Fertlerin ve milletlerin hayatı, maddi şartlardan ziyade inandıkları kıymetlere bağlıdır. Daha başlangıçta yenileceğine inanan bir insan veya ordu, savaşa girmeden mağlup olmuş demektir. Bilginin temelinde bile inanç vardır. Kristof Kolomb, denize açıldığı zaman Amerika’yı keşfedeceğini bilmiyordu. Fertleri ve milletleri dinler, felsefeler, hayat görüşleri idare eder. Yeryüzünde bütün mabetler, bilinmeyen fakat varlığına mutlak şekilde inanılan tanrılar adına inşa edilmiştir.
Materyalist felsefe, insanı maddi şartlara göre izaha çalışır. Fakat insanı insan yapan madde değil ruhtur. Yani, duygu, sevgi, aşk, nefret, inanç veya şüphedir. Yunus bu hakikati yıllar önce söylemiştir:
Bir ben vardır bende, benden içeri
Bugünkü psikoloji ve felsefe de bu hakikati ilmi olarak ortaya koyuyor: İnsanları içten içe idare eden şuuraltı veya dünya karşısında almış olduğu tavırdır.
Materyalist dünya görüşüne dayanan Marksizmin, Marx’ın söylediğinin tam aksine, sanayi memleketlerinde değil de geri kalmış ülkelerde yayılması ve tatbik şekli bulması onun ancak bir nevi din haline gelmesiyle izah edilebilir. Marksizm’in Rusya’da ve Çin’de aldığı şekiller, putları ve merasimleriyle acayip bir din manzarası arz eder.
Karl Marx’ın materyalist dünya görüşüne karşı, Durkheim’in inançlara değer veren sosyolojisini esas alan Ziya Gökalp milliyetçilerin her gün okumaları gereken Türkçülüğün esasları adlı kitabında şöyle der:
“İki ordu ve iki millet birbirleriyle savaşırken, birisinin galip diğerinin mağlup olması neticesini veren başlıca âmiller, iki tarafın felsefeleridir. Ferdi hayatı vatanın istiklalinden, şahsi menfaati namus ve vazifeden daha kıymetli gören bir ordu, mutlaka mağlup olur. Bunun aksi bir felsefeye malik olan ordu, mutlaka galebe çalar. O halde halk felsefesi itibariyle Yunanlılarla İngilizler mi daha yüksektir, yoksa Türkler mi daha yücedir? Bu sualin cevabını verebilecek, Çanakkale muharebeleri ile Anadolu muharebeleridir. Türkleri bu iki muharebede de galip kılan, maddi kuvvetleri değildi. Ruhlarında hükümran bulunan milli felsefeleri idi”[1]
Atatürk’ün ezberlenen, fakat üzerinde düşünülmeyen Türk gençliğine hitabesi tamamıyla bu felsefeye dayanır. Burada tasvir edilen yıkılmış ülke, İstiklal savaşından önceki Türkiye’dir:
“Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr u zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.”
Bu şartlar karşısında Atatürk ve Türk milletinin aldığı tavır nedir? Baş eğmek mi karşı koymak mı?
Elbette karşı koymak! Mustafa Kemal, istikbalde de böyle durumlarla karşılaşabilecek olan Türk gencine neye değer vermesi gerektiğini açıkça söyler:
“Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Bu cümlelerin dayandığı felsefe Ziya Gökalp’in “ümit ve iman felsefesi” dediği felsefedir. Bu bakımdan Atatürk ile Ziya Gökalp ve Mehmed Âkif arasında hiçbir fark yoktur. Materyalist değil, spritüalist bir hayat görüşüne sahip olan bu nesli ulvi yapan, sadece inançlarına dayanarak dünyaya karşı koymalarıdır. Bu kahramanlık denilen şeyin ta kendisidir. Ve kahramanlık Türk milletinin en büyük hasletidir. Türkü asırlardan beri yaşatan bu duygudur. Daha sekizinci yüzyıla ait Gök Türk kitabelerinde bu imanın parıl parıl parladığını görürüz. Milliyet, istiklal ve hürriyet Türk milletinin hayat felsefesinin temelidir.
“İstiklal Marşı”nın elli altıncı yılında onun bugün içinde taşıdığı değer ve manayı düşündüm.
“İstiklal Marşı” en büyük değer ve manasını, hiç şüphesiz tarihiliğinde, içinde vücuda geldiği devrin şartlarından alır. Âkif bu şiiri 1921 yılında yazmıştır. Şiir 1 Mart 1337 de Büyük Millet Meclisi kürsüsünde okunmuş, 12 Mart 1337 tarihindeki oturumda milli marş olarak kabul edilmiştir.[2]
Bu tarihte henüz İstiklal savaşı kazanılmamıştır. Mustafa Kemal “İstiklal Marşı” kabul edildikten bir yıl sonra 4 Mart 1922 günü akşamı cepheyi teftişe gider. Büyük taarruz 26 Ağustos 1922 sabahı başlar.
“İstiklal Marşı”nın kabul edildiği tarih ile bu tarih arasında geçen günler ve aylar son derece buhranlıdır. Ankara’da bulunan bazı aydınlar bile ümitsizliğe kapılarak Amerikan mandasını düşünürler.
Atatürk, Nutuk’ta bu buhranlı günleri hatırlatarak şöyle der:
“Efendiler, bilirsiniz ki, Meclis’te bu arzettiğim devirde, en çok menfi ve bedbinane rol yapanlar, vaktiyle, Türk milletinin kendi kendine temin-i istiklal edemeyeceği kanaatini izhar etmiş olan zevat idi. Şunun bunun mandasını talep ısrarında bulunanlar idi. Onun için mütalaatıma şu yolda devam ettim: Dedim ki, Efendiler; maddi ve bilhassa manevi sükût korku ile… aciz ile başlar.
Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında milletin de atalete duçar olmasına ve müctenip bir hale gelmesine saik olurlar. Aciz ve tereddütte, o kadar ileri giderler ki adeta kendi kendilerini tahkir ederler. Derler ki biz adam değiliz ve olamayız! Biz bila kayd ü şart, mevcudiyetimizi bir ecnebiye teslim edelim. Balkan muharebesinden sonra milletin bilhassa ordunun başında bulunanlar da, başka tarzda ve fakat aynı zihniyeti takip etmişlerdir.
Türkiye’yi böyle sakim yollarda inkıraz ve izmihlal vadisine sevk edenlerin elinden kurtulmak lazımdır. Bunun için, keşfolunmuş bir hakikat vardır, ona tebaiyet edeceğiz. O hakikat şudur: Türkiye’nin re’s-i tefekkürünü, büsbütün yeni bir imanla teçhiz etmek… Bütün millete ceyyit bir maneviyyet vermek…[3]
O günün şartlarını bilmeyenler, “İstiklal Marşı”nın neden “korkma” kelimesiyle başladığını sormuşlardır. Bunun cevabını Mustafa Kemal’in yukarıki cümlelerinde bulmak mümkündür.
“İstiklal Marşı” imanın her türlü maddi şartlara üstün olduğu fikrini ve hissini telkin eden bir şiirdir. O devirde ruhları kötümserlik ve kararanlara muazzam bir “manevi kuvvet” telkin ederek, savaşın kazanılmasında, muhakkak ki, büyük bir rol oynamıştır.
Hiçbir tarihi hadise, Türk İstiklal Savaşı kadar “iman”ın maddeye üstünlüğünü ispat edemez. Bu savaş kelimenin tam manasıyla imanın maddeye galebesini ispat etmiştir. “İstiklal Marşı” ise o devirde doğru düşünenlerin inançlarını en kuvvetli bir şekilde aksettirir.
İman ne demektir? Yunus bu sorunun cevabını harikulade bir mısra ile verir:
Neyi sever ise imanın oldur.
İnsanları sevgi, yani bütün varlıklarıyla bağlandıkları “değerler” idare eder. İnsanlar sevdikleri şeyler için çalışır, yaşar ve ölürler. Bunu, tarihin ve insan talihinin dönemeç noktalarında değil, günlük hayatta da görürüz. Herkes sevdiği şeyler peşinde koşar.
Milliyet, istiklal, hak, hürriyet kelimeleri birtakım “sosyal değerler”i ifade eder. Onlara inananlar ve inanmayanlar birbirlerinden tamamıyla ayrılırlar.
Alain: “Ümit, ümit edilen şeyi yaratır” der. Fertlerin ve milletlerin hayatına inandıkları, yani sevdikleri değerler şekil verir.
“İstiklal Marşı”nda ortaya konulan değerler nelerdir? Bunları şiiri tahlil ederek ortaya koymak mümkündür.
Başta Türk milletinin istiklal fikrine bağlılığı bahis konusudur. Bayrak hür ve müstakil olmanın sembolüdür. O, adeta her evin ocağında alev alev parlayan bir ateştir. Yurdun üstünde tüten en son ocak sönmedikçe, şafaklarda yüzen al sancak da sönmeyecektir.
Âkif, al sancağın alevi ile yurdun üstünde her evde tüten ocak arasında kurduğu münasebetle sadece şairane bir hayal yaratmamış, aile ile vatan arasında derin bir bağ kurmuştur. Türkler, bir bütün olarak hür ve müstakil yaşamak istedikleri için toptan silaha sarılmışlar, müstevliye başkaldırmışlardır.
İkinci mühim fikir “Hakk’a tapma”dır. Hak kelimesi Türkçede hem Tanrı hem de Arapça çoğulu olan “hukuk” kelimesinde olduğu gibi sosyal bir mana taşır. Hak kelimesinin üçüncü bir manası daha vardır: Hakikat! Türklerin ve umumiyetle Müslümanların, birbirinden ayrı olan bu üç kavramı, tek bir kelime ile ifade etmeleri, onlar arasında bir bağlılık bulunduğuna inandıklarını gösterir. Tanrı, hakikat ve adalet. Bu üç kavram da ulvi değerleri ifade eder. Bunlara bağlı olan milletler köle olmazlar.
“İstiklal Marşı”nın en güzel, en heyecanlı parçalarından biri, “hürriyet” kavramını ifade eden üçüncü dörtlüktür:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Bu mısralar “hürriyet” duygusunun insanlara verdiği üstün gücü çok kuvvetli bir şekilde ifade ediyor. Maddi engeller, zincir, duvar, dağ, deniz, insanın içindeki “hürriyet” arzusunu durduramamıştır. Bu duygunun Türklerde ne kadar derin olduğunu belirtmek için, yine bizi en iyi anlatan Yunus’tan bir mısra zikredeceğim:
Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden aşar
Yol, insan iradesinin, aklının, daha doğrusu insanoğlundaki “aşma duygusu”nun sembolüdür. Egzistansiyalist filozoflar insanoğlunun başlıca özelliğini çeşitli şekillerde tecelli eden bu duyguda bulurlar. “ “Açık deniz” şiirinde Yahya Kemal Beyatlı da aynı duyguyu anlatır.
Çağdaş Batı medeniyetinin hâkim vasıflarından biri “madde”ye üstün değer vermesidir. Madde, hiç şüphesiz mühimdir. Fakat insandan üstün değildir. İnsanı insan yapan, manevi değerlerdir. Batılı maddi medeniyetine güvenerek sömürgeci olmuş, fakat bu davranışıyla her yerde nefret uyandırmıştır.
Mehmet Âkif, “İstiklal Marşı”nın dördüncü parçasında Batı’nın materyalist medeniyet anlayışına karşı manevi bir kuvvet olan insanı çıkarır:
Garb’ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolugöğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Âkif, burada sömürgeci Batı medeniyetini “tek dişi kalmış” canavara benzetiyor. Parçanın sadece son mısraını alarak, Âkif’in bir medeniyet düşmanı olduğunu söyleyenler çıkmıştır. Bu “İstiklal Marşı”nın hangi şartlarda, hangi duyguyla yazıldığını hesaba katmayan kötü niyetlilerin uydurmasıdır. Başka şiir ve yazılardan kesin olarak biliyoruz ki, Mehmet Âkif, çağdaş medeniyete, ilme ve tekniğe asla karşı değil, bilakis hayrandır. Bunları alet yaparak milletlere zulmetmeye, sömürmeye düşmandır ve Âkif, bu hususta mutlak şekilde haklıdır. Hiçbir maddi üstünlük, fert veya milletlere tahakküm etmeyi meşru göstermez. Böyle bir durumda kalan herkes isyan eder. “Tek dişi kalmış canavar” istediği kadar ulusun, insanın kalbindeki imanı boğamaz. Bu fikir bugün için de doğru değil midir? Maddi üstünlükleri dolayısıyla, Avrupa, Amerika veya Rusya karşısında teslim bayrağı çekmeye hazır olanlar, milletlerini köleliğe mahkum ederler. Onlar İstiklal savaşını ve “İstiklal Marşı”nın derin manasını anlamamış olan iradesiz, inançsız, korkak, maddi zevklerine düşkün insanlardır. Böylelerinin hayat görüşlerinin ön plana geçmesi bir memleket için en büyük tehlikedir.
Atatürk’ün “Türk gençliğine hitabesi”ni ve “İstiklal Marşı”nı çocuklarımıza öğretirken, onlara, bu eserlerin dayandığı hayat felsefesini ve yazdıkları devrin tarihi ve sosyal şartlarını da öğretmeliyiz ki onların kelimelerden ibaret olmadıklarını anlasınlar.
Biz büyük kahramanlar ve büyük şairler yetiştirmiş bir milletiz. Fakat onların dayandıkları temel değerler üzerine kafa yormadığımız için, zaman zaman bizi içten yıkan yabancı ve zararlı felsefelere kendimizi kaptırıyoruz. Türkiye bugün de böyle bir tehlike karşısında bulunuyor. Bizi bu güne kadar yaşatan milli değer ve kaynaklara, yeniden dönmenin tam zamanıdır. İyi tahlil edersek, kendi tarih ve kültürümüzden milli bir felsefe yaratmamız mümkündür. Dikkatle okursak, bizimkinden çok daha tehlikeli durumlarla karşılaşmış olan Gazi Mustafa Kemal’de, Mehmet Âkif’de ve Ziya Gökalp’te, hayatın ateş çemberinden geçmiş, sağlam, bizi koruyacak, kurtaracak ve yükseltecek birçok fikirler bulmamız mümkündür.
Mehmet Kaplan, Milli Kültür, 9 Eylül 1977, s. 6-9
Pek az müddet evvel İstiklâl marşımızın bir notasını Alman istemiş, bütün İzmiri üç gün alt üst etmiş uğramadığı musiki mağazası ve kütüphane kalmamış, buna rağmen İstiklâl marşımızın bir notasını bulmağa muvaffak olamamış.a
Milli marş yahut milli Hymne tekmil halk tarafından ezberlenebilecek bir kabiliyette olmalıdır. Meselâ, rastgele bir köylü, bir çoban, milli marşı, kolaylıkla teganni edebilmeli, güftesini okumalı, mânasını anlamalı ve milli marşa karşı sevgi ve hürmet beslemelidir.
Bâzan imanla haykırır: İstiklâl savaşında doğacak hürriyet ve istiklâlin müjdecisi olarak...
Umutların bulutlandığı o kara günlerde hırslar, kırgınlıklar hep unutulmuş, herkes şahsi emellerini bir kenara atmış, bütün fikirler ve gönüller bir noktada toplanmıştı.
Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şiirleri okunan ve alkışlanan iki şairimiz vardır: Biri Mehmed Akif, diğeri...
Karabekir, Genelkurmay Başkanlığı'na da Akif’in İstiklal Marşı ve bestelenmek için bunun Paris'e gönderilmesi tasarısı hakkındaki eleştirilerini bildirir.
İstanbul radyosu nihayet yola geldi. Evvelki akşamdan itibaren, İstiklâl marşını çalmağa başladı.
Mehmed Âkif’in yazdığı şiir, 12 Mart 1921'de, Meclis kararı ile "İstiklâl Marşı" olarak kabul olunmuştu. Böylece kendisi, vatanını ve milletini seven bir şair için en yüksek