Afgan devlet-i İslâmiyyesi sefîrinin Anadolu’ya gelmesi İslâm târîhinin en mes’ûd hâdiselerinden birini teşkîl eder. Garb müstevlîlerinin İslâm âlemine karşı mütemâdî savlet ve tahakkümleri yüzünden perîşân olan, dinlerinin vahdet ve izzet emreden düstûrlarına arka çevirdikleri için yekdiğerinden cüdâ düşen Müslüman milletleri arasında bugün vahdete doğru bir hareket başlamış olduğu görülüyor. Bu hareketler, İslâm âleminde zuhûra gelmek üzere bulunan büyük inkılâbın mes’ûd emâreleridir. İnşallah bu hareketler günden güne daha ziyâde inkişâf edecek, bütün İslâm âleminin esâretinden halâsını, istiklâl ve şevketini te’mîn edecektir. Bugün Afgan gibi akvâm-ı İslâmiyye arasında şecâatiyle, salâbetiyle şöhret-şiâr olan necîb bir millet ile aramızda münâsebât-ı siyâsiyyenin te’sîsi hakikaten pek mühim bir hâdisedir. Esâsen ravâbıt-ı dîniyye ile ruhlarımızın kaynaşmış, vicdânlarımızın birleşmiş olduğu bu cengâver millet-i İslâmiyye ile bir ittifâk akdedecek derecede münâsebât-ı siyâsiyyemizin tahkîmi bütün İslâm âleminde azîm bir te’sîr husûle getireceğine şüphe yoktur. Biri Asya kapılarında, diğeri Asya ortalarında bulunan bu iki İslâm milletinin el ele vermesi inşallah diğer İslâm milletleri için büyük bir kuvveti’z-zahr olacak, onların da bu merkez etrâfında toplanmalarını te’mîn edecektir. Afgan hükûmet-i İslâmiyyesi hey’et-i sefâretini aramızda görür görmez kalblerimiz fahr ile, sürûr ile doldu. Yarın inşallah bizim sefirimiz de Afganistan’a gittiği zaman orada da aynı heyecân-ı meserreti tevlîd edecektir. Ezelden kaynaşan kulûb-i İslâmiyyenin bu tezâhürât-ı mes’ûdesi elbette Müslümanlık için şâyân-ı iftihâr bir hâdise-i muazzamadar.
Bize bu kadar sürûrlar getiren, kalblerimize bu kadar neşveler, ümîdler bahş eden bu muhterem İslâm mümessillerini ziyâret etmeyi Sebîlü’r-Reşâd hey’eti mütehattim bir vazîfe telakki etti. Her türlü merâsim külfetinden âzâde olarak bir selâm teâtîsiyle teşerrüf ettiğimiz bu muhterem kardeşlerimiz bizim ne kadar enîs-i ruhumuz imiş. Biz uzak diyârdaki kardeşleremizin muhabbetini dâimâ kalbimizde taşıdığımız için onları görür görmez hiçbir yabancılık duymadık. Ruhlarımız arasında ki o özlü îmân âşinâlığı derhal tecellî-i uhuvvetkârânesini gösterdi. Pek samîmî bir sûrette cereyân eden hasbıhâl kalblerimizi bir o kadar daha meserret ve ibtihâclarla doldurdu. Asîl bir terbiye, asrî bir tahsîl gören sefîr hazretleri Fârisî ve İngilizce konuşuyorlar. İnce bir zekâ ve irfân sâhibi olan genç müsteşarları ise pek güzel Türkçe de tekellüm ediyorlar. Kâtipler de tahsîl görmüş zeki gençlerdir. Sefîr hazretleri her şeyden ziyâde Anadolu müslümanlarının hareketini takdîr ediyorlar. Asırlardan beri Ehl-i Salîb muhâcemâtına göğüs gererek İslâmiyet'i müdâfa eden Türklere karşı bütün İslâm âleminin minnetdârlıklarını, bilhassa Afganlıların öteden beri kalblerinde besledikleri bî-pâyân muhabbetleri söylemekle büyük bir zevk duyan Sultan Ahmed Hân hazretleri İslâm'ın halâs ve zafer-i kat’îsinden pek emîn bulunuyorlar. Beyne’l-İslâm husûle gelen intibâhı sâlim bir mecrâda tekâmül ettirmek husûsunda itinâkâr görünen müşarun ileyh, birkaç sene sonra âlem-i İslâm'ın büyük bir kudret-i siyâsiyyeye sahip olacağını tabîî addediyorlar. Sefîr hazretleri Bolşeviklerle yalnız siyâsî safhada münâsebât-ı hasenenin idâmesi fikrindedirler. Ve Afgan-Bolşevik münâsebâtının bizimle Rusya arasındaki münâsebâtın aynı olduğunu beyân buyurmuşlardır. Müşârun ileyhe göre de, müslüman hayât-ı ictimâiyyesi öyle bir tahavvüle müsâid değildir. Müslümanlar esâsât-ı İslâmiyyeden ayrılamazlar. Müslümanların aksâ-yı emeli hâkimiyet-i Kur’âniyyenin te’mînidir. Afganistan bu husûsta hiçbir zaman tereddüde düşmemiştir. Müslümanlar ancak Müslümanlık esasları dâhilinde hareket etmekle terakki ve teâlî edebilirler.
Müşârun ileyhin bugün en ziyâde nazar-ı ehemmiyete aldıkları mes’ele âlem-i İslâm'ın pîşvâsı olan Türkiye’nin muvaffakıyetidir. Buyuruyorlar ki: – Bu mes’ele İslâm'ın arzusu dâiresinde hallolunmadıkça Afganistan İngilizlerle kat’iyyen sulh akdetmeyecektir. Avrupa devletlerinin bu gün Makåm-ı Hilâfet-i uzmâya karşı revâ gördükleri hakåret gerek Afganistan’da, gerek Hindistan’da pek fenâ tesîrler husûle getirmiştir. Bu, bütün müslümanların hasbe’d-diyâne alâkadâr olduğu bir mes’ele-i azîmedir. Hilâfet-i İslâmiyye istiklâl ve ihtiyârını tamâmıyla ihrâz etmedikçe Afganistan’nın İngilizlerle anlaşmasına imkân yoktur. Hindistan da bu husûsta bizimle hem-efkârdır. İngilizlerle aramızdaki münâzaun-fîh olan mesâilin başında Hilâfet-i İslâmiyye mes’elesi vardır. Salîbiyyûnun Makkarr-ı Hilâfet'i işgål etmeleri İslâm'ın tâ cângâhına vurulmuş bir darbedir. Bu nun içindir ki garbın bu hakåret ve tecâvüzüne karşı Anadolu’nun gösterdiği celâdet ve hamâset bütün İslâm aleminde azîm te’sîrler husûle getirmiştir. İnşâallâh İslâm muvaffak olacaktır.
Üstâdımız, takdîm ettiği İstiklâl Marşı'nı Fârisîye tercüme ederek îzâh ettiler. Şiir ve edebiyât ile de iştigål eylemiş bulunan sefîr hazretleri bundan pek memnûn oldular. Bir sâat kadar devam eden samîmî mülâkåtımızdan fevkalâde mütehassis olarak ve sefîr hazretleriyle rüfekå-yı muhteremesine arz-ı vedâ’ ve teşekkür ederek ayrıldık.
Eşref Edîb, Sebîlürreşâd, 21 Şaban 1339(30 Nisan1921), Cild 19, Sayı 478
Nitekim üstâd (Boğaz harbi) ni, (İstiklâl marşı) nı yazdıktan, o mütehassir ve mustarib yıllarının pinti ve insafsız günlerinde yarattığı
Arkadaşımız Abidin Daver’in “Cumhuriyet”te bir fıkrasını okudum:
İstanbul’da İstiklâl marşının notasını bulmak imkânsızmış. Arkadaşımız, devlet matbaasının bu işi yapmasını tavsiye ettikten sonra:
-Dünyada, herşey aklıma gelirdi amma, İstiklâl marşı notası buhranı olacağı hiç aklıma gelmezdi.
Diyor. Yerden göğe kadar haklı olan...
Bu âcûbeyi hâlâ millî marş diye terennüm etmekte, her şeyden evel, sanatımız için hazin bir mahcubiyet yok mudur?
Ataç ise yine bir başka yazısında, Âkif’in millî şair, İstiklâl Marşı’nın millî marş olduğunu savunanlara “içinde minarenin, hilâlin, müezzinin zikredildiği bir marş nasıl millî olabilir?”
Bu şiiri Necip Fazıl Kısakürek bundan tam altı sene evvel yazdı.
O zamanlar (Ulus) gazetesi, Cümhuriyetin 15inci yıl dönümü için bir marş müsabakası açmıştı. Gaye, bütün memleket şairlerinin de iştiraki beklenen bu müsabakada kazanacak olan eseri, Cümhuriyetin 15inci yıl marşı olarak değil, İstiklâl veya Türk millî marşı olarak kabul etmekti, Zira Atatürk, Mehmet Akifin İstiklâl marşını sevmemeğe başlamıştı.
Namık Kemalle başlıyan, Tevfik Fikretle devam eden vatan şiiri, dün, Mehmed Akifle beraber toprağa girmiş sayılabilir.
“Nazlı Hilâl”in artık kaşlarını çatmadığı, bayrağın ufuklarda şafaklar gibi dalgalandığı, Hakka tapan milletin istiklâl hakkını bütün dünyanın tanıdığı, bir milletin bir vatana döktüğü ve dökeceği kanları helâl ettiği, hür yaşamış bir ırkın hür yaşamak andını tekrarladığı şu günlerde ölmeyecek bir ölüyü, başta gençler olmak üzere, milletçe anıyoruz.
Gece yarısıydı. (Haber)in sahibi ve ben, otomobille gazeteye doğru geliyorduk. Yolumuz Sirkeci taraflarında dar bir sokağa saptı. Kimi kârgir, kimi ahşab, kümes gibi bücür iki sıra ev arasında, Arnavut kaldırımlı dar bir sokak. Pencereler, katran dolu küplerin açık ağızlarile, içerdeki karanlığı çerçeveliyordu. Sokakta, şeffaf uyku hayaletlerinden başka ne in, ne cin...
Nitekim üstâd (Boğaz harbi) ni, (İstiklâl marşı) nı yazdıktan, o mütehassir ve mustarib yıllarının pinti ve insafsız günlerinde yarattığı
Arkadaşımız Abidin Daver’in “Cumhuriyet”te bir fıkrasını okudum:
İstanbul’da İstiklâl marşının notasını bulmak imkânsızmış. Arkadaşımız, devlet matbaasının bu işi yapmasını tavsiye ettikten sonra:
-Dünyada, herşey aklıma gelirdi amma, İstiklâl marşı notası buhranı olacağı hiç aklıma gelmezdi.
Diyor. Yerden göğe kadar haklı olan...
Bu âcûbeyi hâlâ millî marş diye terennüm etmekte, her şeyden evel, sanatımız için hazin bir mahcubiyet yok mudur?
Ataç ise yine bir başka yazısında, Âkif’in millî şair, İstiklâl Marşı’nın millî marş olduğunu savunanlara “içinde minarenin, hilâlin, müezzinin zikredildiği bir marş nasıl millî olabilir?”
Bu şiiri Necip Fazıl Kısakürek bundan tam altı sene evvel yazdı.
O zamanlar (Ulus) gazetesi, Cümhuriyetin 15inci yıl dönümü için bir marş müsabakası açmıştı. Gaye, bütün memleket şairlerinin de iştiraki beklenen bu müsabakada kazanacak olan eseri, Cümhuriyetin 15inci yıl marşı olarak değil, İstiklâl veya Türk millî marşı olarak kabul etmekti, Zira Atatürk, Mehmet Akifin İstiklâl marşını sevmemeğe başlamıştı.
Namık Kemalle başlıyan, Tevfik Fikretle devam eden vatan şiiri, dün, Mehmed Akifle beraber toprağa girmiş sayılabilir.
“Nazlı Hilâl”in artık kaşlarını çatmadığı, bayrağın ufuklarda şafaklar gibi dalgalandığı, Hakka tapan milletin istiklâl hakkını bütün dünyanın tanıdığı, bir milletin bir vatana döktüğü ve dökeceği kanları helâl ettiği, hür yaşamış bir ırkın hür yaşamak andını tekrarladığı şu günlerde ölmeyecek bir ölüyü, başta gençler olmak üzere, milletçe anıyoruz.
Gece yarısıydı. (Haber)in sahibi ve ben, otomobille gazeteye doğru geliyorduk. Yolumuz Sirkeci taraflarında dar bir sokağa saptı. Kimi kârgir, kimi ahşab, kümes gibi bücür iki sıra ev arasında, Arnavut kaldırımlı dar bir sokak. Pencereler, katran dolu küplerin açık ağızlarile, içerdeki karanlığı çerçeveliyordu. Sokakta, şeffaf uyku hayaletlerinden başka ne in, ne cin...
Nitekim üstâd (Boğaz harbi) ni, (İstiklâl marşı) nı yazdıktan, o mütehassir ve mustarib yıllarının pinti ve insafsız günlerinde yarattığı
Arkadaşımız Abidin Daver’in “Cumhuriyet”te bir fıkrasını okudum:
İstanbul’da İstiklâl marşının notasını bulmak imkânsızmış. Arkadaşımız, devlet matbaasının bu işi yapmasını tavsiye ettikten sonra:
-Dünyada, herşey aklıma gelirdi amma, İstiklâl marşı notası buhranı olacağı hiç aklıma gelmezdi.
Diyor. Yerden göğe kadar haklı olan...
Bu âcûbeyi hâlâ millî marş diye terennüm etmekte, her şeyden evel, sanatımız için hazin bir mahcubiyet yok mudur?
Ataç ise yine bir başka yazısında, Âkif’in millî şair, İstiklâl Marşı’nın millî marş olduğunu savunanlara “içinde minarenin, hilâlin, müezzinin zikredildiği bir marş nasıl millî olabilir?”