanılıyor ve işte Türkiye’de dediğim gibi bugün yüzüncü yılımızda şeker pancarımız dolayısıyla bir kozumuz olabilirdi elimizde hala da olabilir buna millet niyet ederse.

İdareciler diyoruz ama milletin de bazı şeyleri dert etmesi lazım. Şimdi kendi akarsularımızdan istifade etme meselesini biz kendimiz düşünmüyoruz, yani idarecileri buna icbar etmek lazım. Mesela Turgut Özal’la başlayan bir "Barış Suyu" projesi vardı. Neydi o proje? Ortadoğu’ya Manavgat’ın suyu verilecekti. Bunun için tesisler kurdular fizibilite yaptılar falan ama sonra öğrendi ki herkes, İsrail bir firmaya vermiş, tesisleri kurdurmuş fizibilitesini yapmış falan… Ondan sonra bakıyorlar ki suyu tankerle taşımak pahalı. Yani deniz suyunu arıtırım bu kalır diyorlar… Yani tankerle taşıyacaklardı Manavgat’ın suyunu, ondan sonra o iş iptal oluyor 2006 yılında 2004’te anlaşma olduğu halde. Ne oluyor o su Kıbrıs’a gidiyor. Manavgat’ın kendi suyu değil d gene güneyden bir su Kıbrıs’a gidiyor ve bu borularla gidiyor şu anda. Çünkü Manavgat suyu meselesinde fizibilite yapılırken bir Norveç firmasına bir ihale veriliyor. Balonlarla taşıyorlar önceden suyu Kıbrıs'a. Yani balon dibe batıyor ama Akdeniz’in tuzuna dayanamadığı için o balonlarla su taşıma işi yatıyor tanker de pahalı olduğu için bugün Kıbrıs’a borularla su gidiyor ve Tuğrul Türkeş kendisi Kıbrıslıdır o borularla giden su için orada hükümetin açılış törenine katılmış. Akrabalarım bana diyor ki diyor Kıbrıs’ta, "hadi lan diyor bize getirmediniz ki İsrail’e getirdiniz onlara vereceksiniz size getirdik diye bize laf anlatıyorsunuz" diyor. Tuğrul Türkeş’in kendisi anlatıyor bunu. Bilmiyoruz kime gidecek ama birilerine gidiyor suyumuz. Türkiye’nin bugün Konya ovası olsun diğer ovaları olsun sulanmaya ihtiyacı var. Yani suların bir yerlere akıtılması lazım bu konuda bir şey yok mesela şeker pancarı yerine mısır ekiyorlar mısır neredeyse  şeker pancarı kadar su isteyen bir şey. Sularımızdan mesela istifade etmeme meselesi… Yani kendimiz düşünmüyoruz, işte seller oluyor, kuraklık oluyor mesela -kötü bir haber inşallah olmamıştır- deprem sonrası bazı enkazların dere yataklarına boşaltıldığı konuşuluyor. Biz sularımızdan hiçbir bakımdan istifade etmeyi düşünmüyoruz mesela nakliye… Sakarya nehrinde 1970’lere kadar bütününde nakliye yapılabiliyor ama köprü kuruyorlar, köprüler ayaklı ve nakliye artık ancak oraya kadar yapılabiliyor.

Bugün mesela Türkiye’de İngiltere açıkça Mersin Adana Osmaniye Gaziantep demiryolunun yapılmasını finanse edecek parayı veriyor çünkü Mersin bizim büyük bir konteyner limanımız. Kendi ihracatını düşünerek bu tren yolunu İngiltere finanse ediyor. Yani bugüne kadar bunlar yapılmamıştır Türkiye’de. Türkiye’de demiryolu bağlantısı olan liman sayısı çok az. Bugün Türkiye'de limanlara gelen malların sadece yüzde 7’si demiryollarıyla taşınabiliyor. Biz Türkiye’de kendi milli pazarımız için bir ağ kurmamışız, bugün gavurlar kendi ihracatı için Mersin’den Antep’e demiryolunu finanse ediyorlar. Ve mesela demiryolu liman bağlantısı olan limanlarımız çok az dedik bunlardan birisi Haydarpaşa limanı. Haydarpaşa kaç senedir kapalı? İstanbul’daki demiryolu liman bağlantısı olan tek yer Haydarpaşa kaç senedir kapalı ve bundan mesela Türkiye’nin uğradığı zarar ne bilmiyoruz. Nasıl Salıpazarı rıhtımını Galataport yaptılarsa buraya da öyle bir şey düşündüklerini söylüyorlar. Yani o iki liman İstanbul'un ticaretini sağlıyordu. Türkiye bugün tehdit edilmek için petrole daha fazla bağımlı kılınmadan önce. Mesela nasıl oluyordu? Haydarpaşa’ya kadar trenle meyveler sebzeler geliyordu diyelim ki bu benim 60’lı yıllardaki bir ziraat kitabından okuduğum bir şey, o kişi şöyle teklif ediyor diyor ki biz bunları demiryoluyla getiriyoruz İzmit’ten oradan mavnalarla -eskiden İstanbul’da hal Eminönü -Unkapanı'ndaydı- taşıyoruz hale. Hale taşırken işte meyvenin nefaseti bozuluyor aktarmada da biraz ziyan oluyor halbuki diyor halleri demiryoluyla bitişik hale getirsek hiç böyle bir problemimiz olmayacak. Ama böyle hiçbir şey bu bakımdan modernize edilmedi Türkiye’de. Ne oldu? Petrole daha bağımlı bir ülke oldu Türkiye. Ve İstanbul’a bugün 1000 tane sebze meyve kamyonu giriyor. Yani peki nasıl meyveyi sebzeyi ucuza yiyeceğiz? Zaten nakliyatı da ona bağlamışsın çünkü öteki ulaşım her türlü daha ucuz bir ulaşım.

Bu vesileyle 1965’te bir sebze meyve boykotu yapılmış Türkiye’de. Yani Türkiye’deki insan bunu hak etmiyor 100 senenin sonucunda.  Yani tabii ki Türk milleti olarak imtihanı geçtik diyemeyiz ama öyle bir şey de var. 1965 yılında mesela bu gazete haberi olarak var kadınlar sebze ve meyve fiyatlarını düşürmüşler. Kadın Hakları Derneği hiç bugünkü anladığımız kadın hakları dernekleriyle alakası yok. Sebze ve meyve fiyatları pahalanınca kadınlar bunu propaganda etmişler. En çok ev kadınları -zaten o günlerde kadınların çoğu ev kadını- vesilesiyle onlara İzmir valisi de katılmış, destek vermiş ve 1965’te gazete manşetleri öyle: “Kadınlar Kazandı.” Sebze ve meyve fiyatları, sebze ve meyve tüketilmeyerek, kadınların bunu sağlamasıyla düşürülmüş.

Aslında bugün de karar versek atla deve değil hiçbir şey ama bunun için eğitimin sıkı olması lazım. Çünkü o bütün sahaları etkileyecek. Yani Cumhuriyet’in mesela sıkı bir eğitimi vardı. Bilhassa 1953’te İsmet Bey olgunluk imtihanının kaldırılması dolayısıyla ona dikkat çeker. Cumhuriyetin sıkı bir eğitimi vardı 1960’a kadar diyelim. Mesela Orhan Şaik diyor ki, ben lise talebelerine 50’li yıllarda “Tursun Bey Tarihi” okutuyordum, diyor. Şimdi profesörlerin okuyamadığı bir kitaptır o. Lise talebeleri “Tursun Bey Tarihi” okuyor çünkü bunda yazımızın etkisi vardı. Yazımızla tahsil gören muallimleri vardı. Yazımız, zor öğreniliyordu dedikleri gibi üç sene diyorlar, bir çocuğun öğrenmesi için. Ama yani bir sonuç elde edeceksek ve mesela bu yazı tartışmaları çıktığı zaman Namık Kemal’in söylediği şeyi de hesap edeceksek, Elifba’yı değiştirmek isteyenlere dedi ki, kardeşim Kur’an okuması lazım değil mi bir Müslümanın? Peki dürüst Türkçe yazmak için Arapça bilmek lazım değil mi? Lazım. Peki bu harfleri değiştirmek nereden çıkıyor? Yani böyle niyetimiz varsa yani Kur’ansız Müslüman olabiliyor muyuz? Ne dediğimizi bilmeden insan olabiliyor muyuz? Türk yazısı, eğitimin sıkı olmasını sağlayan bir şeydir. Yani onu bilen insanlar olacak, çocuklar onu öğrenirken sıkıya gelecek. Benim askerde öğrendiğim slogan: Eğitimde merhamet, Vatan’a ihanet. Öyledir yani. Ve biz en iyi başlangıcı öyle yapabiliriz. Yani tahsil hayatı Türk yazısıyla olursa biz baştan en doğru başlangıcı yapmış oluruz. Yani hem sıkı bir eğitim hem de kendimizi izah eden bir eğitim olmuş olur.

Bu vesileyle Yusuf Ay’ın bir kitabı çıktı, onu da söyleyeyim “Arapçaya Bakış Namaz Surelerinden”. Bir de “Toparlanın Gitmiyoruz”un ilk cildi neşrolundu. Onun için de bir şey söyleyeyim. Üç cilt olarak neşrolunacak, inşallah. İlk cildi neşrolundu. Birçoğu yeni yazı. Yani titizlikle gözden geçirildi diyeyim. İnşallah, kısa zaman içinde ikincisini ve üçüncüsünü de neşredeceğiz diyorum, teşekkür ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak:

Biz de teşekkür ederiz. İbrahim Kesgin sizlere hitap edecek. Buyrun.

İbrahim Kesgin:

Selamun Aleyküm,

İstiklâl Marşı 1921 yılında mecliste kabul edildi ve kısa bir süre sonra Sakarya Meydan Muharebesi oldu. Yaklaşık altı ay kadar sonra. Sakarya Meydan Muharebesinin bizim için bir dönüm noktası olduğunu hep söylüyoruz. İstiklâl Marşı da Sakarya Meydan Muharebesinin zaferle neticelenmesini temin etti. Aynı zamanda İstiklâl Marşı doğuşu itibariyle de Türk Milletinin İstiklâline kavuşacağı yolu tayin eden bir imkândı. Fakat Türk milletinin önüne İstiklâl Marşı geldiği günden bugüne İstiklâl Marşı düşmanlığı devam etti. Mesela İstiklâl Marşı İstanbul’da gizlice dağıtılabildi. Yani gizlice bastırıldı ve dağıtıldı. O zaman yasaklı olan neşriyat gizlice satılır ya da dağıtılırmış. Müvezziler yasaklı olmayan neşriyatın arasına koyarlarmış bunları ve işte Türk olduklarını anladıklarının yanına gidip “Ondan da var ağabey” derlermiş ve bu şekilde dağıtırlarmış ya da satarlarmış.

İstiklâl Marşı doğduğu günden bu yana herkesin üstünde uzlaştığı ya da herkesin kabul ettiği bir metin değildi. Daha kabul edilişinde mecliste red sesleri yükseliyordu. İşte bu düşmanlıktı. Yani bu düşmanlığa kılıf olarak da söyledikleri, yazdıkları şeyler vardı bunların: Biz İstiklâlimize kavuştuk, İstiklâl Marşı misyonunu tamamladı, böyle bir metne ihtiyacımız kalmadı, içerisinde Türk kelimesi geçmiyor, Cumhuriyet’in Laiklik ilkesi ile uyuşmuyor, bu bir milletin değil ümmetin marşıdır, marşın dili anlaşılmaz, bunun bazı yerleri mevcut ideologiye uymuyor, bunları çıkartalım gibi şeyler yazılmış, söylenmiş İstiklâl Marşı hakkında.

İkinci Başkanımız bahsini etti. Nurullah Ataç Mehmet Akif’i şair saymayan ve şiirden anlamak Mehmet Akif’in şair olmadığını anlamakla başlar diyen kişidir. Bir yazısında, “İstiklâl Marşı o da bir mesele!” diyor. İstiklâl Marşı’nı şiir kabul etmiyor tabii, manzume olarak bahsediyor İstiklâl Marşından. Ve yine “İstiklâl bizim için aşılmış bir meseledir” diyor. Yani İstiklâl Marşı’nı muvakkaten yazılmış bir şey olarak görüyor, Nurullah Ataç. Yani aslında mesele olan şey burada İstiklâl Harbi’nin nihayete ermiş bir şey zannedilmesi. Böyle zannedilerek ya da insanlar böyle bir şeye inandırılarak bir şeyler yapılıyor. Yani bu kafamıza bilhassa sokulmaya çalışılan bir şey. Bu bir aldatmaca ve Türk milletinin de içine düşmüş olduğu bir yanılgıdır aynı zamanda. Böyle bir ortam içerisinde İstiklâl Marşı defalarca değiştirilmek isteniyor. Mesela 1925 yılında daha sonra Mehmet Akif’in ölümünden sonra yani 1937 yılında -ki az önce bahsettiğim Nurullah Ataç’ın yazısının tarihi de bu- ve 1937 yılındaki İstiklâl Marşı’nı değiştirme girişimleri neticesinde ortaya çıkmış bir şey olarak biz Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Marşı’nı biliyoruz.

Yine hep anlatılan fakat başı sansürlenen bir şey var. Mehmet Akif’in son günlerinde yanında olan Hafız Asım Şakir naklediyor bunu. Hepimizin bildiği bir söz var Mehmet Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diyor. Bu sözün söylenmesine sebep olan hadiseden bahsedeceğim şimdi. Mehmet Akif Mısır’dan dönünce Mustafa Kemal; “Ona his-i adavetim (yani düşmanlığım) yoktur, eğer böyle bir şey olsaydı onu ülkeye sokmazdım ve İstiklâl Marşı’nı da kaldırırdım” diyor. Tabi bu Mehmet Akif’e naklediliyor. Nakledilince Mehmet Akif; “Beni memlekete sokmayabilirdi, lütfettiler. Ama İstiklâl Marşı’na gelince onu kaldıramazlardı” diyor. “Nasıl kaldırırlar? Kabul edildiği gün Tunalı Hilmi hariç herkes ayakta dinledi bunu. İstiklâl Marşı bir daha yazılamaz, kimse yazamaz, ben de yazamam” dedikten sonra, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın” diyor Mehmet Akif. Yine burada Tunalı Hilmi ismi geçiyor. Ankara’daki meşhur caddeye ismini veren kişidir. Yine mecliste red oyu verenlerden bir tanesi. Yani Mehmet Akif aleyhine yazılan şeyler var ve aynı zamanda bunların birçoğu, bu yazıları yazanların birçoğu İstiklâl Marşı aleyhine de şeyler yazıyorlar ya da söylüyorlar.

1932’den 1950’ye kadar İstiklâl Marşı’nın “Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” dediği yerde ezan okutulmadı. Bu dinin temeliyle alakalı bir şey. Yani İstiklâl Marşı bu şekilde söylüyordu ve İstiklâl Marşı bu mısraları dolayısıyla da sansüre uğradı. İşte radyoda matbuatta da bu sansürü görebilirsiniz. Biz arşivimizde de bunları yayınlıyoruz. Yani internet portalımızda İstiklâl Marşı Arşivi başlığı altında İstiklâl Marşı’nın lehine ve aleyhine söylenmiş şeyleri biz yayınlıyoruz. 1950 seçimlerinde bizi kimlerin yönetmemesi gerektiğine karar verdik diyoruz. Yani insanlar ezanların inlemesini, İstiklâl Marşı’na gösterilen bu dostluğu seçtiler bir bakıma da ve İstiklâl Marşı 27 Mayıs’tan sonra da değiştirilmek isteniyor.

İstiklâl Marşı düşmanlarından biri de Behçet Kemal. İkinci başkanımız az önce bahsettiler yine bir yazısından. Ben o yazının ilgili kısmını okuyacağım şimdi. Bunun üstünden bir şeyler söyleyeceğim inşallah. “Cennet, cehennem; helal, haram; minare, ezan; kubbe, mabet ve ilh.. ilmihalle kısası enbiyanın, veznin ve mevzuun kaydı altında ancak bu kadar kelimesi bir şiire sokulabilirdi... Mekke ve medineyi kurtaran bir ümmet, bunu kendine has bir kasiyde telakki edebilirdi... Fakat istiklâlini kuran, kendi öz yurdunu kurtaran bir millet, buna bigâne kalmaktan başka ne yapabilirdi?.. Sonunda (âmin) denebilecek mısraları da olduktan sonra.. Beş on mübalağa birkaç teşbih ve uzun bir dua... Bu âcûbeyi hâlâ millî marş diye terennüm etmekte, her şeyden evel, sanatımız için hazin bir mahcubiyet yok mudur?” diye yazmış Behçet Kemal. İstiklâl Marşı’ndan ucube olarak bahsediyor ve bu da Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerini yazanlardan bir tanesi. Behçet Kemal aynı zamanda 27 Mayıs’tan sonra da kurucu mecliste yer alıyor ve yine değişmiyor. Yani istiklâlini kurmuş, öz yurdunu kurtarmış bir millet diyor. Yusuf Ay da az önce söyledi, “Kâbe arabın olsun, Çankaya bize yeter”i başka bir yoldan ifade etmiş. 1931 bu yazının tarihi ve İstiklâl Marşı’nın yerine bir şey ikame edilmesi fikriyle bunları söylüyor. Sözlerini yazdığı cumhuriyetin 10. yılında yazılan “10. Yıl Marşı”nın aslında İstiklâl Marşı’nın yerini alması hayal ediliyordu. Marşta da bu yazıda bahsettiği şeylere benzer şeyler var aslında. Mesela:

Çizerek kanımızla öz yurdun hartasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını;
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını...
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını!”.

Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerinde böyle ifadeler geçiyor. Yine bir öz yurt, istiklâl kavgasının bütünlenmesi gibi şeyler. 1998 yılında İstiklâl Marşı’nın karşısına yine Onuncu Yıl Marşı çıkartılıyor. Yani Onuncu Yıl Marşı okunuyor 75. yıl kutlamalarında. Çünkü 75. yıl için yapılan yarışma bir neticeye ulaşmıyor. Ne tesadüftür ki katılan şiirlerin hiçbirisi beğenilmiyor ve bunun sonucu olarak Doğan Hızlan bir yazı yazıyor. “Biz niye yeni bir şey arıyoruz? Onuncu Yıl Marşı Cumhuriyet Marşı olsun bitsin.” diyor. Doğan Hızlan’ın bu teklifi daha sonra çıkartılan bir genelgeyle kabul ediliyor ve Onuncu Yıl Marşı’nın ismi Cumhuriyet Marşı oluyor. Zaten kafalarda olan şeylerden biri de buydu. Yani İstiklâl Marşı’nın bir hatırası var bu dursun bir köşede bir de Cumhuriyet Marşı olsun diye bir fikir vardı. İşte bugün de hala Onuncu Yıl Marşı okunuyor. Yani törenlerin olmazsa olmazı olarak. İstiklâl Marşı’nı tabii tamamen ortadan kaldıramayacaklarını anladıkları için alternatif bir marş olarak söyleniyor. Bu  alternatif marşların misalleri var. İngilizlerin söylediği kendi milli marşları var “God Save The King” ya da işte neyse “Queen.” Bunun yanında da bir de ikinci bir milli marş olarak söyledikleri “Land of Hope and Glory” ismiyle Elgar’ın bestelediği bir marş da var bunu söylüyorlar. Onuncu Yıl Marşı’nın daha kolay söylenebildiğine dair de şeyler söylenmiş. Yani işte bütün marşları dikkate alırsak 10. Yıl Marşı bunların arasında en rahat söyleneni şeklinde. Mesela bunlardan biri Nevzat Atlığ. Bir mülakatında İstiklâl Marşı’nın söylenememesinden dert yandıktan sonra “İyi ki Onucu Yıl Marşı var, yoksa hiçbir marşı doğru söyleyemeyecektik.” diyor. Şimdi mesela cumhuriyetin 100. yılı olduğu söyleniyor. 100. yılına ait bir marş bestelenmiştir belki ama hiç öyle bilmiyorum. Ben bilmiyorum yani,

Durmuş Küçükşakalak: Çocuk marşı gibi şeyler.

Evet, yani işte Fazıl Say’ın falan bestesini duyduk ama hani budur, bu 100. Yıl Marşı diye bir şey, yayılan bir şey yok yine ortada. Çünkü yine “10. Yıl Marşı”nı söyleyecekler.

Behçet Kemal'in bahsettiği gibi -ucube diyordu İstiklâl Marşımız için- bir ucube varsa bu İstiklâl Marşı’nın mevcut bestesidir. Yani Osman Zeki Üngör bestesine ucube diyebiliriz. Türk çocuklarına Türk milletine hala bu ucubeyi okutuyorlar ve okutmaya zorluyorlar. Bu da tabii ki bu bestenin -1930’dan beri bu şekilde okunuyor- kabulünden bu yana süren bir düşmanlık. Yani söz ve müziğin uyumu mana bütünlüğünün sağlanabilmesi, bu sözlü müzik eserlerinde dikkate alınması gereken bir şey. Bu marşın giydirme olduğu yazılmış çizilmiş yani işte önce müziğini yapmış bunun, sonra üstüne sözleri uydurmuş. Yani ortalama bir müzik zevkine sahip bir insan bence bunu ikinci bir kez dinlemez. 1930 yılından beri milli marş diye okutturuluyor bu. Bir de işte öncesinde bir saygı duruşu var. Saygı duruşunda o çalan boru sesi de Amerikan İç Savaşı’ndan kalma bir ezgi. Her giydirme beste böyle olmuyor tabii ki. Yani mesela bizde müziği çok beğenilen ilahiler var. O ilahilerin müziğiyle fakat başka sözlerle müziği kullanarak tekrardan söyleniyor bu ilahiler. Tabii yani şiirin ritmine vezne uygun bir müzik olması gerekiyor bunun. Ben bunu İsmet Bey’den dernekte duymuştum. Mesela işte şu an Avrupa Birliği marşı olarak kullanılan Beethoven’in dokuzuncu senfonisinin o meşhur ezgisiyle de okunabiliyor İstiklâl Marşı. Yani söz ve müziğin birbirine uyması burada mesele.

Marş kavramına birazcık değinecek olursam, marş kavramı aslında İkinci Mahmut devrinde ortaya çıkmış bir şey. Yani yeniçeriliğin kaldırılmasıyla kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye için yazılan marş, batılı anlamda ortaya çıkan marşların ilki sayılabilir. Muzika-i Hümâyun da batılı anlamda ilk askeri müzik topluluğu idi. Bu da yine İkinci Mahmut'un kurdurduğu bir bando. İstiklâl Marşı’nın yazılması gündeme geldiğinde orduda okunan bir marş da var. Yine Mehmet Akif'in yazdığı “Ordunun Duası” şiiri Ali Rıfat tarafından bestelenmişti ve okunuyordu. Ama İstiklâl Marşı talep edilirken, işte bir şey yapalım Bu Marseillaise gibi bir şey olsun da deniyor.

Gavurların milli marş dediğimiz şeylere yakıştırdıkları sıfat “Hymne”. “Hymne Nationale” ya da “National Anthem” gibi isimler vermişler. Hymne kelimesini ilahi olarak çevirebiliriz. Yani milli, ulusal ilahi diyorlar onlar bunu söylerken. Marş kelimesi yine Fransızca’da yürüme manasında kullanılıyor. Bir emir olarak da kullanılıyor. Biz de bunu kullanıyoruz yani işte uygun adım marş, marş marş ya da. Bu tabii orduda olan bir şey ve büyük ihtimalle ordunun Fransız subayları tarafından eğitildiği bir zamandan kalma bir şey olarak devam ediyor hala. Yani “yürü!” Denmiyor da “marş!” deniyor hala. Bizde bu “Hymne” dedikleri şeyin tam bir karşılığı yok. Aslında bizim milli marşımız hep bir ağızdan okuduğumuz herkesin bildiği iki şey var, bunlar: Tekbir ve salavat. Marş denmesinin sebebi de işte İstiklâl Marşı’nın ordunun talep etmesi ve orduyla olan irtibatı. Açılan yarışmanın adı “İstiklâl Marşı Yarışması” idi. Yani hangi şiir seçilirse seçilsin, ismi bu olacaktı. Bu isim aynı zamanda içerisinde bir espri barındıyordu. İstiklâl marşı: Marş kelimesinin Fransızcadan tercümesini dikkate alırsak; İstiklâl Yürüyüşü. Yani bu bir istiklâl yürüyüşüydü ve bu yürüyüşün marşıydı İstiklâl Marşı. İstiklâl Marşı’nın bir hymne olmadığına dair işte bizim bu karakterde bir marşa ihtiyacımız olduğuna dair şeyler de söylenmiş fakat İstiklâl Marşı, İstiklâl Marşı’dır. Başka bir şey değildir. Çünkü bugün İstiklâl Harbi’ni Kurtuluş Savaşı yaptılar ama İstiklâl Marşı kurtuluş marşı olmadı yani.

Yarışma bestelensin diye açılmış bir yarışmaydı. Önce güftesi yazılacak sonra bestesi yapılacaktı ve cephede okunacaktı. Fakat o tarihlere bakarsanız güfte ve beste yarışmasının beraber gündeme gelmesine rağmen bestesinin bir neticeye varması ötelenmiş. Söylenen şeyler harbin devam ettiği böyle bir ortamda besteden bahsetmenin abes olduğu ile ilgili şeyler. Birileri kendi bestesini yaymaya çalışmış. Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi sonra kabul görmüş fakat yine 1930 yılında Osman Zeki’nin bestesi kabul edilene kadar net bir şey yok. Mesela Etem Üngör 1928 yılında Kadıköy’de bu mektebe başladıktan sonra iki yıl Ali Rıfat Çağatay bestesi ile okuduklarını hatırladıklarını söylüyor. 1930’da ise Osman Zeki’nin kulisleriyle belki de işte yayılan bestelerin en kötüsü o olduğu için kabul ediliyor. Fakat işte ordunun bir talebi üstüne bu marş yazıldı diyoruz. Niye ordu marş talep etti? Bizim okuduğumuz şekliyle bir anlam ifade ediyor bu çünkü biz bu okuduğumuz besteyle 10 kıtasını da okuyabiliyoruz ve bu besteyle de aksama olmadan yürüyebilirsiniz de. Yani bir askeri yürüyüş de bu besteyle yapılabilir.

Biz bu besteyi Dede Efendi’ye atfediyoruz. Bu beste Mısırlı şarkıcı Ümmügülsüm’ün okuduğu bir şarkı olarak o şarkının bir bölümü olarak biliniyor. Fakat Dede Efendi Hac vazifesini yerine getirirken irtihal ediyor. Bu oradan yayılmış bir şey olabilir. Yine Dede Efendi’nin talebesi olan Zekai Dede uzun yıllar Mısır’da ikamet etmiş. Buradan yayılmış bir şey de olabilir bu. Yani tekbir ve salavatın yayılışını göz önüne aldığımızda bu çok şaşılacak bir şey değil. Akif’in kafasında da işte hassaten böyle bir beste olabilir bu bakımdan. Bir de tabii yine bir espri barındırıyor bu beste içerisinde: Bizim hem Mekke’siz hem Medine’siz kalmamızın akabinde ilan edilen cumhuriyeti, Ümmet-i Muhammed’in ikinci hicreti olarak görüyoruz. Hicretin tamamlanması sırasında okunduğu rivayet edilen bu Taleal Bedru. Bu müzik yani “Taleal Bedru”nun müziği ve biz de işte bu ruh içerisinde İstiklâl Marşımızı okumaya gayret ediyoruz. Bir ruh taşıyor yani bu beste içerisinde. Bu bakımdan burada yine İstiklâl Marşı’nın uzun olduğu, -bizim okuduğumuz şekilde- bu çok uzun diye söylenen şeyler var. Bu da tamamen dünya sistemine intibak edip etmememizle alakalı bir şey. Mesela olimpiyatlarda 80 saniye kuralı var işte bir milli marş 80 saniyeyi geçemez gibi bir şey. Yani işte biz de İstiklâl Marşı’nı böyle okuduğumuz takdirde olimpiyatlara falan katılmamaya da razıyız yani.

İstiklâl Marşı nasıl bir şeydir? Yani bu suale verilebilecek birçok cevap var bunlardan biri de şu: İstiklâl Marşı ilk defa bir camide okunmuş bir şeydir. İstiklâl Marşı düşmanları bizim Kastamonu’ya son gidişimizde İstiklâl Marşının ilk okunduğu yer olan Nasrullah Camii’nin içinde İstiklâl Marşı okumamıza mâni oldular ve biz marşı dışarıda okuyabildik. Biz İstiklâl Marşı’nı Türk milletinin lehine sonuçlanacağına inandığımız bir şekilde okuyoruz. İstiklâl Marşı düşmanlarına galebe çalmak ümidiyle okuyoruz. İstiklâl Marşı hala önümüzde bir imkân olarak duruyor. Çünkü İstiklâl Marşı Türk milletinin duasıdır. Az önce bahsettiğim Behçet Kemal’in tespiti -düşmanlıkla yaptığı tespit fakat- doğru. İstiklâl Marşı’nın içerisindeki dualar da Türk milleti için bir imkandır. Mehmet Akif meal hazırlayacak kadar iyi bilirdi Kur’an-ı Kerim’i ve ona nasip oldu yazmak. İstiklâl Marşı’nın başından sonuna kadar Kur’an-ı Kerim’in izlerini görebilirsiniz.

“Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ”

diyor İstiklâl Marşı. Bu bir duadır. Cânı, cânânı, bütün varımı. İbrahim Suresi’nin 41. Ayetinden öğrendiğimiz “Rabbenağfirli” duasında olduğu gibi bir sıra takip ediyor bu. Mealen: Ey rabbimiz Beni, anamı babamı bütün müminleri hesabın görüleceği günde bağışla. “Her ümmetin kitabına çağırılacağı gün hesap günü.” Câsiye Suresinden bunu da öğreniyoruz. Türk Milletinin dünyada vatansız kalmaması için edilmiş bir dua bu. Bunun hesabının verileceğinin bilincinde edilmiş bir dua aynı zamanda. Bu dua dolayısıyla İsmet Özel’in yapmış olduğu bir yorumu naklederek inşallah konuşmamı nihayete erdireyim. “Canı olmadan, cananı olmadan, varı olmadan kim için ne isteniyor? Bu duanın bize öğrettiği bütün duaların mahiyetidir. Böyle bir dua ile Allah katında insanoğlu duası dolayısıyla kıymet taşır hakikati tecelli ediyor. Kendi kıymetinin duasında saklı olduğunu bilmeyenler, birilerinin çimento fabrikaları inşaa ederek, alimünyum tesisleri, petrol rafineri yaparak angarya dolaplarını sanayileşme diye yutturarak, boğaz köprüleri kurarak, bütün dua mağdurlarını projelerine alet ederek haysiyetsizliğin de bir hayatmış gibi algılatışına ses çıkarmaz.”

Teşekkür ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak:

Biz de teşekkür ederiz. İbrahim Kesgin  İstiklâl Marşı’ndan bahsetti. Toplantımızı  İstiklâl Marşının gölgesinde yazılmış hamasî bir şiirle nihayete erdireceğiz. Az önce ikinci başkanımız söyledi. 1922 yılında “Ey Türkeli” diye bir şiir yazıldı Enis Behiç Koryürek tarafından.  İstiklâl marşından izleri de bulabileceğimiz bir şiir:

EY TÜRKELİ

Ey Türkeli, ben uzaktan gelen yorgunum.
Dinle beni, ben de senin bir öz oğlunum.
Geceleyin çölde yalnız kalan yolcu bir
Solgun ışık farkedince nasıl sevinir,
Nasıl bütün ümidini bağlarsa ona,
Ben de öyle yadelinden baktım vatana.
Sen uzaktın benden, fakat kalbim senindi.
Ey Türkeli, hasretin tâ ruhuma sindi.

Bir kasırga alt üst etti dünyayı bütün.
Kanlı, viran mabedinde tarihin bugün
Kaç hükümdar tâcı kandil olup asıldı...
Kaç istiklâl gömmek için mezar kazıldı...
Bu kazılan mezarlardan biri en derin.
Bu en derin mezar senin, ey vatan senin!
Kızıl gökten çalacaktı ayla yıldızı
Ölümünden şenlik yapan kefen hırsızı.
O karanlık günlerinde, gönlümüz kara,
Bağrımızda sefillerin açtığı yara,
Ellerimiz bağlı matem zincirleriyle.
Neslimizin bezgin ömrü bütün hâile,
Şehidolan emellere hep hazin, hazin
Ağlamaktan nuru söndü gözlerimizin.
Dinleyerek baykuşların kahkahasını
Millet kara bayraklarla tuttu yasını.

Bugün ki biz Hak yolunda kanını döken,
Bugün ki biz bin kahrile hurdahaş iken
Yekpâre bir çelik olmuş sine sahibi
Bir milletiz, kükremişiz yanardağ gibi...
Bugün ki biz, alçakların hakaretinden
Varlığında kıyametler kopup cûşeden
Yıldırımlı bir ummanız, uğulduyoruz;
Zulme karşı Tanrı hışmı oldu Ordumuz.

Biz daha dün öyle bedbaht olanlarız ki.
Öyle göğsü hicran ile dolanlarız ki.
Rûhumuzun zırhı oldu ıztırâbımız...
Bahtımızla budur, dedik, son hesâbımız.
Varsın gelsin arzın daha bin beliyyesi!
Öcümüzün sayhasıdır topların sesi.
Felaketler pençemizde oyuncak oldu...
Yangınlarla bütün vatan alsancak oldu...
Bir kırılmaz yalınkılıç gibi hıncımız.
İmanını kalkan etti her akıncımız...
Tayfunlara yoldaş oldu nâra salan Türk!..
Hey koca Türk, Tanrısından kuvvet alan Türk!.

"Zafer" azgın bir küheylân; koşar, şahlanır;
Sırtındaki şehsuvârı pek çabuk tanır.
O şehsuvâr, küheylâna daha binerken
Yelesinden bir tutar ki, azgın at hemen-
İlk mahmuzda anlar nasıl binicisi var.
Yol ver artık küheylâna, şanlı şehsuvâr!
Sen korkusuz, güçlü, hâkim oldukça ata
Atın seni erdirecek her saltanata.
Onu ne dağ, ne de deniz durduracaktır.
"Zafer" seni uçuracak, uçuracaktır...
Fakat bil ki: İrâdende sarsıntı varsa,
Gönlünü bir lâhza için korku sararsa,
Ya gözlerin kararırsa böyle uçuştan,
Veya biraz mestolursan, dalgınlaşırsan
"Zafer" seni birdenbire sırtında atar;
Attan düşen nallarının altında yatar... 

İşte biz ki tâ ezelden beri atlıyız,
Asırların göklerinde biz kanatlıyız.
Kanımızın ateşinden şimşek yarattık;
Bu şimşekle küheylâna bir kırbaç attık.
"Allah!" diye haykırarak "zafer"imize
Hurûş ettik "Sakarya"dan tâ Akdeniz'e...
Âtîlere koşuyoruz gençlikle, şanla...
Şan beraber koşar Hakka doğru koşanla.

Teşekkür ederim. Üç buçuk saat boyunca dinlediğiniz için teşekkür ederiz, hayırlı akşamlar dileriz.

7 Rebiulahir 1445 (22 Ekim 2023), İstanbul

NİÇİN BU KİTAP VİTRİNDE DEĞİL - İsmet Özel Himayesinde Panel, 3 Kasım Cumartesi, Sakarya

3 Kasım Cumartesi günü İstiklal Marşı Derneği Sakarya Temsilciliği açılışı basın toplantısının ardından ikindi namazını müteakip Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in "Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir" kitabının neşri münasebetiyle "Niçin Bu Kitap Vitrinde Değil" serlevhalı panel yapılacaktır.

ÇELİMLİ ÇALIM'IN İLK DÖRT SAYISI TEKRAR NEŞREDİLDİ

İlk dört sayısı TİYO Yayıncılıktan ve kitabevlerinden temin edilebilir.

"ÜÇ ZOR MESELE" NEŞROLDU

Genel Başkanımız Şair İsmet Özel’in Üç Mesele ve Zor Zamanda Konuşmak kitapları bir arada ve yeni uzun bir dibace ile“ÜÇ ZOR MESELE” adıyla neşredildi. 

Birinci Olağan Genel Kurul Toplantımız Yapıldı

İstiklâl Marşı Derneği’nin ilk olağan genel kurulu, İstanbul’dan ve Anadolu’dan gelen üyelerimizin katılımıyla gerçekleşti.

"CUMA MEKTUPLARI I" Neşrolundu

1989 senesinde birincisi neşredilen Cuma Mektupları kitaplarının ilk beş cildi gözden geçirilip tek bir ciltte toplandı.