Dün akşam torunum Mahir akşam gazetesi bulmuş, getirdi; (İşte, dedi, Nurullah’la Mehmed Akif’i bir arada takdim ediyorum.) Oh, sevdiğim iki munis! Biri münakkit, öbürü şair.
İhtiyar gönlümün hoşlandığı o iki ruh ile, demek bu akşam da gıdamı buldum.
Yemek hazırdı. Bir iki lokmadan sonra kalktım, gözlüğümü taktım. O iki aşinayı gaip ve hazır ile gözden de şöyle bir şerefyap olmıya başladım.
A, ne göreyim: Nurullah Ataç oğlumuz bu sefer safi celâl, safi hiddet kesilmiş, atıp tutuyor!
(Kime?) mi diyeceksiniz:
Mehmed Akif’e!
Ben böyle iki ucu nideyim? Daha ilk satırlarında Mehmed Akif’i sevmediğini ilân eden nezleli bir yazı.. Bir yazı ki aksırıklarla tiksiriklerle, tiksinmelerle dolu! Yarap, candan mı geçeyim, canandan mı? Nur ile ziya döğüşüyor. Fakat ziya başka âlemlerde, nur fevki ibtihacımızda!
İhtiyarlık bu ya: Acıdım, acındım. Hani içime fenalık gelmiye başladı:
Böyle gecenin hayrumulur mu seherinden?
Ben sohbetlerde sopa oyunundan hoşlanmam. Hele, genç bir adamın babası yaşta muhterem bir ihtiyara karşı hürmetsizlik, tecavüz etmesine hiç dayanamam. Eski arkadaşlarımdan (…) yaman bir münakkitti. Bu meslekte o kadar ilerledi ki gözleri artık eserin yalnız menfî taraflarını görürdü; ruhu nefyü inkâr olup gitti.
O zatın, bir deve yükü teşkil edecek olan intikatları yanında, bir miskal ağırlığında müsbet bir risaleciği bile yoktu; kafası zengin, fakat yüreciği dardı. Sevmediği adamları bir eser yazsa da hırpalasam, diye pusuda beklerdi.
Mektepte çocuklar, huyunu öğrenmişlerdi de dersine çalışmadıkları günlerde onun mebguzlarından birinin adını anarlar, tenkitçi hocalarının kanaatini sorarlardı; artık o gün dersaneyi kesif ve karanlık bulutlar kaplar; vakit gelir; çocuklar da aydınlığa kavuşurlardı….
Bizim Nurullah Ataç da, huyu çekmesin, Akif hicviyesinde adeta bu istid’adı bid’adı göstermiş!.
Tenkitçi oğlumuz san’ata Mehmed Akif gibi, bağ uranlardan değildir. Birkaç yazısından bunu anladım. Fakat bu sefer mevzuunda Akif’in vicdan kanaatlerile san’atını, bilkimya meczetmese de, halt etmiş! Onun san’at telâkkisi böyle görmemeli idi. Bir çıplak kadınla bir cami veya kilise resminde aranacak şey -o kadın veya esere hâs- bir ruhî san’attır.
Bugün bile mevlûdünü hem seve seve, hem de camilerde okuduğumuz ve dinlediğimiz (Süleyman Dede) yi - bir mevlûtcüdür diye - harici ez edebiyat mı addedeceğiz?.
Sonra, her şair yetiştiği devrin şerait ve icabatile ve ancak kendi vadisinde tetkik edilir. Şairi âzamı - bilmiyorum ya, bu vasfı da ona bırakacaklar mı? -Yetiştiren devir onun varsa- dehasında bile bir intibak gizledi. Bizde hangi şairdir ki yaşadığı devri büsbütün târac edebilmiştir? Yalnız şu var ki o şairler; içinde bulundukları cemiyetin -dikkat edilince görülür- en gerisinde değil, daha az veya daha çok ilerisinde yürümüşlerdir.
Hurafeler devrinin şairi Mehmed Akif de -insaf ile söyleyelim ki- o devrin hurafeleri içinde boğulmıyarak bilâkis onlarla biaman savaşlara girişti. Cehaletle zulümle, geriliğe, barid taassuplara, atalete, meskenete, riyaya, dalkavukluğa onun kadar söven, bu milletin ruhunu onun kadar çeken, bu milletin âlâmına onun kadar gözyaşı döken ikinci bir şairimiz daha çıkmamıştır, diyebilirim.
Nurullah Ataç’ın yazdığına bakılırsa Mehmed Akif, camilerde, avam karşısında peştahta döğen hurafatcı bir vâiz taslağından bile aşağı bir adam. Evet şiirlerile, hattâ fiillerile o da vaızlar etmiştir. Fakat o devrin gerisinde değil, çok ilerisinde!
Sonra sayılı şairlerimiz arasında millî savaşın sinesine atılan, orada nefis şiirler yazan, millî istiklâl marşını yaratan yalnız Mehmed Akif değil mi idi?.
Mehmed Akif hakkında Nurullah oğlumuzla belki benim de birleşebileceğim başka bazı noktalar bulunabilir. Fakat münekkid öyle bir uçtan tuttu ki ne onun bana yaklaşmasına imkân var, ne de benim onunla elele gelmeme..
Bütün bunlarla beraber, bahsettiğimiz şu noktalar bağsız ve bağlı san’at karşısında hep lafügüzaftan ibarettir.
Mehmed Akif şair değil miydi? Nazım değil miydi? Bir hiç miydi? Bu suallere cevap verebilmek için hangi eserlerin dairei san’at veya şairiyete girebileceğini tayin etmek, bu bahsimde Nurullah Ataç oğlumuzun kurduğu yeni bir düstur veya mezhep varsa onu öğrenmek lâzımdır. Fakat görüyoruz ki oğlumuz Akifiyesinde bize böyle yeni bir düstur veremiyor, yalnız “Mehmed Akif şair değildir, nazım da değildir: bir hiçtir” diyor!
Böyle delilsiz iddialara mantık dilinde (tehakküm) derler ki, ben bunu -bazı tenkitlerini seve seve okuduğum- Nurullah Ataç’a yakıştıramam. Kendisini ağır başlı, dolgun ve olgun kafalı bir adam, bir genç tanırım.
Bana belki bunak diyeceksiniz, fakat Nurullah, Akif hicviyesinde çok delikanlı olmuştur!
Bakınız onun yerine, meselâ, Hüseyin Cahid Yalçın olsaydı böyle yapmazdı. O, tenkitlerinde filtreden geçen tertemiz bir suyun safiyet ve berrakiyetini gösterir; eseri yalnız san’at haysiyetile baştan aşağı süzer, hamur haline getirir, hükümlerini ondan sonra verir. Hem ne nezahet, ne vekar, ne zerafet! Halbuki nokkadı bivedadımız böyle bir hamur yapmıya lüzum görmeden dedi ki:
-Bu eser posadır! Ve onu kalp akçe gibi âmmei üdebanın suratına çarptı!
“Âmmei üdeba” diyorum; çünkü Akif’i şimdiye kadar “Nazım bile değilsin” diye taşlayan olmadı. Demek ki taşlanan yalnız o değil, Âmmei üdebadır!
Ona diğer eserlerinde hiç olmazsa kelimelere, aruza hâkim bir nazımlık, İstiklâl marşile Çanakkale şiirinde de bir şairlik tevcih ettilerdi.
Hayatında Akif’i sevmediğini peşin ilân eden münakkid onun eserlerini ancak daha ziyade mematından sonra ve sırf tenkid ve recm için mi okumuş bilmem ki..
Ah keşke böyle okumasaydı, keşke böyle yazmasaydı..
Korkuyorum ki vatanda bir şair de kalmıyacak, mademki koskoca adamların mezarı üstünde böyle tepiniliyor..
Üstad Ekrem -affediniz, ağzım alışmış, kimbilir ondan da üstadlığı almışlardır- derdi ki: “Tenkid kolay, san’at güçtür.” Aruzun Akifini ve Akif’in aruzunu o derece sığ görenler onun eserlerindeki şeffafiyete aldanıyorlar. Halbuki selâmet ve vüs’atı kariha ile bir sayi anudun mahsulü olan o eserler hayli derindir. Kolu paçayı sıvayıp içine girdikten sonra ve biraz da ilerledikten sonradır ki iş anlaşılır.
Canım, o adam da Tanrının selâmını, mahallenin ilmühaberini tutmuş nazma bürümüş! Bu da olur mu? Hani ben bile okurken, sinirlerim oynar da gülerim.
Fakat evlâd, bir şair bütün eserlerinde de şair olmaz ya! Maamafih o selâmlar, o kelâmlar acaba gelişi güzel, kolayca yazılıvermiş midir? Aruz dedikleri karakoncolusu onunla uğraşanlar bilirler. Nurullah Ataç oğlumuzda biraz da şairlik veya nazımlık veya ondan aşağı bir Mehmed Akif’lik olsaydı ben onu görürdüm.
Bilmem İstiklâl marşı ile Çanakkale parçalarını nasıl buluyorlar? Ben beyneşşuera müsabakada birinciliği kazanan, hâlâ kıyam ve ihtiram ile tatlı tatlı okunan İstiklâl marşının şu ilk:
Korkma sönmez bu şefaklarda yüzen alsancak
Mısraına bile şiir diyorum. Berrak, saf birşey olduğu halde, hattâ (Yahya Kemal)in:
Gece Leylâyı ayın on dördü
Koyda tenha yıkanırken gördü
Beyti hakkındaki hükmüm de böyle. O da şeffaf bir eser olmasına rağmen…
Benim nazarımda (Şiir “Ebham, Ebham” Şiir) düsturu inhisarı doğru değildir.
Ya, son zamanlarda başımıza bir de (şiri halis) diye bir şey çıktı. Halis, safi.. Kelime üzerinde oynamıyalım, fakat bunda da bir esas yok! Şiri safi veya halis demek -anladığıma göre- (san’atı kelâmda mutlak güzellik) demek olacak. Fakat bu ıtlakı bağlamak, yalnız (ibham)a hasretmek doğru mu? Itlakta zamanların, mekânların, muhtelif insanların kuyud ve izafatı kalkmalıdır.
Sonra, görüyoruz ki güzel san’atların hemen hepsinde bugün sadelik, basitlik modadır. İnsanlar artık ibham istemiyorlar.
Şimdi, (Al sancağı şafaklarda yüzdüren) hayal ile (Leylâyı, gece, koyda ayın on dördüne gösteren) hayalin şu ufacık, şu basit fakat koskocaman bir eserini şiirin kucağından dışarı atabilir miyiz? Halbuki ikisi görünüşte saftır, şeffaftır.
Yıllar var ki susuyordum; Aşkolsun yiğit Nurullah’ıma ki bana gençliğimi hatırlattı da bu kadarcık olsun söyletti. Şimdi oğlumun gözünde fikirce de bayağı olan Akif’in Şark ve Garp edebiyatını çok iyi bilen, Üniversitelerde, matbuatta müderrislik, muharrirlik yapan, birçok Nurullah’lar yetiştiren âlim ve mütefekkir bir zat olduğunu da, müsaadelerile ilâve etmeliyim. Akif muasırları içinde ilmen de yüksekti.
Baytar mektebinden birincilikle çıkan, bütün hayatını ilme, fenne, bağlıyan, bu dünyadan eteklerini tıpkı Nurullah’ın cennetlik babası Ata merhum gibi -tertemiz çeken- böyle bir adamı da cahil görürsek o halde, evlâd, nasıl insan istediğini bana anlat da köşei tekaüdümde öyle bir mahlûku kâmil yaratıp hemen yetiştirmesini gece gündüz, barigâhı Haktan talep ve niyaz edeyim. Hürmetler.
Edebiyat mütekaitlerinden Kâmi, Anadolu, 17.03.1997, s. 3 ve 7
Nurullah Ataç’ın hatası, “Mehmed Akif” i henüz yeni tanımağa çalışmış olmakla başlıyor.
Dün şehir gazinosunda cereyan eden esefli hâdise hakkında yazdığımız makaleyi teyid eden bir mektup aldık. Bu mektubu aynen aşağıya koyuyoruz:
Her söylendiği zaman, bizi milli tarihimizle buluşturan İstiklâl Marşı'yla hafızalara kazınmış olan Mehmed Akif Ersoy'un büyüklüğü elbette tartışmasızdır. Büyük Millet Meclisi'nin
(Rubabı Şikeste) müellefini, cihan harbi içinde kaybetmiştik..
Fikret’in ölümü, birçok münevverlerle perestişkârlarını derin ve sonsuz bir keder içinde bırakmıştı. Bu derin ve sonsuz keder içinde, onu ihmal eden devrin hükûmetine karşı dudaklarda iğbirarın korkak fısıldayışlarile ifşa edildiğini hatırlarım. Yahud, harb yıllarının sıkıntılı şartları içinde hükûmete küsmüş olanlar, bir hak kazanmış gibi bu noktada birleşmiş oluyorlardı…
Millî Türk talebe birliği gençliğinin millî marşlarımızı öğrenmesini temin için Halkevi ve Konservatuvarla temas ederek...
Dış ve iç düşmanların, elbirliğile yaptıkları çeşid çeşid açık ve gizli suikastlarla...
Yusuf Ziya Bey, millî bir marştan mahrum oluşumuzdan en büyük teessürü hisseden bir zat olduğu için, bu bahis etrafında bize umumî alâkayı davet edebilecek şeyler söyledi.